4 Mayıs 2023 Perşembe

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ-3-

 

                   İLKELİ BİRLİK…

 Örgütsel birliğin gündeme geldiği yerde tartışma konusu olması kaçınılmaz konulardan biri de bu olsa gerek… Öncelikle kimseyle ilkeli ya da ilkesiz bir birlik tartışması içinde olmadığımızı belirtelim.

Olası bir birliği de kendi şartlarında tartışırız.

 Kuşkusuz ideolojik birliği, politik çizgide hem fikirliği, program ortaklığını ve halk savaşında ısrarı birliğin temeli kabul ederiz.

Bunun sonrasında olacak şey, parti ilkelerinde, temel tüzük ilkelerinde gönüllü ve samimi beraberliktir.

Zira ilk dört unsuru hayata geçirmenin yegâne koşulu parti ilkelerinde yakalanacak üst düzey birlikteliktir.

 Güçlü, çelik disipline sahip, demokratik merkeziyetçiliği tam olarak benimsemiş bir yoldaşlık ilişkisi olmadıkça ilerlemek mümkün değildir.

 Kuşku yok ki, bu aynı zamanda bir süreç sorunudur.

Yani bu hedefe, bu ilkelere sahip olduktan sonra her şey tamamlanmış olmayacaktır.

 Sorunlar, kopuşlar, tasfiyeler, gerilemeler olabilecektir.

 Ancak her şey, nihayet bu ilkelerin benimsenmesine dönük ele alınacak ve çözümlenecektir.

Bu ilkelerde beraberlik olduğu sürece hatalar kavranabilir ve aşılabilir. Meseleye bakışımız öz itibariyle ve kısaca böyledir.

 Şimdiye kadar anlattığımız, “esas” yönleriyle uygun/doğru görmediğimiz ST’nin “birlik” çağrısı, parti anlayışını ve bunun özgülünde tarihsel yapısını/karakterini analiz etmeyi içermediği ya da başara  madığı için “ilkesiz”dir.

Bu öneriye “evet” dememiz mümkün değildir.

Buna evet demek, “partiye darbe suçu”na ortak olmak demektir.

Bu başlı başına bir ilkesizliktir.

ST “ilkeli birlik” isteğinde olduğumuzu belirtirken yanılgı içindedir. Onun çözümlemesi gereken, bizim söz konusu sürece dair değerlendirmemizin önerisiyle ilişkisidir.

 İlkesizlik, bu ilişki çözümlenmedikçe devam eder.

Çözümlendiğinde ise ya birlik gündemlerinden kalkacaktır ya da ST’nin bakış açısı “önemli derecede” değişecektir.

 Tekrarlayacak olursak:

 Bizim “ilkeli birlik istiyoruz” biçiminde bir söylemiz yok.

 Bu söylemin gerçek kaynağı hakkında bilgi sahibi değiliz. ST “bu söylem”lerinin kaynağından söz etmiyor. Ama aynı bölümdeki şu ifade düşündürücüdür: “… nasıl bir ilkeli birlik sorularını açıklamak yerine ‘siz darbecisiniz biz komünist; siz tasfiyecisiniz biz komünist’söylemleriyle kendisi için hayati olan bir sorunu çözmekten uzak durmayı tercih etmektedir.” (Sf. 39)

Bu cümlelerde “ilkeli birlik” söyleminin ST’ndeki öneriye yanıt olarak oluşmadığı düşüncesi var.

 Zira “birleşemeyecek iki grup”tan bahsediliyor: Darbeciler ve komünistler!

Bunlar arasında “ilkeli birlik” mümkün müdür? Hayır, değildir! O halde ST neden bu söylemi tartışma ihtiyacı duyuyor? Onun derdi/sorunu “darbeci-tasfiyeci” olmadığını, bu iddia sahiplerinin yanlış değerlendirme yaptıklarını ispatlamak olmalıdır…

 

 Çünkü söylemin kaynağı budur. Tasfiyecilikle, darbeyle birlik olamayacağını, olacak birliğin ise ilkeli olamayacağını herkes bilir.

ST “ilkeli birlik” nasıl olur açıklayın diyor.

 Bunun cevabı bilinmez değildir ki, bakın siz bile “kriterleri” dizmişsiniz! Üstelik partinin bir varlık zemini zaten vardır. Bu zemin ile uyumlu olanlarla birleşmek, uyumsuz olanlarla mücadele etmek gerekir.

 O zemine ihanet edenlerle ise mesafeli olmak gerekir!

 AYRILIKÇILIK…

ST’nin manipülasyon yaptığı önemli konulardan biri de ve elbette şimdiye kadarki iddialarıyla uyumlu olarak, “ayrılığı meşrulaştıracak çok tali” konuları öne çıkartmamız ve -birliklere düşmanca yaklaşmamızı öne çıkarmak üzere- “ayrılıklar” hakkındaki düşüncelerimizdir.

 

 “TKP/ML’nin 94 ve sonrası ayrılıkların hepsini incelediğimizde

(inceleme dedikleri kulaktan dolmalardır -Partizan)

göreceğiz ki yoldaşlarımız ayrılıkları temel ilkeler üzerinden değil, herhangi bir sebeple yapabileceğini savunmaktalar, “çünkü ‘darbeciler’ dışındaki üç beş defa daha bölünmesinin ya da bölünme niteliğinde insan yitirmesinin nedenleri de yine darbeci, bölücü, yıkıcı, tasfiyeci, parti düşmanı biçiminde ortaya koymaktadır.” (Sf. 37)

 

ST sapla samanı karıştırmayı, olguyu bilmeden, incelemeden karar vermeyi, işine geldiği gibi anlamayı seçerek ipe sapa gelmez eleştiriler, tespitler yapmaktadır. TKP/ML’nin ST’nin formüle ettiği gibi bir savunusu nerede gerçekleşmiştir?

 Hiçbir yerde!

Düşler içinde misiniz? Yoksa birilerini düşlere gark etmeye mi niyetlisiniz? Ortaya atılan “ayrılık savunuculuğu”, “herhangi bir kararın uygulanmamasının ayrılık için yeterli olduğu” fikirleri arkadaşların yorumudur.

 Kulaktan dolma “incelemeler”i onları bu fikre ulaştırmış. Bizler hakkındaki “fikir”lerinin pek olumlu olmadığını hep biliyorduk. Hakkımızda pek çok yere “aktarılan bilgilerin” niteliği artık bizleri şaşırtmıyor.

Parti üyelikleri düşürüldükten sonra kimi “sıkıntı”larını paylaşanların durumu hakkında kardeş partilere verilen bilgilerdeki abartılar, doğru olmayan bilgiler bizleri bu tutuma karşı epey hazırlıklı kılmış durumda.

Şimdiye kadar önemsemedik. Bundan sonra da önemsemeyeceğiz bu kuru gürültüyü. Yukarıdaki alıntılar bir iki cümleden ibaret değil, yazıda denebilir ki “yeterince” yazmışlar. Oysa bahsedilen süreçlerde savunageldiğimiz bir ayrılık yok.

 Bazıları ayrılmayı seçmiştir, bazıları disiplini benimsememiştir.

Sonuçta hepsi partiyle yürümede güçsüzlük göstermiştir.

 Ayrılanları eleştirdiğimiz, bölücü, parti düşmanı vb. olarak nitelediğimiz doğrudur.

Sonuç olarak her biri ayrı değerlendirilip nitelikleri saptanmış ve tanımlanmıştır.

Ayrılmaları bizleri onlar hakkında değerlendirme yapmaktan, onları tanımlamaktan alıkoymaz.

 Bu nedenle suçlanmamız ya da eleştirilmemiz anlamsızdır.

Ancak değerlendirme ve tanımlamalarımızın eleştirilmesi mümkündür. Bunun için de somut bilgi, tartışma gerekmektedir. ST bu bölümde aynı sayfada “Partiden atma”lara değiniyor.Ayrılmalarla üyelikten düşürülmeleri ST’nin aynı kategoriye yerleştirmesi ve bunlara aynı biçimde “kalkan” olmaya çalışması pek hayırlı bir davranış değil.

 Objektif her okuyucu için de bu, dikkat çekici olmalıdır!

 ST bu “ayrılıklar”da “birlik zemininin” olup olmadığının sorgulanmadığını iddia ediyor. Bu bilgiye nereden ve nasıl ulaşıldığı “meçhul”! Oysa meçhul değil, o kulağa akan bilgilerin kaynağı ve o bilgilerin ne tür bir inceleme ve düşünme yöntemiyle harmanlandığı çok açık…

 Üyelikten düşürülmeler, bireyin parti ile olan “sözleşmesinin” tam da ST’nin ifade ettiği gibi, bireyler tarafından gönüllü olarak “çiğnenmesi”nden ileri gelmektedir.

Kendisini iradenin bulunduğu organın, organın dahil olduğu hiyerarşinin üzerinde gören ve bundan hareketle irade ve eylem birliğini bozan kimseler, nihayet partiden atılırlar.

Nihayet diyoruz,

çünkü atılmalar bir sürecin sonunda olur.

Her “bir karara uymayan, bir kararı tanımayan, eleştiren kişi atılır” diye bir kaide yok. Eylemin ve eylemcilerin şartları, savunuları, devamlılık, anlayış düzeyindeki gelişmişlik vs. dikkate değerdir.

Asıl sorun elbette eylem birliğinin bozulma derecesidir! Şunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vurgulayabiliriz ki, partiden atma son tercihtir ve arzu edilmeyendir.

 ’94’ten sonra, bir başka “birlikçi” KKSG dışında “ayrılık” ve “bölünme” diye nitelendirilebilecek bir pratiğin olmadığını da belirtmek gerekir. Bazı üyelerin üyeliklerinin düşürülmesi bu kategoriye sokulamaz.

ST uzun zamandır belirgin gerçekliğe rağmen bu konuda manipülasyon yapmaktadır. Gereksiz ve yıpratıcı tartışmalar, suçlamalara bu derece yaslanmaları ST’nin sürecimize bakış açısındaki derin subjektivizmin sadece bir sonucudur.

Bir taraftan “birlik” metni, diğer taraftan bu derecede manipülasyon ve yıpratıcı faaliyet başka türlü açıklanamaz. Arkadaşlara aklıselim düşünmelerini ve davranmalarını tavsiye edeceğiz…

Bilmediğiniz, vakıf olmadığınız konularda bir ölçüde mütevazı olun, “bildiklerinizle” hareket etmeyi abartmayın. Başkalarının sahasına girdiğinizde ve onlar hakkında yorum yaparken tevazu gösterin… “Birlik zemini sorgulanmadı” ve “derhal ayrıldılar, attılar” demek için hiçbir haklı nedeniniz yok. Olamaz, çünkü bu gerçek değil.

 

Sonuç olarak anlayış düzeyinde parti iradesini hiçe sayan, kendini onun üzerinde gören, onu beslemeyi değil yalnızca yönetmeyi arzu eden, onun üstünlüğünü inkar eden tutumlar nihayetinde dışlanırlar…

 Üyeliklerin sonlandırılmasının temel nedeni budur.

“Bir karar uygulanmaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin de o yapıdan ayrılmanız ve atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir” diyebiliyor ST.

İnanılmaz bir cüret! İspatı mümkün olmayan bir iddia; ancak ispata gerek duymama durumunda bu derecede cüretli gündeme gelebilirdi. Bizim bahsi geçen yaklaşımı savunduğumuza dair tek bir kanıt sunabilselerdi ne iyi olurdu! Ama yok.

 Kimsenin de kanıt aramayacağını düşünüyorlar. Neye dayanarak bu absürd yaklaşımı yakıştırıyorsun demeyecek hiç kimse! Bu kara çalmayla sadece kendilerini ve gerçeklerden kopuk olanları, sürecin dışında olup ilgisiz kalanları aldatabilirler.

Biz ise onların “birlik” amacındaki samimiyetsizliğini bir kez daha tecrübe etmiş oluruz…

 

PARTİ TARİHİ VE “TARİHİ” MUHASEBE…

ST, 1. Kongre belgelerini değerlendirmememizi sorumsuzluk olarak eleştirmekte, “TKP/ML Maoist partiye karşı sorumluluk hissetmeden bir yere varamaz” demektedir. Hiç şüphesiz Maoizm adına konuşanların, tarihimiz hakkında kararlar alanların görüşleri bizleri bir başka ilgilendirir. Ancak bu onlarla ilgili “sorumluluk duymamızı” gerektirmez.

 Bununla beraber ST’nin eleştirisinin görece haklı olduğunu kabul etmiyor değiliz. Bizim için asıl problem henüz bütünlüklü bir tarih sentezi yapmamış olmamızdır. ST’nin değerlendirme sorumluluğu taşıdığımıza dair öne sürdüğü belgeler ise bir sentez olmaktan çok karmaşık olayların anlatımıdır. 

Doğru bulmadığımız anlatımlar ve sonuçlar olduğu gibi yöntemini de sağlıklı bulmuyoruz. Şimdi bu belgeler karşısında duyduğumuz asıl sorumluluk zaten kendini öteden beri zorunlu bir gereksinim olarak dayatan “tarihimizin bir sentezini” gerçekleştirmektir. Ki bu aynı zamanda geleceğimizin sağlam bir temel üzerinde inşası için de zorunludur.

 Diyebiliriz ki, doğru bir sentez aynı zamanda mevcut koşulları ve önümüzdeki yılları doğru kavramış olmanın da sonucu olacaktır. Ancak ne yapmakta olduğunu, ne yapacağını bilenler geçmişin sentezini de esas olarak başarırlar. Bu düzeydeki bir tarih kavrayışı, olayların anlatımını temel mesele haline getirmekten de büsbütün ayrılır. Böyle bir kavrayış güne ve geleceğe yön veren esas akımların idrakinde olup tarihi sentezlemeyi başarır.

ST’nin sunduğu malzeme böyle bir sentezin parçası olabilir. Ama kendisi olamaz! Ona karşı duyarlılığımız bu çerçevede mümkündür.Ancak ondan önce sorumluluğumuzun gerçekten tarihi sentezleyecek niteliğe gelmek olduğunu tüm açıklığıyla ve çekinmeksizin belirtmeliyiz. Bu da bizim bunun parçası olabilecek belgelerle ilişkimizin düzeyini, sanırız anlaşılır kılacaktır!

 

DEH-KOM VE DEKLARASYON

 

 “Ayrılık noktaları”nda ST, “DEH-KOM ve Deklarasyon” konusuna da yer vermiş. Bu alan özgülünde aramızda önemli farklılıklar olduğu doğrudur ancak biz  burada farkları tartışmayacağız. Dikkatleri yanlış bilgilendirmelere ve yanlı yönlendirmelere çekmek istiyoruz.

 

 ST bu konuyu hem yüzeysel hem de son değerlendirme ve kararlardan “bihaber” ele almıştır. Kuşkusuz böyle olmasından direkt kendilerinin sorumlu olduğunu söyleyemeyiz.Ancak DEH-KOM aracılığıyla bazı gelişmelerden haberdar olmalarını umuyorduk! ST, DEH-KOM ve Deklarasyon hakkındaki görüşümüzü eleştirirken bir sorunumuzun da bu meseleyi uzun süre gündemimize almamış olduğumuzu belirtmeliydi.

Çünkü ST’nin eleştirisi II. MK tarafından yapılmış değerlendirmeye dairdir ve partimiz bu meseleyi uzun süre ele almamıştır. Ama artık bu süre tamamlanmıştır. DEH-KOM’a yeni ve süreci açıklayan bir mektup yazılmıştır. Birçok anlaşmazlığa açıklık getirildiği gibi bazı “önemli” eleştirilerimizin de geçerliliğinin kalmadığı “itiraf” edilmiştir. Örneğin “Mao Zedung Düşüncesi” kavramının kullanımına yönelik eleştirinin bir hükmü kalmamıştır.

Çünkü Partimiz MLM kavramını ’93’te kabul etmiştir. Benzeri ve daha bir dizi konudaki değişiklik ve görüşümüz DEH-KOM’a mektupla sunulmuştur. Burada üzerinde duracağımız konu, doğal olarak mektup ve sunduğumuz görüşler olmayacaktır.

 Bu mektup, yanıt için beklenen makul süre geçtiği ve bu kurumdaki gelişmelerden okunduğuna göre belli bir süre daha ya da hiç yanıt alınamayacağı anlaşıldığı için bu yazıyla aynı tarihlerde kamuoyuna açılacaktır. Bizim için halihazırda temel sorun DEH ile ilişkimizin netleşmesidir.

 Bilindiği gibi SB adına yapılan söyleşideki ifadeler nedeniyle DEH üyeliğimize son verildi. Bu karara itiraz etmekle beraber onu bir gerçeklik olarak kabul ettik. Henüz ilişkimizin düzelmesi için bir çaba içindeyiz. Bu çabamız “üyelik” ile sınırlı değildir. Ve hatta esas olarak DEH’in yapısıyla ilgilidir. Çünkü üyeliğimizin sonlandırılması da bu yapıya dönük eleştirilerimizin kabaca ve yersiz biçimde getirilmesine dayanmaktadır.

DEH’e yönelik eleştiride gerekenlerin uygulanmadığ, bu anlamda görevlerimizi yerine getirmede başarısız olduğumuzu kabul ediyoruz. Çabamız bu süreci normalleştirme ve sağlıklı çalışma ortamının yaratılması içindir. Bu konudaki eleştiri ve tespitlerinde ST görece haklı olsa da DEH ve deklarasyonla ilişkimizin onun belirlediği veya bildiği gibi olmadığını özellikle vurguluyoruz. Şimdiki durumda “olumsuz ilişki”nin düzeltilmesi çabasından söz edilmelidir.

 DEH üyeleri özellikle de DEH-KOM üyeleri sürecimiz hakkında önemli derecede yanlış veya eksik bilgilere sahiptir. Bu durumdan asıl olarak bizler sorumluyuz. Bununla beraber “yanlış bilgilendirmeler”le -bilgilenme dar/sınırlı olduğu halde- sürecimizle ilgili kesin sonuçlar çıkaran ve tavır geliştirenler de bundan sorumludur. Ne yazık ki, ilişkilerin düzeltilmesi daha doğrusu normalleşmesi, arada “yığıntı”dan kurtulmayı da gerektiriyor.

ST’nin ortaya koyduğu “ayrılık” unsuru bu bakımdan somut duruma uygun değildir. Onun belirttiği ayrılık geçmişte kalmıştır. Asıl ayrılık noktası DEH’in yapısı ve çalışmaları hakkında olabilir. Belirttiğimiz gibi onun da tartışılması için henüz erkendir ve yeri de burası değildir.

 MAOİZM…

ST Maoizm konusunda epey ilerlediğinden bahsedip bizlere de sözde değil özde Maoizm’i kavramamız gerektiğini salık veriyor. Hiç şüphesiz “Maoizm’isözde değil özde kavrayın ve uygulayın” öğüdünü saygıyla karşılamak gerekir. Bu öğüt ST gibi esas olarak olumsuzladığımız bir yapıdan da gelse, kendi başına anlamlıdır ve hatta gereklidir. Bizlerin bu ve benzeri öğütlerle sorunu olmaz. Sorunumuz öğüdün kendisi değil sunuluş biçimi ve sahibidir.

ST, TKP/ML’nin yaşadığı bütün başarısızlıkların, olumsuzlukların temelinde MLM’yi kavrayamama sorunu bulunduğunu inkar ettiğini ima ederken neye dayanmaktadır, bilmiyoruz. Yayınlara, kitle toplantılarına yansıyan kavrayışsızlık, kafa karışıklığı bir dereceye kadar anlaşılırdır. Bazı tezler, görüşler ST tarafından eleştirilebilir, zaaflı görülebilir, yadırganabilir.

Bunlar doğru/haklı da olabilir. Ne var ki bu gibi olgulardan yola çıkarak sorunlarımızın temelinde nihayet ideolojik yetmezlik olduğunu inkar ettiğimizi söyleyemezsiniz. Hiç kuşku duyulmayacak tezlerden biri de, yanlış yapma, hatalı fikirler savunma, başarısız olma, gerileme ve hatta ilerleyememenin, ideolojik yetmezliğin bir sonucu olduğudur.

Dolayısıyla MLM’nin kavranışındaki sorunlara işarettir. Bunu ifade etmek özel bir meziyet değildir. Bunu inkar etmek hiç anlaşılır, kabul edilir bir tutum olur mu? Elbette hayır! Maoizm’in, proleter ideolojinin/biliminin doruğu olduğu konusunda partimiz diğer Maoist partilerle hemfikirdir.

’93’teki Birlik Konferansı’nda bu, karar altına alınmış ve o günden bugüne savunulmaktadır. “Maoizm” kavramını kullanmamış olmak veya bu belirleyici kavramın kabul edilmesinde gecikmek, hem yetmezlik göstergesidir hem de yabancı akımlara karşı mücadelede uyanık olamamanın sonucudur, onların etkisinde kalmaktır. Bu yetersizliği uzun süre yaşadık.

’93’ten sonra ise formülasyon düzeyinde Maoizm’i kabul etmek onu tüm yönleriyle bilime nitel katkı olarak kavramak bakımından önemli bir gelişme oldu. Ancak henüz bu kavrayışın yeterli olmadığı tarafımızdan çeşitli zaman ve biçimlerde dile getirildi.

 Maoizm’i kavrayıştan hareketle, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e katkıları ve Komintern’in hatalarına ilişkin değerlendirmelerde, kitle çizgisi, iki çizgi mücadelesi, DEH’e yaklaşım ile birlik politikası ve tarihsel gelişmelere bakışta ST’nin bize göre “bir hayli mesafe aldığı” iddiası ispata muhtaç, pek de anlamlı olmayan bir iddiadır.

 Yeri geldikçe belli konular üzerinde durulmaya devam edilecektir ama DEH ile ilişkimizdekisorunların diğer meselelerle ilişkilendirilerek aleyhimize kullanılması, en azından kafa karıştırıcı olduğu için doğru bir tartışmaya engeldir. DEH ile ilişkilerimizin ST’nin iddia ettiği içerikte olmadığını belirtmemiz gerekir. Bununla beraber ST’nin DEH ile ilişkileri genelde sıkı tutması mutlaka olumlu(!) etkilere de neden olmuştur.

Ancak bu tür bir kıyasa malzeme olamaz. Ya da bundan hareketle epey ilerlendiği iddiası kanıtlanmış olmaz. Örneğin başarısızlıkların nedeninin nihayet Maoizm’i kavramamak olduğunun kabulü, alınmış “epey bir mesafe” değildir. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bunun reddedildiği doğru değildir. Ve bunun kabul edildiğinin bir çözüm oluşturduğu da. Bu,sadece “çözmeye yönelmek”te avantajlı bir konumlandırmadır. Asıl olan o avantajı kullanmaktır. Bu noktada bir ilerlemeye ise tanıklık etmiyoruz.

“İlla da” kavramıyla bunun sağlandığı iddia ediliyor ise buna kesinlikle katılmıyoruz. Maoizm’in kavranışındaki sorunlar hemen her başarısızlığın da nedenidir. Dolayısıyla Maoizm savunuculuğu ilerlemek için koşuldur. Ama yeterli değildir. Bizlerin “sözde savunuyu yeterli gördüğü” ise ST’nin bir deli saçmasıdır: “TKP/ML Maoizm’i sıradan bir savunu, söylem olarak ele almaktan kurtulmalıdır”

 (Sf. 23) Aynen öyle! “sıradan bir savunu” hiçbir yere götürmez. Peki “illa da” kavramı “sıradan”lığın reddi, özellikli savununun kanıtı mıdır? Bu konuda da üzgünüz… İçerik olarak Maoizm’in nasıl savunulacağı elbette ki tartışmanın temeli olmalıdır.

Örneğin darbenin Maoist iki çizgi mücadelesi anlayışıyla nasıl bağdaştığı üzerinde durulmalıdır. Ya da Maoizm’in bunca lafzına karşın pratikte gerilemenin sürüyor olmasının bir handikap olup olmadığı sorulmalıdır … Sonuç olarak şimdi de içeriğe dair her eleştirimiz kaçınılmaz olarak Maoizm’in düzeyinin sorgulanmasıdır. Ama “illa da” kavramına dikkat çekip biçim açısından bir eleştiri yapacağız şimdi.

Daha önce de buna dikkat çekmiştik. “İlla da” kavramı Maoizm’e yönelik bir vurgu için seçilmiştir. Bu kavramın ne anlattığı, neden kullanıldığı üzerinde durmak gerekir. Bu kavramın “özellikle” anlamında kullanılma derdi anlaşılır olmalıdır. PKP’nin kullandığı kavram budur. Ve amaç günümüzün kavranması açısından bilimin ulaştığı doruğa vurgu için Maoizm’e dikkat çekmektir. Bunu olumsuzlamak mümkün de değil. Hiç kuşku yok ki, Maoizm bunları ifade eder.

Zira Maoizm, proletaryanın bilimsel ideolojisinin üçüncü ve son aşamasıdır. Eğer savunulmaz veya kavranmazsa Marksizm-Leninizm uygulanamaz olur. “Özellikle” kavramı bu yaklaşımla çelişmez-uyumludur. Ancak “illa da” kavramı “özellikle” anlamını içermekle birlikte bundan daha çok “her zaman, her yerde, her şeye rağmen” anlamında kullanılan bir kavramdır. Bilimsel bir öğretiyi, bilimsel özelliği olmayan ya da zayıf bir kavramla savunduğunu ileri sürmek onun niteliğine aykırıdır ve pek uygun/akıllıca değildir.

 Burada bir zorlama olduğu açıktır. Bir şeyi her koşulda, her zaman (geçmişten geleceğe) ve/veya her şeye rağmen savunduğunu/savunacağını iddia ediyor olmak “sorunlu” bir tutuma işarettir.

ST kavramın bu özelliğini/anlamını bilerek ve tam da öyle olduğu için mi kullanmaktadır? Görebildiğimiz kadarıyla o kavramın bu özelliğini/anlamını pek önemsememektedir. Onun “özellikle” bağlamında bir ele alışından söz edilebilir.

Ne var ki, “illa da” için bu anlam, bu tanımlama yetersizdir. Ya da ST “özellikle” anlamına denk düşen değil, onu aşan bir kavram kullanmakla “yeni” bir tutum geliştirmektedir. Öyleyse bunu açıklamalıdır. Neden “her zaman, her yerde ve nelere rağmen” Maoizm? Bununla beraber bilimsel ilerlemenin sonsuzluğu ve zaman-mekan koşulu zaafa uğratılmış olmuyor mu? “İlla da” kavramının bir özelliği-anlamı da önüne getirdiği ismin uğradığı saldırılara, tahribata, hatta yenilgilere ya da içerdiği olumsuzluklara, yetersizliklere, başarısızlıklara karşın tercih edilmesinin zorunluluğuna vurgu taşımasıdır.

“İlla da” kavramının bu anlamı nedeniyle tercih edildiğini düşünmemizi gerektirecek ne var? Son yıllardaki yenilgiler, burjuva ideolojisinin sağladığı görece üstünlük vs. kavramın bu tarzda kullanımını gerektirmez. Kullanım özel bir döneme aittir ve öteki anlamları içermemektedir. Ama ST’nin buna dair bir açıklaması da yoktur. Açıklama bu yönde olursa bu kez tartışma farklı bir mecrada yürür.

Şimdilik böylesi bir vurguya ihtiyaç duymadığımızı belirterek geçelim. Biz, bilimi sırasıyla Marksizm Leninizm Maoizm olarak formüle etmeyi uygun, yeterli görüyoruz, Maoizm’i sıralamanın sonunda olması ona “özellikle” anlamını vermesi bakımından yeterlidir. Bunun ayrıca belirtilmesi gerekli değildir diye düşünüyoruz.

Sonuçta Maoizm’e ayrıca vurgu yapmanın, onun belirleyici özelliğini öne çıkarmanın anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz. Bunu kendi savunumuzla, formülasyonumuzla uyumsuz görmüyoruz.Ancak bunun için bilimsel yönü eksik, sorunlu bir kavram tercih edilmesini uygun-anlamlı görmüyoruz. Bunun için uygun kavramlar “özellikle”, “bilhassa”, “daha da çok” gibi kavramlardır.

ST bu kavramı “ayrılık noktaları” olarak tartışmamıza sunarken şöyle yazmış; “TKP/ML, Mao savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz anlayışını sadece sözde değil, ‘sözde’teorik olarak da kabul ederek pratikte hayata uygulamalıdır.” (Sf. 23) Bu ilginç bir vurgu! Öncelikle çok açık değil.

Sözde değil “sözde” teorik olarak!!! Eğer illa da kavramına dikkat çekiliyorsa bu kavramı kullanmamız salık veriliyorsa, bu anlamda kavrayışımızı yükseltmemiz isteniyorsa yanıtımız “bu yönde bir gelişim içinde değiliz” olacaktır. Ayrıca Maoizm’i kavrayışımıza dair eleştirilerin gerekli olduğuna inanmakla beraber, bu eleştirinin yukarıda içeriğine “açıklık” getirmeyi denediğimiz kavram üzerinden gelmesine, baştan itiraz edeceğimizi şimdiden belirtmek isteriz.

Bunu “illa ki” reddederiz… Bilimde bu tür zorlamalara ihtiyaç yoktur. İdeolojik olarak sesimizi yükseltmeyi, yürekleri pratiğin cereyanına tutmayı tercih ederiz!..

ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…

ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7. Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir. Öne sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında bizi epey kuşkulandırmaktadır. 7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki öneminin arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya yerlerde geçici olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de belirtilmiştir. Ama şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme olmamıştır.

 ST’nin iddia ettiği düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında 7. Konferansın üzerinde durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki gelişmelere bağlı olarak halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve durumlarda şehirlere yoğunlaşılabileceğidir.

ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz.

Ama bizim “şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı reddettiğimizi herkes biliyor!

ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle tartışmalarıdır.

 Aynı eleştiriyi “tarım devrimi” kavramı üzerinden de yaptıklarını da hatırlatıyoruz, ST’nin. “Toprak devrimi” yerine onu kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.

Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi gelişmeler ve deneyimler bu bakımdan öğreticidir.

Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta, devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada olsun, taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının temel prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her durumda üzerinde durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.

7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli” addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak vardır hem de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, 7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş bulunmamaktadır.

ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların içeriğine ilgi duysa daha faydalı olur; elbette bizim için de! ST şehirlerin öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki “yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka bir şey yapmıyor.

 Gerçekte o bariz bir dogmatik tavır içindedir. Bırakalım objektif şartları inceleyerek, değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği cümlenin” gerçekliğini ve bütün içindeki yerini dahi analiz etmeye erinmektedir. O kafasındaki kalıpla değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece yersiz tartışmalara meydan vermektedir. Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu tarzı mahkum etmekle yetineceğiz.

devamı var

2 Mayıs 2023 Salı

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ-2-

DARBECİLİKTEN ARINMA...

Partiden ayrılmanın türlü biçimleri olur. Üzerinde durduğumuz biçim darbedir. Darbe yapmak; partiden ayrılmaktır. Partiye rağmen kendini parti ilan etmek; ayrılmadır.

 Partiye rağmen “önderliğe” itaati dayatmak; partiden ayrılmadır.

Ayrılık sürecinde; tüm yapıya parti iradesini ortaya koyma çağrısı yapıldıktan sonra buna uymayanlar ayrılmıştır. Meselenin özü budur…

 “Birliğin temeli sınıf disiplini, çoğunluğun iradesinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla yan yana uyumlu çalışmadır.”

(Proletaryanın Sınıf Partisi Üzerine, Lenin, Sf: 319)

Şimdi sizler (birlik önerisinde bulunanlar) birlik hedefinde tutarlı olmak için bizimle aranızdaki bu “temel” soruna bir çözüm bulmak zorundasınız. Halen darbe ile gerçekleşen bu ayrılığı sürdürme nedenini, varlığınızı temellendirerek açıklamalısınız.

 Darbeye, darbeyle oluşan yapıya kıyafetler giydirip etrafında dönüp durmanızın bizler tarafından alkışlanabilecek, olumlanacak bir yanı olamaz. Biz o kıyafetler içindeki yapıyı tanıyoruz. Sizler de dil ucundan doğru tanımlara yakın belirlemeler yapıyorsunuz. Ama çekinerek! Darbeye değiniyorsunuz, ayrılığı zorlamayı eleştiriyorsunuz, el altından gerçekleştirilen örgütlenmeyi anlayış olarak doğru görmediğinizi ifade ediyorsunuz…

 

Biz darbeye en başından açık tavır alamadığımız için kendimizi eleştirdik. “Birliğin yolunu bu biçimde arayarak, çekingen hareket tarzı izleyerek hata yaptığımız”ı vurguladık. Darbe konusundaki tutum farkını ve bunun büyük önemini görmemeniz mümkün mü? Buna inanmak zor! Bu farkın tarafınızdan da görüldüğünden emin olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu nedenle birlik tartışmalarını, önerisini “hiç” sağlıklı bulmuyoruz.

 

VI. Konferans “birlik”i mahkûm ederken onu sürdürme çabasının neden olduğu sorunlara da dikkat çekmişti. DABK tam olarak yadsınmadan inşa edilmeye girişilen birlik daha başından parti anlayışı bakımından “uyumsuz” olanların birliği oldu. Aynı evde “yaşayamayacak” olanların evdeki düzeni sorun etmeleri genellikle kaçınılmazdır. Ve çözümü de ev içinde aramaları “nihayet” gerçekçi değildir.

 

VI. Konferans bizce olası bir birliğin ana özelliği hakkında önemli ve yadsınamayacak bilgiler verebilmiştir. Bu, “partiden ayrılma”nın affedilmez bir suç olduğunun kabul edilmesinin zorunluluğudur. Partiden ayrılmanın suç olması temel argüman olarak kavrandığında, tartışmadan uzak duruşumuzun nedenini de anlamış olacaksınız. ST’nin darbe süreci hakkındaki anlatım ve yorumu “Tarihi Muhasebe” belgesindeki açıklamalara dayanıyor:

 

“Yakın tarihimizde TKP/ML ile Maoist Parti arasında yaşanan iki ayrılık ve birliğe ilişkin doğru değerlendirme esasta Maoist Partinin muhasebe belgelerinde mevcuttur.”

 (ST, Sf. 35)

Daha önce değindik, darbe süreci “birilerinin disiplinsizlikleri”ne karşı olup olmamakla açıklanamaz. Bu süreç parti birliğinin temeline yaklaşımımız ile açıklanabilir. Parti iradesine, çoğunluğun tavrına “iki kanat” nasıl yaklaşmıştır?

 

Buna göre bir parti önderliği ve bir bütün parti değerlendirmesi yapılmalıdır. ST bunu yapmıyor! O “grupçuluk” umacısı ile uğraşmayı tercih ediyor. Hiçbir özeleştiri yapmadığımız iddiasını “grupçuluk hastalığı”mız ile birleştirerek hem ayrılığı olumsuzluyor(!) hem de döneme ait oportünizmi, örgütsel hataları, yanlış anlayışları, suçları; elbette “büyük bir kadirşinaslık”la(!) ve “iki taraflı olarak” mahkum ediyor…

 

Bir süreci belirleyeninden ayırdığınızda aslında o süreci yok saymış olursunuz. ST’nin yaptığı budur.Yıllar önce bu yöntemi “Komutan Nihat” özgülünde uyguladılar.

 

“Komutanın Cesedine Lanet, Ruhuna Fatiha” başlıklı yazımızda bu özelliği teşhir etmiştik. Yazının yayımlandığı tarihteki “duygusal” ortam belki dikkatli bir okumayı engellemiştir.

 

Yeniden ve şimdiki ortamda okumak faydalı olabilir…

 

ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıklamakta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etrafında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun, temelde önderlik ve partinin birliği sorunudur. Birlik, henüz gerçek darbe sürecini “grupçuluk” ile açıklamakta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etrafında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir.

 

Oysa sorun, temelde önderlik ve partinin birliği sorunudur. leşmişken ve öz itibarıyla sorunluyken “grupçuluk” yakınmasında bulunmak gerçeklikle zaten örtüşmez. O dönemin üyelerini bu nedenle eleştirmek haksızlık olur. Asıl sorunu ortaya koymadığınızda sıralayacağınız her türden zaaf, eksiklik ve hata doğru kavranmamış olacaktır. Kimin ne dediğinin, ne yaptığının, ne savunduğunun, sonradan ne olduğunun, bu meseleyi çözmek için fazla bir önemi yok. Konu tüm açıklığıyla, kesinliğiyle belirtilmelidir: Parti iradesine karşı suç işlenmiş midir?

 

 Evet! Bu nasıl bir suçtur ve sorumlusu olan çizgiyi kimler temsil etmektedir? Yani mesele ne klik olmak, farklı görüşler savunuyor olmak, iktidar hırsı taşımak ne de başka bir çizgiye tahammülsüzlük olarak açıklanabilir. Bunlar bilimsel açıklamalar değildir, çünkü gerçeklere dayanmamaktadır. Şüphesiz tüm bu saydıklarımız ve bunlara benzer pek çok sayamadığımız mevcuttu; bu reddedilemez. Ancak bunlar önceden de, belki başka biçimlerde ama vardı; gene başka biçimlerde bugün de vardır, yarın da olacaktır…

 

Tartıştığımız “ayrılma”, somut olarak gerçekleşen darbeye ve bu darbenin partide egemenlik kurmasını engellemeye dayalıdır. Darbeyi, darbecileri, parti iradesi üzerinde tahakküm kurma girişimi nedeniyle mahkum edip parti dışına itenler ne onlar gibi farklı görüşleri “ayrılık gerekçesi” yapmışlar ne de sonradan ST’nin çokça sözünü ettiği monolitik parti anlayışını savunmuşlardır.

 Herhangi bir farklı görüşü, rakip çizgisine aykırı gördüğü için lanetlemek ve onu savunanları parti dışı ilan etmek bu partinin bir özelliği değildir…

 Konu darbedir. Suç darbedir.

 Bir arada olunamaz olan darbedir. Gerektiği ölçüde mahkum edilemediğinde sorun olmaya devam edecek olan da darbedir. ST, II. MK toplantısına, o toplantının örgütlenme amacına ve sonuçlarına, parti çoğunluğunun konferans istemine, dolayısıyla darbeye hiç değinmeden değerlendirmeyi noktalıyor:

“Maoist Komünistlerin 1. Kongre’de onaylanan ve 2. Kongre’de bazı eksikleri giderilen muhasebe belgesindeki ayrılık süreci incelendiğinde görülecektir ki ayrılık nedeni ne “mafyacılık” nede “darbecilik”tir.

 

 Birlik anlayışını kavramamış iki grubun birbirini alt etme anlayışı sonrasında bütün partiyi etkisi altına alarak bölmeleri meselesidir. Maalesef başta komünist kadrolar olmak üzere, tüm partinin her iki kanadının da grupçulukta ve ayrılıkta tartışmasız payı vardır.” (Ags, Sf: 37)

Bu açıklama hiçbir şey söylememekle, dolayısıyla darbeyi onaylamakla eş anlamlıdır. Biz gene de bu açıklamanın nasıl bir subjektivizme dayandığını gösterelim…

ST “genel olarak birlik anlayışı” hakkında açıklamalarda bulunurken I. Kongreye kadar “geçmiş birlik ve ayrılık savunucuları”nın, görüşlerini “temel ilkelere dayanarak ortaya koymadıkları”nı özellikle vurgulama gereği duymuştur. Kendi tarihimiz açısından bu tespiti doğru bulmuyoruz. Ancak “gerçekleşen birliği” oportünist değerlendirdik ve “bozulmasını” da içinde taşıdığı “darbe”ciliğe bağladık. Kuşku yok ki bununla beraber birlik sürecindeki “partiye yakışmayan” diğer olumsuzlukların da altını çizdik.

 Kendi başına darbeye yaklaşımda, kimi ikircikli tutumlar hakkındaki tespitlerimiz bile buna örnek verilebilir. Ki darbeye tavırdan sonra da önemli yanlışlara, darbeye tekabül eden tutumlara, bunlarla mücadelede başarısızlıklara dair karar altına alınmış değerlendirmeler bulunmaktadır. Eminiz ki, bu olumsuzluklar tamamen yok olmadı ve olmayacaklar.

Sonuçta birliğin oportünist karakterine, “birlik anlayışını kavramamış iki grubun” diyerek ve aynı zamanda “temel ilkelere dayanan birlik anlayışının birinci parti kongresine kadar ortaya konamadığını” ifade eden ST de değiniyor (Evet değiniyor ama üzerinde durmuyor.) Buna rağmen o, birliğin bozulmasını “grupçuluk” eleştirisiyle açıklamayı sürdürüyor. Bu durumda “sonu belli olan birliği” eleştirmektense sonucu eleştirmek, kadroları “grupçu” diye mahkum etmek ne derece haklı olabilir? Temel ilkelere dayanmayan bir birlik, birlik anlayışını kavramamış iki grup, ayrılıkçı kültür…

Sonuç olarak ST bu şekilde süreci siyasal olarak açıklamış oluyor! Birlik anında ve sürecinde var olanları sıralamak “ayrılığı” açıklamaya yetiyor onlara göre. Bu subjektif bir yaklaşımdır. Ayrılık denen olaydaki somut gelişmeler, tartışmalar veya genel olarak “değişimler” esas olarak göz ardı ediliyor veya gözden ırak tutuluyor…

 ST daha önce bunu “kişiler ve klikler” merkezli yapıyordu. Şimdi “gruplar” merkezli yapıyor! “Tarihi Muhasebe” denen belgede iki kliğin neden olduğu ayrılık olumsuzlanıyordu; darbe özellikle korunuyordu. Yaklaşım özünü koruyarak devam ediyor. Zaten bize de “Tarihi Muhasebe”yi eleştirel bir gözle okumayı tavsiye ediyor.

Öyle ki tarihi muhasebenin ilgili bölümünde, ’94 ayrılığı hakkındaki kısmın bilimsel bir yöntemle yazılmadığına dair kararları bile bulunmaktadır. II. Kongre “muhasebe belgesindeki hatalar” konusunda ikinci maddede şunu kararlaştırmıştır:

 “Partimizdeki ’94 ayrılığının sadece askeri komisyon kliği ile (…) kliği arasındaki çekişmeye bağlanması yanlıştır. Yaşanan ayrılıktan esasta partinin önderliği başta olmak üzere tüm partiyi sorumlu tutmak yerine sadece iki isime ve etrafındaki kliklere bağlamak yanlıştır, bu yönüyle muhasebe belgesinin bilimsel yöntemiyle de örtüşmemektedir. Bazılarının birinci derecede rolü olsa da, ayrılıktan MLM kadroların da dahil olduğu önderlik başta olmak üzere tüm parti sorumludur.” (ST, Sayı 12, Sf. 26)

 

Şimdi durup bize dediklerine göre “ne yapacağımızı” gözden geçirelim: ’94 ayrılığını kavramak için temel ilkeleri doğru anlatılmış birlik anlayışını okuyacağız. Sonra eleştirel bir gözle “bilimsel olmayan bir yöntemle” yazılmış ve yanlış biçimde salt bir çekişmeye bağlanmış muhasebedeki ’94 ayrılığı hakkındaki bölümü okuyacağız!.. Sizce de bir tuhaflık yok mu burada? Darbe konusunda yazdıklarımızın yok sayıldığı bu bilimsel olmayan belgeden ve temel ilkelere dayanmayan birlik savunuculuğundan ne öğrenmemiz isteniyor? Subjektivizm aynı zamanda böyle bir şeydir: Kerameti kendinden menkul! O öğretir ama sen öğrenemezsin!...

 

ÖZELEŞTİRİDEN MUAFİYET…

 

ST bizi süreci sadece darbe ile açıklayıp, hiçbir özeleştiri yapmamakla da suçluyor. Zaten ona bakılırsa tamamen özeleştiri özürlüyüz! Şöyle suçluyor ST bizi;

“94 ayrılığına ya da diğer ayrılıklarında yapılan darbeler, şiddet uygulamaları, grupçuluklar, ticaret gibi insanlık suçu ve daha sayabileceğimiz onlarca eksiklik olmasına karşın Maoist komünistlerin dışında bir tek özeleştiriye rastlamak mümkün değildir.” (ST, Sayı 13, Sf. 40)

 

 Bu suçlama hakkında çok ağır ifadeler kullanabilirdik ama herkes kabul edecektir ki, bu bizlerin en son ihtiyaç duyduğu şeydir.

 

 Polemiklerde uygun bir düzey yakalamak ve sürdürmek sorumluluk ve hatta görevdir. Gerçeği uluorta, her şeye rağmen ve güven duygusunu yerle bir edecek denli çarpıtmak inanılır gibi değil. Subjektivizmin, oportünizmin, kimi ilkelerden yoksunluğun sonucu olumsuzluklar başkadır, apaçık gerçeklerin reddi başka! Ticaret meselesi uzun süre çok kötü bir eleştiri, suçlama malzemesi olarak kullanıldı. Öyle ki kimliğimiz bununla tanımlanır oldu arkadaşlarca. Şimdi de yukarıda alıntıladığımız suçlamanın öz olarak aynı amacı taşıyor olması, “nereden nereye kadar gelinebildiğini” somutlaştırıyor.

 Bu mesele ile ilgili özeleştiri verilmiş ve olay kimliğimizle bağdaşmaz kabul edilmiştir. Bu özeleştiri kitlelere de sunulmuştur. Bu suçlama, amacı itibarıyla çirkindir. ST’nin bu suçlamasına konu ettiği olaylar bir tarafa, bahsi geçen süreçlere dair değerlendirmeler ve kuşku yok ki eleştiriler, özeleştiriler de vardır.

Örneğin darbeye karşı tavırda yeterli bir bütünlük oluşturulamaması, darbeye karşı açık ve güçlü bir mücadelenin geliştirilememesi, partinin yeniden örgütlenmesi esnasındaki hatalar, vs. eleştirilmiş, bunlardan dersler çıkarılmıştır. Bunları tek tek yazmak ne anlamlı ne de doğrudur.

ST’nin bu suçlaması gerçeklerden değil, onun somut süreçten kopuk değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Grupçuluk tanımı hakkında ST’nden farklı olan değerlendirmemizi sunarak bu faydasız ve gereksiz tartışmayı sonlandıralım.

 GRUPÇULUK…

“Grupçuluk” tespiti ya da tanımı ST’nin ortaya koyduğu “genel” olumsuz anlamının dışında tartışılan dönemdeki somut görünümü ve hatta esas olarak bu anlamıyla ele alınmalıdır. Soruyu şöyle sormak gerekir:

Ne için, nasıl bir “grupçuluk”?

 ST darbe sürecine, darbeye gözünü kapadığı için “grupçuluğu” somut olarak anlamaya hiç yönelmiyor… Süreci kabaca tanımlarken “belli bir aşamadan sonra birlik sürecinin ‘birlik karşıtı’olarak geliştiği”ni ve “kısa bir süre sonra bir kanadın çeşitli, biçim ve yöntemlerle zayıflatılması ve belli bir anlayışın hemen her alanda kendi dayatması”na dönüştüğünü ifade etmiştik.

 Bu bir tasfiye sürecidir.

ST’ni “tasfiyeci” olarak değerlendirirken onun kökenlerinin burada ve hatta DABK’ın çıkış sürecinde olduğunun bilincindeyiz. Grupçuluğu tanımlarken biz bu tasfiye amacını, darbe sürecini görmezden gelmenin sonucu siyasal bir hata olduğunu belirtiyoruz. Tasfiye amacını net olarak gördükten ya da tasfiye amacı net olarak açığa çıktıktan sonra “birlik” adı altında bir arada olanların çeşitli zaaflar taşımakla birlikte “grup” tavrı göstermeleri kaçınılmazdır.

Buna olumsuz manada “grupçuluk” demek siyasetten, birlik içindekisiyasi durumdan bihaber davranmaktır. Bir tasfiye ortamında bulunurken, darbe gelişirken, bir taraf adamakıllı zayıflatılırken “grup” tavrına olumsuz anlam yüklemek gidişata göz yummak olur. Kuşkusuz saflaşmada yanlışlar, usulsüzlükler, gerilikler vardı.

 Ama bunlar bütünü görmemeye neden olmamalıdır. Parçadaki zaaflar belirleyici değildir. Bu zaaflara dair eleştiriler parçalarda oldukları ölçüde yapılır. Özeleştiriler de esas olarak bunlara dairdir. ST ile bütün hakkında farklı düşünüyoruz. Dolayısıyla özeleştiriye yaklaşımımız da, özellikle grupçuluk konusunda farklıdır. ST’nin eleştirisi bahsettiğimiz “ortam” dahilinde bize Troçki’nin “fraksiyonsuzculuk” tavrını hatırlatıyor. Lenin’in “en kötü fraksiyonculuk” olarak tanımladığı fraksiyonsuzculuk! Söz konusu ortamda tavırlar ve buna göre grupçuluk şöyledir:

 

Darbeye göz yummuş “merkezcilik/MK’cılık” ve darbeye karşı birliği amaç edinen “çoğunlukçuluk/konferansçılık”.

Burada ST’nin genelleştirerek suçladığı grupçuluk esas olarak Marksist-LeninistMaoist tavırdır.

 VI. Konferans değerlendirmesine göre ST’nin tanımıyla grupçuluk ama doğru tanım olarak “darbeye karşı birleşme ve mücadele” en başından itibaren açık biçimde gerçekleştirilmeliydi. Bu konuda yeterli birlik ve cüret gösterilememiştir. Bunun nedenleri de ortaya kondu konferansta ve zaten kısa bir süre içinde partide bu açıdan sorunun daha da büyük olduğu görüldü!..

 Parti ilkelerini korumada, darbeye, tasfiyeciliğe karşı mücadelede “grupçuluk” olumludur ve burjuva tarzdaki yönelimlerden farklıdır. Buna “grupçuluk” denmemelidir. Bu bir gruplaşmadır, taşıdığı kaygı ve amaç onu

“parti birliğini doğru temelde koruma çabası” olarak adlandırmayı gerektirir. İşte ST ile burada anlaşamıyoruz. Bizim için iyi onlar için kötü bir konumlanma!.. ST “muhataplarınca görmezden gelinen” ama “kitlesinde ve devrimci kamuoyunda önemli yansımalar bulduğu”nu iddia ettiği, birlik önerisini/yazılarını aynı zamanda bir iki çizgi mücadelesi olarak değerlendirdiğini belirtmektedir.

Onun temel tezi şudur:

Esasta aynı çizgi ve programı savunan “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” siyasal coğrafyasında parti, grup, çevre ve bireyler birleşmelidir. Bunun için özel bir politika belirlenip ısrarla uygulanmalıdır. Zira mesele dönemsel değil stratejiktir. Kaba görünüşü pek doğru ve “karşı çıkılamaz” bu tez biraz incelendiğinde hiç de gerçeklere uygun ve muhataplarını ciddiye alan bir içerikte olmadığı görülmektedir. O, gerçekleri ters yüz ederek olguları-olayları bulunduğu yere göre tanımlayarak ilerlemeyi benimsemektedir.

Çoğunlukla meseleleri basitleştirmekte, muhatabını bunun üzerinden suçlu kılmakta ve sonra da ona amansızca saldırmaktadır. “İyi niyetini” sorgulamayı işimiz görmeyip şunu hatırlatmak isteriz: Hiçbir şey gerçekliğinden koparılıp değerlendirilemez ve de değiştirilemez. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız o şeyle gerçekten ilişkilenmeli, onu olduğu gibi kavramalısınız.

Yoksa “kirlenen kültür, örgütlerin tartışma adı altında birbirlerini karalama, iftira atma, abartı, ‘bitirme’, deşifrasyon” gibi yöntemler kaçınılmaz bir biçimde sizin araçlarınız olurlar. Unutmayın, insanlar doğuştan kötü değildir. Koşullar ve düşünüş biçimleri onları belirler…

Bu yazınızda daha baştan dikkat çekip “Eleştirilerimizin yöntemi, dili, tarzı ve üslubu Maoistlerin açık mücadele anlayışı ile hedeflerine uygun olmalıdır” (ags, sf. 6) dediğiniz halde aynı zaaflardan kendinizi kurtaramamışsınız! Aynı soruna “Tarihi Muhasebe” ve önceki “birlik mektubu”nda da rastlamıştık…

“Birlik” konusunda sonuçta kendi çapınızda haklısınız: Aynı örgütlenmelerde/yerlerde bulunan komünistlerin birliğini sağlamak stratejik bir görevdir.

 Eğer komünist kabul ettiğiniz parti, grup, birey var ise onlarla birleşmek birincildir. ST bu amacını açıkça ortaya koymuş ve bunun için çalışmaktadır.

Bizi ilgilendiren kısım da bundan sonra başlıyor:

ST nasıl bir çalışma yürütmektedir? Kavramlarından ithamlarına, eleştirilerine kadar izlediği yöntem bize sorunlu görünmektedir.

 

 

İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ…

 Bu bölüme ST’nin iki çizgi mücadelesi üzerine yazdıklarının kısa bir eleştirisiyle başlamak istiyoruz.

“Ayrılık noktaları” hakkında ST bir dizi konuya değinirken bu meseleye de özellikle yer vermiştir. Önceki bölümlerde “çizgi” kavramının “ikili” tanımına vurgu yapmıştık. Hem bir hizbin niteliğini belirtmek üzere kullanılan, hem de partinin karşıtların birliği olduğunu açıklayan kavram bağlamında “iki çizgi mücadelesi”ndeki “çizgi” tanımı.

Birinde “her görüş bir çizgi olarak görülemez” denilip “süreklilik” olmadığı ileri sürülebilecekken diğerinde “her görüş bir çizgiye tekabül eder” denilip “süreklilik” olduğu kabul edilir.

ST’nin bu “ikili” tanımı göz ardı edip eksik, dolayısıyla yanlış bir eleştiri yaptığını açıklamıştık. Eleştirisindeki kısmi doğruluğa (iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin kavranmadığı eleştirisinin doğruluğu) rağmen ST hem bunun geçmişteki bir zaaf olduğunu bilmelidir hem de bu yazısında ortaya koyduğu “iki çizgi mücadelesi” anlayışının önemli bir zaaf taşıdığını…

Çünkü anlayışları komünist partisini tasfiyeyi içeren bir mantık barındırmaktadır.

İki çizgi mücadelesi hakkında yazdıklarıyla ST bize bir ölçüde farklı bir tartışma alanı sunmuştur. O, iki çizgi mücadelesini tüm topluma, dünyadaki her fikir ve davranışa ilişkin bir kavram olarak kullandığında bizim kavrayışımızdan farklı bir yaklaşım da sergilemiş oluyor. Doğrusu böyle bir yaklaşım kaçınılmaz olarak bizimle birlik önerisini de “iki çizgi mücadelesi” olarak tartışacaktır.

Bundan daha doğal bir şey olamaz! ST diyor ki;

“İki çizgi mücadelesi ilerici veya gerici her hareketin yaşadığı doğru-yanlış mücadelesidir. Dünyada her fikir ve her davranış kendi zıddını (proletarya ya da burjuva çizgileri) içerisinde taşır.” (Sf. 9) Biz ise iki çizgi mücadelesini komünist partilerdeki bir mücadele, daha doğrusu tüm komünist bünyelerdeki bir mücadele olarak kavrıyoruz.

Çünkü komünist çizgiyi, proleter ideolojiyi kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak değil, ancak onun kavranmış ve sistemleştirilmiş hali olarak algılıyoruz. Bu algılayış her fikir ve davranışta burjuva ve proleter çizginin mücadelesi olduğunu kabul etmez. Herhangi bir fikrin veya davranışın nihayet haklı ve doğru olması; ona tekabül etmesi onu bir çizgi ilan etmemizde yeterli değildir. Bunun olabilmesi için bu fikir veya davranışın tekabül ettiği, nihayet denk düştüğü “çizgi”nin gelişme ve egemen hale gelme olanağı olmalıdır.

Aksi halde sözde bir mücadeleden, değiştirme gücü ve olanağı olmayacak bir “çizgi”nin varlığından bahsedilmiş olunur. Toplumda, komünist unsurların dışında proleter çizginin varlığından söz edemeyiz. Toplumda doğru yanlış arasındaki mücadele de bir çizgi mücadelesi olarak yaşanmaz. Eğer çizgi mücadelesi olarak yaşansaydı kendiliğinden devrim mümkün olurdu; kendiliğinden hareket komünist partiye evrilirdi; proleter ideoloji sınıfın trade unioncu, kendiliğindenci örgütlerinden çıkardı…

Oysa biliyoruz ki, proleter ideoloji, proletaryanın burjuvazi ile karşılaşması ya da bir arada olmasının kendiliğinden sonucu değildir. Proletaryanın kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendi için bir sınıf olarak var olmaya geçmesisaltsınıf mücadelesinden gelen deneyimi değil ilkeleri Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş kuramı da gerektirir. Marksist öğreti bilimsel olarak açıklanmış, tahlil edilip sentezlenmiş sınıf mücadelesidir.

 Proletarya ideolojisi ancak Marksist öğretiyi içerdiğinde tamamlanmış olur. Bu yüzden proleter ideoloji denildiğinde akla kendiliğinden/trade unioncu sendikalist mücadele değil Marksizm-Leninizm-Maoizm gelir/gelmelidir. Marksist tarih, toplumsal yapıları sınıf mücadelesi ve devrimciler bilimi proleter ideoloji öğelerdir. Bu nedenle Marksist kuramı içermeyen ideolojiyi burjuva ideolojisine alternatif görmek yanlıştır.

Proleter ideolojiyi diğer ideolojilerden nitelik olarak farklı kılan da onun bilimsel olmasıdır; bunu Marks’a borçlu olduğumuz bilinir. Kuşkusuz bunu Marks ancak proletaryanın varlığında başarabilirdi. Ne tek başına proletaryanın sınıf mücadelesinden bahsedebiliriz ne de bilimden; proleter ideolojisi dediğimizde ikisinin bileşiminden bahsederiz. Marks bilimsel olarak sınıflar mücadelesini açıklamak, kapitalizmi sentezlemek için muazzam bir çalışma ortaya koydu.

 Bunu proletaryanın ayaklanmasına hazırlıklı bir bilinç için zorunlu gördü. O yaşamı boyunca proletaryayı “çizgi”si ile birleştirmenin, bilimsel ideolojisi ile kaynaştırmanın çabasını vermiştir. Keza, Lenin’in KP anlayışı da tamamen bunun üzerinden şekillenmiştir. O proletaryaya sınıf bilincinin/proleter ideolojinin dışarıdan götürüleceğini ve bu nedenle sağlam,sürekliliği olan, sınıf disiplinine sahip, her üyesi profesyonel bir partiye ihtiyacı ısrarla savunmuş ve onu da yaratmıştır.

Tarihine baktığımızda hiçbir kendiliğinden proleter hareketin komünist partiyi yaratmadığını ve devrimlerin de kendiliğinden olmadığını görürüz… Neden böyle? Bunun nedeni proletaryanın varlık alanının her bakımdan burjuvazi tarafından belirleniyor oluşudur. Egemen ideoloji, sınıfın kendiliğinden bilincini (sıradan proleter bilinci) belirlemektedir. Ona karşıt olmakla beraber nihayet ona boyun eğmesinin nedeni de budur.

Proletaryanın MLM’ye ilgisinin nedeni kurtuluşu orada görmesidir ve elbette ondan da önce kendini onda görmesi ve burjuvaziyle mücadeleyi nihayet onda kavramasıdır. MLM başardığı sürece proletaryanın ideolojisi olacaktır. Toplumsal gerçeklikte “sınıf mücadelesi” yerine “iki çizgi mücadelesi”nden söz etmek, ideolojik mücadeleyi komünist parti dışındaki bir olgu olarak tanımlamak, çizgi ve ideoloji kavramlarının tartışılmasını gerektirir.

Bu tartışma kendiliğinden mücadelenin sınırlarını ister istemez gündeme getirir. Elbette sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği ve dolayısıyla komünist partinin misyonu da bu tartışmanın konusu olur… ST anladığımız kadarıyla bu konularda aykırı görüşler savunmuyor.

Ama o iki çizgi mücadelesinin tüm toplumda, dünyada, her fikir ve davranışta mevcut olduğunu iddia ederken üstelik bunun iki sınıfın, proletarya ve burjuvazinin ideolojik mücadelesi olduğunu savunurken, bu esaslardan uzaklaşmaktadır. “İki çizgi mücadelesi” proleter ideolojinin gerçekten var olabildiği, egemenlik sağlayabildiği komünist partilerinde geçerlidir. Ki burada kavram proleter ideolojisinin varlığına dikkat çekmekten çok, burjuva ideolojisinin varlığına dikkat çeker. Komünistleri “sürekli” olarak burjuva ideolojinin partiyi, bünyeyi ele geçirme çabasına karşı uyarır.

ST iki çizgi mücadelesini tüm fikir ve davranışlarda tanımladığında, proleter ideoloji ve komünist partisini komünist bilinç dışında tanımlamış olmaktadır. Biz buna itiraz ediyoruz. O, toplumdaki sınıf mücadelesini “iki çizgi mücadelesi” olarak tanımlayarak kavram karmaşasına neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda komünist partisi ve komünist bilincin toplum içindeki özgün durumunu, proleter ideolojiyi temsil yeteneğini ve devrime önderlik misyonunu kavramadığını da göstermiş oluyor.

Somutlaştırdığımızda, kavramlara dair şu tespitleri yapmak gerekir: Sınıf mücadelesi toplumsal yaşamın her alanında baştan sona daima hüküm sürer, bunun için bilimsel bilgi şart değildir. Oysa ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin bir alanı/düzeyi olarak toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşmez. İdeolojik mücadele için proletaryanın sınıf bilincinin geliştirilmiş, örgütlenmiş olması gerekmektedir. Marks’ın proletaryaya kazandırdığı bu olmuştur. Marks ve Engels’e kadar proletarya burjuva ideolojisinin sınırlarını aşamadı.

Proleter ideoloji yalnızca proletaryanın varlığı ile değil, aynı zamanda ekonomikpolitik, felsefe ve devrim bilimindeki nitel gelişmelerle ve nihayet sosyalizm bilincinin bunlarla birleşmesiyle (ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme) açıklanabilir. Bunların bütünleştiği, bir konsept oluşturduğu yer komünist bilinçtir; proleter ideoloji orada tamamlanır. İdeolojinin henüz proletaryanın ilk zamanlarındaki varlığı, onun “ideoloji” olarak tanımlanmasına, bu nedenle “iki çizgi mücadelesinin” bir öğesi olarak kavranmasına uygun değildir.

 Proletaryanın kendiliğinden bilinci burjuva bilinci aşamaz, onun için “dışarıdan taşınan” komünist bilinç ile donatılması gerekecektir. İki ya da çoklu çizgi mücadelesi her şeyin çelişki barındırması anlamında, elbette her yerde ve her şeyde vardır.Ancak her iki çizgi “proleter ideoloji ile burjuva ideoloji” olarak tanımlanamaz. Bu ancak proleter ideolojinin olduğu yerde, komünist unsurun bulunduğu bünyede mümkündür. Bununla beraber, kavramın özel karakter, anlam kazandığı yer de komünist oluşumlardır.

“Çelişki” kavramının veya “zıtların mücadelesi” kavramının yerine ikame edilen/olan bir kavramdan değil, bu kavramların komünist durumlardaki özel halinden bahsetmiş olmaktayız, iki çizgi mücadelesi derken. ST tüm bunları karıştırmaya uygun hale getirmektedir. O, bu haliyle, tanımadığı şeyleri birbirine benzeten, hatta aynılaştıran “yeni öğrenen”lere benzemektedir. Oysa Japonlar özü itibarıyla Çinlilere benzemez. İki çizgi mücadelesini, komünist bünyenin/oluşumun varlık koşulu olarak saptadıktan sonra da ST ile anlaşmazlığımız devam ediyor.

 

O, iki çizgi mücadelesini bir kez “bu biçimde” kavradıktan sonra “gereksiz ayrılıkların” olmayacağını ya da geçmişte henüz “bu biçimde” bir kavrayış olmadığı zamanlarda “birçok küçük grubun” ortaya çıktığını savunmaktadır: “Nitekim ’92 birlik ve ’94 ayrılığı ve sonrasında birçok küçük grubun her iki tarafta da ortaya çıkması bunun en açık örnekleridir” (Sf. 10)

 

İki çizgi mücadelesini kavramak ve komünist partiden ayrılmanın yanlışlığını savunmak hiç kuşku yok ki, “gereksiz ayrılık”ları engeller. Ne var ki, tartışma konusu olan zaten iki çizgi mücadelesini kavramamak, bu anlamda uygulayamamak ve ayrılma yanlışına yol açan siyasi yetmezliktir.

 

Yani burada tartıştığımız zaten “gereksiz ayrılık” ilan edenlerdir. ST “parti ile bütünleşememiş”, “ona rağmen var olan” ve “olumsuz tarzıyla varlığını sürdüremez hale gelmişlerin” ayrılmalarını partide iki çizginin kavranamaması olarak açıklarken esasen yanılgı içindedir.

Zira komünist partisi ayrılıkları olumlayan bir tutumdan çok, olumsuzlayan bir tutum içinde olmuştur. DABK ayrılığı, Komün ayrılığı, darbe hep olumsuzlanmıştır; parti anlayışını kavramadıkları için eleştirilmiştir. Bu ayrılıkların gerekliliği tamamen onları gerçekleştirenlerin tasarrufundaki bir olgudur.

 

Buradan hareketle “gereksiz ayrılık”lar nedeniyle ST’nin partiyi eleştirmesi ve iki çizgi mücadelesini benimsememiş olmakla itham etmesi, olana şaşı bakmaktır.

 Eğer ayrılığın “gereksiz” olduğu tespit ediliyorsa bundan nihayet ayrılanlar sorumludur.

 Bunu ters yüz etmek neden?

Bununla beraber iki çizgi mücadelesini partinin gelişim dinamiği olarak kavrayamamak, parti içinde ideolojik düzeyde sürekli var olan burjuva çizgiye karşı mücadelede zayıf kalmak, bu anlamda sürekli bir komünistleşme pratiği sergileyememek, üyelerin dönüşümünü, gelişimini büyük oranda sağlayamamak, politik seviyeyi geliştirememek ve ayrılığı tercih edenlerin de “zaaflı kalması”ndan dolayı eleştiriler esasen ve hatta neredeyse tamamen haklıdır. Bu, partideki komünist bilincin, proleter ideolojinin yetmezliğini, güçsüzlüğünü işaret eder. Bunlardan öğrenmesini bilmek gerekir. Bütün bunlar iki çizgi mücadelesinin kavranmamış olmasına tekabül eder. Çünkü iki çizgi mücadelesinin perspektifi “gereksiz ayrılık”ları engellemek değildir. -Bu siyasal suçu işleyenler parti ilkelerinden mahrumdurlar- Onun perspektifi, partinin ideolojik düzeyde proleter karakterinin burjuva karaktere karşı sürekli mücadele içinde sağlamlaşması ve politik seviyesinin aralıksız yükselmesidir.

ST iki çizgi mücadelesini “gereksiz ayrılık”ları engelleyici bir unsur olarak görürken kısmen haklıdır ancak esasen haksızdır. Haklı olduğu yan, “gereksiz” ayrılıkların, parti içinde eğitilmemiş, ideolojik olarak burjuva yanlarından yeterince arındırılamamış ve partiye bağlı hale gelememiş unsurların eseri olmasıdır.

 ST “gereksiz” ayrılıkların parti ilkelerinden mahrum oluşlarını esas almayarak, burjuva ideolojiye uygun olarak yaptıkları tercihlerden ve verdikleri zararlardan dolayı partiyi suçlarken haksızdır…

İKİNCİ ÇİZGİYE ŞİDDET…

 

Herkes bilmektedir ki, MKP ile TKP/ML aynı kökene sahip iki ayrı partidir.

 Önce ’86 yılında “DABK ve Konferans” adlarıyla anılmalarına sebep olan bir “ayrılık” yaşadılar.

 Sonra da ’92’de gerçekleşen “birlik”i sürdüremeyerek ’94 yılında iki ayrı partiye dönüştüler.

 Kısacası, iki parti ayrı zamanlarda kurulmuş partiler değildir; anlaşamayarak, birlikte olmayı “başaramayarak” iki partiye dönüşmüş, aynı kökten gelen partilerdir.

 ST “ayrılığın sürdürülmesi”ni eleştirip birlik çağrısını yaparken değindiğimiz bu süreci gerçekçi bir biçimde olduğu gibi kavramaktan uzak bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla kalmıyor; görüşlerimizi, yaklaşımlarımızı ciddi derecede bozuyor ve ardından “boğmaya” çalışıyor:

“TKP/ML ise parti içerisindeki her farklı görüşü farklı bir çizginin yansıması olarak görmemekte ve sadece sistemli hale gelenleri çizgi olarak tanımlamaktadır.

(…) TKP/ML, bir parti içerisinde sistemleşmemiş fikirlerin dışımızdaki sistemleşmiş çizgilerin yani sınıfların sistemli fikirlerinden yansıdığını görememekte ve sorunu kopuk ele almaktadır.” (Sf. 25)

Burada ST’nin ortaya koyduğu sorun geçmişteki bazı anlayışlara dönüktür. Bu anlayış uzun zamandır aşılmıştır. Bununla beraber, ST’nin eleştirisi gene de doğru değildir.

Parti içerisindeki her farklı görüş nihayet partideki iki çizgi mücadelesinin bir tezahürüdür. İki çizgi mücadelesi sınıf mücadelesinin ideolojik düzeyde parti içinde sürekli varlığını içeren/savunan bir kavramdır. Bunu reddetmemiz söz konusu değildir. ST’nin “tartışma konusu” yaptığı sorun kavramların henüz oturmadığı zamanlarda vardı.

 Onun eleştirdiği “çizgi” kavramı “iki çizgi mücadelesi”nden ayrıdır. Partide “farklı çizgiler” olamayacağı, her farklı görüşün bir çizgi olarak değerlendirilemeyeceği anlayışı ile her farklı görüşün “iki çizgi”den birinin yansıması olduğu anlayışı birbirini dışlamaz. Burada kavramlar farklıdır. ST dikkatli-özenli bir okumayla değindiğimiz ilk anlayış/kavram kullanımını ustalardan da görebilir. “Çizgi” kavramının iki farklı anlamda kullanıldığını görmek gerekir.

ST eğer iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin ortaya konmadığını, sistemli çizgi meselesinin “iki çizgi mücadelesi” ile karıştırıldığını vurgulasaydı haklı görülebilirdi. Ama o “her görüşün bir çizgi olmadığı” doğrusunu eleştirerek kavram karmaşasını sürdürmüş olmaktadır. Üstelik eleştiriyi yaparken “her görüşün bir çizgi olmadığı” anlayışını, “her görüşü farklı bir çizginin yansıması olarak görmemek” anlayışına çevirerek kendini haklı kılmanın “yanlış” bir yöntemini kullanmaktadır.

 İki çizgi mücadelesi uzun süre önce sapma, akım, hizip, çizgi hatta kanat kavramlarıyla ele alınarak tartışıldı. Partide sürekli bir ideolojik mücadele doğru ile yanlışın sürekli varlığı olarak ele alınmadı. Bu “çelişki yasası”nın parti olgusunda tanımlanamadığı, her şeyin karşıtların birliği olduğunu belirten temel önermenin kavranmadığını gösterir.

Oysa sapma, akım, çizgi gibi olgular iki çizgi mücadelesinin biçimleridir. Partide iki çizgi mücadelesi sapmalar, akımlar ve çizgiler biçiminde de gerçekleşir. Veya bunlar görünmediğinde de vardır. Her düşünce, düşünce biçimi, inceleme, tavır, davranış ve karar kendinde bu mücadeleyi taşır.

 Çünkü çelişkinin olmadığı hiçbir şey yoktur. Komünist Parti, proletarya ideolojisinin cisimleştiği yerdir ve onun karşıtı burjuva ideolojisidir. Proleter ideoloji ancak burjuva ideolojisi ile mücadele içinde vardır. Burjuva ideolojisine karşı mücadele yoksa proleter ideolojiden de söz edilemez…

 İki çizgi mücadelesi böyle bir içeriğe sahiptir. O nedenle süreklidir. Ve partideki olası örgütlenmelerden bağımsız olarak da vardır. ST bunun savunulmadığını iddia ederken süreçlerden bihaber gibi davranmaktadır. Üstelik birlik ve ayrılık konularındaki farkımızı, bu meseleye dayandırarak açıklamaya kalkması, gerçekleri tümüyle ters yüz etmesidir.

 Ayrılanlara, kopanlara “şiddet” uygulandığı, halktan kimselere “şiddet uygulandığı” iddiası da gene bu anlayışa koşut olarak ileri sürülmektedir. Daha önce de gündeme gelmiş, tarafımızdan açıklanmış, yanıtlanmış meselelerin bu derecede üstünkörü dile getirilmeye devam etmesi kabul edilemez.

 

 ST iki çizgi mücadelesini kavrayamadığımız, dolayısıyla uygulayamadığımız iddiasıyla “farklı görüşü” dışladığımız, yetinmeyip “kendini ifade edemez hale getirmek” amaçlı şiddete başvurduğumuz propagandasını yapmaktadır.

Yine ister istemez “samimiyet” sorunu ve “niyet” tartışması gündeme gelmektedir. Eğer ST bu konularda açıklamalarımıza, yanıtlarımıza değer vermemeye devam edecekse, inatla yanlışta, gerçek olmayanda ısrar edecekse neyi tartışacağımızı da açıklamalıdır.

“İlle de benim tanımladığım gibisin, olaylar da düşündüğüm, kavradığım gibi oldu, kendini savunma!” türünden absürd bir yaklaşımı neden gündemimize sokalım? “Yalancılığımızı”, “inkarcılığımızı”, “ne yaptığını bilmezliğimizi” kanıtlama gayretindeki ST’ni bu yolda yalnız bırakacağız ne yazık ki!

 Daha önce de vurguladık: Eleştirinin hakaretten niteliksel olarak farkı vardır, buna özen gösterilmelidir. ST’ne bu konuda bir uyarımız daha olacak: Aramızdan türlü sebeplerle ayrılanlarla kurulu ilişkiniz sizleri ilgilendirir. Ancak bu arkadaşların tutumlarına “ortak” olmanız ve saldırganlık pozuna girmeniz açık ki tasfiyeciliğin buluşmasından başka bir şey olmamaktadır.

Devrimci mücadelenin ve hatta “partiden ayrılmak yanlıştır” diyerek iki çizgi mücadelesinin olanakları hakkında “takdir edilebilir” bir yaklaşım göstermenize rağmen bu arkadaşların “tasfiyeci”, “çözücü” “bozguncu” ve “dağıtıcı” tutumlarına kucak açmanız “birlikçi” politikanızın değindiğimiz zaafına işaret etmektedir.

Bir taraftan “dört kriter” vurgusu yapıyorsunuz diğer taraftan “demokratik merkeziyetçi” olmayan, çoğunluk iradesini reddeden “çizgi” üzerinde durup gene sizin gibi davrananlara kucak açıyorsunuz.

Hem de “onlara rağmen”! Bu kötü yolda yalnız yürüyeceksiniz ya da -en azından- biz yanınızda olmayacağız! Aynı konudan devam edelim tartışmaya:

“Fakat TKP/ML son on yılı aşkın bir süredir geçmiş kültürümüzden hızla kopmakta ve saflarında ayrılık ilan edenlere karşı kaba ve sekter bir çizgi savunarak pratikte bunu şiddete kadar vardırmaktadır. (…)

Bunu ... polemik yazılarında açıktan açığa savunmaktadırlar. Aynı politikaları (…) GÖK-Yeniden İnşa-Devrimci Dönüşüm vb. kesimlere karşı politikasını şiddet uygulamalarına kadar vardırmış durumdadır.

 

(…) Örgütsel ayrılık ilan edenlere karşı ‘zor kullanmayı’politika haline getiren TKP/ML bu sekter politika tarzını değiştirmelidir. Parti içinde çelişkilerin çözümünde asla bu yönteme başvurulmaz”… (Sf. 25) Ve devam ediyor ST öğretmeye; iç sorunların çözümü hakkında yöntem sunmaya!

 Öncelikle “saflardan ayrılık ilan edenlere karşı” şiddeti “açıktan açığa” savunduğumuz iddiası daha önceki ithamın abartılı hali olarak daha da şaşırtıcı olmuştur.

 Bunun için alıntı verilseydi, “okurlardan” sonra belki bizi de ikna ederlerdi! Böyle bir savunu yok! Çünkü böyle bir olay yok! Kimse “saflardan ayrıldığı” için düşman kabul edilmez ya da ceza gerektirecek bir değerlendirmeye tabi tutulamaz.

Bunun bir tek örneği yoktur.

Cezalandırılanların suçu özellikle kendileri tarafından bilinmez değildir.

 Onların suçu, ayrılmak değil, partiyi çözmek, dağıtmak amacı içeren yalanları ve buna uygun davranışları olmuştur. Kendilerine iletilen tüm uyarılara rağmen bahsi geçen suçları işlemeye devam etmişlerdir.

Partinin, devrimin, halkın çıkarlarına yönelik suçlara karşı gerektiğinde şiddete başvurmayı “asla” diyerek reddetmek, değerlere yapılan saldırıları yanıtsız bırakma olur ki, bu da gerçek adalet anlayışında sakatlık-yetmezlik doğurur.

 TKP/ML’nin uyguladığı şiddet açıkladığımız bu anlayış çerçevesinde gerçekleşmiştir.

 Yukarıda alıntıladığımız cümleler bu anlayışımızla hiç alakası olmayıp yalan-yanlış ve de çarpıtmadan ibarettir. Bu tanımları yapmaya mecburuz. Çünkü ST’nin suçlaması bizim için çok ağır ve büyük bir haksızlık içermektedir!

Cezalandırmalar eleştirilmez değildir elbette. Ancak “saflardan ayrılma nedeniyle” iddiası üzerinde yapılan suçlamalar eleştiri değil, hakarettir! ST’nin suçlamalarındaki haksızlık ve tarafgirlik bununla kalmıyor, devam ediyor. “GÖK, Yeniden İnşa, Devrimci Dönüşüm vb. kesimlere” diyerek “partiden ayrılma yanlışı”na “grup” olarak düşenlerden bahsediyor ST.

Biz bunları değinilen adlarla anmıyoruz. Nitekim ilk ikisi bir “grup” olmayı sürdürememiştir. Burada  amacımız onları “küçümsemiş” olmak değil. Veya buna göre bir görüş oluşturmak da… Umurumuz da değil ne oldukları! Gerçek olandan bahsediyoruz sadece. Çok açık ki bu sonucun nedeni “şiddet”imiz değildir. Sonuncusunun da ne olduğu ve ne olacağı bugünden bellidir.

 Bir tür kaçış yöntemi olarak “ayrılık ilan etmeyi” benimsemiş olmaları geleceklerini belirlemiştir…

Şunu belirtmekte fayda görüyoruz:

Bugüne kadar ve bugünden sonra da devrime sunacakları hizmet, onların esasen “kaçmak” olarak tanımladığımız özelliklerine rağmen vardır. Bu olumsuzlukları onları düşmanlaştırmaz. Hatta devrimcilik için bizim tanımlamalarımıza da ihtiyaçları yok.

Ancak “saflardan kaçmak” adına kullandıkları saldırgan biçimleri affetmemiz mümkün değildir.

 Bunun gereği esas olarak şiddet değildir. Şiddete “sadece” zorunlu halde başvurmak ilkemizdir. Aynı cümledeki “vb. kesimlere” ifadesi de dikkat çekicidir. Bu neyi ifade etmektedir? Olanları sıraladıktan ve isimlerini de “aynen” belirttikten sonra, başka benzeri kesimler de varmış gibi neden bu “ilave”yi de yaptınız? Sıralamayı isimleriyle “aynen” sürdürmeye mürekkebiniz mi yetmedi?

 Yoksa olmadığı halde “varmış hissi” vermeyi mi amaçladınız?

Neden bu manipülasyon?

 Nedeni açık. ST bizi “ayrılık ilan edenlere şiddet uygulamayı ilke haline getirmiş” göstermeye ant içmiştir. Bu doğru olmayan ve gerçeklere de dayanmayan iddiasını ancak böyle “çirkin” yöntemlerle, kalemi “hor” kullanmaya dayalı yaklaşımlarla güçlendirmek istiyor. Bu yöntemi, üslubu kınıyoruz ve devrimci hareketin en alt seviyesi ilan ediyoruz!

Cümleleri takip ettiğimizde sadece kendi iddialarına dayanan akıl vermelerle karşılaşıyoruz. Hiçbir şekilde söz konusu olaylara dair açıklamalarımızın konu edilmediğini görüyoruz: “Bir yandan bunu yaparken öte yandan da Maoist Komünistlerle değişik sebeplerle ayrı düşen yoldaşları ise pragmatist temelde kullanma siyasetini hayata uygulamaktadır.” (Sf. 26)

 Gene gerçeklere dayanmayan bir iddia! Bildiğimiz kadarıyla tartışma konusu yapılan Sevda ve Rıza yoldaşlardır. Bu yararsız bir “tartışma” ve girmeyi genel olarak uygun görmüyoruz. Bu şehit yoldaşların özeleştirileri ve yoldaşlar ile yapılan görüşmelerin yazılı olarak bulunduğunu kendileri de bilmektedir. Ve “pragmatist temelde” ifadesi ile ilgili olmayan bir ilişkinin temeli atılmıştır, yoldaşlarla.

Bu konudaki herhangi bir aksi iddia “kara çalma”dan öte bir anlam içermeyecektir. Adı geçen bu yoldaşlar dışında, arkadaşların bu iddiasına neden olabilecek başka bir ilişkimiz de yoktur, olmamıştır.

Sonuç olarak, “saflara katılmak isteyenler” haklı bir neden olmadıkça engellenemezler. Bu tüm yapılar için geçerlidir. Bizim için de temel sorun “hukuki/örgütsel” bir engelin kalmamış olmasıdır…

Sonuçta bu gibi durumlar için oturmuş bir norm vardır ve bugüne kadar bunun dışına çıkılmamıştır.

..........................................................

BİRLİK KARŞITI DURUŞ…

 

ST “birlik karşıtı duruş”umuzu haklı göstermeye çalışırken, meseleyi salt birlik metnini sorgulamaya dönüştürdüğümüzü iddia ediyor. Duruşunu açıklamak yerine diğerini sorgulamak elbette eksik bir yaklaşımdır. Ama ne tuhaf ki yazının o bölümünden sonra, “samimi” bulmasa da ayrılığa tavrımızın, duruşumuzun esası olduğunu yine kendisi açıklıyor! Üstelik yazı bütününde kitlemizi ve hatta parti üyelerini bir avuç önderin pekala aldatabildiğini de ima ediyor…

Anlaşılan ST sorunun nerede olduğunu çözemiyor. Bir görüşünü reddeder içerikte bir başka görüş ileri sürüyor. Bunun nedeni arkadaşların gerçeklerle bağlantısızlığıdır… Şu cümlenin gerçeklikle bağı nedir?:

“TKP/ML günlük açıklamalarında birlik diye bir sorunlarının olmadığını iddia etmesine karşın, kitleler tarafından eleştirildiğinde kendi politikasını savunmak ve neden ayrı kalmamız gerektiğini kitlelere anlatmak yerine…” (Sf. 35) Arkadaşlar nerede yaşanıyor bunlar? Hangi “kitleler” eleştiriyor? Kuşkusuz öğrenmek isteyenler vardır ama “kitleler eleştirdiğinde” ifadesi bunu anlatmıyor.

Olmayan bir şeyi var gibi yazmak ve onun üzerinden eleştiri yapmak kendi görüşüne, duruşuna güvenmeyenlerin, kendinden emin olmayanların yöntemidir. Bu yöntemi polemik yazılarında esas hale getirmek, düşünce geliştirmeye, tartışmaya katkı sunmaz, bilakis onu engeller. ST, aynı yazı içinde başka bir yerde “birlik karşıtı duruşumuz”u haklı göstermeye çalıştığımızı iddia ettikten sonra şunu da yazıyor:

“TKP/ML, ’92 birliğini dayanaksız bir şekilde yapılmaması gereken bir birlik olarak gördüğü gibi ’94 ayrılığını da yapılması gereken bir ayrılık olarak savunmaktadır.” (sf. 35) Ve çok değil dört sayfa sonra da -ama unutacak kadar sonra!- “ ‘Biz ilkeli birlik istiyoruz’söylemiyle sanki Maoistler ilkesiz birlik istiyormuş izlenimi vererek birlik karşıtı duruşunu gizlemeye çalışmaktadır” diyebiliyor. (Sf. 39)

 ST’ne göre biz “birlik karşıtlığı”nı açıkça savunurken, “birlik karşıtı” duruşumuzu gizliyoruz!...

Ama yine biz bir yandan da birlik karşıtı duruşumuzu haklı göstermeye çalışırken, birlikçi görünmeye de çalışıyoruz! Yazdıklarınıza ne kadar inanıyorsunuz, bilemiyoruz, merak da etmiyoruz. Amaç, tutarsız, ne savunduğunu bilmez, kendisiyle tamamen çelişen bir TKP/ML imajı çizmekse diyecek söz kalmıyor! Sadece bu yolun sizi düze çıkarmayacağını belirtip, uyarmakla yetiniyoruz!

“FESHEDİN GELİN”…

Biz “ilkeli birlik istiyoruz” diye bir yaklaşım içinde değiliz. Gündemimizde birlik bulunmamaktadır ki, onun ilkeli olmasını isteyelim. Buna karşı ST’nin savunmakta olduğu birliğin sadece ilkeliliği değil aynı zamanda samimiyetine de inanmıyoruz. ST bizlerin “birlik karşıtı duruşu”nu eleştirirken ne tutarlı gözükmektedir ne de samimi.

Gene de ekleyelim:

“Tutarlı ve samimi olsalar” da birlik gündemimize girmez.

Çünkü ST başından beri partiyle yürümemiş, partili olmada dirayet gösterememiş bir çizginin temsilcisidir.

 Bunun değişmesi onun gerçek bir muhasebe yapmasını gerektirir.

 Bu da bize karşı bir tutarlılık, samimiyet değil kendine karşı bir tutarlılık ve samimiyet gerektiriyor. Ayrıca bunun için, bu süreci tamamlamak için yeterince malzeme vardır; olmayan şey doğru bir incelemedir.

ST “Tüm Maoistlerin temel görevlerinden birisi birlik adına ilkesizlikleri savunan sözde ilkeli birlik savunucularına karşı kitleleri bilinçlendirmek ve mücadele etmektir” (Sf. 39) diyor. Gene kitlelere yönelik yanlış bilinçlendirme içeren bir cümle… Bu apaçık bir manipülasyondur.

 Kuşkusuz, tanımlanan “savunuculara” karşı mücadele anlamlıdır ama öncelikle onların gerçekten “savunucu” oldukları bizatihi kendi kararları ve görüşlerinden hareketle ispatlama yoluna gidilmelidir… Onlar siz adlandırdığınızda öyle olmazlar. Eğer gerçekten “öyle oldukları”nı kanıtlarsanız mücadelede başarılı olmanız ihtimali olur.

Aksi halde kendinizi yorarsınız ve elbette okurlarınızı da !...

Aynı yöntemi “mükemmelliyetçilikten kurtulamamak” hakkında yazarken de kullanmış ST. Yazar hiçbir özeleştiri vermediğimizi iddia ediyor bu bölümde.

Onlarca yanlışa, ağır suçlara rağmen özeleştiri vermemek, dolayısıyla kendini hatasız görmek!...

ST yazarı kısa yoldan bu tanımı yapıyor. Anlaşılıyor ki yazar geçmişi incelememiş ya da objektif değerlendirememiş, kendini bunlardan soyutlamış; ama aynı zamanda pek muteber bir noktadan, seviyeden yorumlar, tanımlar yapmış. Meselemizin “kendini hatasız görmek ve özeleştiri vermemek” olduğu söyleniyor:

Daha önce özellikle ticaret ve “şiddet” olgularına değindik. ST bu konuda “hatasızız” söylemimize şunu da eklemektedir: “Söylenenler esas olarak şunlar olmaktadır: Bizlere darbe yapılınca biz de bunu yapmak zorunda kaldık, onlar şunu yapınca biz de bunu yapmak biçimindedir.” Devamında, geçmişte kendilerinin yaptığı gibi “bizim de bazı eksikliklerimiz oldu” biçiminde ifadeler kullandığımızı iddia ediyor, ST yazarı:

 “Ya da en fazla tüm eleştiriler karşısında ‘bizim de çok tali, çok küçük, çok etkisiz bazı grupçu eğilimlerimiz oldu’demekte ya da benzer başlıklara bir kelimelik vurgu yaparak sorunu diğer tarafa yüklemektedir.” (Sf. 40)

Hemen belirtelim:

 Biz bu süreçleri ST’nin oraya koyduğu gibi tartışmadık, tartışmıyoruz. Bu çok ilkel bir tarz:

 “Karşılıklı hatalarımızı ortaya koyalım ve onları mahkum edelim! Siz şunları yaptınız biz de bunları yaptık, yapmak zorunda kaldık. Ama siz başlattınız”! Biz böyle tartışmalardan, yaklaşımlardan haberdar değiliz.

ST bunun nerede olduğunu açıklamalıydı, ama bunu yapmıyor.

Çünkü bu bir kurgu, gerçek değil.

ST bizim ağzımızdan cümleler kuruyor ve kurduğu bu zavallılık örneği cümleleri küçümseyerek eleştiriyor. Bu bir stand-up’ta hoş karşılanabilir ama bir siyasi polemikte akılsızca duruyor!

Bahsi geçen süreci darbe ve darbe merkezli değerlendirdik ve bunda da haklıyız. Sizlerin şimdi “stratejik”, “birincil” dediğiniz görev yani birlik, o koşullarda darbenin saldırısı altındaydı.

Tüm zaaf ve eksikliklerine, yetmezliklerine rağmen darbeye karşı mücadele ve darbeye karşı tavır belirleyici tutumdu. ST’nin görmekten ısrarla kaçındığı budur. Yoksa kimsenin “mükemmel bir tavır alındı”, “ufak tefek eksiklikler oldu, ama iyiydik”, “karşılıklı hatalarda siz daha ilerdeydiniz”, “grupçu davrandık ama önemli değil” dediği yok. Bu çocukça bir tartışmadır ve sonuçsuz, aynı zamanda anlamsızdır.

Dediğimiz gibi böyle yaklaşımlardan haberdar bile değiliz. ST ayrıca “kendini fesh et gel” “çiğliği ve gayri ciddiliği”yle hareket ettiğimizi belirtiyor. Böyle “şaşırtıcı” iddialar okundukça yazı iyice cazibesini kaybediyor. Absürd durum olağanlaşıyor! Şimdi bunları reddettiğimizde ne olacağını merak ediyoruz?!

 “Kendinizi feshedin gelin” çağrısını “gizli” yapmakla suçlanacağız herhalde!!!

ST dergisinin 38 ve 39. sayfasında, 4. maddede “kendini feshetmenin” neden mümkün veya doğru olmayacağını anlatmış arkadaşlar. Bu bölüm bir tür “gölgesiyle konuşma” üslubu içeriyor bizim için.

Kimseden kendisini feshetmesini istemedik. Bu anlamsız bir istektir. Kaba ve meselenin özünü çözümlemeyi içermeyen, gereksiz tartışmalara yol açacak bir talep olur bu. Siyasi açıdan da içi boştur.

ST bu yorumu nelere dayandırmaktadır?

Asıl mesele bu! Tartışılan nedir?

Tartışılan “ayrılığın” zeminidir.

Dolayısıyla “partiden ayrılmanın yanlışlığını” tartışıyoruz.

 Bugüne kadar ST’nin sahip olduğu çizgi, bu “yanlışlığın” savunusu üzerine kuruludur.

 Şimdi DABK’ı mahkum etmeleri ve konu ettiğimiz yanlışlığı “karar altına almaları” bu gerçeği değiştirmiyor.

“Bir arada olunamaz” dediğimiz budur.

 Bu çizgiyi dışlamak, kendinden görmemek, hiçbir biçimde kabul etmemek neden “kendini feshet gel” demek olsun?

Biz ST’ne bulunduğu zeminle hesaplaşması gerektiğini söyledik.

Darbe ile bağını açık ve net olarak ortaya koymalıdır dedik. Darbeyi gizlemenin, olmamış göstermenin sorumluluğunu anlattık. Bunlardan yola çıkarak “kendini feshet gel” çağrısını yapmak bizim dışımızda bir olaydır. Çünkü “kendini feshedip gelmek” bir tür birleşmedir.

Bugüne kadar niyetimizin bu olduğunu içeren bir açıklama yapmadık. Çünkü “bulunduğu zemini” doğru kavramak veya kabul etmek bir süreçtir.

Bu süreç tamamlandığında yeni sürecin ne olacağı şimdiden tam veya esas olarak kestirilemez.

Üstelik bu, öncelikle öznenin kendisi tarafından yapılabilir. Bunu biz saptayamayız. Biz bugün bulunduğumuz zeminlerin temel farkından bahsediyoruz. Tartışmamız bununla sınırlıdır.

ST tüm ifadeleri, tanımları, “birlik” merkezli okumakta olduğundan “zemin sorgulamasını” “onu reddedin ve gelin” diye yorumlamaktadır. Oysa biz “sorgulayın ve gerçekliğinizi olduğu gibi kabul edin” demekle yetiniyoruz.

Kendiniz hakkında kararı, siz vereceksiniz. Bu sizin yolunuz. Onu belirlemek bizim işimiz olmaz. Durduğumuz yerin bilincindeyiz ve iradenize bu ölçüde bir saygısızlığı doğru bulmayız!

“Feshedin gelin” bir tür “birlik” anlayışıdır.

Bizim bu içerikte bir birlik anlayışımız olmadı. Buna rağmen güya bu “metni”miz üzerine yapılan yorumlar ST’nin kendini nasıl bir “savaş”ın içinde gördüğünü ortaya koyuyor. Meğer ne keskin kılıçları, uzun mızrakları, sert kalkanları varmış, “çiğ bir davranışımızda” hepsini görmüş olduk. Bizi en çok etkileyen son öldürücü hamle oldu.

Eğer böyle yanlış bir birlik kararı iradeler tarafından kabul edilirse, o durumda feshedilecek olanın TKP/ML olacağından eminlermiş! Bu tartışmaya (feshedin gelin eksenli) “ciddiyetsiz” diyor arkadaşlar. Evet aynen öyle. Son noktayı da bu hamleyle “tartışma”nın özüne uygun koymuşsunuz!

Bu içerikteki bir tartışmayı sürdürmeyi doğru bulmuyoruz. ST bu bölümün girişinde bir “konuşma”dan hareketle bunlardan söz ettiğini ima ediyor. İfadelerin de bu konuşmaya dayandığı izlenimi verilmektedir.

 

Açıkça belirtelim ki, nerede ve kiminle geçmiş olursa olsun bu yaklaşımı anlamlı ve çizgimiz dâhilinde görmüyoruz. Sonuç olarak, birliği mahkûm eden, baltalayan ve nihayet “terk” eden bir çizginin/ pratiğin ürünü olarak tanımladığımız için kendilerine önerimiz varlıklarını bu şekilde tanımlamalarıdır. Fesih talebimiz yok.

 Çünkü kendileriyle birlik amacı gütmüyoruz.

devamı..


25 Nisan 2023 Salı

POLİTİK-GÜNDEM | “Yepyeni Bir Hayat Gelir Bizde ve Her Yerde”, 1 MAYIS’TA ALANLARA!

 

POLİTİK-GÜNDEM | “Yepyeni Bir Hayat Gelir Bizde ve Her Yerde”, 1 MAYIS’TA ALANLARA!


Nitekim faşist TC faşizmi tarafından katledilişinin 50. yıldönümü içinde olduğumuz komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın bu tarihi tecrübeden hareketle şu çok önemli ve günümüz hakim sınıf klikleri mücadelesine de ışık tutan değerlendirmesini bir kez daha ifade etmekte yarar vardır:

 

“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. 

Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. 

Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”

https://ozgurgelecek46.net/politik-gundem-yepyeni-bir-hayat-gelir-bizde-ve-her-yerde-1-mayista-alanlara/


19 Nisan 2023 Çarşamba

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK-1

 „Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.“

 Burjuva Parlementosundan Yararlanılır Mı?

  Her ne kadar burjuva parlementosundan yararlanmayı, kendine „ML“ diyen örgütlerden hemen hemen hiç biri „ilke“ olarak reddetmese de, ama varoldukları günden beri, „boykot“ adı altında seçimlere katılmayı reddenlerin sayısı eskiye oranla çok az olsa da yine de var.

 Anarşistleri ise saymıyoruz. 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan açısından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Seçimlere katılmayı reddetme anlayışı önemli ölçüde yıkılmıştır. Ama tersi bir anlayış; burjuva parlamenter sistemine bel bağlama anlayışı öne çıkmıştır. 

Yani burjuva parlamenterizm eğilimi ağır basmaktadır. Proleter anlayışların egemen olmadığı yerde, küçük burjuva oportünizmi ya sağ oportünizme ya sol oportünizme kayar.

http://yusuf-kose.blogspot.com

1Halil Gündoğan yoldaşın; “2023 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE İLİŞKİN BOYKOT TAVRI NEDEN DOĞRU DEĞİLDİR” makalesindeki görüşlere katılıyorunm ve okunması gerken bir yazı.

 

 

15 Nisan 2023 Cumartesi

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

“Kim övmez Klopstock’u?

Ama herkes onu okur mu? – Hayır.

Biz daha az övülmek

Ama daha çok okunmak isterdik!”

 Marks’ın önünde yerlere kadar eğilip onu göklere çıkartan ama öğretilerinin temel içeriğini gözden kaçıranlara bir makalesinde Lenin yukarıdaki sözlerle seslenmiştir. Gerçekten de Marksizm’in dogma haline getirilmesiyle Engels’ten Lenin’e, Mao’ya tüm ustalar sürekli uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” sözü Marksizm’in gerçeklerden soyutlanmış, değişmeyen/gelişmeyen bir inanç kümesi olarak ele alınmasına itiraz edenlerin şiarı olmuştur. Marksizm, hep mücadele içinde gelişmiştir.

 

Mücadelenin ana konularından biri olan dogmatizmin, aynı zamanda Ortaçağ’ın skolastik felsefesinin temel özelliklerinden biri olduğu bilinir. Biz de bundan hareketle Ortaçağ’da dogmatizmi, Avrupa’da bunun aşılmasının örneklerini, ustaların ele alışlarını ve son olarak devrimci hareketteki somut örneklerini incelemeye çalışacağız. Fakat önce dogma ve dogmatizmi tanımlamak doğru olacaktır.

 

Dogma “belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesi” olarak tanımlanmaktadır. Dogmada temel olan inançtır! İnanmak, bilgiden önce gelir!

 

Dogmatik ise “bir fikir veya inancı hiç sorgulamadan ve üzerinde ciddi bir irdeleme yürütmeden kabul eden insanlar” için kullanılan bir kavramdır.

 

Dogmatik insanlar, kendi inanç ve düşünceleri karşısında öne sürülen fikirleri hiç araştırma yapmadan reddederler. Yani dogmatikler belli bir fikri kabul ettikten sonra onun doğruluğuna ilişkin şüphe duymazlar. Değişen zamanı, koşulları, inançları bir dönem doğru olsa bile geçmişte kalmış olabileceğini dikkate almazlar. Mao’nun “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözünü düşündüğümüzde, dogmatizmi çok yönlü olarak çözümleme ve somut durumda ortaya çıkan hallerinin teşhiri çok daha fazla önem kazanır.

 “İnanmak, bilmekten önce gelir”

 Ortaçağ’da felsefeden siyasete, hukuka, doğa bilimlerine kadar bütün bilimler, teolojinin (tanrı biliminin) bir alt bölümü haline gelmiştir. Avrupa’da kilisenin hakimiyeti tartışılmaz durumdaydı. Bu dönemde skolastik felsefecilerin yazdığı ve bütün bilgilerin toplandığı Summa isimli kitapların dışına çıkılması yasaktı. Yazılacak, konuşulacak herşey, bütün akıl yürütmeler kilisenin onayladığı Summa’daki fikirleri desteklemek ve haklı çıkarmak için yapılırdı. Bir ön kabulle, buradaki bilgiler doğru sayılır ve tüm mantık çıkarımları bu doğruluğu kanıtlamak için kullanılırdı. Ortaçağ’a hakim olan hem patristik hem de skolastik felsefe bilgi kuramında şu iki ilkeyi temele koymaktadır:

 

1- “Akıl almadığı için inanıyorum.” Yani saçma da, akıl dışı da olsa, hakikate giden tek yol inanmaktır. İnanınca, bir anlamı olduğu ortaya çıkacaktır.

 

2- “İnanmak, bilmekten önce gelmektedir.” Birşeye inanmadığında onu bilebilmen mümkün değildir.

 

Ortaçağ’da bilgi, Tanrı’nın varlığını bilmek için kullanılan, bunu ispat etmeyi tek gerekçe sayan bir duruma bürünmüştür. Bu süreçte tek amaç, yeni bilgi elde etmek değil, var olan din bilgisini hiç şüphe duymadan akılla açıklamak ve temellendirmektir.

 

Teolojinin dünya üzerinde binlerce yıl süren egemenliğinin Avrupa’da sarsılmaya başladığı rönesans-reform dönemlerini incelemek bize yeni bilgilerin, teorinin kapısının açılmasının çok büyük bedeller ödenmesi gerektiğini göstermektedir. Bilimsel çalışmaları kendi egemenliği altına alan ve onun dışına çıkılamayan, bir ön kabul olarak her varsayımın başında tutulmak zorunda olunan din/Tanrı olgusunu aşmak imkansız gibi birşeydi.

Kutsallar, hiçbir şekilde sorgulanamazdı. Sorgulayanlar, enginizasyon mahkemelerince çok çeşitli işkenceler sonucu öldürülüyorlardı. Fakat egemenlerin bu yasaklamalarına, baskılarına karşın çalışmalarını bir ön kabul olmadan veya o zamana kadar mevcut olan ön kabulleri reddederek çalışma yapanlar oluyordu. Bizler burada sadece Kopernik ve Descartes’e kısaca bakacağız.

 

Kopernik’e (1473-1543) kadar astronomide hakim olan fikir dünyanın evrenin merkezi olduğu ve güneş de dahil tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafında döndüğüydü. Kilise, bu fikri savunuyordu. Bu savunu gerçeğe uymadığı için tüm çalışmalarda sorun çıkartmaktaysa da farklı bir araştırma sürecine girmek imkansız gibiydi.

Kopernik, kilisenin onayını alan dünya merkezli sistemi reddeden, güneşin gezegen sisteminin merkezinde yer aldığı bir sistem geliştirmişti. Güneş ve dünyanın sistemdeki bu yer değiştirmesi, tarihe Kopernik devrimi olarak geçmiştir. Bu durum aynı zamanda bize, zamanı gelen düşüncenin önünde hiçbir gücün duramayacağını da göstermiştir. Güneş merkezli sistem yüzyıllar önce Aristarkos tarafından önerilmişse de yaygınlaşamamış ve unutulup gitmişti. Kopernik, kiliseye ve egemen olan Aristo’nun geleneğine kafa tutmuştu.

Hem kendisi hem de teorisi, yoğun baskı altında kaldıysa da yeni sistem zamanın entellektüel ortamında büyük bir etki yarattı. Bu gelişmenin felsefede önemli etkileri oldu. Dünyanın ve insanın merkeze konulduğu incelemeler artık büyük bir dönüşüm geçirmek zorundaydı. Tanrı artık yeryüzünden gökyüzüne çekiliyordu. Teolojinin daha genel dogmasına göre alt ve ikincil düzeyde sayılan bilimsel bilgi/araştırma bu devrimle öne geçmeye başlamıştır. Elbette ki bu, o dönemin sınıf mücadelesinin bir yansımasıydı aynı zamanda.

Gittikçe güçlenen burjuvazinin, hakim sınıflar olan feodallere ve din adamlarına karşı savaşımda bilimsel gelişmeleri desteklemeleri büyük önem taşıyordu. Fakat bilimsel gerçeklerin kabul ettirilmesi yine de kolay olmamıştır, Kopernik devriminden 100 yıl sonra bile Galileo “dünya dönüyor” dediği için engizisyonda yargılanmıştır.

 Bilim insanı olan Bruno, 1600’de sapkın olduğu iddiasıyla odunlar üzerinde yakılmıştır. Doğanın şifalı otlarını kullanan kadınlar, cadı olarak öldürülmüştür. Ama artık skolastik felsefeyi ortaya çıkaran koşullar büyük ölçüde değişmiş, teolojik düşünce önemli bir darbe yemiştir. Bilgi, kanıtlar sunmak, gerçekle uyum salt inancın önüne geçmeye başlamıştır. Bilginin modernist kavranışı her halükarda önemli bir ilerleme olmuştur.

 

Kopernik devrimi sonrasında Descartes’in attığı adımlar da önemlidir. Dogmatizmin panzehiri olan “şüphe duyma”yı meşrulaştırmıştır. Descartes, çoğunluğun-otoritenin inandığı fikirlerin askıya alınıp en kutsal kitapların dahi sonlanabileceğini ortaya koymuştur. Descartes, “dogmatizmden, otoritenin etkisinden, yanlı bakış açılarından, eski alışkanlıklardan, irdelenmeden benimsenen fikirlerden etkilenmeyen bir sorgulama hedefi” yaşamıştır. (Epistomoloji, Doç. Dr. Murat Baç, s. 31)

 

Descartes’i araştırmaya sürükleyen şey “inandığı” önermeler arasında pek çok yanlışın oldugunu görmesiydi. Bunun üzerine Ortaçağ’ın tüm düşüncelerinin temelinde olan Tanrı’nın varlığına dair hiçbir bilgisi yokmuş gibi hareket etmeyi temel almış, böylece doğanın çelişkilerine yoğunlaşabilmişti.

 

Özü dogmatiklik olan skolastik felsefeye karşı yaklaşık 500 yıl önce o dönemin feodal sınıflarına karşı çıkan burjuva aydınları köklü teoriler öne sürmüştür. Fakat çeşitli toplum teorilerinde sosyalistler dahil sürekli uğraşılmak zorunda kalınmıştır.

 

Dogmalar en az bilgiye sahip olunan dönemlerde toplumsal sorgulamaların önünü kesmek, iktidarlarını korkuya dayanan inançlarla güvencelemek gibi sayılabilecek birçok nedenden dolayı egemenler tarafından hep savunulmuş, hukuksal ve askeri önlemler de dahil olmak üzere yürürlükte kalması sağlanmaya çalışılmıştır. Şüphe duyanlar, sorgulayanlar yerine “inananlar” olması istemiştir.

 

Bilgiye ulaşmak her daim zor olmuştur. Bilgi peşinde olanlar gözlerini görünenin ötesine dikmek zorundadırlar. Bunun için zahmetli araştırmalara ve toplumsal pratik içerisine girmeleri ve de teorik uğraşın bir parçası olarak soyutlama yapıp, kavramlaştırmayı bilmeleri gereklidir. Elde edilen bilgilerin sınanabileceği tek yer pratiktir.

Devam edecek

 

 

                                Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -2-

             https://ozgurgelecek46.net/dogmatizmin-koekenleri-ve-guenuemuezde-tezahuerleri-2/

 


Marksizm’i cansızlaştırmak

İnsan bilgisinin doğruluğu pratikle sınandığında kanıtlanmış olur. Pratik-teori-pratik… şeklinde devam eden zincir bilgi teorisini anlatır.

 

“Aslında insan bilgisinin doğruluğu, ancak, önceden beklenilen sonuçlara toplumsal pratik süreci (maddi üretim, sınıf mücadelesi ya da bilimsel deney) içinde varıldığı zaman kanıtlanmış olur. Bir kimse çalışmasında başarılı olmak, yani öncesinde kafasında tasarladığı sonuçları elde etmek istiyorsa, kafasındaki fikirleri nesnel dış dünyanın yasalarına uygun kılmalıdır. 

Eğer kafasındaki fikirler nesnel dış dünyanın yasalarına uygun düşmezse, pratikte başarısızlığa uğrar.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, c. 1, s. 398)

 

Bir bilginin katılaşıp dogma haline gelmemesinin yolu, onu pratikte sınamak ve çıkan sonuçları dikkate almaktır. Devrimcilerin varoluş sebebi, kitlelere iktidarı yıkmaları yönünde öncülük yapmaksa zaten esas itibariyle işlerinin “pratik” olduğunu söyleyebiliriz. Yani ürettikleri fikirlerin, planların, programların sınanmasını her an, her dönem gerçekleştirebilme imkanına sahiptirler. 

Dolayısıyla da akan zamana ve değişen sosyal ve toplumsal koşullara hızlıca uyum sağlamaları beklenir. Fakat bunun tersi pek çok olay vardır. Oluşturulan fikirler, inançlar pratiğin sınavından geçemezse bile savunulmaya devam edebilmektedir. 

Bu durumda çoğu zaman yanlış bir biçimde “ideolojik sağlamlık” olarak savunulabilmektedir. Sahip olunan inanç, fikirler kümesi yaşama dayatılmaya devam edilebilmektedir. Başarısız sonuçlar ise koşullara, uygulayıcıların kavrayışlarına bağlanabilmekte, sorgulama bir türlü değişen koşullara uygun teori, fikir vs üretilebilmesine gelmemektedir!

 

“Toplumu değiştirmenin pratiğinde, insanların ilk baştaki fikirleri, teorileri, planları ya da programlarının hiç değişmeden gerçekleştiği pek enderdir. Böyle bir durumda fikirler, teoriler ya da programlar genellikle kısmen, bazen de tamamen değişirler. Çünkü pratiğin akışı içinde önceden düşünülmemiş koşullarla karşılaşılır.

 Eğer devrimcilerin bilgisi de değişen duruma uygun bir hızla değişmezse, o devrimciler devrimi zafere götüremezler.” (age, s. 409-410)

 

Somut koşulların somut tahlilini yapamama, “fikirleri, teorileri ya da programları” değişen duruma göre yenileyememe, devrimin zaferini bile etkileyebilecek bir etken olmasına rağmen üzerinde durmama, görüldüğü yer ve zamanlarda itiraz geliştirmeme, buna çeşitli nedenlerle sessiz kalma devrimciler için kabul edilemez olmalıdır.

 

Lenin, Marksizm’in canlı yanına defalarca kez dikkat çekmiştir. Yazının başında alıntıladığımız şiirde olduğu gibi, daha çok övgü yerine daha çok okuma, daha çok araştırma ve pratikte sınama istemiştir. Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almayıp dogmatikleştirirsek, Lenin’e göre “onu tek yanlılaştırır, tahrif eder, cansızlaştırır, yaşayan ruhunu ondan ayırır, onun en önemli teorik temellerini -diyalektiği, çok yönlü ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim teorisini- baltalar, tarihin her yeni dönemecinde Pratik görevleriyle bağı sarsarız.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 11, s. 68)

 

Lenin, Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almasaydı, emperyalizm teorisini geliştiremezdi. Marks, serbest rekabetçi dönemde yaşamış, Kapital’i bu dönemde yazmış, çeşitli politika örneklerini bu dönemde vermişti. Lenin, Marks dönemindeki eski “gelişen kapitalizm”e artık “can çekişen kapitalizm” demiş, emperyalizmin devrimi nasıl kaçınılmaz hale getirdiğini açıklamıştır. Bunu göremeseydi, “gelişen kapitalizm”in tahlillerini sürdürseydi “Leninizm, emperyalist dönemin Marksizm’i” olamazdı.

 

Lenin aynı makalesinde “sınıflar arasındaki temel ilişki değişmedikçe tarihin dönemeçlerinde değişmeyecek olan genel ve temel görevlerden” bahseder ve Rusya’nın ekonomik evrim doğrultusunun son 6 yılda değişmediğini vurgular. Fakat bu temel üzerindeki “somut sosyal ve politik durumun değişmesi gibi, acil ve dolaysız eylemin görevleri bu süre içinde çok çarpıcı değişmiştir.”

 

İşte bu değişim karşısında politika uygulayıp, dolaysız görevleri yerine getirebilmek, Marksizm’in eylem kılavuzu olarak ele alınmasıyla mümkün olacaktır. İşte tüm bunları göremeyen dogmatiklere karşı Lenin, Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, eylem kılavuzudur” sözünü tekrar hatırlatır. 

Çünkü kendisi Marksizm’i çarpıtmakla, anlamamakla ve hatta dönem dönem anarşizmle, hizipçilikle suçlanmıştır.

 

Aynı sorunları Mao da yaşamış ve Rus devriminin tüm özgünlükleri sanki Çin’de varmış gibi ele alan dogmalarla sürekli uğraşmak zorunda kalmıştır. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının farklılığı, iktidarın parçalanmışlılığı, sınıfların pratikteki durumu göz ardı ediliyordu.

 Bu nedenle Mao sürekli olarak “önemli ya da belirleyici olan, genel ya da soyut düşüncelere göre değil, somut koşullara göre belirlenmelidir” sözünü çeşitli biçimlerde tekrarlıyordu. (age, s. 264) 

Mao’nun savaş boyunca izlediği taktiklerin ve savaş ağaları ile komprador burjuvaziyle dahi yapılan ittifakların değişkenliği bunun pratikte yansıması olmuştur. Teorinin, değişen koşullara uymaması durumunda bunu değiştirebilme gücü ve iradesinin olmasının komünistlik olduğunu, sınıf mücadelesini büyütme anlamına geldiğini biliyordu. 

“Değişik dağlarda değişik türküler söyle”, “hava değişince giysileri değiştirmek gerekir” gibi pratiği önceleyen çok sayıda uyarı Mao’da mevcuttur.

 

Dogmatizmde temel mesele her zaman için öznel ile nesnel olan arasındaki kopukluktur. Yani partinin, kişinin vs. bir fikri, programı vardır. Ama bunun yaşamın, mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamaması önemli değildir. Bazen eleştiriler yoğunlaşınca, itirazlar yükselince, birçok sorun ayyuka çıkınca günü kurtarmak için kuramda, düşüncede belli değişiklikler yapılıyormuş gibi görülür, küçük yamalar yapılır. Ama aslında bir şey değiştirilmemiş olur. İlk fırsatta da her şey eski haline döner.

 

Dogmatizmin somut tezahürleri

 Dogmatizme dair çok sayıda uyarı, örnek vs olmasına rağmen Türkiye devrimci hareketinde de çok ciddi etkileri olmaya devam etmektedir. Dogmatizme dair gazetemiz Özgür Gelecek’in 110 ve 111. sayılarında yazı çıkması ve buna tekrar değinme gereği duymamız tamamen bu ihtiyaçla ilgilidir. 

Dogmatizmin tezahür ettiği sayısız konu ve örnek vardır. Bunlardan en belirgini Kürt ulusal sorununa dair olandır. Kürt ulusal sorununda son 40 yılda çok sayıda gelişme yaşanmış, sosyal ve politik durumlarda değişimler görülmüştür. 

Bu değişimler dikkate alınmadan, “acil ve dolaysız eylemin görevleri”ni doğru belirleyebilmek imkansızdır. Bu somut değişimlerin karşılığını ustalardan veya devrimci önderlerde aramak boşuna bir çabadır. Bu çaba ortaçağ skolastiğini anımsatır sadece, olan bir fikrin her zaman ve her koşula uygun olduğunu savunmak…

 

Ortak düşmana karşı ezilenlerin yanında yer almak, birlikte savaşmak becerisini gösterebilmek burada temel mesele olmaktadır. Savaşın biçimi ittifaklar bugünün gerçeğinde aranır. Geçmişin sözlerinde değil. Bu Marksizm’in yaşayan canlı ruhudur. Bunun dışındaki her ele alış Marksizm’i kurutmakta, öldürmekte v çaresizliğe mahkum etmektedir.

 

Dogmatizme diğer bir örnek de seçim, referandum gibi somut politik durumlara yaklaşımdır. Sistemin araçlarının kullanımının reddi, devrimci araç ve yöntemlerle olduğu ve ezilenlerle buluşmayı sağladığı müddetçe hiçbir komünist önder tarafından reddedilmemiştir. Bu koşullara, güç dengelerine bağlanmıştır.

Lenin, saldırıların en azgın olduğu gericilik yıllarında çok sayıda koşulu değerlendirerek Duma’ya katılım kararı almıştır. Bütün bu durumların soyut fikirlerle çözülmesi ve sınıf mücadelesine yanıt olunması mümkün değildir. İşte bu nedenle dogmatiklikten kurtulmanın uğraş gerektirdiğini ve bedelini ağır olacağını bilerek bu anlayışa karşı mücadele vereceğiz. Çünkü biliyoruz, ki, tarih yenilenmeyenleri affetmeyecektir. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamak için olan tüm prangaları atmanın zamanıdır.

Bitti

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)