4 Mayıs 2025 Pazar

Tarihten Notlar__İBRAHİM ÜNAL İLE SÖYLEŞİ_Alıntı_B.Partizan _Ocak 2021

“Arşiv Yazıları”na gelen tepkiler nasıldı? İ. Ünal:

Ciddi bir yazılı tepki gelmedi. Kısa mesajlar ve sözlü konuşmalarda uygulamalara tepki gösterenler oldu. Daha çok işin insani yanları konuşuluyordu. Bir kurum taraftarları (en azından bazıları) yazılanlara tepki gösteriyordu. “Kol kırılır yen içinde kalır” hesabı ile yayınlanmasını doğru bulmayanlar oldu. Belli bir kesimde ise “yok” farz edildi. Görüştüğüm ve ulaşabildiğim kişilerden eleştiri ve önerilerini yazılı yapmalarını istedim ama değindiğim gibi hiçbir yazılı tepki gelmedi.

Sadece Erdoğan Şenci, yaşanan olaylara kısmen “SÜRGÜN” de yer vermiş. Gerçekte konuşması gerekenler yani dönemin sorumluları, kişi ya da kurum olarak olumlu-olumsuz bir tepki göstermiyor; nedendir, bilmiyorum...

Seni partiden atma, daha sonraki gelişmelerinden haberdar mısın? Nasıl değerlendiriyorsun?

İ. Ünal: Ben partiden atılmadan önce de gelişmelerden haberdar değildim. Bana partide olup bitenlerle ilgili hiçbir bilgi verilmiyordu. Yeni gelenlere de tembih ediliyor, olup bitenleri anlatanlar ise tehdit ediliyordu. Buna rağmen gerek yeni tutuklananlardan ve gerekse dışarıdaki kişisel ilişkilerimle olan mektuplaşmalarda çok sınırlı (şifreli) bilgiler alıyordum.

Bu şekilde edindiğim bilgiler gerçek durumu anlama bakımından çok yetersizdi. Daha fazlasını, atıldıktan sonra bir araya geldiğimiz yoldaşların anlatımlarından öğrendim. Sağmalcılar hücre tipi cezaevinde kaldığım süre içinde sanırım 1984 yılında Aşağıda TKP/ML Birinci Merkez Komitesi üyesi olan ve 1981’de yapılan, Menşeviklerin egemenlik kurduğu İkinci Konferans öncesi faşist devlet güçleri tarafından tutuklanıp, işkenceler ertesi zindana atılan İbrahim Ünal ile yapılan bir “söyleşi”yi yayınlıyoruz.

 

İbrahim, Şubat 2020’de yayınlanan “Tarihe Not” adlı kitabında 1976- 1980 arasında, kendisinin çeşitli kademelerde, 1978-1980 arasında da Merkez Komite üyesi olarak yer aldığı TKP/ML’nin yeniden inşa sürecinde yaşadıklarını anlatıyor.

 

 Daha önce yayınlanmış olan “Arşiv Yazıları”nda İbrahim, cezaevi sürecinde öncelikle TKP/ML’nin Menşevik kanat yönetimi ile yaşadıklarının kimi belgelerini okuyucunun bilgisine sunmuştu. TKP/ML’nin gerçek tarihinin bilinmesi açısından bu kitaplar önemli kaynaklar içinde yerini almıştır.

Korona nedeniyle ne yazık ki bu söyleşi İbrahim’le yüz yüze konuşma şeklinde gerçekleştirilmedi. Yazılı olarak iletilen sorulara, İbrahim’in yazılı tavır takınması şeklinde ortaya çıktı bu belge.

 Ve tabii yüz yüze konuşmada birbirini daha iye anlama imkânını ortadan kaldıran bu olumsuz durumun yarattığı izleri taşıyor.

İBRAHİM ÜNAL İLE SÖYLEŞİ … bir-iki defa Erhan’la havalandırma sırasında görüştük. Konuşacağımız çok şey vardı ama o sıralar cezaevi mücadelesi ve cezaevindeki önderliğin değerlendirilmesi, güncel, dolayısıyla öne çıkan gündemdi. Yazışmalarımızın (ki çok sınırlı oluyordu) esasını da bu konular oluşturuyordu.

 Daha sonra 1986 yılında Metris’te aynı koğuşa geldik. Ayrı yerlerde kaldığımız dönemlerde birçok konuda benzer düşünceler temelinde eleştiri ve önerilerimiz olduğu anlaşılıyordu. Bu mücadelemizin özeti dediğimiz “Gizli Yazılar-1”i, o sırada yazdık. Parti içindeki gelişmeleri (bildiğimiz kadarıyla) paylaşıp değerlendirdik. Savunmaya ilişkin plan ve iş bölümü filan yaptık. Ne var ki bir süre sonra Erhan’ın tahliye olması ve cezaevi parti yönetiminin hakkımdaki ucube “hizip” tespitiyle beni meşgul etmesi ve partiden atmaları nedeniyle planladığımız çalışmaları gerçekleştiremedik.

Ben yakalandıktan sonra, Temmuz 1981 yılına kadar olan gelişmeleri Erhan’dan dinledim, onun bilgilerinden öğrendim Partiden atıldıktan sonra, daha önce cezaevi yönetiminin politikalarından dolayı dışlanmış, atılmış, tecrit edilmiş arkadaşlar ile örgütlü pek çok yoldaş cezaevi yönetiminin disiplinini reddederek yanıma geldiler.

 

 Otuza yakın arkadaşımız cezaevi mücadelesinde ortak davranma kararı aldık. Bu arkadaşlarımızın çoğunluğu “tavırlarının partiye ve Merkez Komitesi’ne karşı olmadığını, cezaevi yönetiminin disiplinine uymak istemediklerini” bildiren bir yazıyı MK’ya gönderdiler. Benim görüşüm ise artık kesindi; MK ile cezaevi yönetimi aynı anlayışa sahipti. Organize çalışıyorlardı.

 

 Bu yüzden “Savunma-2”nin muhatabı aynı zamanda Merkez Komitesi idi. Partiye hâkim olan bu anlayışın, böyle bir yönetimin devamı durumunda TKP/ML’nin geleceğinin ağır bir tehlikeye gireceğini ve giderek eriyip, parçalanıp marjinal yapılara dönüşeceğini kısacası, başka bir şey olacağını söylüyordum. Gelişmelerden sağlıklı bilgiler alamadığımız kesindi.

 Çünkü sıkı bir tecrit altında idim. Parti içinde muhalefet edenler, eleştirenler vs. var mıydı bilmiyorduk. Olduğu kesindi çünkü bir bölünme haberi geldi. Nedenlerini o zaman öğrenemedik. Muhalefet yürütenler ve bölünmenin tarafı olanlardan benimle ilişki kurma, en azından haberleşme gibi bir talep ve girişim olmadı.

 Dolayısıyla birinci elden, güvenilir doğru haberler alma şansım olmadı. “Arşiv Yazılar” da yayınlanan “Gizli Yazılar-1” başlıklı, yazıda 1985 yılında yazılmış “geniş bir yazı”dan söz ediliyor. (s.18) Yazıda nelerin yer aldığı konusunda özet bilgiler veriliyor.

Bu yazının kendisi var mı?

Varsa neden bu kitap içinde yayınlanmadı? İ. Ünal:

Söz konusu yazı Sağmalcılar da iken, Erhan tarafından kaleme alınıp yönetime verilmiş. Bana ulaşmadı, okumadım. Cezaevi yayınında yayınlanan bölümünü de okumamıştım. O yayın bana ulaşmadı ya da verilmedi. Sağmalcılar da kaldığım sürenin çok büyük bir bölümü tek kişilik hücrede geçmişti. Sonradan, Erhan’la bir araya geldiğimizde öğrendim. Yazı tek nüsha olarak yazılmış ve yönetime teslim edilmiş.

Cezaevi yönetimi muhtemelen bütün çalışmalarımızı, yani değerlendirme ve eleştirilerimizi imha etti. Çünkü parti yönetimine de (dışarıya) gönderilmediğini düşünüyorum. (Ben, hizip suçlaması ve partiden atılma ile ilgili savunmaların parti yönetimine gönderilmeyeceğini bildiğim için kendi kanallarım üzerinden MK’ya ulaştırdım.)

Dolayısıyla pek çok yazı gibi o yazıda elimde yok. Olsaydı tabii ki yayınlardım. Aynı yazıda, 1981 İkinci Konferans için şöyle bir değerlendirme var:

 “2. Konferans sol çizginin egemenliğinde geçen ve kararlarında da bunu yansıtan bir konferanstı. İkinci Konferans’ın olumlu yanı ideolojik siyasi açıdan yurtdışı çizgisine karşı mücadeleyi ilerletmemesine rağmen, ona kesin tavır alması ve partinin sarsılmış olan merkezi manevi birliğini, geçici de olsa yeniden tesis etmiş olmasıdır.” (s.31) Burada açık olarak yurtdışı çizgisine karşı... kesin tavır alma… da, 2. Konferans’ın “olumlu yanı” olarak tespit ediliyor.

Bildiğin gibi, 2. Konferans yurtdışı çizgisini “troçkist, revizyonist” kırması bir çizgi olarak “mahkûm etti”!!! Kesin tavır bu?

MK toplantı sonuçlarından görüldüğü kadarıyla, sen 4. 6. 7. MK toplantılarında, esas olarak yurtdışının görüşlerinden yana tavır takınıyorsun. Nasıl oluyor da, 1986 yılında “YD çizgisi” denen çizgiye karşı takınılan “troçkist revizyonist çizgi” değerlendirmesini olumlu buluyorsun?

 

İ. Ünal: Bu konu, Erhan’la aramızdaki farklı değerlendirmelerin en gerilimli olanıydı. Ben bu tespitin ortak değerlendirme olarak ifade edilmesini doğru bulmadım. Çünkü yurtdışı temsilcisinin görüşlerini hiçbir zaman “revizyonist-troçkist” bir çizgi olarak görmedim. Zaman zaman gergin tartışmalarımız sonucunda Erhan’ın kafası karıştı ve en azından söz konusu değerlendirme yazımızda “troçkist-revizyonist kırması çizgi” tespitinin yer almaması gerektiğini kabul etti.

Benim düşüncem ise, yurtdışının görüşlerinin ideolojik bir tespitten ziyade siyasi değerlendirme ve görüş farklılıkları olarak ifade edilmesinden yana idim. Kısacası, çizgi değerlendirilmesinde ortak olamadığımız için konferansın bu ideolojik tespitini yazımızda telaffuz etmedik ama konferansın böyle bir kararı vardı. Benim açımdan bu karar yanlıştı, üstelik sonuçları bakımından partiyi bölünmeye taşıyarak büyük zararlar vermiştir.

 

Bunun yanında partinin, geçici de olsa “...merkezi manevi birliğini sağlamak” gibi olumlu bir yanı olmuştur. Değerlendirmemizin esası ise, cezaevi parti yönetiminin politikalarını eleştirmek ve bazı siyasi tespitlerini, 2. Konferans kararlarına sığınarak 1. MK’nın, ifrata varan temelsiz suçlanmasına karşı bir cevaptı. Cezaevi yönetiminin eleştirdiğimiz söz konusu yazısında (daha başka yazılarında da) bol miktarda yurtdışının “revizyonist-troçkist” çizgisinden söz ediliyordu. Ne var ki bu değerlendirmenin içerisi siyaseten doldurulamıyor, parti kitlesi içinde serbestçe tartışılması engelleniyor, konu tartışılmadan, sadece tespit olarak söyleniyordu.

 

 Çünkü “Arşiv Yazılar” da dediğimiz gibi, bu tespitin altı konferansta doldurulmamış, siyaseten de ilerletilememiştir. Sadece FÜ’lerin malum yazısı tekrar edilmekle yetinilmişti. Erhan’ın kafası bu noktada karışmıştı. Bu yüzden o yazıdaki değerlendirmede, doğru bulmadığım çizgi nitelemesi, hiçbir şekilde telaffuz edilmedi. “Revizyonist-troçkist çizgi” tespitine benim o zamanki bakışım, Safa ile FÜ’lerin yazısına verdiğimiz ortak yazımızdaki görüşlerimdir.

Bu yüzden, “Arşiv Yazılar” da ki değerlendirmede, editörün beni sıkıştırmaya çalıştığı “olumlu bulma” ısrarını doğru bulmuyorum, sekter bir yaklaşım olarak görüyorum. Görüleceği gibi “Arşiv Yazılar” da ki değerlendirmede ne “troçkist-revizyonist kırması bir çizgi” kavramı kullanılıyor, ne de soruda tırnak içinde bana mal edilmeye çalışılan “mahkûm etti” kavramı geçiyor.

Üstelik tavır alınan “çizgi”ye karşı “mücadeleyi ilerletememesine rağmen” denilerek, bu tavrın sadece bir tespit olarak kaldığı, dolayısıyla 2. Konferans’ın bu  konuda bile ideolojik-siyasi mücadeledeki yetersizliği ve zayıflığı vurgulanıyor. Merkez Komitesi toplantılarındaki tavır noktasında ise, önce bir düzeltme yapalım:

4. 6. ve 7. MK toplantılarında çıkan kararları sadece ben olumlamıyorum, bütün MK üyelerinin oylarıyla karar hâline geliyor. Karar hâline gelmiş bazı tespitlerin yurtdışı temsilcisi yoldaş tarafından önerilmiş ve Merkez Komitesi’nde kabul edilmiş olmasından, bu görüşlerin beslendiği ideolojik çizginin, temelden kabul edildiği veya reddedildiği sonucu çıkmaz. Özellikle FÜ’lerin mektubundan sonra, kısa bir süre benim de kafam karışmıştı.

Önemli bir konuyla ilgili yeterli bilgiye sahip değilseniz, araştırma yapmadıysanız vs. böylesi kafa karışıklıkları olabiliyor. Merkez Komitesi’ndeki kafa karışıklığı, GSHD ile ilgili kuşku ve diğer eleştirilerle birleşince merkezi otorite sarsılmış, önderliğe olan güvensizlik daha da artmıştır.

 

Parti bu şartlarda konferansa gidiyor. Soruları hazırlayan editör adeta takılmış, MK kararlarının (4. 6. 7.) onaylanmasından hareketle tekrar soruyor; “nasıl oluyor da… troçkist-revizyonist çizgi değerlendirmesini olumlu buluyorsun?”

Kısacası, “Arşiv Yazılar” da ki değerlendirmede iki farklı görüşün ortak ifadesinin yarattığı bir karmaşanın farkındayım. Özellikle “kesin tavır alma” tespiti çeşitli biçimlerde yorumlanabilir. Buna rağmen, o metinden “nasıl oluyor da... ’troçkist-revizyonist çizgi’ değerlendirmesini olumlu buluyorsun” sorusu çıkmaz ve ben de bu sorunun muhatabı değilim.

 Ayrıca, sübjektif tespitler (belki de niyet analizi) yapılarak kavramları anlamlandırmak ve buradan hareketle “köşeye sıkıştırma” yöntemiyle soru hazırlanmasını da doğru bulmadığımı ifade etmeliyim. Sanırım, 2. Konferans’ın söz konusu değerlendirmesini, iddia edildiği gibi “Arşiv Yazılar” da “olumlu” bulmadığım anlaşılmıştır.

Bu değerlendirmeyi yaparken, elinizde İkinci Konferans ta ve sonrasında yaşananlar bağlamında yeter bilgi, belge var mıydı? Örneğin; 1981 Şubat ile 1982 Şubat‘ı arasında yayınlanan 12 sayı Bolşevik İKK’dan haberiniz var mıydı? YD’nin İkinci Konferans sürecini değerlendiren “Bir Adım İleri Kaç Adım Geri” broşürü var mıydı? YD ile İkinci MK arasındaki yazışmalardan, görüşme sonuçlarından vs. haberiniz var mıydı? Eğer bütün bunlardan haberiniz yoksa böyle bir tavır takınmış olmanızı geri dönüp baktığında nasıl değerlendiriyorsun?

İ. Ünal: Sözü edilen gelişmelerin ayrıntılarından ve yayınlardan haberim yoktu ve hiçbirini okumamıştım. Erhan’ın söz ettiğini de hatırlamıyorum. Yakalandığım zamana kadarki bilgilerim temelinde değerlendirdim. Bu yüzden, “revizyonist-troçkist çizgi” tespitine katılmadım ve metinde yer almasını istemedim. Katılmadığım, dolayısıyla yapılmayan bir tespiti “geri dönüp” nasıl değerlendireceğim ki?

 

Yukarda açıkladım ama dediğim gibi editör “kesin tavır alma” sözünden yola çıkarak yaptığı niyet analizine inanmış ve kafasına yanlış yerleştirdiği bir değerlendirmeye takılmış. Dolayısıyla, sanırım benden kesin olarak bir özeleştiri beklentisine girmiş. Olayı ve görüşümü yukarıda yeterince açıkladığımı düşünüyorum. Başka ne diyebilirim ki?

 

İçerde iken, herhangi bir biçimde BP ayrılığından haberiniz oldu mu? Oldu ise ne biçimde oldu? BP’nin kendisinin ne dediğini öğrenmeye çalıştınız mı? Çalışmadı iseniz neden? Özellikle senin gibi Birinci MK içinde bir dizi konuda İ.G ile hemfikir olan bir arkadaşın bunu yapması gerekmez miydi?

 

İ. Ünal: İçerde koşullarım çok zordu. Altı yılda dört cezaevinde altı sevk yaşadım. Yer yer (örneğin Sultanahmet’te) arkadaşlarla toplu kaldığımız zamanlar oldu ama parti içinde de tecrit durumunda olduğum için bana, hiçbir konuda bilgi verilmiyordu. BP ayrılığından ne zaman haberim oldu, şimdi hatırlamıyorum ama aklımda kalan BP’nin konferans kararlarını tanımayacağını ilan edip ayrıldığı şeklinde konuşuluyordu. Tabii ki, nasıl olduğunu öğrenmeye çalıştım ama dediğim gibi genel bilgiler dışında fazla bir şey öğrenemedim. Erhan’la bir araya geldiğimizde onun anlatımlarını biliyorum. Onun anlattığından da, sanki BP’nin ayrılıktan yana olduğu izlenimi edindim. Erhan’a göre, “YD çizgisiyle aynı örgütsel yapı içinde olmak zaten mümkün değildi”.

“Tarihe Not” da değindim; bu konuda Erhan’la farklı görüşlerimiz vardı.

Hatta “ayrılmakla” YD’nin yanlış yaptığını düşünüyordum. Normal şartlarda İ.G gibi gerek teorik çalışmalarıyla, gerek uluslararası ilişkiler kurma ve yürütmesiyle ve gerekse sahadaki örgütsel çalışmalarıyla, o dönem partinin büyümesinde önemli katkıları olmuş bir yöneticinin yaşadığı bölünmenin nedenlerini öğrenmek tabii ki gerekirdi.

Tamam, dışarıda işleyiş kuralları ve iki çizgi mücadelesi ahlakına uygun olmayan işler yapılıyor ama aynı işler içerde de yapılıyordu. İçerdeki şartlarımı anlattım, dışarda olup bitenleri öğrenme koşullarım çok zordu. Belki kendi yaşadığım sorunların ağırlığından dolayı, belki de yeterince ilgi duymadığım için çaba göstermedim, bilemiyorum.

Dışarı çıktıktan sonra da “lanetli” durumum devam ettiğinden gelişmelerle ilgili güvenli bilgi ve belge bulmak zordu. Ayrıca, bir süre bir yayın örgütlenmesi işiyle uğraştım. Bölünmüş gruplardan da yetkili birisi gelip görüşmeyince ilgi alanımın dışında kaldı. Çünkü bir bölünme daha olmuştu ve ben bu bölünmelere büyük tepki duyuyordum. Dediğim gibi, BP’nin de ayrılıktan yana olduğu bilgisine sahip olduğum için ona da tepki duyuyordum.

Birkaç yıl uğraşmama rağmen, bir grup arkadaşla düşündüğümüz yayın vs. çalışmasını ete kemiğe büründüremedik. Ayrı bir siyasal grup olma taleplerine de asla sempatiyle bakmadım. Bazı arkadaşlar bunu, benim hiç tasvip etmediğim Komün üzerinden denedi ama başarılı olamadılar. Bütün bunların yarattığı güvensizlik, bir dönem içinde yer aldığım HEP’in (ve devamlarının) çalışmaları, günlük yaşamın finansman zorlukları, aile sorumlulukları vs. siyasal çalışmalara karşı hem ilgimi azalttı ve hem de ilgilenmek için zaman yetersiz kaldı.

Bir de, siyasal yapılardan ilgilenen olmadığı için, bir dönem “kenara fırlatılmış” ruh hâli içinde yaşadım. Buna rağmen demokratik mücadele alanlarından hiç eksik olmadım.

2010’lara doğru, başından beri aklımda olan geçmişle yüzleşmek fikrini gündeme almaya başladım. Erhan’ın ülkeye gelmesiyle de onu, bu çalışmaya katılması için ikna etmeye çalıştım. Çünkü yaşadıklarının sonucu Erhan da çok kırgındı... Önce, “Arşiv Yazılar”, ardından “Tarihe Not”un hazırlık çalışmalarında birçok belgeyi inceledim.

 Birçok insanla, döneme ilişkin yaşananlarla ilgili sohbetlerim oldu. Doğruları tam olarak bu süreçte öğrendim. Edindiğim bazı bilgiler ve okuduğum belgeler ayrılık olayının bana söylenenden çok farklı olduğunu gösterdi. Konferanstan önce doğru olmayan söylemlerle yapılan kulis faaliyetleri, işleyişe aykırı bir şekilde FÜ’lerin yazılarının el altından dağıtılması, sahada olmayan MK üyelerinin bypass edilmesi vs. bütün bunlar parti içine uzanan parti ahlakına ve tüzüğe aykırı eller vasıtasıyla YD’nin konferansta tecrit edilmesini hazırlamış.

Kısacası, konferansta mertçe bir “iki çizgi mücadelesi” yaşanmamış. Diğer yandan, MK içinde İG ile birçok konuda hemfikir olduğum doğrudur. Bu doğruluk sadece benim için geçerli değildi.

 8. toplantıya kadar MK üyeleriyle büyük bir çoğunlukla alınan kararlarda hemfikiriz. Sanırım, olup bitenleri öğrenemediğim, bu yönde çaba göstermediğim için eleştiri kuruluyor. Yaşadığım koşulları ve nedenlerini anlattım.

Konuyla ilgili benim de editöre bir sorum var: İG ile yönetim sorumluluğu yaşamış biri olarak, cezaevinde ben “mahpus içinde mahpus” yaşıyordum. Bir süre sonra da, sadece siyasal-örgütsel değil insani açıdan da utanç verici bir dram yaşarken, bu durumu merak eden oldu mu? İçerde yaşananlar bir süre bağlı olduğum disiplinle bir iç sorundu ama partiden atıldıktan sonra iç sorun olmaktan çıktı. Çok daha elverişli koşullardaki dışardakilerin hem benimle, hem de içerde olup bitenlerle ilgilenmesi gerekmez miydi?

 

Ayrıca dışarıdakiler yaşananların haberlerini, belgelerini vs. bize ulaştırmayı neden düşünmemişler? “Arşiv Yazılar” kitabının başındaki biyografide, “Temmuz 1988’de tahliye oldu. Bir süre aktif siyasi mücadele yürütme yolları aradıysa da, umduğunu bulamadı” deniliyor. Burada sözü edilen “umduğun” ne idi? Bu süreç üzerine biraz bilgi verebilir misin? Sözü edilen süreçte örneğin Bolşevik Partizan ile temas kurma imkânlarını araştırdın mı? Senin için BP ayrılığını incelemek ve bu konuda tavır takınmak, hiçbir zaman gündeme gelmedi mi? Gelmedi ise neden? Çünkü sonuç olarak Birinci MK’da ki tavırların, daha sonra hapisteyken İkinci MK ile ilişkilerinde yaşadıkların, parti çizgisindeki yanlışlar hakkında yaptığın değerlendirmeler, senin için BP’nin bir alternatif olabileceğini gösteriyor.

 

 İ. Ünal: Ben tahliye olduğumda, içerde kalan ve dışarda olan bir grup arkadaşımızın ortak talebi olan, daha önce Erhan’ın formüle edip girişimlerde bulunduğu “Yeni Ufuklar” konseptinde (ki bunu içerde konuşmuştuk), herkese açık bir tartışma yayını düşünüyorduk. Birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu böyle bir çalışmayı olumladığı için birlikte hareket ediyorduk. Biz cezaevinde iken TKP/ML içinden üç grup çıkmış. (Kısa bir süre sonra dördüncüsü çıktı.) Birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın önemli bir bölümü araştıran, sorgulayan, eleştiren ve üreten özelliklere sahipti.

Bu özelliklere sahip bizlerin mevcut gruplar tarafından kabul edileceğini de düşünmüyorduk. İçinden çıktığımız yapı (İkinci kez bölündükten sonra ikisi de) bizi lanetlemeye devam ediyordu. Bu yüzden her düşüncenin sansürsüz ve özgürce yayınlanabileceği bir araştırma-tartışma yayını örgütlemeyi düşündük. Değindiğim gibi, bölünmelere karşı duyduğumuz tepki ve güven sorunundan dolayı, BP de dâhil hiçbir gruba iltihak etmeyi düşünmediğimiz için özel olarak inceleme gereği duymadık.

Bu durum, benim açımdan bir eksiklik olabilir; bu eleştiri kabul edilebilir ancak değindiğim o günkü koşulları, yargılarımı ve birlikte hareket ettiğimiz bir grup arkadaşın varlığı da göz ardı edilmemeli. Bu sırada Komün adıyla bazı arkadaşlar bizimle irtibata geçti. Konuştuk-tartıştık. Sonuçta, diğerlerinden farklı kayda değer bir anlayışa sahip olmadıkları için anlaşamadık. Ne var ki, Komün çıkışı, içerde ve dışarda birçok arkadaşımızın kafasını karıştırdı. Cezaevlerini gezerek Komün anlayışından, düşüncemize uygun sonuçlar çıkmayacağını anlatmaya çalıştıysam da etkili olamadım.

 “Örgütsüz mücadeleyi” savunduğum gerekçesiyle söz konusu arkadaşların büyük çoğunluğu Komün çevresinde toplanmayı tercih etti. Bütün bunların yanında yaşadığımız bazı güvenlik sorunları, birçok olayda kuşku yaratan gri alanların bulunması da örgütlü yapılardan uzak durmamıza neden oldu.

Bütün bu çalışmaları Hasan Erkul ile birlikte yürüttüm. Günlük yaşamın ihtiyaçları da zorlamaya başlayınca Hasan’la konuşup kendimize iş aramaya başladık, çünkü umduğumuzu bulamamıştık. Bir süre sonra Komün çevresindeki arkadaşlar da, üstüne eklenen yeni bir hayal kırıklığı içinde dağıldılar.

Gelelim “Tarihe Not”a… Burada 1976- 1980 arasında devrimci faaliyetin, parti yaşamın hakkında bilgi veriyorsun. Anlattığın dönem 1976 ayrılığından sonra başlayan ve senin en baştan “yönetici olarak inisiyatif aldığın”, 1978’de partinin merkezi ilk konferansında seçilen MK’da, MK üyesi olarak 1980 Kasım’ında tutuklanana kadar süren bir dönem. Önce, motivasyonun ne? Neden anlatma ihtiyacı duyuyorsun. Bu aslında kitapta var, ama bir kez daha anlatırsan iyi olur. Bu bağlamda mesela 1976’daki genç kadroların geçmiş TKP deneyiminden habersiz olmalarının getirdiği “tarihsizlik”in, kopukluğun zararının görülmesi rol oynuyor mu?

 

İ. Ünal:

Evet, dediğiniz gibi, bu süreci “neden anlatma ihtiyacı” duyduğumu genel hatlarıyla yazdık. Kişisel motivasyonum, kafamı meşgul eden sorunlar ve sorumluluk duygusundan fazlaca söz etmedim. Bunu da, “ben” lafını fazla kullanmamak için yapmadım.

Bu süreci üç nedenden dolayı yazma gereği duydum:

 Birincisi:

Kendimi, anlamı çok büyük yerel ve evrensel bir davaya adamışım. Çok çileli bir hayat yaşayacağımın bilincinde olarak mücadeleye başladım. Bu süreçte örgütlü bir yapı olarak büyük başarılara imza attığımız gibi, büyük yanlışların da nesnesi ve yöneticisi oldum. Dünya devrim mücadeleleri pratiğine baktığımızda çokça inişli-çıkışlı yol kat edilmiş, yanlışlar yapılmış, büyük acılar yaşanmış, bazen yenilgiler bazen zaferlerle dolu bir tarih görüyoruz. Biz de bu tarihi sürecin ülkemizdeki, belki yeni ve küçük de olsa bir parçasıydık. Kaypakkaya ideolojik önderliğinin partisi, 12 Eylül darbesinin ardından, sekiz yıllık süreçte ikinci yenilgisini yaşıyordu.

Yenilgilerde (ve tabii ki zaferlerde) dünyadaki durumun, yereldeki objektif şartların vs. önemli etkileri olduğunu biliyoruz. Ne var ki, bu sonucun yaşanmasında daha da etkili olan, bu şartların analizini yaparak üretilen siyasettir. Sınıf mücadelesine önderlik etmek iddiasıyla siyaset üreten bir yönetici kadro, belki haklı olarak başarılarıyla gurur duyacaktır ama bundan daha önemlisi hatalarını, bu hataların sonucu başarısız siyasetini ortaya koyarak dürüstçe kendisiyle yüzleşmesidir. Bunu, bir siyasi önderliğin vazgeçilemez sorumluluğu olarak gördüm. Kısacası, cezaevine geldiğim andan itibaren yüzleşme konusu kafamı hep meşgul etti; bu değerlendirmeyi yapmamayapamama düşüncesinden büyük rahatsızlık duyuyordum. Ve zamanı geldiğini düşünerek “Arşiv Yazılar”la işe başladım diyelim.

Bu çalışmayı, birlikte sorumluluk üstlendiğimiz yaşayan arkadaşlarla birlikte yapmayı çok istedim. Safa ve A. Haydar (nedenlerini bilmiyorum) isteksiz davranıp bu çalışmaya katılmadılar.

İG yoldaşı malum durumundan dolayı çalışmanın fiziki sürecine dâhil etmedik ama sınır koymadan görüşlerini ifade etmesinin engeli yoktu.

İkincisi:

Gerek cezaevinde kaldığım sürede, gerekse çıktıktan sonra birçoğu yazılı metinlere de yansıyan pek çok konuda yanlış bilgiler ve bu bilgiler üzerinden bazı kişileri ve dönemleri itibarsızlaştırma politikaları üretilmişti. Belgesi ve tanıkları gösterilmediği için yaygın bir şekilde dedikoduya dönüşen bu yıpratma söylemleri büyük bir haksızlık ortaya çıkarıyor ve bilgi kirliliği biriktiriyordu. Bu durum da beni çok rahatsız ediyordu. Yönetim kademelerinde sorumluluk üstlendiğim bir dönemin gerçeklerinin yazılı hâle getirilmesi, o sorumluluğun aynı önemde olmazsa olmazıdır diye düşünüyordum.

Fakat bunu, yaygın şekilde yapıldığı gibi kişisel anılar şeklinde değil (ki kişisel anılar bazı yönleriyle abartılı, bu yüzden de çoğunlukla tartışmalıdır.) dönemin canlı tanıklarını çalışmanın içine katarak ve belgeleriyle ortaya koyarak kolektif bir ürün çıkarmak gerekiyordu. Böylece dönemin gerçekleri en azından önemli olan yaşanmışlıkların yaşayan tanıklıklarla ve belgelerle ortaya konarak hakikatler tarihe not edilecekti.

 (Bu çalışma daha tamamlanmadı. Eleştiriler, öneriler, yeni tanıklıklar ve belgeler geldiğinde bunlar da yayımlanarak söz konusu dönem, geleneğin tümünün katıldığı ve onayladığı kolektif bir çalışma olarak tarihe not edilecektir.)

Üçüncüsü:

Döneme ilişkin yanlış bilgiler ve bilgi kirliliği ortadan kalkacak; dönemi, dolayısıyla yaşanmışlıkları, hiç kimse işine geldiği gibi yorumlayıp kullanamayacaktır.

Böylece dönemin hakikatleri karartılamayacak, sürecin tarihi yazılırken “avcıların palavraları”na itibar edilmeyecektir. “TKP deneyiminden habersiz” oluşumuzun getirdiği “tarihsizlik”in önemi tabii ki büyük. Ne var ki, benim asıl motivasyonum yukarıda açıkladığım nedenlerdi. Ancak bu nedenler, doğrudan tarihin altyapısıyla ilgili olduğu için “tarihsizlik”in zararıyla da denk düşüyor.

 Bir de yanlış anlaşılmasın, “Tarihe Not” bilinen bir tarih çalışması değildir.

Bilindiği gibi, partilerin tarihinin temeli, tarihsel dönemlerin siyasetleri, ideolojik-siyasi temeldeki çizgi mücadelelerinin tarihidir. Böyle bir çalışma, mutlaka bir gün yapılacaktır.

“Tarihe Not” da, değerlendirdiği döneme ait tarih çalışmasının hakikatler üzerine kurulmasının referansı olacak, çalışmayı önemli ölçüde kolaylaştıracaktır.

Kitaba gelen tepkiler nasıl?

İ. Ünal: Genelde olumlu tepkiler alıyorum. (Sosyal medyada yayınlanan Baki İşçi’nin değerlendirmeleri ve onu beğenenler hariç) Birkaç yazılı metin var. Bazı arkadaşlar özelden yazdılar; bazı bölümleri eleştiren bir iki kişi oldu. İsim ve tarih konusunda düzeltme yapanlar oldu. Benim önemsediğim, diğer siyasi hareketlerden okuyanlar daha çok olumlu tepki veriyor.

Biliyorsunuz, BirGün gazetesi de haber yaptı, ben o haberi de olumlu bir tepki olarak değerlendiriyorum. Diğer yandan, bilindiği gibi, kitabın yayınlanması pandemi dönemine rastladı. Bundan dolayı, yaygın dağıtım yapılmasında sıkıntılar yaşanıyor. Dolayısıyla, tam olarak okuyuculara ulaşmadı. Buna rağmen birinci baskı bitti. İkinci baskının dağıtımından sonra da tepkilerin devam edeceğini düşünüyorum. Ancak o zaman tepkiler tam olarak değerlendirilir.

Geçmiş ile ilgili olarak internet ortamında, senin kitabının tartışılması bağlamında bir sürü tartışma yürüyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsun?

İ. Ünal: Tartışılıyor olması tabii ki, benim de istediğim bir durum. Gerçekler ve doğru politikaların temeli, bilimsel yöntemle yapılan araştırma, inceleme ve tartışmalarla atılır. Ancak bu doğru yöntem tek başına yeterli olmaz. Üretilen, üretilecek olan politikanın özellikle sahadaki uygulayıcıları ve kitleler tarafından tartışılması, eleştirisi ve denetimi olmadan doğru bir biçimde hayata geçirmek pek mümkün olmaz veya çok eksik kalır. Kısacası akademik çalışmalar siyasi politikaların tek başına yöneticisi olamaz.

Doğruluğu, çoğunlukla sahada alınan sonuçlarla ölçülür. Bu yüzden “Tarihe Not”un tartışılması iyidir. Diğer yandan “Tarihe Not” , anlattığı dönemin gelişmelerini canlı tanıklıklara ve belgelere dayandırarak ortaya koyuyor. Anlatılan hakikatler bazı ezberleri bozuyor; birçok yanlış bilgi ve söylemi ortadan kaldırıyor. Kitap yeterince dağılıp okundukça daha da tartışılacak: tartışıldıkça da zenginleşecektir diye düşünüyorum.

Muzaffer’in 1976 bölünmesini “akıllılar ve deliler” biçiminde değerlendirmesini nasıl buluyorsun? Geri dönüp değerlendirdiğinde, bu bölünmenin temeli sence ne idi? Bugün de hâlâ DHB’yi savunan kimileri, bölünmenin temelinin sosyo-ekonomik yapı değerlendirmesi olduğunu savunuyorlar! Bu sence gerçekten de temel mesele mi idi? Yoksa TKP/ML’nin o dönemde halkın sülalesinin diğer bölümleri ile aynı kaba konması mı idi?

 

İ. Ünal: Bir dizi siyasal farklılıklar, örgütsel bir bölünmeyle sonuçlanıyorsa tarafları “akıllılar ve deliler” olarak tanımlamak, politik olmayan kavramları kullanmak demektir. Muzaffer, dönemin ayrışmasını tanımlarken bir ironi yapıyor. Bu tanımlamadan herkesin anlayacağı gibi “akıllılar” 73 yenilgisini de yaşamış deneyimli KK kadrolarını, bizim gibi yeni ama partiye ve Kaypakkaya’nın temel tezlerine sahip çıkan savaşkan kadroları da “deliler” olarak niteliyor.

Ancak, bu ironide gizlenmiş siyasal bir göndermenin bulunduğunu da biliyorum. İşin bu yanına “Tarihe Not”ta değindim. ‘76 bölünmesinin temelini yeterince açıkladığımı düşünüyorum. DHB’nin, bölünmenin temelinin “sosyo-ekonomik yapı” olduğu değerlendirmesi olduğunu söylemesi, tek ve asıl neden olarak ele alınırsa doğru olmaz. Çok önemli bir farklılık, bu siyasi tespit değiştiğinde, temel mücadele alanlarından devrimin yoluna (savaş stratejisi), sınıf ittifaklarından baş çelişki ve cephe politikalarına kadar pek çok siyasa değişecek demektir. Kısacası, sosyo-ekonomik yapı sadece akademik bir tespit olarak kalmaz.

Diğer yandan, KK’nin TKP/ML’nin parti olmadığı gibi son derece sarsıcı tezleri vardı. Bütün bunları yeterince anlattığımı düşünüyorum. Diğerleriyle birleşmeyi istiyorsanız bazı şeylerden taviz vereceksiniz; buna da canlı tanıkların söylemleriyle, kısmen yorum da yaparak değindim. Verildiğini düşündüğüm tavizler, TKP/ML’nin diğerleriyle “aynı kaba” konulduğu anlamına gelebilir. Bir parti ile partileşmemiş siyasal gruplar nasıl birleşir? Ya diğer gruplar partiye iltihak edecek ya da parti olduğun iddiasından vazgeçeceksin.

 KK’nin yaptığı da TKP/ML’nin komünist partisi olmadığını iddia ederek kendisini de diğer grupların siyasal statüsünde görmek ve onun kurucu ideolojik önderinin komünist niteliğinden vazgeçmek oldu. Bölünmede sence yöntem sorunu –tepeden inmeciliğe tepki– vb’nin oynadığı rol nedir?

İ. Ünal:

Bir siyasal yapının çizgisini değiştirmek, o yapının iç işleyişi açısından tarihsel bir evredir. Başlangıçta, bu işin nasıl yapılacağı, yani; nasıl bir yöntem uygulanacağı tayin edici öneme sahiptir. 1976 bölünmesinde de, mevcut çizginin nasıl değiştirileceğini yönetemeyen KK, tepeden inme bir kararla mevcut çizgiyi değiştirmeye çalıştı. İşte KK yönetimine karşı tepkinin bir yanı yeni tezlerine karşı olurken, diğer yanını da yöntemine karşı tepki oluşturdu. Yöntem konusu, muhalif kadroların ve tabanın elini haklı olarak güçlendirdiği için bölünmede avantaj yaratarak önemli bir rol oynadı.

Eğer sorunların parti içinde genişçe tartışması doğru bir biçimde örgütlense, çizgi değiştirecekse bunun bir Kongre ile yapılması örgütlense 1976 ayrılığı engellenebilir miydi? Bu bağlamda bölünmenin gerçek sorumluları KK mı, yoksa TKP/ML kadroları mı?

İ. Ünal:

 Sözünü ettiğiniz yöntemi KK’ya önerdiğimizi yazmıştım. Gerçekten, iki çizgi mücadelesinin ruhuna uygun demokratik bir tartışma ortamı yaratılabilseydi, böylesine keskin ve büyük bir bölünme yaşanmayabilirdi diye düşünüyorum. Yeni tezlere tepki duyup yine de başkaldıranlar, ayrılanlar olabilirdi ama bunların etkili olma şansları fazla olmazdı. Dolayısıyla, bölünmenin esas sorumluluğunu hem yönetme sorumluluğu (yöntem) açısından hem de sonuçları bakımından (hukuken) KK üstlenmek zorundadır. Çokça dillendirilen bir iddia (DHB‘cilerin temel iddiası bu…) bölünmenin kimi kariyerist unsurların şeflik istekleri sonucu ortaya çıktığı… Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Nasıl yaşadın süreci?

 İ. Ünal:

Bu süreçte yaşananları ve duygularımı “Tarihe Not” da anlattım. Böylesine güçlü bir bölünmenin asıl nedenini “kimi kariyerist unsurların şeflik istekleri”ne bağlamak çok kaba bir şekilde sorumluluk üstlenmekten kaçınmaktır.

Bazı kariyerist unsurlar olabilir, bunların şeflik duyguları da ön plana çıkabilir. Ama birkaç kişiden çok daha fazla olan kadro ve taraftarların görüşleri ve tepkilerinin, “kariyerist unsurlar” tarafından yönetildiğini iddia etmek, dönemin kadrolarına saygı sınırlarını zorlamaktır. Bölgenin iradesini göz ardı edenler, ayrılma gerçekleştikten bir yıl kadar sonra yapılan bölge konferansı kararlarına baksınlar.

Oradaki bir karar DHB’nin bu iddiasını çok açık bir şekilde boşa çıkarıyor.

1.Konferans üzerine bilgi verirken; “İbrahim’in temel tezleri tartışılmadı” diyorsun (s.60)

Fakat aynı yerde örneğin “çağımız emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere yürüdüğü çağdır. Mao Zedung düşüncesi bu çağın Marksizm’i-Leninizm’idir” tezlerinin, 1972 için Türkiye’de “işçiler ve köylülerimiz silahlı mücadeleye hazırdır” tespitlerinin özeleştiri ile ret edildiğini de söylüyorsun.

 

 Burada temel tezler derken kastettiğin şey ne?

 

İ. Ünal:

 

Bence gereksiz bir soru olmuş. Eğer tuzak bir soru değilse (ki olması için bir neden yok çünkü ben bir bireyim örgüt değilim.) bütün belgelerde ortaya konduğu, her bölgenin ve herkesin bildiği ve kabul ettiği şekilde merkezileşme nasıl oldu?

 

Kaypakkaya’nın kaleme aldığı temel belgelerin kabulü, TKP/ML’nin komünist partisi oluşu, kurucu komünist önderinin İbrahim Kaypakkaya olduğu gerçeklerini kabul eden bölgelerin adaletli temsiliyle demokratik bir şekilde toplanan konferansın iradesiyle merkezileşme gerçekleşti.

 

Bu konferansta, partinin ideolojik hattı ve Kaypakkaya’nın temel siyasi tezleri olan sosyo-ekonomik yapı, Kemalizm, Milli Mesele, Devrimin Yolu tartışılmadı. ‘73 yenilgisini değerlendirirken de, işin bu yanına girilmedi.

 

“Üç dünyacı” tezlerden etkilenmiş bazı tespitler temizlendi ve yenilginin nedeni, objektif şartların abartılması ve buradan hareketle savaş kararı alınması gibi sübjektif değerlendirmeler ve tespitler sonucu taktik pratiklere bağlandı.

 

Dolayısıyla, somut durum tespitleri ve buna uygun taktik belirlemelere temel tez denmeyeceği açıktır. Bu konulardaki sübjektif durum tespitlerinin de, hiç şüphesiz beslendiği ideolojik sapmalar vardır. Ne var ki işin bu yanı daha başka ve derinliği olması gereken bilimsel tartışmaların konusudur.

1. Konferans özeleştirisini olumlu buluyorsun…

Fakat aynı zamanda bu özeleştiriyi ilerletme yerine aslında güdük kılan 2. Konferans’ın, bu özeleştiriyi derinleştirmeye ilerletmeye çalışan “YD çizgisini” mahkûm etmesini de bu konferansın olumlu yanı olarak değerlendiren bir belgeye ortak oluyorsun.

 

Bu nasıl oluyor?

 

 İ. Ünal:

 

 Görüleceği gibi editörün takıntısı devam ettiği için, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. Bunu yukarda yeterince açıkladığımı düşünüyorum. Kitapta da görüşümü anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştum; aktarayım:

 

“... Erhan, bu iki çizgi mücadelesinde 2. Konferans’ın tavır almasını doğru buluyordu.

 

Cezaevinde bu konuyu çok tartıştık; gelişmeleri öncesinden ele almak ve uygulanan yöntemi değerlendirmek gerektiği konusunda bazen kafası karışıyordu ama ikna olmadı.

 

Ben, gelişmeleri öncesinden ele alarak değerlendirdiğim ve dogmatik solun öncesini daha iyi bildiğim için Erhan’la aynı görüşte değilim. Ben bu bölünmeye daha uzun vadeli bakıyordum. Bugün baktığımda da gereksiz görüyorum.

 

Bence Erhan, 1979 sonlarına doğru FÜ’lerin çıkışıyla başlayan, GKK ayrılığı ile devam eden ve ABK’nın Merkez Komitesi’ni ‘mücadeleye engel’ gören yazısıyla zirve yapan, Yurtdışı Bölge’yi ötekileştirme politikasının yarattığı algıyı ve arkasındaki sübjektif yargıyı anlayamadı.” (s.211) Anlaşılacağı gibi, ne “Arşiv Yazılar” da ve ne de “Tarihe Not” da bana ait telaffuz edilmiş “revizyonist-troçkist çizgi” ve “mahkûm etti” tespitleri bulunmamaktadır.

 

Üstelik 2. Konferans’ın söz konusu tespitlerine katılan Erhan’ı, yanlışlığı konusunda ikna etmeye çalışıyorum. Buna rağmen “... YD çizgisini mahkûm etmesini de bu konferansın olumlu yanı olarak değerlendiren bir belgeye ortak oluyorsun…” diyorsunuz.

 

Buradan, gerçekten bu tespitlere “ortak olduğum” çıkıyor mu?

 

1. MK döneminde siyasi alanda yaşanan iki çizgi mücadelesi, İ. Güzel ile FÜ’ler arasındaki polemikler üzerinden yaşanıyor.

 

Bunun yazılı belgeleri var.

 

Sonuçta bu mücadele, 1. Konferans’ın özeleştirisinin ilerletilmesi mi, yoksa onun geri çekilmesi mücadelesi mi? Burada sen kendi tavrını, geri dönüp baktığında, nasıl değerlendiriyorsun?

 

İ. Ünal:

 

Evet,

 

Mao ve AEP konularında iki çizgi mücadelesi FÜ’lerle İ. Güzel arasında sert bir şekilde yaşanıyor. Fakat taraftar dışındaki MK üyelerini bu mücadele dışında görmek de taraftarlık olmaz mı?

 

 Hiç şüphesiz çizgi mücadeleleri, bilimsel temelde doğru ve ahlakına uygun yürütülürse her durumda ilerletici ve geliştiricidir.

 

“Geri dönüp baktığımda” kendi tavrımda bir tutarsızlık görülebilir.

 

8. Toplantı da geri adım atılmasını onaylamak biraz panik, önemli ölçüde de kafa karışıklığının sonucuydu.

 

FÜ’lerin parti üzerindeki otoritesinin gölgesi çok etkiliydi. Bu durum, benim için de ağırdı. Kafa karışıklığı ve konferanstan önce bölünme yaşarız korkusu birleşince bazen insana, inanmadığı kararları da imzalatıyor. Sonradan bu tutarsızlığı düzeltmeye çalıştık (Rz. ve Os. mektubu) ama hayatın dayattığı somut gerçekliğe rağmen parti üzerindeki otorite gölgelerine boyun eğerek sınıf mücadelesine önderlik edemezsiniz; nitekim edemedik.

 

 İşin bu yanına “Tarihe Not” da yeterince değindiğimi düşünüyorum.

 

İki çizgi mücadelesinin tarafları doğal olarak düşüncelerinin doğruluğundan hareketle siyaseti ilerletme iddiasında olacaktır. Dolayısıyla, bu mücadelelerin konuyu “ilerletmesi” veya “geri çekmesi” tespitinin doğruluğu, tarihsel açıdan genellikle, ortaya çıkan sonuçlarına bakılarak değerlendirilir.

 

Benim açımdan, söz konusu çizgi mücadelesinin 2. Konferans’taki sonuçları 1. Konferans özeleştirisinin gerisinde kalmış, durum değerlendirmesiyle de, ‘73 yenilgisinin temel sebebi olarak görülen sübjektif durum değerlendirmesini tekrarlayarak, 1. Konferans özeleştirisini boşa düşürmüştür.

 

Aynı şeyleri tekrar ederek farklı sonuçlar beklemeyi artık bir hata/yanlış olarak değil tercih olarak değerlendirmek gerekir. Yenilgiyi tercih olarak önüne koyan bir zihniyetin bir önceki özeleştiriyi ilerletiyor olması eşyanın tabiatına aykırıdır.

 

YD Delegasyonunun 2. Konferans’ta geri çekilmeyi önermesi dönemin koşullarına uygun bir mücadele yöntemidir.

 

 Evet,

 

geri çekilme taktiği de önemli bir mücadele yöntemidir.

 

Bu önermeye temel teşkil eden durum tespitinin ayrıntılarını bilmiyorum ama bu yöntemi ben de önermiştim. Tutuklanıp Selimiye’ye konduktan iki-üç hafta kadar sonra, çok zor koşullarda hazırladığım 2-3 sayfalık bir değerlendirmeyi dışarı gönderdim.

 

 Orada, 1979 ortalarından itibaren devrimci durumda bir gerileme olduğunu düşünerek ve sübjektif durumun savaşmak için elverişli olmadığını (partinin henüz savaşacak durumda olmadığını), savaş kararı alınmasının ‘73 yenilgisinin tekrarı olacağını vs. yazmıştım.

Bu yazı, MK’nin eline geçmiş ama her nedense konferansta okunmamış.

 

 2. MK üyelerinden biri yazıyı okuduklarını söyledi. Ancak Erhan’ın haberi olmamış!

 

Daha sonra, yazı Hıdır Ayataların yakalandığı operasyonlarda ele geçmiş.

 

Savcı yazıyı önüme koydu ve o günkü şartlarda yazıyı nasıl dışarı gönderdiğimi sorgulayarak bunu, asker ya da subaylar aracılığıyla göndermiş olabileceğimi düşünmüş olacak ki, benden tehditle asker isimleri istedi. Ve bu arada savcı, “aklı başında şeyler yazmışsın ama sizinkiler artık seni dinlemiyor” demişti.

 

İsa’nın “Mao Zedung Düşüncesi” konusunda getirdiği eleştirilerinin AEP’in eleştirileri ile bağı yoktur tespitinin (s.202) doğru olmadığını söylüyorsun…

 

 Fakat İsa’nın

 

AEP’in eleştirilerinden önce “Mao Zedung Düşüncesi”nin “çağımızın   Marksizm-Leninizm’i olarak” tanıtılmasına karşı çıktığı belgeli. Henüz AEP eleştirileri ortaya çıkmadan, “kardeş örgütlerle” çıkarılan bir ortak açıklamada bu görüşler var.

 

Ve hatta tam da bu yüzden İsa, yanlış bir şekilde, parti çizgisini doğru savunmamakla vb. suçlanıyor FÜ’ler tarafından! Hâlbuki bu görüşlerin temeli konferansın özeleştirisinde de vardır… Bu konuda ne düşünüyorsun?

 

İ. Ünal:

 

“AEP’in eleştirileri ile bağı yoktur tespitinin (s.202) doğru olmadığını söylüyorsun…” diyorsunuz. Gerçekten böyle mi söylüyorum? “İsa her ne kadar, ‘benim Mao Zedung Düşüncesi’ne yönelik eleştirilerimin… AEP’e rağmen ve yer yer ona karşı da eleştirilerdir’ diyorsa da, bana göre, bu fikir ayrılığı dünya çapında marksist-leninist hareket içindeki bölünmenin devamı, yansıması olarak değerlendirilebilir.”

 

Ben burada İsa yoldaşın fikirlerinin AEP’in eleştirileriyle bağının olup olmadığını tartışmıyorum. 60’lı yıllarda dünya ML hareketi içinde başlayan tartışmalar ve bölünmenin devamı olarak gördüğümü ifade ediyorum.

 

Sadece AEP’in bazı eleştirileriyle denk düştüğünü söylüyorum ama (ki bu da çok doğal ve anlaşılır bir durumdur.) İsa yoldaşın bu görüşlerinin bölgesel dönemde ve konferans döneminde de var olduğunu hiçbir yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek açıklıkla ifade ediyorum.

 

“...yurtdışının uluslararası komünist hareketinin belgelerini değerlendirme, (‘57-’60 Deklarasyonları) dünyada baş düşman ve baş çelişki gibi konularda sistemleşmiş görüşleri vardı. …

 

 Ayrıca Mao’nun Stalin’e getirdiği eleştirilere kuşkuyla yaklaştıklarını da biliyorum. … Konferansta bu görüşlerini ifade etti yurtdışı bölge. … Kısacası yurtdışının değindiğim konulardaki farklı düşüncelerini parti biliyordu.

 

Konferans sonrasında AEP/Mao Zedung tartışmasıyla yurtdışının farklı görüşleri güncellenmiş oldu.” (“Tarihe Not”, s.202-203)

 

Konunun bütünlüğü içinde söylediğim bu. Gerçek olanda bu değil mi? YD’nin (İsa yoldaşın) eskiden beri var olan görüşleri AEP tartışmalarıyla derinleşerek güncellendiğini söylüyorum; “doğru” olmayan ne?

 

 Editör bazen kaptırıyor, konuları bütünlüğü içindeki anlamları üzerinden değil de, tek cümle anlamından hareket ediyor. Bu, üstünlük elde etme telaşı içindeki polemikçi bir yöntemdir.

 

Geçmişte Halkın Kurtuluşu yazarlarının çok sık başvurduğu yöntem de böyleydi. Bir yerde “Mao’nun hatalarının marksist-leninistlerin bir iç sorunu görülerek –dışa karşı– ortaya konmaması” görüşüne katıldığını (MK 7. Toplantısında yapılan özeleştiri!! s.208) anlatıyorsun.

 

Bu görüşü bugün de savunuyor musun?

 

 Ya da başka türlü soralım:

 

 ML’ler ideolojik siyasi konulardaki görüşlerini, eleştirilerini vs. kitlelerden gizli, kendi aralarında mı, içte mi tartışmalı?

 

Böyle mi yaptılar MELS?

 

İ. Ünal:

 

 Bilindiği gibi, 70’li yılların ikinci yarısı, Türkiye’deki siyasi rekabetin kuralsız bir şekilde yapıldığı dönemdir. Herhangi bir konuda bir yapının kitleler nezdinde farklı görüşler savunması, bana parti kitlesini siyaseten silahsız/savunmasız bırakmak gibi geliyordu.

 

O yıllarda hiç kimse bu kaygıyı yaşamadığını iddia edemez. Diğer yandan, kurumsal bir yapının işleyişini düzenleyen, parti iradesiyle belirlenmiş bir tüzüğü/kuralları vardır. Önce işe buradan başlamak gerekir.

 

Dolayısıyla o günkü kaygılar ve bağlayıcı kurallar içinde başka türlü davranamazdık. Bu yüzden, tartışma dönemlerinde tartıştığımız konuyla ilgili görüşlerimizi dışa karşı savunmayacağız ama “içimizde tartışıyoruz” denilerek farklı düşüncelere sahip üyeleri rahatlatacak bir çözüm bulmuştuk.

 

 Bugünkü anlayışıma göre,

 

“ML’ler ideolojik siyasi konulardaki görüşlerini, eleştirilerini vs. kitlelerden gizli,” tartışmamalı. Tam tersine olabildiğince geniş bir şekilde kitleleri bu tartışmaların içine çekmelidir. Asıl amaç, partinin kitlelerden beslenecek kanalların sağlam bir şekilde inşa edilerek ve buradan yol alıp onların siyasi seviyesini parti yöneticilerinin seviyesine çıkarmak olmalıdır.

 

Bu görev, devrimden sonraya bırakılmayacak kadar önemli ve esasen bir zorunluluktur.

Bunun en açık ve doğru yolu onları, yani kitleleri denetime çağırmak ve ideolojik-siyasi tartışmaları ve eleştirileri onların gözü önünde yaparak, bizzat tartışmalara dâhil ederek eğitimlerini sağlamaya çalışmaktır.

 

Bu yönteme doğru olarak MELS örnek gösteriliyor, ama eksik. Oraya Mao’yu da eklemek gerekir.

 

Yapılar içindeki ideolojik-siyasi tartışmalara geniş kitlelerin olabildiğince dâhil edilmesi konusunda Mao’nun düşünceleri ve pratiği çok kıymetlidir.

 

Bu anlayışın sonucudur ki “Büyük Proleter Kültür Devrimi”, geniş kitlelerin eseri olarak dünya devim tarihine yazılmıştır.

 

YD değerlendirmesinde, onun Mao’yu bir klasik olarak değil, büyük bir ML olarak savunmasını “orta yolcu”luk olarak değerlendirilebileceğini söylüyorsun. (s.209)…

 

Bu nasıl orta yolculuk?

 

 İ. Ünal:

 

Çok gereksiz bir alınganlık. Ben orada, YD için “Mao’yu reddediyor” suçlamasının doğru olmadığını anlatmak için çırpınıyorum; İsa yoldaşın görüşlerini doğru bir şekilde anlatmaya çalışıyorum, bunu es geçen editör neyin peşinde koşuyor?

 

Herhâlde amaç yine beni köşeye sıkıştırmak.

 

Ben neye karşı duruyorum?

 

MK içinde kategorize edilen gruplar var; birileri yurt dışına “Mao’yu savunmuyor, ML demiyor” iddiasında. Bu iddialar hiçbir belgeye dayandırılmadan söylem düzeyinde yürütülüyor; belgelerden, MK tutanak ve yazışmalarından söz edilmeksizin kulis yapılıyor.

 

Diğer yandan,

 

“Tarihe Not” da genişçe yer verdim:

 

 AEP/Mao tartışmalarıyla birlikte dünya devrimci hareketi büyük oranda ikiye bölündü. Bir bölümü AEP yanında mevzilenerek işi Mao’nun devrimciliğini bile tartışmaya başladı. Özellikle, 1957’den sonra Mao’nun revizyonist olduğu tezleri yaygın bir şekilde propaganda ediliyordu. Bir kısım parti ve gruplar Mao’yu hatasız bir usta olarak görüyordu.

 

Ben o zamanlar bu iki akım arasında kalan kesimi, en doğru olan orta yol olarak değerlendiriyordum.

 

İki ucun arasındaki kesimin bir bölümü, Mao’nun ilkesel hataları var bunlar tartışılmalı, bu hatalarından dolayı da usta denilemez ama Mao, Çin Devrimi’nin önderi ve büyük bir ML’dir diyordu.

 

İsa’nın görüşleri de bu anlayışa denk düşüyordu.

 

Bu kesimin diğer bölümü ise Mao’nun hataları varsa araştırılmalı, tartışılmalı, usta olup olmadığına bundan sonra karar verilmeli ama bu tartışma sonuçlanana kadar Mao beş büyük ustadan biri olarak savunulmalıdır diyordu.

 

Bu görüşler uçlarda değildi. Tasnif ettiğimizde ise iki ucun arasında kalıyordu.

 

Bilindiği gibi FÜ’ler, MK’yı, “AEP’in yanında duranlar” (İsa işaret ediliyor),” ML’ler” (S. Cihan ve A. H. Akgün) ve bizleri kastederek “orta yolcular” şeklinde tasnif ediyordu.

 

Bunun haksız ve yanlış bir tasnif olduğunu, özellikle YD sorumlusuna çok büyük haksızlık yapıldığını anlatmaya çalışırken; “Bu nedenle belki ancak Yurtdışı Bölge’nin orta yolcu bir tutumda oldukları söylenebilirdi” (s.209) diyorum.

 

Burada kesin bir tanımlama yok,

 

“belki” deniyor, ‘söylenebilirdi’ diyorum, nitelemeyle ilgili ideolojik bir kesinlik yok.

 

Kısacası,

 

bir yanda Mao’ya tapınanlar, öbür tarafta adeta Mao’ya küfür edenler…

 

Arada olanları nasıl tanımlayacaktım;

 

bunu ifade etmenin zorluğu içinde “belki” denilerek yapılan bir niteleme. Tamam, size itici bir söylem gelebilir ama anlatılmak istenen konunun esası bu kavram üzerinden ele alınmamalı. Bütün bunlardan, ‘orta yol’ tanımının ideolojik bir niteleme olmadığı, teknik bir konumlandırma olduğu anlaşılmalıydı.

 

Dolayısıyla, ifade zorluğunun yarattığı biçimsel ayrıntıların çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Kısacası burada, bir haksızlığa karşı çıkışın nasıl ifade edileceğinin sıkıntısı görülüyor. Editör, metnin bütünü içindeki haksızlığa karşı duran bu çabayı ve konumlandırma sıkıntısını görmüyor ama ayrıntı denilebilecek kavramlar üzerinden yürüyerek eleştiri getirmeyi “başarıyla” sürdürüyor.

 

“Tarihe Not”'ta

 

“1980 baharında yapılmış kamp çalışmasının ardından ikinci çalışmayı örgütlerken… yakalandım” diyorsun.

 

Bu yakalanma konusunda biraz daha bilgi verebilir misin?

 

Burada yakalanmada yapılan kimi yanlışların vb. payı var mı?

 

İ. Ünal:

Orada yakalanmanın, ahmakça bir özgüven olduğu söylenebilir. Köyde askerlerin olduğunu öğrenmemize rağmen yola devam etmemizin başka bir izahı yapılamaz. O günkü koşullarda yaşadığım bölgenin güvenli oluşu özgüven oluşması açısından son derece elverişli idi.

 

Bu durum güvenlik açısından bir rehavete neden olmamalıydı. Soruna bölge, kitle gücü, kamufle avantajları vs. açısından bakılmamalı; siyasi ve saha çalışmasının ilkesel kuralları uygulanmalıydı.

 

Örneğin;

 

düşman gücünü taktik anlamda küçümsemenin büyük bir hata olacağını teorik olarak hep söylerdik. Ben, tam da bu kurala uygun hareket etmediğim, yani düşman gücünü küçümsediğim için yakalandım.

 

Yakalanmadan önce bir an, elimizdeki 2-3 tane küçük çaplı silahla çatışmaya girmeyi bile düşündüm. Peşimizde, ellerinde uzun menzilli otomatik silahlar bulunan bir askeri birlik var! Bireysel özellik açısından bu deli cesaretine genellikle hayranlık duyulur ama siyasal bir örgütlenmede, üstelik önemli sorumlulukların da varsa, işin ahmaklığı bir yana, kurallara uygun davranmadığın için büyük bir hata yapıyorsun ve örgütüne zarar veriyorsun demektir.

 

Esasen böyle bir pratik soruşturulup yargılanmalıydı. Bu ruh hâlinin, davranış biçiminin tek nedeni yukarıda saydığım bölge vs. koşulları olmayabilir. Bu tutumun, beslendiğimiz ideolojik kökleri ve siyasal nedenleri de vardır mutlaka.

 

Bu köklerin ve siyasal sonuçlarının araştırılıp incelenmesi gerekir mi? Bence gerekir ama bunu yapmak benden çok, benzer pratiği fazlasıyla yaşamış, hatta yaşamaya devam eden yapıların görevi ve sorumluluğudur. Yakalandığın dönem aslında konferansın da hazırlık dönemi…

 

Bu bağlamda hazırlık konusunda senin görüp yaşadıkların neler?

 

 İ. Ünal:

 

 Ben yakalandığımda konferans tarihi tespit edilmemiş, gündemi de hazır değildi. O sıralar AEP konusuyla ilgili, parti iradesini belirleyecek bir konferans yapmayı tartışıyorduk.

 

Yeni bir konferans örgütlenmesi doğal olarak 2. Konferans’ın yapılma zamanını da geriye itecekti. Genel sekreter böyle bir çalışmanın gündemiyle uğraşıyordu. Yakalandığım gün sığınaktan bazı belge ve dosyaları alarak Safa ile görüşmeye gidiyordum. Konferansta tüm programın tartışılmasını düşünüyorduk. Ancak konuyla ilgili herhangi bir karar almamıştık ama benim görüşüm 2. Konferans’tan önce AEP/MAO tartışmasını sonlandıracak bir konferans yapılması yönünde idi.

 

Böyle bir gündeme kuşkuyla yaklaşan ve karşı çıkan da vardı. Ama dediğim gibi bu konu henüz tartışılıyordu. En son hatırladığım, AEP/MAO tartışmaları çerçevesinde FÜ’lerin ve diğer MK üyelerinin görüş ve tartışmalarını içeren yazıların parti içinde dağıtılması kararı alınmıştı.

 

Bu yazıların dağıtılmasını aynı zamanda, yapılmasını istediğim konferansın siyasi hazırlığı olarak da düşünüyordum. Yakalandıktan sonrasını bilmiyorum, sonradan anladığım/öğrendiğim kadarıyla AEP/MAO konusuyla ilgili düşünülen konferans yapılmamış.

 

Bundan sonrası için, sence, ülkelerimizde gerçek bir komünist partisinin inşası için geçmişten çıkardığın en önemli dersler nedir sorusuna cevabın var mı?

 

 Ya da senin sonunda anlattığın fıkradaki yaşlı adamın öğrendiği “çıkmayan yollar” neler? (s. 409)

 

İ. Ünal:

 

“Gerçek bir komünist partisinin inşası”

 

konusunda laf etmek, iddialı tezler ortaya koymak, benim bu konuyla ilgili birikimimi aşan bir konudur. Çünkü böyle bir konuyu çalışmadım. Konuyla ilgili olarak didaktik bir sıralama değil ama geçmişten çıkarılan dersleri “Arşiv Yazılar” ve “Tarihe Not” da yazılanlardan çıkarmak mümkün. Oralarda değinilen pek çok konu, görmek isteyene gerçek anlamda deneyimleri içermektedir.

 

Bu deneyimler aslında bizim çıkamadığımız yolların haritasını gösteriyor. Kişi ve kurumlar bu haritayı değerlendirme gereği duymazlar veya değerlendirirler; işin bu yanını ben bilemem ama bu kitapların “gerçek bir komünist partisinin inşası”na soyunanlara ders niteliğinde deneyimlerle dolu olduğunu söyleyebilirim.

 

 Özet olarak söyleyecek olursam,

 

bizim çıkamadığımız yollar:

 

merkez yönetiminde ideolojik siyasi birliğin olmaması; kadro politikasında liyakatin sakatlanması; eylem birliğini bozmadığı sürece farklı görüşlerin gelişmenin motor gücü ve büyük bir zenginlik olduğunun kavranamaması ve bazı gölgelerin ağırlığından korkarak somut gerçekleri görmemezlikten gelmek.

 

Bir de,

 

önemli politikaları olabildiğince geniş kitlelerin onayından geçirmemek, onların sadece uygulayıcılar değil aynı zamanda denetçiler olduğunu anlayamamak, kitle politikasında böyle bir uygulamanın, yönetimle taban arasındaki güven köprüsünü sağlamlaştıracağını kavrayamamak. Son olarak, sağlık durumun ve varsa tabii planların…

 

İ. Ünal:

 

Yaşadığımız hayatın fiziksel sonuçları, yaş ilerledikçe sağlık sorunları olarak ortaya çıkıyor. Okuyup yazmayı engelleyici bir sorun yoksa ‘durum iyidir’ diyorum. Şimdilik sağlık durumum iyi yani. Sağlığım ve koşullarım elverdiği ölçüde okuyup yazmaya devam ederim.

 

 “Tarihe Not” toparlaması bittiğinde ilerleyebilirsem, yazmayı düşündüğüm bir iki konu var. Ocak 2021 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)