Örgütsel birliğin
gündeme geldiği yerde tartışma konusu olması kaçınılmaz konulardan biri de bu
olsa gerek… Öncelikle kimseyle ilkeli ya da ilkesiz bir birlik tartışması
içinde olmadığımızı belirtelim.
Olası bir birliği de kendi şartlarında tartışırız.
Kuşkusuz ideolojik
birliği, politik çizgide hem fikirliği, program ortaklığını ve halk savaşında
ısrarı birliğin temeli kabul ederiz.
Bunun sonrasında olacak şey, parti ilkelerinde, temel tüzük
ilkelerinde gönüllü ve samimi beraberliktir.
Zira ilk dört unsuru hayata geçirmenin yegâne koşulu parti
ilkelerinde yakalanacak üst düzey birlikteliktir.
Güçlü, çelik disipline sahip,
demokratik merkeziyetçiliği tam olarak benimsemiş bir yoldaşlık ilişkisi
olmadıkça ilerlemek mümkün değildir.
Kuşku yok ki, bu aynı
zamanda bir süreç sorunudur.
Yani bu hedefe, bu ilkelere sahip olduktan sonra her şey
tamamlanmış olmayacaktır.
Sorunlar, kopuşlar,
tasfiyeler, gerilemeler olabilecektir.
Ancak her şey,
nihayet bu ilkelerin benimsenmesine dönük ele alınacak ve çözümlenecektir.
Bu ilkelerde beraberlik olduğu sürece hatalar kavranabilir
ve aşılabilir. Meseleye bakışımız öz itibariyle ve kısaca böyledir.
Şimdiye kadar
anlattığımız, “esas” yönleriyle uygun/doğru görmediğimiz ST’nin “birlik”
çağrısı, parti anlayışını ve bunun özgülünde tarihsel yapısını/karakterini
analiz etmeyi içermediği ya da başara madığı için “ilkesiz”dir.
Bu öneriye “evet” dememiz mümkün değildir.
Buna evet demek, “partiye darbe suçu”na ortak olmak
demektir.
Bu başlı başına bir ilkesizliktir.
ST “ilkeli birlik” isteğinde olduğumuzu belirtirken yanılgı
içindedir. Onun çözümlemesi gereken, bizim söz konusu sürece dair
değerlendirmemizin önerisiyle ilişkisidir.
İlkesizlik, bu ilişki
çözümlenmedikçe devam eder.
Çözümlendiğinde ise ya birlik gündemlerinden kalkacaktır ya
da ST’nin bakış açısı “önemli derecede” değişecektir.
Tekrarlayacak
olursak:
Bizim “ilkeli birlik
istiyoruz” biçiminde bir söylemiz yok.
Bu söylemin gerçek
kaynağı hakkında bilgi sahibi değiliz. ST “bu söylem”lerinin kaynağından söz
etmiyor. Ama aynı bölümdeki şu ifade düşündürücüdür: “… nasıl bir ilkeli birlik
sorularını açıklamak yerine ‘siz darbecisiniz biz komünist; siz tasfiyecisiniz biz
komünist’söylemleriyle kendisi için hayati olan bir sorunu çözmekten uzak
durmayı tercih etmektedir.” (Sf. 39)
Bu cümlelerde “ilkeli birlik” söyleminin ST’ndeki öneriye
yanıt olarak oluşmadığı düşüncesi var.
Zira “birleşemeyecek
iki grup”tan bahsediliyor: Darbeciler ve komünistler!
Bunlar arasında “ilkeli birlik” mümkün müdür? Hayır,
değildir! O halde ST neden bu söylemi tartışma ihtiyacı duyuyor? Onun
derdi/sorunu “darbeci-tasfiyeci” olmadığını, bu iddia sahiplerinin yanlış
değerlendirme yaptıklarını ispatlamak olmalıdır…
Çünkü söylemin
kaynağı budur. Tasfiyecilikle, darbeyle birlik olamayacağını, olacak birliğin
ise ilkeli olamayacağını herkes bilir.
ST “ilkeli birlik” nasıl olur açıklayın diyor.
Bunun cevabı bilinmez
değildir ki, bakın siz bile “kriterleri” dizmişsiniz! Üstelik partinin bir
varlık zemini zaten vardır. Bu zemin ile uyumlu olanlarla birleşmek, uyumsuz
olanlarla mücadele etmek gerekir.
O zemine ihanet edenlerle ise
mesafeli olmak gerekir!
AYRILIKÇILIK…
ST’nin manipülasyon yaptığı önemli konulardan biri de ve
elbette şimdiye kadarki iddialarıyla uyumlu olarak, “ayrılığı meşrulaştıracak
çok tali” konuları öne çıkartmamız ve -birliklere düşmanca yaklaşmamızı öne
çıkarmak üzere- “ayrılıklar” hakkındaki düşüncelerimizdir.
“TKP/ML’nin 94 ve
sonrası ayrılıkların hepsini incelediğimizde
(inceleme dedikleri kulaktan dolmalardır -Partizan)
göreceğiz ki yoldaşlarımız ayrılıkları temel ilkeler
üzerinden değil, herhangi bir sebeple yapabileceğini savunmaktalar, “çünkü
‘darbeciler’ dışındaki üç beş defa daha bölünmesinin ya da bölünme niteliğinde
insan yitirmesinin nedenleri de yine darbeci, bölücü, yıkıcı, tasfiyeci, parti
düşmanı biçiminde ortaya koymaktadır.” (Sf. 37)
ST sapla samanı karıştırmayı, olguyu bilmeden, incelemeden
karar vermeyi, işine geldiği gibi anlamayı seçerek ipe sapa gelmez eleştiriler,
tespitler yapmaktadır. TKP/ML’nin ST’nin formüle ettiği gibi bir savunusu
nerede gerçekleşmiştir?
Hiçbir yerde!
Düşler içinde misiniz? Yoksa birilerini düşlere gark etmeye
mi niyetlisiniz? Ortaya atılan “ayrılık savunuculuğu”, “herhangi bir kararın
uygulanmamasının ayrılık için yeterli olduğu” fikirleri arkadaşların yorumudur.
Kulaktan dolma
“incelemeler”i onları bu fikre ulaştırmış. Bizler hakkındaki “fikir”lerinin pek
olumlu olmadığını hep biliyorduk. Hakkımızda pek çok yere “aktarılan
bilgilerin” niteliği artık bizleri şaşırtmıyor.
Parti üyelikleri düşürüldükten sonra kimi “sıkıntı”larını
paylaşanların durumu hakkında kardeş partilere verilen bilgilerdeki abartılar,
doğru olmayan bilgiler bizleri bu tutuma karşı epey hazırlıklı kılmış durumda.
Şimdiye kadar önemsemedik. Bundan sonra da önemsemeyeceğiz
bu kuru gürültüyü. Yukarıdaki alıntılar bir iki cümleden ibaret değil, yazıda
denebilir ki “yeterince” yazmışlar. Oysa bahsedilen süreçlerde savunageldiğimiz
bir ayrılık yok.
Bazıları ayrılmayı
seçmiştir, bazıları disiplini benimsememiştir.
Sonuçta
hepsi partiyle yürümede güçsüzlük göstermiştir.
Ayrılanları
eleştirdiğimiz, bölücü, parti düşmanı vb. olarak nitelediğimiz doğrudur.
Sonuç olarak her biri ayrı değerlendirilip nitelikleri
saptanmış ve tanımlanmıştır.
Ayrılmaları bizleri onlar hakkında değerlendirme yapmaktan,
onları tanımlamaktan alıkoymaz.
Bu nedenle
suçlanmamız ya da eleştirilmemiz anlamsızdır.
Ancak değerlendirme ve tanımlamalarımızın eleştirilmesi
mümkündür. Bunun için de somut bilgi, tartışma gerekmektedir. ST bu bölümde
aynı sayfada “Partiden atma”lara değiniyor.Ayrılmalarla üyelikten düşürülmeleri
ST’nin aynı kategoriye yerleştirmesi ve bunlara aynı biçimde “kalkan” olmaya
çalışması pek hayırlı bir davranış değil.
Objektif her okuyucu
için de bu, dikkat çekici olmalıdır!
ST bu “ayrılıklar”da
“birlik zemininin” olup olmadığının sorgulanmadığını iddia ediyor. Bu bilgiye
nereden ve nasıl ulaşıldığı “meçhul”! Oysa meçhul değil, o kulağa akan
bilgilerin kaynağı ve o bilgilerin ne tür bir inceleme ve düşünme yöntemiyle
harmanlandığı çok açık…
Üyelikten
düşürülmeler, bireyin parti ile olan “sözleşmesinin” tam da ST’nin ifade ettiği
gibi, bireyler tarafından gönüllü olarak “çiğnenmesi”nden ileri gelmektedir.
Kendisini iradenin bulunduğu organın, organın dahil olduğu
hiyerarşinin üzerinde gören ve bundan hareketle irade ve eylem birliğini bozan
kimseler, nihayet partiden atılırlar.
Nihayet diyoruz,
çünkü atılmalar bir sürecin sonunda olur.
Her “bir karara uymayan, bir kararı tanımayan, eleştiren
kişi atılır” diye bir kaide yok. Eylemin ve eylemcilerin şartları, savunuları,
devamlılık, anlayış düzeyindeki gelişmişlik vs. dikkate değerdir.
Asıl sorun elbette eylem birliğinin bozulma derecesidir!
Şunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vurgulayabiliriz ki, partiden atma son
tercihtir ve arzu edilmeyendir.
’94’ten sonra, bir
başka “birlikçi” KKSG dışında “ayrılık” ve “bölünme” diye nitelendirilebilecek
bir pratiğin olmadığını da belirtmek gerekir. Bazı üyelerin üyeliklerinin
düşürülmesi bu kategoriye sokulamaz.
ST uzun zamandır belirgin gerçekliğe rağmen bu konuda
manipülasyon yapmaktadır. Gereksiz ve yıpratıcı tartışmalar, suçlamalara bu
derece yaslanmaları ST’nin sürecimize bakış açısındaki derin subjektivizmin
sadece bir sonucudur.
Bir taraftan “birlik” metni, diğer taraftan bu derecede
manipülasyon ve yıpratıcı faaliyet başka türlü açıklanamaz. Arkadaşlara
aklıselim düşünmelerini ve davranmalarını tavsiye edeceğiz…
Bilmediğiniz, vakıf olmadığınız konularda bir ölçüde
mütevazı olun, “bildiklerinizle” hareket etmeyi abartmayın. Başkalarının
sahasına girdiğinizde ve onlar hakkında yorum yaparken tevazu gösterin… “Birlik
zemini sorgulanmadı” ve “derhal ayrıldılar, attılar” demek için hiçbir haklı
nedeniniz yok. Olamaz, çünkü bu gerçek değil.
Sonuç olarak anlayış düzeyinde parti iradesini hiçe sayan,
kendini onun üzerinde gören, onu beslemeyi değil yalnızca yönetmeyi arzu eden,
onun üstünlüğünü inkar eden tutumlar nihayetinde dışlanırlar…
Üyeliklerin
sonlandırılmasının temel nedeni budur.
“Bir karar uygulanmaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin de o
yapıdan ayrılmanız ve atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir”
diyebiliyor ST.
İnanılmaz bir cüret! İspatı mümkün olmayan bir iddia; ancak
ispata gerek duymama durumunda bu derecede cüretli gündeme gelebilirdi. Bizim
bahsi geçen yaklaşımı savunduğumuza dair tek bir kanıt sunabilselerdi ne iyi
olurdu! Ama yok.
Kimsenin de kanıt
aramayacağını düşünüyorlar. Neye dayanarak bu absürd yaklaşımı yakıştırıyorsun
demeyecek hiç kimse! Bu kara çalmayla sadece kendilerini ve gerçeklerden kopuk
olanları, sürecin dışında olup ilgisiz kalanları aldatabilirler.
Biz ise onların “birlik” amacındaki samimiyetsizliğini bir
kez daha tecrübe etmiş oluruz…
PARTİ TARİHİ VE “TARİHİ” MUHASEBE…
ST, 1. Kongre belgelerini değerlendirmememizi sorumsuzluk
olarak eleştirmekte, “TKP/ML Maoist partiye karşı sorumluluk hissetmeden bir
yere varamaz” demektedir. Hiç şüphesiz Maoizm adına konuşanların, tarihimiz
hakkında kararlar alanların görüşleri bizleri bir başka ilgilendirir. Ancak bu
onlarla ilgili “sorumluluk duymamızı” gerektirmez.
Bununla beraber ST’nin eleştirisinin görece haklı olduğunu kabul etmiyor değiliz. Bizim için asıl problem henüz bütünlüklü bir tarih sentezi yapmamış olmamızdır. ST’nin değerlendirme sorumluluğu taşıdığımıza dair öne sürdüğü belgeler ise bir sentez olmaktan çok karmaşık olayların anlatımıdır.
Doğru bulmadığımız anlatımlar ve sonuçlar
olduğu gibi yöntemini de sağlıklı bulmuyoruz. Şimdi bu belgeler karşısında
duyduğumuz asıl sorumluluk zaten kendini öteden beri zorunlu bir gereksinim
olarak dayatan “tarihimizin bir sentezini” gerçekleştirmektir. Ki bu aynı
zamanda geleceğimizin sağlam bir temel üzerinde inşası için de zorunludur.
Diyebiliriz ki, doğru
bir sentez aynı zamanda mevcut koşulları ve önümüzdeki yılları doğru kavramış
olmanın da sonucu olacaktır. Ancak ne yapmakta olduğunu, ne yapacağını bilenler
geçmişin sentezini de esas olarak başarırlar. Bu düzeydeki bir tarih kavrayışı,
olayların anlatımını temel mesele haline getirmekten de büsbütün ayrılır. Böyle
bir kavrayış güne ve geleceğe yön veren esas akımların idrakinde olup tarihi
sentezlemeyi başarır.
ST’nin sunduğu malzeme böyle bir sentezin parçası olabilir.
Ama kendisi olamaz! Ona karşı duyarlılığımız bu çerçevede mümkündür.Ancak ondan
önce sorumluluğumuzun gerçekten tarihi sentezleyecek niteliğe gelmek olduğunu
tüm açıklığıyla ve çekinmeksizin belirtmeliyiz. Bu da bizim bunun parçası
olabilecek belgelerle ilişkimizin düzeyini, sanırız anlaşılır kılacaktır!
DEH-KOM VE DEKLARASYON
“Ayrılık
noktaları”nda ST, “DEH-KOM ve Deklarasyon” konusuna da yer vermiş. Bu alan
özgülünde aramızda önemli farklılıklar olduğu doğrudur ancak biz burada farkları tartışmayacağız. Dikkatleri
yanlış bilgilendirmelere ve yanlı yönlendirmelere çekmek istiyoruz.
ST bu konuyu hem
yüzeysel hem de son değerlendirme ve kararlardan “bihaber” ele almıştır.
Kuşkusuz böyle olmasından direkt kendilerinin sorumlu olduğunu
söyleyemeyiz.Ancak DEH-KOM aracılığıyla bazı gelişmelerden haberdar olmalarını
umuyorduk! ST, DEH-KOM ve Deklarasyon hakkındaki görüşümüzü eleştirirken bir
sorunumuzun da bu meseleyi uzun süre gündemimize almamış olduğumuzu
belirtmeliydi.
Çünkü ST’nin eleştirisi II. MK tarafından yapılmış
değerlendirmeye dairdir ve partimiz bu meseleyi uzun süre ele almamıştır. Ama
artık bu süre tamamlanmıştır. DEH-KOM’a yeni ve süreci açıklayan bir mektup
yazılmıştır. Birçok anlaşmazlığa açıklık getirildiği gibi bazı “önemli”
eleştirilerimizin de geçerliliğinin kalmadığı “itiraf” edilmiştir. Örneğin “Mao
Zedung Düşüncesi” kavramının kullanımına yönelik eleştirinin bir hükmü
kalmamıştır.
Çünkü Partimiz MLM kavramını ’93’te kabul etmiştir. Benzeri
ve daha bir dizi konudaki değişiklik ve görüşümüz DEH-KOM’a mektupla
sunulmuştur. Burada üzerinde duracağımız konu, doğal olarak mektup ve
sunduğumuz görüşler olmayacaktır.
Bu mektup, yanıt için
beklenen makul süre geçtiği ve bu kurumdaki gelişmelerden okunduğuna göre belli
bir süre daha ya da hiç yanıt alınamayacağı anlaşıldığı için bu yazıyla aynı
tarihlerde kamuoyuna açılacaktır. Bizim için halihazırda temel sorun DEH ile
ilişkimizin netleşmesidir.
Bilindiği gibi SB
adına yapılan söyleşideki ifadeler nedeniyle DEH üyeliğimize son verildi. Bu
karara itiraz etmekle beraber onu bir gerçeklik olarak kabul ettik. Henüz
ilişkimizin düzelmesi için bir çaba içindeyiz. Bu çabamız “üyelik” ile sınırlı
değildir. Ve hatta esas olarak DEH’in yapısıyla ilgilidir. Çünkü üyeliğimizin
sonlandırılması da bu yapıya dönük eleştirilerimizin kabaca ve yersiz biçimde
getirilmesine dayanmaktadır.
DEH’e yönelik eleştiride gerekenlerin uygulanmadığ, bu
anlamda görevlerimizi yerine getirmede başarısız olduğumuzu kabul ediyoruz.
Çabamız bu süreci normalleştirme ve sağlıklı çalışma ortamının yaratılması
içindir. Bu konudaki eleştiri ve tespitlerinde ST görece haklı olsa da DEH ve
deklarasyonla ilişkimizin onun belirlediği veya bildiği gibi olmadığını
özellikle vurguluyoruz. Şimdiki durumda “olumsuz ilişki”nin düzeltilmesi
çabasından söz edilmelidir.
DEH üyeleri özellikle
de DEH-KOM üyeleri sürecimiz hakkında önemli derecede yanlış veya eksik
bilgilere sahiptir. Bu durumdan asıl olarak bizler sorumluyuz. Bununla beraber
“yanlış bilgilendirmeler”le -bilgilenme dar/sınırlı olduğu halde- sürecimizle
ilgili kesin sonuçlar çıkaran ve tavır geliştirenler de bundan sorumludur. Ne
yazık ki, ilişkilerin düzeltilmesi daha doğrusu normalleşmesi, arada
“yığıntı”dan kurtulmayı da gerektiriyor.
ST’nin ortaya koyduğu “ayrılık” unsuru bu bakımdan somut
duruma uygun değildir. Onun belirttiği ayrılık geçmişte kalmıştır. Asıl ayrılık
noktası DEH’in yapısı ve çalışmaları hakkında olabilir. Belirttiğimiz gibi onun
da tartışılması için henüz erkendir ve yeri de burası değildir.
MAOİZM…
ST Maoizm konusunda epey ilerlediğinden bahsedip bizlere de
sözde değil özde Maoizm’i kavramamız gerektiğini salık veriyor. Hiç şüphesiz
“Maoizm’isözde değil özde kavrayın ve uygulayın” öğüdünü saygıyla karşılamak
gerekir. Bu öğüt ST gibi esas olarak olumsuzladığımız bir yapıdan da gelse,
kendi başına anlamlıdır ve hatta gereklidir. Bizlerin bu ve benzeri öğütlerle
sorunu olmaz. Sorunumuz öğüdün kendisi değil sunuluş biçimi ve sahibidir.
ST, TKP/ML’nin yaşadığı bütün başarısızlıkların,
olumsuzlukların temelinde MLM’yi kavrayamama sorunu bulunduğunu inkar ettiğini
ima ederken neye dayanmaktadır, bilmiyoruz. Yayınlara, kitle toplantılarına
yansıyan kavrayışsızlık, kafa karışıklığı bir dereceye kadar anlaşılırdır. Bazı
tezler, görüşler ST tarafından eleştirilebilir, zaaflı görülebilir, yadırganabilir.
Bunlar doğru/haklı da olabilir. Ne var ki bu gibi olgulardan
yola çıkarak sorunlarımızın temelinde nihayet ideolojik yetmezlik olduğunu
inkar ettiğimizi söyleyemezsiniz. Hiç kuşku duyulmayacak tezlerden biri de,
yanlış yapma, hatalı fikirler savunma, başarısız olma, gerileme ve hatta
ilerleyememenin, ideolojik yetmezliğin bir sonucu olduğudur.
Dolayısıyla MLM’nin kavranışındaki sorunlara işarettir. Bunu
ifade etmek özel bir meziyet değildir. Bunu inkar etmek hiç anlaşılır, kabul
edilir bir tutum olur mu? Elbette hayır! Maoizm’in, proleter
ideolojinin/biliminin doruğu olduğu konusunda partimiz diğer Maoist partilerle
hemfikirdir.
’93’teki Birlik Konferansı’nda bu, karar altına alınmış ve o
günden bugüne savunulmaktadır. “Maoizm” kavramını kullanmamış olmak veya bu
belirleyici kavramın kabul edilmesinde gecikmek, hem yetmezlik göstergesidir
hem de yabancı akımlara karşı mücadelede uyanık olamamanın sonucudur, onların
etkisinde kalmaktır. Bu yetersizliği uzun süre yaşadık.
’93’ten sonra ise formülasyon düzeyinde Maoizm’i kabul etmek
onu tüm yönleriyle bilime nitel katkı olarak kavramak bakımından önemli bir
gelişme oldu. Ancak henüz bu kavrayışın yeterli olmadığı tarafımızdan çeşitli
zaman ve biçimlerde dile getirildi.
Maoizm’i kavrayıştan
hareketle, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e katkıları ve Komintern’in hatalarına
ilişkin değerlendirmelerde, kitle çizgisi, iki çizgi mücadelesi, DEH’e yaklaşım
ile birlik politikası ve tarihsel gelişmelere bakışta ST’nin bize göre “bir
hayli mesafe aldığı” iddiası ispata muhtaç, pek de anlamlı olmayan bir
iddiadır.
Yeri geldikçe belli
konular üzerinde durulmaya devam edilecektir ama DEH ile
ilişkimizdekisorunların diğer meselelerle ilişkilendirilerek aleyhimize
kullanılması, en azından kafa karıştırıcı olduğu için doğru bir tartışmaya
engeldir. DEH ile ilişkilerimizin ST’nin iddia ettiği içerikte olmadığını
belirtmemiz gerekir. Bununla beraber ST’nin DEH ile ilişkileri genelde sıkı
tutması mutlaka olumlu(!) etkilere de neden olmuştur.
Ancak bu tür bir kıyasa malzeme olamaz. Ya da bundan
hareketle epey ilerlendiği iddiası kanıtlanmış olmaz. Örneğin başarısızlıkların
nedeninin nihayet Maoizm’i kavramamak olduğunun kabulü, alınmış “epey bir
mesafe” değildir. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bunun reddedildiği doğru değildir.
Ve bunun kabul edildiğinin bir çözüm oluşturduğu da. Bu,sadece “çözmeye
yönelmek”te avantajlı bir konumlandırmadır. Asıl olan o avantajı kullanmaktır.
Bu noktada bir ilerlemeye ise tanıklık etmiyoruz.
“İlla da” kavramıyla bunun sağlandığı iddia ediliyor ise
buna kesinlikle katılmıyoruz. Maoizm’in kavranışındaki sorunlar hemen her
başarısızlığın da nedenidir. Dolayısıyla Maoizm savunuculuğu ilerlemek için
koşuldur. Ama yeterli değildir. Bizlerin “sözde savunuyu yeterli gördüğü” ise
ST’nin bir deli saçmasıdır: “TKP/ML Maoizm’i sıradan bir savunu, söylem olarak
ele almaktan kurtulmalıdır”
(Sf. 23) Aynen öyle!
“sıradan bir savunu” hiçbir yere götürmez. Peki “illa da” kavramı
“sıradan”lığın reddi, özellikli savununun kanıtı mıdır? Bu konuda da üzgünüz…
İçerik olarak Maoizm’in nasıl savunulacağı elbette ki tartışmanın temeli
olmalıdır.
Örneğin darbenin Maoist iki çizgi mücadelesi anlayışıyla
nasıl bağdaştığı üzerinde durulmalıdır. Ya da Maoizm’in bunca lafzına karşın
pratikte gerilemenin sürüyor olmasının bir handikap olup olmadığı sorulmalıdır
… Sonuç olarak şimdi de içeriğe dair her eleştirimiz kaçınılmaz olarak
Maoizm’in düzeyinin sorgulanmasıdır. Ama “illa da” kavramına dikkat çekip biçim
açısından bir eleştiri yapacağız şimdi.
Daha önce de buna dikkat çekmiştik. “İlla da” kavramı
Maoizm’e yönelik bir vurgu için seçilmiştir. Bu kavramın ne anlattığı, neden
kullanıldığı üzerinde durmak gerekir. Bu kavramın “özellikle” anlamında
kullanılma derdi anlaşılır olmalıdır. PKP’nin kullandığı kavram budur. Ve amaç
günümüzün kavranması açısından bilimin ulaştığı doruğa vurgu için Maoizm’e
dikkat çekmektir. Bunu olumsuzlamak mümkün de değil. Hiç kuşku yok ki, Maoizm
bunları ifade eder.
Zira Maoizm, proletaryanın bilimsel ideolojisinin üçüncü ve
son aşamasıdır. Eğer savunulmaz veya kavranmazsa Marksizm-Leninizm uygulanamaz
olur. “Özellikle” kavramı bu yaklaşımla çelişmez-uyumludur. Ancak “illa da”
kavramı “özellikle” anlamını içermekle birlikte bundan daha çok “her zaman, her
yerde, her şeye rağmen” anlamında kullanılan bir kavramdır. Bilimsel bir
öğretiyi, bilimsel özelliği olmayan ya da zayıf bir kavramla savunduğunu ileri
sürmek onun niteliğine aykırıdır ve pek uygun/akıllıca değildir.
Burada bir zorlama
olduğu açıktır. Bir şeyi her koşulda, her zaman (geçmişten geleceğe) ve/veya her
şeye rağmen savunduğunu/savunacağını iddia ediyor olmak “sorunlu” bir tutuma
işarettir.
ST kavramın bu özelliğini/anlamını bilerek ve tam da öyle
olduğu için mi kullanmaktadır? Görebildiğimiz kadarıyla o kavramın bu
özelliğini/anlamını pek önemsememektedir. Onun “özellikle” bağlamında bir ele
alışından söz edilebilir.
Ne var ki, “illa da” için bu anlam, bu tanımlama
yetersizdir. Ya da ST “özellikle” anlamına denk düşen değil, onu aşan bir
kavram kullanmakla “yeni” bir tutum geliştirmektedir. Öyleyse bunu
açıklamalıdır. Neden “her zaman, her yerde ve nelere rağmen” Maoizm? Bununla
beraber bilimsel ilerlemenin sonsuzluğu ve zaman-mekan koşulu zaafa uğratılmış
olmuyor mu? “İlla da” kavramının bir özelliği-anlamı da önüne getirdiği ismin
uğradığı saldırılara, tahribata, hatta yenilgilere ya da içerdiği
olumsuzluklara, yetersizliklere, başarısızlıklara karşın tercih edilmesinin
zorunluluğuna vurgu taşımasıdır.
“İlla da” kavramının bu anlamı nedeniyle tercih edildiğini
düşünmemizi gerektirecek ne var? Son yıllardaki yenilgiler, burjuva
ideolojisinin sağladığı görece üstünlük vs. kavramın bu tarzda kullanımını
gerektirmez. Kullanım özel bir döneme aittir ve öteki anlamları içermemektedir.
Ama ST’nin buna dair bir açıklaması da yoktur. Açıklama bu yönde olursa bu kez
tartışma farklı bir mecrada yürür.
Şimdilik böylesi bir vurguya ihtiyaç duymadığımızı
belirterek geçelim. Biz, bilimi sırasıyla Marksizm Leninizm Maoizm olarak
formüle etmeyi uygun, yeterli görüyoruz, Maoizm’i sıralamanın sonunda olması
ona “özellikle” anlamını vermesi bakımından yeterlidir. Bunun ayrıca
belirtilmesi gerekli değildir diye düşünüyoruz.
Sonuçta Maoizm’e ayrıca vurgu yapmanın, onun belirleyici
özelliğini öne çıkarmanın anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz. Bunu kendi
savunumuzla, formülasyonumuzla uyumsuz görmüyoruz.Ancak bunun için bilimsel
yönü eksik, sorunlu bir kavram tercih edilmesini uygun-anlamlı görmüyoruz.
Bunun için uygun kavramlar “özellikle”, “bilhassa”, “daha da çok” gibi
kavramlardır.
ST bu kavramı “ayrılık noktaları” olarak tartışmamıza
sunarken şöyle yazmış; “TKP/ML, Mao savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz
anlayışını sadece sözde değil, ‘sözde’teorik olarak da kabul ederek pratikte
hayata uygulamalıdır.” (Sf. 23) Bu ilginç bir vurgu! Öncelikle çok açık değil.
Sözde değil “sözde” teorik olarak!!! Eğer illa da kavramına
dikkat çekiliyorsa bu kavramı kullanmamız salık veriliyorsa, bu anlamda
kavrayışımızı yükseltmemiz isteniyorsa yanıtımız “bu yönde bir gelişim içinde
değiliz” olacaktır. Ayrıca Maoizm’i kavrayışımıza dair eleştirilerin gerekli
olduğuna inanmakla beraber, bu eleştirinin yukarıda içeriğine “açıklık”
getirmeyi denediğimiz kavram üzerinden gelmesine, baştan itiraz edeceğimizi
şimdiden belirtmek isteriz.
Bunu “illa ki” reddederiz… Bilimde bu tür zorlamalara ihtiyaç
yoktur. İdeolojik olarak sesimizi yükseltmeyi, yürekleri pratiğin cereyanına
tutmayı tercih ederiz!..
ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…
ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7.
Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir. Öne
sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında bizi epey
kuşkulandırmaktadır. 7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki öneminin
arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya yerlerde geçici
olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de belirtilmiştir. Ama
şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme olmamıştır.
ST’nin iddia ettiği
düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok
farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında
7. Konferansın üzerinde durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki
gelişmelere bağlı olarak halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve
durumlarda şehirlere yoğunlaşılabileceğidir.
ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz.
Ama bizim “şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı
reddettiğimizi herkes biliyor!
ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa
karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden
isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle
tartışmalarıdır.
Aynı eleştiriyi
“tarım devrimi” kavramı üzerinden de yaptıklarını da hatırlatıyoruz, ST’nin. “Toprak devrimi” yerine
onu kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim
anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.
Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların
takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek
anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık
yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas
olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde
şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi gelişmeler ve deneyimler
bu bakımdan öğreticidir.
Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı
derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta,
devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması
olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada olsun,
taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının temel
prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her durumda üzerinde
durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.
7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği
içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli”
addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak vardır hem
de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır. Anlaşılacağı üzere,
7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş bulunmamaktadır.
ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların
içeriğine ilgi duysa daha faydalı olur; elbette bizim için de! ST şehirlerin
öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki
“yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa
çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş
önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya
koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka
bir şey yapmıyor.
Gerçekte o bariz bir
dogmatik tavır içindedir. Bırakalım objektif şartları inceleyerek,
değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği cümlenin” gerçekliğini ve bütün
içindeki yerini dahi analiz etmeye erinmektedir. O kafasındaki kalıpla
değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece yersiz tartışmalara meydan
vermektedir. Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu tarzı mahkum etmekle
yetineceğiz.
devamı var