22 Şubat 2024 Perşembe

YEREL SEÇİM | Proleter Hareketin Yerel Seçimlerdeki Tavırları Üzerine!

 YEREL SEÇİM | Proleter Hareketin Yerel Seçimlerdeki Tavırları Üzerine!

Ön açıklama: Bu yazı Mart 2019 yerel seçimleri döneminde Özgür Gelecek Gazetesi’nde yayınlandı. Güncelliğinden dolayı yeniden yayınlıyoruz.

21 Şubat 2024

Bu yazımızda, Mart 2019’da yapılacak yerel seçimlere ilişkin tavrımızı açıklamadan önce yakın tarihten başlayarak, yerel seçimlerde nasıl bir tavır ortaya koyduğumuzu öz olarak hatırlamaya çalışacağız. Bunu yaparken, elbette o günün öne çıkan politik atmosferini de kısaca anlatarak seçimlerin hangi koşullarda yapıldığı üzerinde durmaya çalışacağız.

 

Proleter hareketin ülkemiz topraklarında ortaya çıkışından sonra seçimleri Demokratik Halk Devrimi’nin propaganda edilmesi ve geliştirilmesi amaçlı kullanılması ilk kez 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde olmuştur. Bu tarihten önceki gerek yerel ve gerekse de genel seçimlerde boykot taktiği izlenmiştir. Bu anlamıyla 26 Mart 1989 yerel seçimleri önemlidir.

 

 26 Mart 1989 Yerel Seçimleri: Düşüşün Başlangıcı!

26 Mart 1989 yerel seçimi hem bizler hem de burjuva cephesinde önemli yer tutmuştur. 1980 Askeri Faşist Cuntası’nın iş başına gelmesinin ardından, 1982 Anayasası’nın zorla topluma kabul ettirilmesiyle ile Kenan Evren Cumhurbaşkanı seçildi. Anayasanın kabul edilmesinden sonra “Demokrasiye geçiyoruz” sloganıyla Evren’in bizzat kurduğu ve başına emekli asker Turgut Sunalp’ın getirildiği Milliyetçi Demokrasi Partisi ile Turgut Özal’ın kurduğu ANAP (Anavatan Partisi) seçime girdi. Halk, cuntaya tepki olarak büyük çoğunlukla ANAP’a “evet” dedi.

 

ANAP’ın ardarda kazandığı seçimlerle Turgut Özal, bir döneme damgasını vurdu. 26 Mart 1989 yerel seçimleri de bu anlamıyla büyük bir önem taşıyordu. Yerel seçimleri Erdal İnönü başkanlığında kurulan SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) büyük bir farkla kazanarak ANAP’ın hükümetten düşmesinin önü açıldı. SHP, İstanbul, İzmir ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin önemli bir kesimini kazandı.

 

Halk bu sefer de tersten, ANAP karşısında SHP demiş, “umudu” Erdal İnönü’de aramıştı. Bugün Erdoğan’ın her seçim döneminde halkı tehdit ettiği gibi, Turgut Özal da, yerel seçimleri kaybettikten sonra erken seçim isteyenlere “Türkiye’yi istikrarsızlığa mı götürmek istiyorsunuz?” diyerek tehdit ediyordu.

 

26 Mart 1989 yerel seçimleriyle, Mart 2019 tarihinde yapılacak olan yerel seçimler o kadar benzerlik gösteriyor ki! AKP’nin varlık yokluk olarak ele aldığı 2019 yerel seçimlerine o dönem de ANAP aynı misyonu yüklemişti.

 

Proleter hareket, 1989 yerel seçimlerini değerlendirdiği bir makalede şöyle demiş: “26 Mart’ta yapılacak olan Belediye Başkanlığı, Belediye Meclis Üyesi ve Muhtarlık seçimleri için hakim sınıf partileri arasında hummalı bir arayış başlamıştır. (…) Yapılacak olan bu yerel seçimler, daha şimdiden kendi ‘yerel’ niteliğini çoktan aşmış, ülke siyasal yaşamının geleceği için karar mekanizması olabilecek ‘genel seçim’ görünümüne bürünmüştür. Çünkü, içinde bulunduğumuz objektif koşullar bu seçimlere, ülkedeki siyasal güçler dengesini derinden etkileyecek, yeni siyasal şekillenmenin üzerinde tesir icra edebilecek bir tarihi misyon yüklemiştir. (…) Yani Özal hükümeti için bir güven oylaması niteliği taşıyacağı gerçeğidir.” (Yeni Demokrasi, Şubat 1989, özel sayı, s. 1)

 

Bu öngörü ile yerel seçimlerde bir taraf olan proleter hareketin tespitleri seçim sonunda bir bir ortaya çıkmış ve seçimle halk ANAP’a “buraya kadar” demiştir.

 

Yerel seçimler, kendi koşulları içinde değerlendirilmiş ve görüşlerimiz şöyle dile getirilmişti: “Devrim, yerel seçimlere, merkezi parlamento seçimlerinden daha cesur yanaşır. Bizim gibi ülkelerde, onun her karış toprak üzerinde etkinlik kurma, alanları parça parça kurtarma gibi bir onulmaz derdi vardır. Muhtarları, belediye başkanlarını, bu başkanların dayandığı, içinde yer aldığı organları ele geçirme gibi bir sorunumuz vardır. …

 

Parlamento seçimlerinde olduğu gibi, yerel seçimlerde de, devrimin zamana ve şartlara göre uygulayabileceği üç temel taktik vardır: Boykot, katılma, ne boykot ne katılma, yani ara durum. Devrimin yerel seçimlere katılması durumunda, çeşitli bölgelerde devrim, değişik taktikler uygulama durumunda kalabilir. Etkin olduğu bölgelerde, adaylarını tayin ederek seçimlere doğrudan katılır. Ve bu durumda müttefiklerinin kendisini desteklemelerini sağlamaya çalışır. Ya da bağımsız bir demokrat adayı, müttefikleriyle birlikte destekler.” (age, s. 2)

 

26 Mart 1989 yerel seçimlerinin Mart 2019 yerel seçimleriyle olan bir diğer benzerliği de, AKP’nin başı R.T.Erdoğan’ın her seçim döneminde devrimci ve yurtseverleri hedef göstermesidir. AKP, yerel seçimleri kazanmak için HDP’yi hedefine koyarak “Bunlar bölücü, bunlar PKK’lı” gibi ucube sözlerle halkı korkutarak yerel seçimleri almak istemesidir.

 

1989 yerel seçimlerinde ANAP başta olmak üzere tüm burjuva partiler aynı ağızdan konuşarak devrimcilere saldırmayı ihmal etmemişler.  Proleter hareket bu durumu o zaman şöyle tahlil etmiştir: “Bugün seçimler yaklaşırken, şehir ve kırdaki faal silahlı susturmak, düzene yönelik silahlı eleştiriyi boğmak, mensuplarını en ağır şekilde cezalandırmak için, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ve Ankara, İzmir gibi büyük sanayi merkezlerinde karşı-devrim yoğun bir kuşatma ve bastırma harekatına girişmiştir. Faşizm ‘Şubat ayı terör ayı’, ‘Terörün ayak sesleri’, ‘Terör tırmanıyor’ yaygarasıyla bir dizi provokasyon yaratıp, silahlı güçler şahsında halka topyekun saldırarak kitlelerdeki ‘sol’ eğilimleri yok etmek istemektedir. Son olarak DEV-SOL, TKP/ML, PKK’ya karşı operasyon düzenleyip yüzlerce insan gözaltına alınmıştır.” (age, s. 11)

 

26 Mart 1989 yerel seçimlerine ilişkin proleter hareket şu tavrı ortaya koymuş: “Devrimci proletarya 26 Mart seçimlerinde devrimci kitlelerin proleter devrimci demokrat blok, alternatifine destek vermeye, egemen sınıfların bloğuna ‘dirsek’ çevirmeyi planlamaktadır. Egemen sınıf bloğunu mahkum edilmesi, proleter devrimci demokrat blok hareketinin seçimlerde güçlü siyasal kazanımlarla çıkmasının büyük bir önemi söz konusudur.

 

Nedir, proleter devrimci, devrimci demokrat blok hareketi inşa ederek seçimlere katılma siyaseti? Bu siyaset Tunceli’nin bir dağ köyünde ya da İstanbul’un varoşlarında ne anlama gelmektedir? Bu siyaset, bu yerde bağımsız proleter devrimci, devrimci-demokrat blok hareketini inşa et! Yerel idare için aday göster! Derhal bağımsız devrimci siyasal ajitasyon faaliyetine başla! Anlamına gelmektedir. Demek ki, Marksist-Leninistlerin önerileri 26 Mart seçimleri için hakim sınıf partilerine dirsek çevirmeyi ve devrimci demokrat güçlerin desteklenmesini kapsamaktadır.” (age, s. 9-10-11)

 

Proleter hareket, seçim ittifakı içinde bazı belirlemeler yaparak öz olarak şunları belirtmiştir: “Devrimci proletaryanın, devrimci demokratik güçlerle oluşturacağı birliklerde, tarafların uyması gereken program üzerinde de kısaca durmakta fayda vardır. Bu programda, sınıfımızın dünya görüşüne uyumluluk içinde olmalı ve genel çizgisi oldukça net olmalıdır. Devrimci proletarya yerel seçim kürsülerini halk demokrasisi ve bağımsızlık mücadelesinin desteklendiği kürsü haline getirmek, mevcut sistemi teşhir etmek ve kitle muhalefetini yükseltmeye çalışmak, idare organlarını devrimin yararına kullanmak, bu organları devrime destek mevzileri haline getirmek sınırlarını zorlamak şeklinde bir genel çizgi belirlemelidir.” (age, s. 13)

 

 

 

27 Mart 1994 Yerel Seçimleri: Devrimci Demokrat Adaylardan Boykotun Adayına!

1994 yılı Türkiye’nin en karanlık yıllarındandır. 1990 yılında başlayan köy yakmalar, sürgün, katliam ve tutuklamalar 1994 yılında da devam etmiştir. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş’in tam bir mutabakat içinde DYP ve SHP’yle birlikte T.Kürdistanı’nda görülmemiş bir devlet terörü estirildiği şartlarda Türkiye yerel seçimlere gidiyordu.

 

Proleter hareket, ülkenin içinde bulunduğu durumu öz olarak şöyle izah ediyordu: “Bir emriyle orduyu harekete geçirebileceği, istediği gibi, davranabileceği, yanılsamasıyla kendisini dev aynasında gören Doğan Güreş, arada bir parlamalarıyla topluma ‘Sus’ komutu vermektedir. (…) Doğan Güreş ve oğlu Serdar’ın aynı günlerde halka tehditler yağdırmaları da gösteriyor ki, faşist devletin içindeki konumlarını her şeyin başı olarak görüyorlar.(…) Egemen sınıfların eskisi gibi yönetemez durumda olduğu açıkça görülüyor.

 

Sık sık taktiklerin değiştirilmesi, ekonomik ve politik kriz, birbirini yadsıyan kararların peş peşe alınması bu gerçeğin göstergesidir. Son olarak gündeme getirilen ve sıkıyönetimi engelleyen yasa olarak kabul edilen yasanın akibeti belirsiz olmuştur. Terörle mücadele yasası askıdadır. Vergi yasası toplumun birçok kesiminden tepki almaktadır. Kör topal meclisten geçmiştir. Başbakana yazdığı mektupla Vehbi Koç bile endişelerini getirmiştir.

 

İller yasası da belirsizlik içindedir. Bir anda güncelleşen hemen hallolacakmış gibi gündeme getirilen çalışmalar aynı süratle raflara kaldırılıyor. İstatistikler, 1994 yılının egemenler sınıflar için fazla da umut vaad etmediğini ifade etmektedir. Egemen sınıfların bir kısmı Çiller’i de eleştirmeye, eleştiri dozunu yükseltmeye başlamıştır. (…) Olağanüstü Hal, Çekiç Güç vb. konular alabildiğince gözlerden gizlenerek tekrar tekrar uzatılıyor.  (…) Egemen sınıflar ve temsilcileri bu yolda ilerlerken karşılarına barikat ören güçler bugün her zamankinden daha güçlü şekilde çıkmaktadırlar.” (Ocak 1994, s. 19)

 

Bu belirlemeyi yapan proleter hareket, düzenin her daim bekçiliğine soyunan MHP’nin 1994 yıllarında da Kürtlere ve devrimcilere karşı silahlandırıldıklarını tespit etmiş. Proleter hareket bu gözlemini şöyle dile getirmiştir: “Eğitim atışlarında bile hedef tahtasına sivil giyinmiş insan resimleri asarak eğitilen MHP’li faşistlerden, lümpen ve serserilerden oluşturulan gruplar yeni bir resmi cinayet şebekesinden başka bir şey olmayacaktır.” (Ocak ÖG, 1994, s. 19)

 

27 Mart 1994 yılı yerel seçimlerinde proleter hareket seçimin gündeme gelip tartışıldığı süreçte seçimlere ilişkin tavrını şöyle açıklıyordu: “Olanak ve güçlerin olduğu alanlarda bağımsız adaylarla seçime katılmak, bu çalışmada diğer devrimci anlayışlarla ittifaklara girmek, bu faaliyetleri esnasında devrim ve siyasal anlayışlarımızın propagandasını, faşizmin teşhirini yapmak önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır. (…) Altını çizerek belirtmek gerekiyor: 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde düzen partilerine ve adaylarına tek bir oy bile vermeye hayır! Oyumuz devrimci-demokrat adaylara!” (Şubat 1994, ÖG, s. 22)

 

Proleter hareket yerel seçimlere ilişkin tavrını başta böyle açıklamakla birlikte Mart 1994’te, şartların değişimi, DEP’lilerin tutuklanması ve dizginsiz bir devlet terörünün başlamasıyla beraber, seçim tavrını gözden geçirerek boykot kararı aldı. Bu kararını açıkladığı yazıda, kararı şöyle gerekçelendiriyordu: “27 Mart yerel seçimlerinin girmesi üzerine ‘Düzen partilerine hayır, oylarımız bağımsız sosyalist adaylara!’ şeklinde tavır belirleyen komünistler gelinen aşamada tavır değişikliği yapma gereği görmüşlerdir.” (Mart 1994, ÖG, sayı: 24, s. 3)

 

Bu kararı almada ulusal hareketin seçime yüklediği misyon ve devletin Kürtlere ve onların örgütlenmelerine karşı gösterdiği tavır etkili oldu. Proleter hareket bu durumu şöyle izah ediyordu: “Daha başında seçimler Türkiye Kürdistan’ında bir referandum anlayışını gündeme getirmiştir. PKK’nın ve DEP’in bu yönlü yaklaşımına karşı faşist TC de karşı taraftan yanıt vermiştir.(…) Yapılacak seçimde DEP’lileri ya da destekleyecekleri adayların alacağı oyların Kürt varlığını, ulusal haklarını ve kendilerinden yana olduğunu göstereceğini, böylece de uluslararası alanda TC’yi sıkıştıracaklarını  ve kendilerinin meşru bir güç olarak kabul edilip barışa zorlayacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak, ‘demokratik seçim’ ortamı beklenmesi hayaldir. TC’nin halihazırdaki vahşetle ezme yok etme politikası henüz değişmemişti.

 

Tam tersine ilkbahara kadar en acımasız saldırılarını yoğunlaştıracakları biliniyordu. (…) Hele bir de seçimlerin referandum anlamına geleceğini gören TC, saldırganlığını iyice artırmıştır. (…) Köy boşaltmaları, seçmen yazımında hileler (…) DEP’lilerin % 90’dan fazla oy aldıkları yerlerde şimdi aday çıkartamaz hale getirilmeleri tamamen bu vahşet politikasının bir ürünüdür’ tespiti ile birlikte topluma şu mesajla boykot çağrısı yapılmış. ’27 Mart yerel seçimlerine adım adım yaklaşıldığı şu süreçte tavırsızlık ya da egemen sınıfların oyununa alet olmaktan bir anlam taşımayacak olan seçimlere şu ya da alanda ve düzeyde katılma anlayışı son bulmak zorundadır.

 

Demokrasi aldatmacasına bir yumruk da sen vur! Anlayışıyla bütün halk kesimleri aynı paralelde harekete geçirilmelidir. Gösterilen adaylar pasif bir şekilde seçimden çekilmek yerine ‘boykotun adayı’ olarak üzerine düşen işlevi yerine getirmelidir.” (Mart, 1994, ÖG, sayı: 24, s. 3)

 

27 Mart 1994 yerel seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri de RP’nin (Refah Partisi) seçimden beklenenin de üstünde belediye başkanlıklarını kazanması olmuştur. 20 Ekim 1991, erken genel seçimlerinde beklentinin de üstünde milletvekili kazanan RP, İslami kesim için yeniden bir “kurtarıcı” pozisyonuna geldi. 1994 yerel seçimlerinde Türkiye genelinde faşist ve gerici partiler toplamda, belediyelerin önemli bir bölümünü ele geçirdiler.  27 Mart 1994 yerel seçimlerinde yükselişe geçen bir diğer faşist parti olan MHP’nin de oylarını artırması dikkat çeken bir diğer gelişme oldu. MHP’nin, 12 Eylül sonrasında yeniden örgütlendiğinde, ırkçı söylemlerini “Türk-İslam” çizgisiyle yeniden sentezlemesi oy oranlarını artırmada bir kaldıraç görevi gördü.

 

27 Mart 1994 yerel seçimlerinin öne çıkardığı bir diğer isim de RP’nin adayı R.T.Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanması oldu. 1994 yerel seçimlerinde DYP ve SHP koalisyon hükümetinin uğradığı hezimet, seçimin bir diğer sonucu olarak tarihe yazıldı.

 

Rüşvet ve yolsuzluk Türkiye gündeminden hiçbir zaman düşmemiştir. 1994 yılında kazandığı belediyelerde ilk icraatı işçileri işten atmak olan RP’nin, belediyelerde “Klorlu su abdest bozar” diyerek, başta Ankara, İstanbul olmak üzere birçok insanın koleradan ölmesine sebep vermesi uzun süre tartışılan seçim sonuçlarından biri oldu.

 

Rüşveti bir politika haline getiren RP’nin (bugün de AKP) 1994 yılında ardarda patlayan yolsuzlukları akılda kalan bir diğer olay olarak tarihteki yerini aldı. Önce kaçak villalarla gündeme gelen RP’nin en büyük yolsuzluğu “Almanya Milli Görüş Teşkilatı” (AMGT) aracılığıyla Bosna-Hersek’teki, kendi deyimleriyle “Müslüman din kardeşlerinin yararına toplanan bağışların Refah’ın seçim çalışmalarına aktarılması” oldu. (Kasım 1994, sayı 38)

 

1999 yılında yapılan yerel seçimlerin önemli bir yönü de, bu seçimi genel seçimle birleştirterek 18 Nisan 1999 tarihinde yapılması olmuştur. 1998 yılında ANASOL-D olarak iş başına gelen Mesut Yılmaz önderliğindeki hükümeti, dışarıdan destekleyen CHP’nin o dönemdeki Genel Başkanı Deniz Baykal arasında varılan mutabakatla, Aralık 2000 yılında yapılması gereken genel seçim, yerel seçimle birleştirerek 18 Nisan 1999’da yapılmasına karar verdi.

 

Seçim kararlarının alınmasından sonra patlak veren Türkbank Skandalı’yla, ANASOL-D hükümeti düşmüş ve yerine 18 Nisan’a kadar Bülent Ecevit’in DSP’si göreve getirilmişti. Seçim sonrasında DSP, MHP ve ANAP ortak koalisyon hükümeti kuruldu. 1999 yılının en büyük politik olaylarından biri de Bülent Ecevit başkanlığındaki hükümet döneminde Abdullah Öcalan’ın Şubat 1999’da Kenya’dan Türkiye’ye getirilmesi oldu. Proleter hareket bu komploya ilişkin yaptığı değerlendirmede şunların altını çizmiştir: “Faşist TC’nin ‘cumhuriyet tarihinin en büyük zaferi’ olarak değerlendirdiği bu ‘zafer’, nasıl kazanılmıştır? Fazla bir zaman geçmeden açığa çıkan bir durumdur. ABD emperyalizmi İsrail ile birlikte Kenya devletini ve Yunanistan’daki bazı çevreleri satın alarak yaptığı bir saldırıyla PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ı tutsak etmiş ve TC’ye teslim etmiştir. (…) Hiçbir emperyalistin dünya haklarının ve özellikle Kürt ulusunun dostu olmadığı, aksine tarihte olduğu gibi bugün de en büyük düşman oldukları bir kez daha görülmektedir.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 3)

 

Operasyona sınıfsal pencereden bakılarak yapılan bu değerlendirme, bugün açısından da önemli bir yerde durmaktadır. Abdullah Öcalan’ın kaçırılıp Türkiye’ye getirmesinden sonra Nisan’da yapılacak olan seçimde Ecevit’in kazanmasına kesin gözüyle bakıldı.

 

Proleter hareket, yerel seçimlerle yaptığı değerlendirmede şunların altını çizmiştir: “Kuşkusuz ki sınıflı toplumlarda hakim ideoloji ve siyasetin damgasını taşıyan üstten alta doğru oluşturulan kurum ve kuruluşlarla sistemin devamı sağlanmaya çalışılır. Bu kurum ve kuruluşlar, egemen sınıfın ekonomik, siyasal, askeri varlığının devamına, sürekliliğine hizmet eder. Bu anlamda yerel, yerel yönetimler (belediyeler) de egemen sınıfın halk kitlelerini yönetmenin bir aracı ve kendi devlet mekanizmasının birer parçalarıdır.” (Mart 1999, ÖG, sayı: 139, s. 21)

 

Devamında şunların altı çizilmiş: “Egemen sınıfların siyasi temsilcileri partiler gerek merkezi yönetimlerde, gerekse yerel yönetimlerde iflasın eşiğine gelmiş ve yönetememe krizi yaşamaktadır. Hiçbir siyasal, ekonomik ve demokratik soruna açılım sunamamaktadır ve halkın nezdinde teşhir olmuşlardır. Halka hizmet yerine sefalet getirmişlerdir. Emperyalizme bağımlı ülkede krizin, her geçen gün, emperyalizmin krizine bağlı olarak derinleşmesi kaçınılmazdır.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 21)

 

Proleter hareket seçim vesilesiyle Demokratik Halk İktidarı döneminde yerinden yönetim sorununa nasıl baktığını da şöyle açıklamış: “Demokratik Halk İktidarı ve sosyalist toplumda ise, yerel yönetimler tamamen özerktir. Bugünkü yönetimin tersine merkezi iradenin yönetiminde değildir. DHİ ve sosyalist iktidarlarda yerel yönetimler halkın yönetime katıldığı, denetlediği, kolektif çalışmaların olduğu yönetimlerdir. Halk yöneticisini nasıl ki, özgür bağımsız iradesiyle seçiyorsa yeni özgür bağımsız iradesiyle yönetimden alabilir. Halk seçme, görevden alma yetkisine sahiptir. (…) Demokratik Halk İktidarı ve Halk Demokrasisi ancak en alttan (sokak, mahalle) en üste, merkezi iktidarın en tepesine kadar tüm yönetim süreçlerine, yönetim organlarına, halkın direk katılımı, söz-yetki-karar sahibi olmasıyla tesis edilebilir.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 21)

 

Proleter hareket yerel seçim vesilesiyle nasıl bir yerel yönetim tasavvur ettiğini de belli başlıklarla şöyle özetlemiştir: “Demokratik-Halkçı belediyelere ilişkin anlayışımızı Demokratik Halkçı Yerel Yönetimler olarak da formüle edebilir ve yukarıda perspektif doğrultusunda somut plan ve hedeflere dönüştürebiliriz.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 21)

 

Ardından belirlenecek adaylarda aranacak kıstaslar da şöyle vurgulanmıştır: “Demokratik Halkçı Belediyecilik anlayışını uygulamak için adaylarımızın anti-faşist, anti-emperyalist unsurlar olması, tutarlı demokrat kişiliği asgari ölçü olmalıdır.” (age)

 

Halkın temel sorunları olarak çözülmesi gereken sorunlar da başlıklar olarak şöyle belirlenmiş:

 

“A) Trafik-ulaşım sorunu

 

B) Konut sorunu

C) Temiz ve yeşil çevre, sağlıklı kentleşme

D) Alt yapısız tek sokak kalmamalı

E) Herkese eğitim, herkese sağlık

F) Kültür zenginliğinin ve sanatın gelişimi için olanak

G) Spor faaliyetlerinin özendirilmesi

H) Üretimin artırılması ve tüketicinin korunması

I) Her semt kreş ve çocuk yuvaları

İ) Gençlik ve kadın komisyonlarının oluşturulması.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 21)

 

Yerel yönetim anlayışının bir parçası olan muhtarlık seçimleri için de şu perspektif sunulmuş: “Aynı perspektifin daha daraltılmış hedef ve taleplerle muhtarlık seçimlerini ele almalı ve Demokratik Halkçı yerel yönetimler anlayışının bir parçası haline getirmelidir.”

 

Katılım kararı alınan yerel seçim çalışmalarının nasıl bir perspektifle ele alınacağı ise şöyle belirlenmiş: “Yerel seçimler süresince yaratıcı, sağlıklı, üretken çalışma tarzı işlenmelidir. Çalışmaları insanlarla birebir ve doğrudan kuracak/kurulacak ilişkiler üzerinden sürdürülmelidir. İnsanlarla karşılıklı konuşma, tartışma ortamları doğrudan kurulacak ilişkiyle yaratılmalı. Halkın direk seçimlere katılımı, tartışma, birlikte çözümler üretme, doğru yolu göstermek için tercih edilmeli. (…) Yerel seçimler sürecini ve yerel yönetimleri; DHD mücadelesinin geliştirilmesi, için; halkın bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve savaştırılması için; mevcut faşist gerici yerel yönetimlerin anlayışını teşhir için; Demokratik, Halkçı Yerel yönetim perspektifiyle harekete geçelim.” (Mart 1999, ÖG sayı: 139, s. 21)

 

18 Nisan 1999 yerel seçim sonuçlarından MHP 21 ilde, Fazilet Partisi 16 ilde, ANAP 13 ilde, CHP 11 ilde, DSP 9 ilde, HADEP 7 ilde, DYP 3 ilde seçimleri kazanmış. Bu seçim sonuçlarının en çarpıcı olanlarından biri de HADEP’in Mersin’de kazandığı belediye seçiminin hileyle DSP’ye verilmesi olmuştur.

 

 

 

 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri: Demokratik Güç Birliği ve Halkın Çıkarını Savunmak!

 

KP’ler ne olursa olsun kendilerini gelişmelerden soyutlayamazlar. Sınıf mücadelesi uzun soluklu bir maraton gibidir. Sınıfın öncüsü, kitlelerle her zaman iletişim içinde olmalıdır. Bu aynı zamanda kitlelerin örgütlenmesinin ilk basamağını oluşturur. Aslolan iktidarı almaktır.

 

O aşamaya gelmeden önceki faaliyetlerimizin tümü bir güç toplamaya ve halk savaşına hizmet eder. Düzen içinde bazı reformlar için mücadele, sendika ve diğer demokratik kitle örgütlerinde çalışma, örgütlenme, seçimlere katılıp katılmama, kitle hareketlerine katılma bunların toplamı mutlaka sınıf mücadelesine hizmet eden, ona katkı sunan bir nitelikte olmalıdır. Sadece reform için mücadele KP’nin işi olamaz. Keza sadece seçimlere katılıp katılmama sınıf mücadelesi açısından belirleyici değildir.

 

Bu anlattıklarımızın bir parçasını oluşturan yerel seçimler de böyledir. Yerel seçimlere de katılıp kalmama, tamamen o sürecin konjonktürel gelişimiyle ilintilidir. Yerel seçimlere katılıp katılmama tıpkı genel seçimlerde olduğu gibi bir ilke meselesi değildir. KP, her gelişmede olduğu gibi yerel seçimlere de bu çerçevede bakar ve katılıp katılmamayı o günün şartlarını değerlendirerek karar verir.

 

Mart 2004 yerel seçimlerini de bu bakış açısıyla ele almış ve tavır buna göre belirlenmiştir. Ülkenin o günkü politik atmosferinde en öne çıkan gelişme, AKP’nin 2002 seçimlerini tek başına kazanması olmuştur. AKP’nin, 2002 yılında erken genel seçimi kazanmasıyla birlikte, estirdiği sahte “demokrasi” oyunu birçok kesimi etkilemiş, bir “iyimserlik” havası oluşmasına neden olmuştur.

 

O günkü politik atmosfer içinde AKP’ye karşı, başını Murat Karayalçın’ın çektiği SHP etrafında oluşturulan “Demokratik Güç Birliği” ile içinde Kürtlerin de olduğu blok, yerel DGB üzerinden yerel seçimlere katılmıştır.

 

Mart 2004 yerel seçimlerine ilişkin, Yeni Demokrasi Yolunda İşçi Köylü Gazetesi, Şubat 2004, sayı 4’te şu değerlendirme yapılmış:

 

“Sahtesinden, milliyetçisine, farklı renklerini temsil eden asıllılarına kadar reformist ağırlıklı bir koalisyonun, yerel seçimler vesilesiyle ilan ettikleri merkezi ittifak antlaşması, kendilerinin-niteleyişine uygun olarak ‘tarihi’ mi değerlendirilmelidir? … Yine buradan yola çıkarak, bu gelişmenin, hem önümüzdeki yerel seçimlerde izleyeceğimiz politikayı hem de devamındaki süreç açısından, gerek ciddi bir bölümü halk saflarında olan bu güçlerle olan ilişkilerimizi gerekse de bir bütün olarak sınıf mücadelesini ne oranda etkileyebileceğini değerlendirmek zorundayız. Bu değerlendirmemizin en önemli yanlarından birini de bu ‘ittifakın’ sadece yerel seçimlerle sınırlı tutulmak istenmemesi ve onun da ötesinde uzun vadeli bir ‘ittifak’ olarak görülmesi olmuştur. Zira bu ittifak sahipleri, ortak açıklamalarında oluşturdukları güçbirliğinin yerel seçimlerle sınırlı olmadığını, merkezi iktidarı hedeflediğini söylemektedirler.”

 

Bu ittifakın oluşumunda yer alan güçler kimlerdir, bunu da doğrudan değerlendirme tavrımızdan aktaralım: “SHP, sosyal demokrat oy pazarında CHP ile süren davasının peşinde, birilerini, özellikle oy potansiyeli olan DEHAP’ı tavlamakla meşguldü. Başka türlü düzlüğe çıkma şansı yoktu ve olamazdı. Yanına diğer kesimden ekleyebileceği kadar ekledikleri kar kalacaktı. Usulen CHP, DSP diğerleri ve YTP ile ilk baştaki pazarlıklar sonuç vermeyince bu yola sapmıştı. (….) EMEP’e gelince onlar bütün süreçlerin en tecelli oportünisti olma unvanını yine kimseye bırakmadılar. Daha 15 Ocak tarihli GYK imzalı, çatı partisi konulu, SHP’yi hedefleyen basın açıklamalarının mürekkebi kurumadan SHP’nin koltuğunun altında ‘iktidar’ yürüyüşü başlattılar. (….) SHP’nin dostu ÖDP ve onunla beraber bu ittifakı ‘tarihi’ olarak nitelemesi ‘en anlamlı’ olan SDP için ise böylesi birlikteliklerden başka bir ‘varlık’ koşulu zaten yoktu.”

 

Kürtler cephesinden bu ittifak verilen önem ise şöyle dile getirilmiştir: “28 Mart seçimleri, Türkiye için mutlaka yeni bir başlangıç olmalıdır. Yeni bir umut ve alternatif ortaya çıkartmalıdır. Aksi halde Türkiye her geçen yılda on yıl kaybetmiş olacaktır. Bu nedenle demokrasi güçlerine tarihi bir sorunluluk düşüyor. Demokratik bir programla geniş bir ittifak gerçekleşmezse, demokratik ve sol güçler Türkü ve Kürdüyle Türkiye halkına karşı en büyük suçu işlemiş olur.” (Cemil Bayık, Röportaj, Özgür Gündem, 25.10.2004)

 

Mart 2004 yerel seçimlerine ilişkin tavır ise şöyle açıklanmış: “Bütün bunlar, bizim daha önce açıklamış olduğumuz seçim taktiğimizde değişiklik yapmamızı gerektirecek taktikler değildir. Merkezi bir oluşumun ardından, ülke çapında daha fazla sayıda karşımıza çıkacak DGB adaylarına karşı tavrımız, öncelikle, SHP listesinden gösterilip gösterilmemeleri ile bir ayrışım gösterecektir. Hatırlanacağı gibi dün partilerinin hiçbir adayına kişisel özelliklerine bakılmaksızın oy verilmeyeceğini prensip olarak ilk elden vurgulamıştık. Örgütlü olduğumuz bir alanda, DGB adayı olup da SHP dışında bir partinin listesinden gösterilen ve bizim kıstaslarımıza uygun bir aday söz konusu ise o durumda, ilk açıklamamızda belirtilen destek verebileceğimizi bir kez daha tekrarlamak istiyoruz. Reformist partilerin kimi beldelerdeki, kriterlerimize uygun adaylarını, genel merkezlerinin SHP ile kurdukları ittifaka kurban etme tavrına girmeyeceğiz.”

 

Peki, Mart 2004 yerel seçimleri nasıl sonuçlandı? Yerel seçim sonuçları şöyle değerlendirilmiş: “…Sandığa gitmemeyi rakamlarla ifade etmek gerekirse; Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu kayıtlı seçmenin yaklaşık 10 milyonu kendisine sunulan bu ‘demokrasi’ oyununa çeşitli nedenlerle katılmamayı tercih etti. Seçime katılım il genel meclisinde yüzde 76.14 olarak gerçekleşirken, belediye başkanlığında yüzde 70’lerde kaldı. 28 Mart’ta 10 milyon 394 bin 929 bin seçmen sandığa gitmedi. Bir milyonun üzerinde oy ise geçersiz sayıldı.”

 

Demokratik Güç Birliği’nin yerel seçim sonuçları ise şöyle değerlendirilmiş:

 

”28 Mart yerel seçimleri sonucunda en çok tartışılan ve burjuva feodal sınıfların temsilcilerinin bayram ettiği noktalardan biri de Demokratik Güç Birliği’nin aldığı seçim sonucuydu. Özellikle Demokratik Güç Birliği’nin en önemli birleşeni DEHAP’ın T. Kürdistanı’nda aldığı oy ve kaybettiği belediyeler, bu kesimlerin adeta bayram yapmalarına vesile oldu. (….) T. Kürdistanı’nda önemli sayılabilecek belediyelerin AKP’ye kaptırılması (…) zafer naralarıyla değerlendirmeler yapmalarını da beraberinde getirdi. (….) Hiç kuşkusuz ki, Demokratik Güç Birliği’nin 3 Kasım seçimlerine nazaran daha az oy almasının nedenleri bulunmaktadır. Ancak bunu bir bütün olarak AKP’nin başarısına ya da rüzgarına bağlamak yanlış olacaktır.” (Partizan, sayı: 53, s. 30)

 

 

 

 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri: AKP-Cemaat İşbirliği!

2009 belediye seçimlerinde ülke gündemini işgal eden en önemli politik olaylarından biri Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Perez’e karşı “van-munit” ile yaptığı “çıkış”tı. Erdoğan bu çıkışla “Filistin’e sahip çıkma” adına, bu olayı iç politikaya çekerek kullanmıştır.

 

Proleter hareket bu gelişmeyi değerlendirdiği yazısında şunlara vurgu yapmıştır: “Emperyalistlerin özellikle Ortadoğu politikalarında yeni görevler biçtiği TC’nin Başbakanı R.T. Erdoğan, Davos’ta Şimon Perez’e yönelik bildiğimiz üslubuyla ‘Siz katletmeyi iyi bilirsiniz’, ‘Sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojisindendir’ vb. söylemleriyle ‘kahraman’ muamelesi görmüştür.” (Şubat-Mart 2009, sayı: 35) Erdoğan bu çıkışıyla adeta “Ortadoğu’da İslam aleminin tek lideri” olduğunu dile getirmiş ve iç politikaya da taşıyarak, egemenliği için bir kaldıraç olarak kullanmıştır.

 

Ülke içindeki bir diğer önemli gelişme de Ergenekon davası olmuştur. AKP, bu olayı, devlet içindeki “kontrgerillaya karşı” bir operasyonmuş gibi yansıtmış ve devlet içindeki köşe taşlarını ele geçirmeyle bütünleştirerek bugünlere gelinmiştir.

 

Proleter hareket, Ergenekon operasyonuyla ilgili yaptığı değerlendirmede “Ergenekon ile ilgili kafa karışıklığı, çarpıtma ve spekülasyonlar olanca hızıyla sürmektedir. Sorun, hatırı sayılı oranda, buna demokrat, yurtsever, ilerici kesimlerin ‘boş’ beklentiler ya da taktik girişimler ile çanak tutmasından beslenmektedir.” (Şubat-Mart 2009, sayı: 35) Bu tespit, Ergenekon davasının sonradan neye büründüğünün görülmesi bakımından önemli bir yerde durmaktadır.

 

2009 yerel seçimlerinde hatırlanması gereken bir diğer politik mesele de AKP’nin ikinci defa tek başına genel seçimleri kazanarak toplumun önemli bir bölümünü arkasına alması olmuştur.

 

Proleter hareket, dönemin ülke içindeki bu politik atmosferini şöyle değerlendirmiştir: “Egemen sınıf klikleri arasında süren iç iktidar mücadelesi, derinleşen ekonomik kriz, yaklaşan yerel seçimlerle birlikte giderek daha da kızışmaya başladı. Yerel seçimler süreci, geniş halk yığınlarının siyasete karşı ilgisinin daha da arttığı bir dönemlerdir. Dolaysıyla gerçeklerin görülmesi bakımından bu çatışmalı dönemlerin yaratacağı bazı olumlu etkileri görmemiz gerekir. Elbette ki, egemen sınıf sözcüleri böylesi dönemlerde “özgürlük”, “sosyal devlet” söylemleriyle kitlelerin bilinçlerini karartma, yaşatmış oldukları sefalet tablosundan yaralanma, yeni hırsızlık ve yolsuzluklar için kitleleri aldatma yarışına girerler.” (Şubat-Mart 2009, sayı: 35)

 

Proleter hareket, bu seçim dönemi için belirlediği kampanyasını belli başlıklar altında şöyle özetlemiştir: ”1 Mayıs’a giden yolda önemli birimler yaratmak için koşullar olgunlaşmaktadır. Emekçi sınıfların bendini aşmak ve belli mücadele mevzilerini kazanmak için patlama yapmaya ihtiyacı vardır. (….) Süreç önemli günlerle dolu. Mart ayından geçilerek akacaktır. Bu konuda en kritik durağın Newroz olduğu unutulmamalıdır. Seçim kampanyamız bu eksenden koparılmadan yürütülmek durumundadır.” (Şubat-Mart 2009, sayı: 35)

 

2009 yerel seçimlerinde AKP’nin en önemli hedeflerinden biri de Dersim’i kazanma üzerine yaptıkları hesaplardı. Proleter hareket AKP’nin Dersim’e ilişkin yaptığı bu hesabın nasıl olduğunu şöyle değerlendirmiştir: “Dersim’in Alevi inanışını da hesaba katarak AKP hükümetinin Türk-İslam sentezi doğrultusunda ‘Alevi açılımı’ adı altında ‘Hızır Paşa’ saflarında Alevileri mevcut düzene kendi saflarında yedeklenme gayretinde olduklarını görmekteyiz.

 

Diğer tarafından Kemalist kliği temsil eden ve CHP’de ete kemiğe bürünen geleneksel ırkçı, faşist politikaların teşhir ederek kitlelerde yaratılmak istenen bilgi kirliliğine izin vermemeliyiz.

 

Bizler Dersim’in devrimci ve ulusal mücadelenin önemli bir mevziisi olmasından hareketle hakim sınıfların Dersim’de AKP ve CHP gericiliğini devreye sokarak devrimci güçleri ve ulusal hareketi kitlelerden kopararak tasfiye etme çabalarına geçit vermemeliyiz.” Ardından şunlara vurgu yapılmış: “Doğru bir program etrafında devrimci demokrat yurtsever güçlerin benim adayım senin adayın tartışmasına girmeden halkın siz yetki karar alma sürecine etkin katılımını merkeze alan bir yaklaşımla süreci örgütlemeliyiz.” (16 Şubat 199, s. 34)

 

Bu değerlendirme ışığında son olarak; “Bizler bu kritik sürecin ve koşulların özgüllüklerini göz önünde bulundurarak Dersim’de devrimci, demokrat ve yurtseverle dayanışmayı bir sorumluluk olarak değerlendiriyoruz. Ve bu nedenle Dersim’de DTP ile birlikteyiz” denilmiş. (Şubat-Mart 1999, sayı: 35)

 

 

 

2014 Yerel Seçimleri

30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde ülkede politik tansiyon oldukça yüksekti.  Gezi İsyanı AKP’yi derinden sarsarken, kitlelerin büyük bir bölümünün AKP’ye yönelik öfkesi Erdoğan ve şürekâsını oldukça tedirgin ediyordu. Keza, arka arkaya patlayan rüşvet ve yolsuzlukları, halkın dikkatlerini bir kez daha AKP’ye çevirirken diğer burjuva partileri de, patlak veren rüşvet ve yolsuzluklar üzerinden AKP’yi köşeye sıkıştırma ve yerel seçimde, belediyelerin önemli bir bölümünü ele geçirme hamlesi olarak kullandılar.

 

Coğrafyamızda Suriye iç savaşı Ortadoğu dengelerini alt üst ederken Rojava devrimiyle Kürt halkının elde ettiği statü, AKP’yi derinden sarmış ve Erdoğan, Rojava üzerinden alabildiğince milliyetçi ve ırkçı söylemleri öne çıkartarak HDP üzerinden Kürtlere ve onların örgütlülüklerine saldırdı.

 

Proleter hareket ülkedeki bu siyasal ortamı yerel seçimlere ilişkin yaptığı değerlendirmede şöyle ifade ediyordu: ”Ülkenin siyasal gündemi yerel seçimlere bağlandı. Egemen sınıflar her seçim öncesi olduğu gibi bu seçim öncesinde de bildik yöntemlerle “rekabete” tutuştular. Bu rekabet sonucu bir önceki seçimden bu seçime kadar ne tür düzenbazlıklar çevirdiklerinin, nasıl rüşvetler aldıklarının, halkımızın alınterini emeğini kendi çevrelerine nasıl babalarının malı gibi peşkeş çektiklerinin en azından bir kısmını (devede kulak bile değil) delilleriyle, kanıtlarıyla görme fırsatımız oluyor.

 

Sistemin bütününün bu ruhla şekillendiğini bilsek de, bu süreçte gözle görülür, kulakla duyulur, elle tutulur hale geliyor. Bu seçimde iktidar kliğinin parçalanmasıyla birlikte benzer bir durum ortaya çıktı. Bu defa devletin savcı ve polislerinin sıkı çalışmasıyla AKP’nin yediği herzelerin, biriktirdiği dünyalıkların, rüşvetin, ihaleleri nasıl peşkeş çektiğinin, ‘slam uleması’ndan fetvalar alarak gerçekleşen soygunların boyutunu gördük.

 

Ki bu hamle, bu iktidar kliği içinde uzun süredir yaşanan gerginliğin, biriken enerjinin dolu dizgin serbest kalmasını getirdi. Seçimlere bu defa daha sert bir siyasal ortamda ve gerginlikler içinde girilmesine vesile oldu. Eğer Tayyip’in ‘seçim boyunca daha çok hamle yapılacak, çok şeyler olacak’ sözüne inanırsak, sürecin henüz bitmediğini söyleye biliriz. Yaptıkları soygunun boyutunu ve karşı tarafın bunları zulasında beklettiğini bildiği için böyle ön almaya çalıştığını düşünmemek için bir neden yok. Egemenler cephesindeki bu kapışma devrimci, demokrat ve ilericilerin seçim çalışmalarına güçlü bir zemin sunacaktır.

 

Teşhirin daha etkin yapılmasını sağlamasının yanında, özellikle AKP-Gülen Cemaatini tek, homojen bir yapı olarak gören siyasal algının paramparça olduğu bir siyasal atmosfer de oluşturdu. Yine yaşanan yeni gelişmeler yeni ittifakların, her bir egemen klikte yeni siyasi söylemlerin oluşmasına vesile oldu. Her kliğin yıllardır yaşama geçirdiği siyasi propagandadan çark edip başka argümanlar ve dil tutturması kitlelerin duyarsız kalamayacağı bir tutarsızlık dağı yarattı. Kitlelerin kararsızlığı, algıları egemenler aleyhine olgunlaşıyor, gelişiyor! Bu siyasal atmosferin sonuçları ve avantajları nelerdir?

 

1) Bu durum geniş kitlelerin düne kadar kararlı ve istikrarlı bir şekilde saflaşmış ve bir siyasi anlayışa bağlanmış halini parçalamıştır. Geniş kitlelerde hızla gelişen ve olgunlaşan bir sorgulama, şüphe ve kararsızlık hali yaratmıştır. (…)

 

2) Yaşanan savaş hali AKP’nin Kemalist ulusalcılara yönelik barış çubuğu uzatmasını getirmiştir. (…)

 

3) Benzer bir tutarsızlık ise CHP’de yaşanmaktadır. Yaşanan savaş durumundan, yelkenlerini doldurarak çıkmayı ummaktadır. Yelkeni dolduracak rüzgar olarak ise devlet ve toplum içinde azımsanmayacak bir karşılığı olan, güç ve olanaklara sahip Gülen Cemaati olmaktadır. Savaşın boyutu arttıkça CHP ve Gülen Cemaati arasında yakınlaşma daha belirgin hale gelmektedir. Özellikle yerel ölçekte ittifaklarda kararlaşmış bir hal vardır. (…)

 

4) Gezi İsyanı belli toplum kesimlerinde AKP’ye yönelik öfke ve nefreti artırırken, belli kesimleri de bu partinin gerici söylemlerinin etkisi altında, onun etrafında kenetledi. AKP karşıtlığı ve öfkesi ‘ne olursa olsun bunlar gitsin. Yerine kim gelirse gelsin’ eğilimini baskın hale getirdi. Bu durum kitlelerin gönülsüz bir şekilde de olsa CHP etrafında kenetlenmesi eğilimine yol açtı. (….)

 

Devrimci demokrat, yurtsever cephede bu siyasal atmosferden etkilenmiştir! Bu siyasal atmosfer kuşkusuz devrimci, demokrat, yurtsever cephede de belli yeni sonuçlar doğurmuştur. Kürt Ulusal Hareketi’nin Gezi İsyanı’nda ‘çözüm sürecinin’ selameti adına bu kalkışmaya yeterli ilgiyi göstermemesi, son siyasal süreçte yine benzer kaygıyla AKP’nin söylemlerine uyumlu ‘paralel devlet’, ‘darbe’, ‘çözüm süreci hedefleniyor’ gibi yaklaşımlarla tutum geliştirmesi, aynı süreçte paralel devletin bir kolunun da ‘Ermeni, Rum, Yahudi lobileri’ olduğu tespitleri özellikle HDK/P cephesinde güvensizlikleri besleyen, belli kararsızlıklara zemin sunan bir durum yaratmıştır.” (Şubat 2014, s. 86, Özgür Gelecek)

 

Mart 2019 yerel seçimlerinde sırtını MHP’ye dayayan AKP, 2014 yerel seçimlerinde de sırtını HÜDA-PAR’a dayayarak T.Kürdistanı’nda Kürt oylarını almanın peşine düştü. Proleter hareket, bu durumu yaptığı değerlendirmede şöyle dile getirmiş: “Yaklaşan seçimlerle birlikte, ülke gündemi iyiden iyiye hareketlenirken, egemenlerde kendi cephelerinden gündeme müdahale etmeye, sistemlerine toplumu yedekleme kadına her yöntemi denemeye devam ediyorlar. Yaklaşan seçimlerle birlikte, gündemde yoğun tartışmaların döneceği ve bu temelde seçimlerin kızgın geçeceği alanların liste başını ise Türkiye Kürdistanı tutuyor.

 

Rojava’da işleyen devrimsel sürecin Kürt ulusunda yarattığı motivasyon da göz önüne alındığında, AKP’yi en çok zorlayacak ve bu anlamda egemenlerin seçimlerdeki ana eksenlerinden temel bir tanesini oluşturacak olan Türkiye Kürdistanı’dır. Seçimlerde TC açısından gelenekselleşen mesele, Kürtler olunca AKP’sin den CHP’sine; MHP’sinden Cemaatine kadar tüm egemen sınıf kliklerinin kardeşliği yine devreye girerken, çeşitli aktörlerle devlet Kürt halkının karşısına dikiliyor. Kürt Ulusal Hareketinin kitleler içerisindeki gücü, böylesi süreçlerde kitlelerin dinsel hassasiyetleri alet edilerek hedef tahtasına oturtulmaya çalışılıyor.

 

AKP’nin son süreçte T.Kürdistanı üzerinden işlettiği bu sürecin en güncel aktörlüğünü ise bugün HÜDA-PAR üstleniyor.” (Şubat 2014, s. 86, Özgür Gelecek)

 

Mart 2014 yılı yerel seçimlerinde proleter hareket saflarındaki kadınlar seçim sürecine aktif bir şekilde müdahil olmuş ve kendi cephelerinden seçime ilişkin yaklaşımlarını dile getirerek kadınlara önemli mesajlar verdiler. Bu, proleter saflardaki kadın örgütlenmesinin somut bir gerçeklik üzerinden sınıf mücadelesine karşı durdukları yer bakımından tarihi bir anlam taşımıştır.

 

Bununla ilgili ÖG gazetesinde “Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde önemli bir eşik: Yerel Seçimler” başlığıyla 3 dizi halinde dile getirilen bu görüşlerinde şunların altı çizilmiştir; “Ülkedeki yerel seçimler süreci bizler açısından öğretici ve deneyim hanemize yazılacak bir süreç olacaktır. Özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde kadının yerel yönetimlerde yer almasının; erkek egemen sömürücü sistemin baskı altına aldığı kadın potansiyelini/aklını/zengin fikirlerini açığa çıkaracak, kadının kendi yaşamına dair söz sahibi olabileceği, iradesinin özgürleşeceği bir yerel demokrasiyi inşa etme mücadelesine sağlayacağı katkı görmezden gelinemeyecek boyuttadır. Sokağının, mahallesinin, köyünün, kentinin inşasında söz sahibi olabilmesi ile yaşam alanlarının yüzü ezilenlerin yüzü olacak yani kadınlaşacaktır.

 

Bu tartışmalar elbette belli yönleriyle soyut tartışmalar… Esas olan bunu yaratacak mekanizmalardır. Yerel seçimler sürecinde devrimci, demokrat ve yurtsever platformlarda tartışılan ‘eş başkanlık ve fermuar sistemi’, ‘kota’ gibi uygulamalar bu söylediklerimizi hayata geçirebilecek mekanizmalardır. Hele de bu mekanizmaların ‘zorunlu’ tutulması olmazsa olmazdır. Bunların dışında kadın meclislerinin, toplumsal cinsiyet eşitliği komisyonlarının oluşturulması ve bunun yerel yönetimlerde söz sahibi hale getirilmesi; kadının özgürlük mücadelesine, sosyal-siyasal ekonomik yaşama katılımının ve temsiliyetinin gelişmesine yol açacaktır.” (Şubat 2014, Sayı: 87)

 

Aynı yazı dizisinin bir bölümünde ise Türkiye’de kadınların seçimlerde temsiliyetinin hangi düzeyde olduğunu somut rakamlarla ve yıllara göre verilerek şunların altı çizilmiştir: “İlkine katılma, 26 Ekim 1933’te köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme ‘hakkı tanınan’ kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’te Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile ‘tanınmıştı’. ‘Tanınmıştı’ ‘tanınmasına’ ama mesele burada bitmiyor elbette.

 

O tarihten bu yana yani 83 yılda yalnızca 81 kadın belediye başkanı olabildi. Yalnızca 2009 yerel seçimlerinde toplam 2903 büyük şehir, il, ilçe ve belde belediye bulunduğunu, bunlardan 2.877’sinin erkek, 26’sının kadın olduğunu ve yine 83 yılda en az buna benzer, toplamda 55 kadının seçildiği 20 seçim yaşandığını söylersek cinsiyetçi dışlamanın yerel yönetimlerdeki yansımasının vahameti ortaya çıkar herhalde. Ancak bahsi geçen 81 belediye başkanı kadın arasında büyük şehir belediye başkanı yok!

 

Kadınlar 5 il merkezi (Aydın, Antakya, Mersin, Kocaeli ve Dersim-iki kez-), 3 7 ilçe ve 33 belde de belediye başkanlığı yaptılar/yapmaktalar. Ve yine 83 yıl boyunca ülkenin 43 ilinde hiç kadın belediye başkanı görev yapmamış. Kadınların siyasi parti ve kurumlara göre dağılımı şöyle: AKP: 5 (kaçakçılık ve öldürmeye azmettirme suçlamalarından tutuklu:1), ANAP:7, AP:4, Bağımsız:3, BBP:1, BDP:1 5 (KCK davası tutuklusu:2), CHP:22, DP:3, DSP:2, DTP:6 (KCK davası tutuklusu:1), DYP:4, HADEP:2, M HP:3, SHP:4. Bu veriler üzerine bu denli düşmemizin önemli nedenleri var elbette. Çünkü kadına ‘seçim hakkı bahsetmekle’ övünerek erkek egemen T C devletinin, bu övüncünü elinden almamız gerekiyor.” (Şubat 2014, Sayı: 88)

 

2014 yerel seçim politikamız ise şu şekilde:

 

“Seçimlere dönük politikamızı ‘faşizmin teşhiri-kitlelerin örgütlenmesi’ olarak belirledik. Düzen partilerine ve temsilcilerine ‘tek bir oy bile yok’ perspektifiyle hareket etmenin önemine vurgu yaptık/yapıyoruz. Seçim sürecine işçilerin, köylülerin, emekçi kadınların, gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri, onlara ulaşabileceğimiz özgün ve özel bir süreç olarak bakılması gerektiğini belirttik. Politikamızın merkezinde demokratik halk devriminin propagandasının durduğunu açıkladık. Keza yerel yönetimlerin demokrasi mücadelesinde yerinin ve öneminin ihmal edilmemesi gerektiğini ‘Kentimizi ve kendimizi de biz yöneteceğiz, yerelden yönetim’ perspektifiyle hareket edilerek, kitlelerle buluşmanın, onları örgütlemenin bir çalışması olarak ele almak gerektiğini belirttik.

 

Örgütlenmeler içinde yer alarak ‘yönetme-karar alma-demokrasi bilinci’ gibi birçok konuda kitlelerin bilinç gelişimine önemli katkılar sağlayacağına dair açıklamalar yaptık. Çünkü demokrasi iktidarda olmayanların, yönetilenlerin, ezilen konumda bulunanların, muhalif olanların, haksızlığa uğrayanların, yönetime talip olanların ihtiyacıdır. ‘Yerel seçimler ne hiçbir şeydir ne de her şeydir’ anlayışıyla hareket etmek gerektiğini ifade ettik.

 

Yerel yönetimleri kitleler açısından sorunlarının bir kısmının çözümü için önemini, ihtiyacını vurgularken esas alınması gerekenin kitlelerin bu sürece katılım gücünün, inisiyatifinin açığa çıkarılması kendi yaşamları ve gelecekleri hakkında söz söyleyip karar vermeleri olarak değerlendirdik. Seçim sürecine kitleleri örgütlemenin, sürece örgütlü müdahale etmenin bir çalışması olarak bakmak gerekir.

 

Önceki süreçler de yaşanan edilgenlik, pasiflik ve hareketsizlik, duyarsızlık bu süreçte yaşanmamalıdır. Her bölge ve alan yerel seçim çalışmasına belli bir program ve plan çerçevesinde başlamalıdır. Yerel seçim sürecinde düzen partilerinin çok yönlü teşhirinin yapılmasını, sömürü ve baskı gerçekliğinin deşifre edilmesi açısından hiç olmadığı kadar propaganda ve ajitasyon verileri bulunmaktadır. Burjuva-feodal sistemin yasama-yargı-yürütme kurumlarının güvenilirliğinin ve saygınlığının kalmadığı bir süreç yaşandı. ‘Medyanın tarafsızlığı’ iktidar partisinin emir kulu olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır.

 

Kompradorların yalan ve aldatmaya dayalı politika yapma tarzı her yönüyle açığa çıkmıştır. Egemenlerin çıkara-ranta-üstünlüğü ele geçirmeye dayalı kapışma ve çatışmaları dünden daha fazla görülmekte ve görülmeye devam edecektir. Fırsatlar ve koşullar devrimciler lehine bu kadar oluşmuşken hareketsiz ve edilgen kalınamaz. Kitlelerin kapılarını çalma, öfkelerini örgütleme nedenleri ve koşulları dünden daha fazla olgunlaşmıştır. Yalan ve aldatmaya dayanılarak üstü örtülmek-kapatılmak istenen sömürü ve baskı gerçekliğinin açığa çıkartılma nedenleri fazlasıyla vardır. Yerine getirilmesi gereken yegane görev ‘örgütlenmek harekete geçmek-yine örgütlenmek’tir. Mevcut siyasal devlet yapısı varlığını koruduğu ve sürece elde edilecek haklar, kazanılacak mevziler kalıcı olamaz.

 

Devlet kendi içinde demokratikleşme dinamizmini kendi kendine gerçekleştiremeyeceği için sınıf bilinçli proletaryanın devrimci demokratik müdahalesi şarttır. Bu zorunluluk sınıflı toplum ve yarı sömürge, yarı-feodal toplumsal yapı gerçekliğinden kaynaklıdır. Demokratik halk devrimi yani devrimci zor devreye girip sürece örgütlü tarzda müdahale etmediği sürece kendisini her yönüyle her kesim içinde örgütleyemediğinde gerçek anlamda demokrasi ve özgürlük emekçilerin ve ezilenlerin elinde bir güce dönüşmeyecektir

 

Türkiye genelinde HDP, Türkiye Kürdistanı’nda BDP’nin yerel seçim adaylarını destekleme yaklaşımı kendi devrimci çalışmalarımıza hizmet edecek biçim ve içerikte ele alınmalıdır. HDP adaylarını destekleme kararı, Halkların Demokratik Kongresi’ni ele alışımızla uyumludur. HDK’nin içinden partileşen Halkların Demokratik Partisi’ne yönelik eleştirilerimiz olmakla birlikte, bu partiyi oluşturan HDK’nın yerel seçimlere ilişkin politikaları ilgisiz kalamayacağımız konuları içermektedir.

 

Diğer bir ifadeyle bu partinin adaylarının yerellerdeki politikaları, bizlerinde demokratik devrim çalışmalarımızda kullanabileceğimiz argümanları içermektedir. T.Kürdistanı’nda BDP adaylarını destekleme politikamız bir yanıyla, Kürt ulusal hareketinin demokratik taleplerine destek olurken, diğer yanıyla ve esas olarak Kürt halkına ulaşma ve kendimizi anlatma çabamızı içermektedir. Örneğin Amed’de yerel seçim çalışmalarımız bu mahiyette ele alınmalıdır.

 

T.Kürdistanı’nın önemli bir kesiminde Kürt hareketi son yaşanan gelişmelerle birlikte-halk kitlelerini harekete geçirmiş durumdadır. Bu hareketliliğin yerel seçimlerin yapılacağı tarihten önce, 21 Mart Newroz vesilesiyle biraz daha artacağı söylenebilir. Kürt Ulusal Hareketi’nin Dersim gibi kimi bölgelerdeki yerel seçimleri ele alışı izaha muhtaç olmakla birlikte anın konusu değildir. T.Kürdistanı’nda faaliyet yürütülen bütün bölgelerde Kürt hareketinin belediye başkan adaylarını destekleme kararı doğru olmakla birlikte, meselenin bizim açımızdan bununla sınırlı olmadığı açıktır.

 

Yerel seçimler tüm ülke çapında olduğu gibi T.Kürdistanı’nda da halk kitlelerine ulaşmamızın ve onlara demokratik devrimi anlatmamızın vesilesi yapılmalıdır. Bu arada bilhassa devletin (‘barış’ süreci!) yönlendirmeleriyle doğrudan seçim çalışmalarını engellemeye yönelik müdahalelerin (İzmir/Urla, Aksaray, Giresun, Fethiye vb.) gösterdiği gibi bu topraklarda şovenizme tavır alınmadan devrimci olunamayacağı ve hatta ilericiliğin bile sorgulanacağı gerçeği bir kez daha kendini hatırlatmaktadır. Yerel seçimler vesilesiyle yaşananlar Kürt ulusal sorununda, BDP-HDP’ye dair özellikle sosyal şovenizm başta olmak üzere her türden faşist saldırıya karşı birlikte duruşun zeminini oluşturmaktadır. 12 Mart,16 Mart, 21 Mart vb. Gündemleri aynı zamanda yerel seçim çalışmalarıyla birlikte ele alınıp yürütülmelidir.

 

Hakim sınıf klikleri arasında yaşanan it dalaşında ortaya saçılan gerçekler, demokratik halk devrimi mücadelesinde kullanılmalıdır! Büyük hırsızlar iş üstünde yakalanmıştır. Bu da yetmemiş, ortada suç yok denilerek halkın gözlerinin içine baka baka ‘hak yerini buldu’ diyerek salıverilmiştir. Tüm bu yaşananlar halkın hafızasında yer etmektedir. Bulutlar fırtına biriktirmektedir. 30 Mart yerel seçimleri sonrasında kitle hareketinin yükseleceği öngörülebilir.

 

Kitleler güç biriktiriyor. Kendiliğinden kitle patlamalarının yaşanması olasıdır Hazırlanalım!” (Mart 2014, Sayı: 92)

  https://ozgurgelecek51.net/yerel-secim-proleter-hareketin-yerel-secimlerdeki-tavirlari-uzerine/

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 3 ve 4

Not: SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar-1-2

 https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/02/smfye-donuk-elestiri-salvolarna-yantlar.html

 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 3

SMF, mevcut seçim ittifakları sürecinde hata ve eksikliklerine rağmen taktir edilecek bir siyaset yürütmüş, belli başarılara imza atmıştır. En azından ülkedeki demokratik siyaset cephesinde belirgin bir siyasal aktör olarak yer tutmuş, tutmayı hakkederek başarmıştır……….. 20 Şubat 2024

SMF’yi Savunuyoruz, SMF Biziz!

Yazımızın ilk bölümüne gelen eleştirileri dikkate alarak, ‘‘SMF’yi Savunuyoruz…” başlığı altında anlayış ve yaklaşımımızı özetleyen bir giriş yapmayı ihtiyaç gördük. Giriş bölümünden sonra, SMF’ye dönük eleştiri salvolarında yer alan Yeni Demokrasi Gazetesi’nin yazısını veya yazısındaki ilgili bölümü konu edineceğiz…

 

SMF’nin kurumsal bir parçası olduğu ideolojik-siyasi geleneğin yürüttüğü demokratik alanla sınırlı mücadele pratiğine karşı belli bir tahammülsüzlüğün geliştiği yönündeki değerlendirmemizi yineliyoruz. Bu ne kibir ne böbürlenme ne kendini beğenmişlik ve ne de demokratik çalışma pratiğini abartmaktır. Bilakis, somut bir pratiği veya özgülde yürütülen siyasetin hakkını teslim ederek, tersten yaklaşan anlayışların objektiflikten kopan yaklaşımlarını deşifre etmek ve özü ideolojik tutuma dayanan dar grupçu yaklaşımların yansımalarına dikkat çekmektir…

 

Hiç kuşkusuz ki, ilgili değerlendirme ve yaklaşımlarımızda bütün eleştirileri aynı torbaya koyarak tekleştirme anlayışı gayemiz değilken, eleştirileri tümden anlamsızlaştırma ya da boşa düşürme gibi bir kastımız hiç yoktur. Mütevazilik, alçak gönüllülük ve “politik olgunluk” gibi değerler, gerçekler karşısında liberalizmi uygulayarak onların hakkını teslim etmemeyi gerektirmez. Mütevazi olmak ne kadar erdemliyse gerçekleri savunmak da en az o kadar erdemlidir. Temel ölçüt bilimsel tutumdur…

 

Politik tahammülsüzlük ve çekememezlik biçiminde tarif ettiğimiz ilgili tablo, en geniş medya araçları üzerinden rutin dışı ve olağanın ötesinde sürdürülen eleştiri ve saldırı furyasıyla sabitlenen gerçek bir boyut iken, anılan eleştirilerin sübjektif zorlamalara dayanıyor olması da tahammülsüzlük-çekememezlik biçimindeki tespitimizi teyit eden başka bir gerçektir.

 Emarelerden yola çıkarak hasıl olan kanaatimiz; yürütülen genel eleştirilerin bir sebebinin SMF’nin temsil ettiği çalışmaların ya da özgüldeki siyasetinin başarılı olduğu, tali durumdaki diğer sebebin ise SMF’nin muhtelif hata ve eksiklikleridir. SMF’den yüksek beklentinin de elbette bir payı vardır.

Doğru-yanlış tüm eleştirinin güdüsü bu iki-üç sebebe dayanır. Yazımızın konusu itibarıyla dikkat çekmek istediğimiz eğilim ise, yukarıda işaret ettiğimiz dar grupçu anlayışın bir yansıması ve politik darlığın bir görüngüsü olarak gündeme gelen saldırı türünü de içeren eleştiri biçimidir…

 

SMF, mevcut seçim ittifakları sürecinde hata ve eksikliklerine rağmen taktir edilecek bir siyaset yürütmüş, belli başarılara imza atmıştır. En azından ülkedeki demokratik siyaset cephesinde belirgin bir siyasal aktör olarak yer tutmuş, tutmayı hakkederek başarmıştır. Tarihinde yaşamadığı kadar en geniş kamuoyunda tanınma, haber olma, gündeme girme ve tartışılma pozisyonu edinmiştir. Ulusal ölçekli burjuva sayılı medya kurumlarında ilgiyle izlenme gerçekligini abartmamak doğru olmasa da, bu gerçekligi silikleştirip yok saymak da yanlıştır. Dolayısıyla bu gerçekliği görmemek tek yanlılıkla gözlerini kapamak değilse, kasıtlı olarak bu başarıyı gözden kaçırma, gölgeleme tutumudur…

 

Söz konusu genel başarı SMF’nin kurumsal çalışması veya kendi iç çalışması bakımından tartışmasızdır; hata ve eksikliklerine karşın bu başarıyı teslim etmek gerekli olduğu kadar, doğrudur da. Dışarıdan bu başarının teslim edilip edilmemesi ayrı bir konudur; dışımızdaki devrimci hareket açısından bu başarı tartışmalı veya göreceli olabilir.

Ancak, SMF’nin örgütlü yelpazesi tarafından bu başarının görülmesi, objektif yaklaşımdan önce bir moral-motivasyon sorunu olarak son derece önemlidir. Başarılarını görmeyen bir yaklaşım ve bunların hakkını vermeyen bir tutum gelişme motivasyonunu koruyamaz. Kendi kazanım ve başarılarımızı büyütme yerine, niyetten bağımsız da olsa bu başarı ve kazanımları zayıflatıp baltalama gerçekliği, birçok soruna bağlı olarak gündeme gelmekle birlikte, esasta başarılarımızı yeterince sahiplenmeme ve onları motivasyon unsuru haline getirerek gelişme dinamiğine dönüştürmeme tutumundan beslenmektedir.

Hep eleştiri, sürekli eleştiri, hep olumsuzlama ve tersinden hiç olumlamama, hiç başarı görmeme alışkanlığıyla tekerrür eden tavır, pesimist yaklaşım olarak geriye çekendir; moral-motivasyonu sürekli kemirendir. Oysa doğru tarih bilinci, olumluluk ve olumsuzluklarıyla tüm tarihi savunmak ve sorumluluklarını almaktır. Tarih bunun dışında savunulamaz; tek yanlı bir tarih yoktur ve tarihin tek yanlı/salt olumluluklarıyla savunulması çarpık tarih bilincidir. Hata ve eksikliklerini göz ardı etmeden ve onlarla birlikte SMF’yi tereddütsüz biçimde savunuyoruz…

 

Bin bir zorluk ve emekle çalışma yürüten SMF’nin en geniş demokratik-devrimci cepheden yürütülen haklı-haksız eleştiri ve hatta sınırları zorlayan ağır saldırılara paralel olarak ve bunlar yetmiyormuş gibi bir de kurumsal örgütlülüğü tarafından yani öz dinamikleri tarafından taktir edilmemesi veya başarılarının yeterince sahiplenilmemesi durumu, negatif bir tutumdur.

 Oysa, SMF’yi hata ve eksiklikleriyle birlikte en iyi anlaması gereken onun bu dinamiği, örgütlü yelpazesidir. Kısacası, SMF, kendi örgütlü veya en geniş tabanı tarafından sahiplenici yaklaşımla motive edilmeyi fazlasıyla hakketmektedir; bunun siyaseten dikkate alınması elzemdir…

 

SMF’nin ciddi hata ve eksikliklerini varsayarak bunları söylüyoruz; bilerek-bilinçli olarak söylüyoruz! Ciddi hataların olması genel başarıyı gölgelemez. SMF çalışmasını veya başarısını kesinlikle devrimle kıyaslamıyoruz. Fakat SMF de bir mücadele yürütmektedir ve bu mücadele faşist iktidar başta olmak üzere gerici sınıf güçlerinin engelleri ve baskılarıyla tanışmakta, zorluklar altında yürütülmektedir.

Dolayısıyla, bu mücadele süreci de olumluluk ve olumsuzluklarıyla, başarı ve başarısızlıklarıyla bir bütünlük içinde olgulaşmaktadır. Başarısızlık ve hatalarını münakaşa etmek ayrı bir iş, başarı ve olumluluklarını teslim etmek de ayrı bir iştir. Biz, egemen olan ve devrimci moral-motivasyonu yükseltecek yanla meşgulüz. Bu hata ve eksiklikleri görmeme anlamına gelmez ama neyin öne çıkarılması gerektiği konusunda bir anlam taşır…

 

Tam da bu zeminde, SMF’nin başarılarını yürüttüğü siyasetteki başarıyı ve gelişimini hakkaniyetli yaklaşımla tespit etmek önem arz eder. Aynı zeminde SMF’ye yönelik gelişen eleştiri ve saldırıları anlamak da bir o kadar önemlidir. Ulusal hareketin en ağır yaftalama ve ithamlarla dolaylı dolaysız yürüttüğü saldırılar ve teşhir politikası alenen ortadadır. SMF’nin özellikle Dersim’de belirgin bir güç olması ve orada kökleri üzerinde gelişip güçlenme gerçekliği Ulusal Hareket tarafından asla hazmedilmemektedir.

 İdeolojik-politik saiklere dayanan ve yabancısı olmadığımız bu yaklaşım ve tahammülsüzlük tavrı seçimler sürecinde canlanarak taban yapmaktadır. SMF’nin Dersim’de halklaşan gerçekliği ulusal hareket cephesinde tam bir çekememezlik biçiminde yansımaktadır.

Ulusal hareketin burjuva sınıf ve ideolojik dokusuna bağlı olarak, Kürdistan coğrafyasındaki sınıf hareketlerini “misafir” olarak görmesi, SMF’ye karşı sergilediği tahammülsüzlük ve çekememezliğinin temel nedenidir.

SMF’ye karşı kabul edilemez saldırı, karalama ve teşhir kampanyaları oldukça ağır bir külfeti oluşturur. Ulusal hareket açısından SMF’nin burada zayıflatılarak adeta silinmesi merkezi bir politikadır, biz bunu anlıyoruz

 

Basın araçları üzerinden geliştirilen ağır saldırı, karalama, suçlama, dedikodu, yıpratma ve düşmanla aynılaştırma ağırlığında teşhir etme kampanyaları bu zeminde yürütülmektedir. Öyle ki, Dersim belediye başkanlığı noktasında SMF’nin olumlu yaklaşımına karşın, DEM Parti buradaki ittifakı baltalamaktan ve SMF’yi ezme siyasetinden geri durmamaktadır.

Daha başkanlığı netleşmeden ve seçimlerde kazanıp kazanmayacağı da belli değilken DEM Parti adaylarından birinin kendi hedefini ve seçim vaadini SMF Dersim belediye başkanından hesap sorma üzerine kurması bunun en açık örneğini tanımlar. Kimin nasıl hesap soracağı ise ayrı bir konudur ancak Ulusal hareket ve güçlerinin tavrı tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta SMF karşıtlığında biçimlenmektedir.

 Bunların altındaki temel sebeplerden biri SMF’nin özellikle Dersim’deki gelişmesidir! İşte politik çekememezliğin en özgün örneği budur.

 

SMF’nin çok abartılı ve muazzam bir güce sahip olduğu iddiasında değiliz. Hatasız olduğu gibi bir sava da sahip değiliz. Ancak, bütün zayıflıklarına karşın SMF’nin konjönktürel siyasette veya seçim ittifaklarında esasta başarılı bir siyaset yürüttüğünü ve bu siyaseti nedeniyle birçok kesimin rahatsızlık duyduğu gelen eleştirilerle birlikte, eleştiri adına yapılan saldırılarda da açıkça görülmektedir. Tekrar edelim ki, yürütülen eleştirilerin hepsi aynı torbaya konulamaz.

 Düzeyli, politik olgunlukta ve ideolojik zeminde yürütülen eleştiriler mevcuttur. Bunları diğer yıkıcı eleştiri, teşhir ve saldırı niteliğindeki tutumlardan ayrı ele almaktayız. Dolayısıyla teşhir, saldırı, karalama ve yıkıcılığa dayalı gelişen salvolara verdiğimiz yanıtlar pek tabii ki bu ideolojik eleştirileri hedeflememektedir. Elbette ideolojik zeminde yürütülen ve söz konusu teşhir-saldırı maiyetle eleştirilerden ayrışan ve ayrıştırdığımız eleştirilerin kiminde de politik çekememezlik emareleri belirmektedir

Devam edecek…

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-3-150098.html


SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 4

Demokratik alan mücadele biçimlerine karşı sergilenen bu küçümseyici ve suçlayıcı tavrın temelinde devrimin esas hattında bir varlık göstermezken tali biçimlerinde de bir açılım ve pratik ortaya koyamayanların bilinen tutumlarının tekrarıdır.

22 Şubat 2024

Politik Çekememezliğin Tipik Bir Örneği de Yeni Demokrasi Gazetesi’nin eleştirisidir

 

20 Aralık 2023-10 Ocak 2024 tarihli Yeni Demokrasi Gazetesi (YD) “Halkın İradesine Gölge Düşmeye Devam Edecek mi?” başlıklı yazısında kendisince süreci analiz ederken hayal kırıklığıyla hayli meşgul olmuş ve yine kendisince buna çözüm-perspektifi önermiş, bunların reformist eğilimlere karşı da bir duruş olduğunu vurguladıktan sonra,

 “Kazanmak İçin Birlik!” şeklinde bir ara-alt başlık koyup devam etmiş…

 

Yazısına “Kazanmak İçin Birlik!” ünlemiyle koyduğu ara-alt başlığın okuyucuya ilk çağrıştırdığı şey birlik sorunu ya da birliğin kazanmadaki önemi üzerine en azından bir şeylerin söyleneceği ön algısıyken, ilgili bu başlık altında tek bir kere bile birlik sözünün geçmemesi ve birlikten hiç ama hiç söz edilmemesi gerçekten de enteresandır.

Hiç değilse birlikten ve birliğin kazanmada oynayacağı rolden bir bahsedilebilirdi. Birlik başlığı koyup ayrılıkçı eğilimi işlemek tuhaftır ve başlıkla içeriğin ayrı tellerden çalması da yazı açısından tutarsızlıktır. Bunu abartmayarak bir kenara bırakalım; yazıda eleştiri konusu yapacağımız asıl mesele bu değildir.

 

İlgilendiğimiz mesele şudur: İlgili ara başlık altında; devrimci demokratik hareketin yasal olanaklar içine sıkıştığı, sıkışma ve darlaşma içinde “devrimci” özelliğini önemli oranda yitirdiği, bunun hayal kırıklığını üreten koşulların kendisi olduğu tespit edilmekte, başkaca da tespitler yapılmakta ve bütün bunların devrimci hareketin yitip gittiği, geri dönülmez bir dönüşüme uğradığı, bir daha toparlanamayacağı anlamına gelmeyeceği söylenmektedir vb. devamında, geniş kitlelerin devrim fikrinden ve devrimci hareketten uzaklaştığı ve aynı koşullarda kitlelere sunulan seçeneklerden medet umdukları ve ama bunun da geçici olduğu ilave edilmektedir.

 Daha sonra egemen sınıfların kitlelere dönük politikalarından ve bunların çürümüşlüğünden, devlet makinesinin işlemesinin sorunlarla karşı karşıya olduğundan, bu makinenin emperyalistlerden mali destek almaya muhtaç olduğundan ama bu desteği alamayacaklarından, M. Şimşek’in ekonomi modelinden ve bunun ilgili desteğe bel bağlamasından; emperyalist güçlerin savaş tamtamlarını çaldıklarından ve mali desteğe muhtaç olan devletlerin önümüzdeki yıllarda yeni model arayışlarına başlayacaklarını ön-görmekte ve ‘‘Bunun toplumsal karşılığı olarak çürümenin artması, daha fazla artığın kusulması, kitlelerdeki güvenin daha da kırılması ve devrime eğilimin de artmasıdır…” demektedir.

Tespit edilen tablo özetle bu!

 

Yazının eleştirimize konu olan yanı asıl buradan sonra başlıyor.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tespitlerin evirilip çevrilip “belediyecilik, komünist başkan ve sol-sosyalist anlayış” noktasına getirilmesi belli bir meramla güdülenmiş bir çabayı ifşa ediyor.

Şöyle diyor: “Bu koşullarda belediyecilik yoluyla devrimi hazırlamak hayaline kapılmanın bizim için hiçbir karşılığı yoktur ve olmamalıdır. Oysa belediyelerdeki toplumsal üretimin bölüşüm aşamasını ilgilendiren düzenlemelerle ‘komünist başkanlığın ‘, ‘sol-sosyalist anlayışın ‘örneklerini sergilediklerini iddia edenler de dahil bütün anlayışlar yukarıda belirgin özelliklerine dikkat çektiğimiz tablonun bir parçası durumundalar.…”

 

Böylece YD gazetesi birinci olarak; sanki belediyecilikle devrimi hazırlama iddiasında bulunanlar varmış gibi bunun kendileri için karşılıksız olduğunu söylemektedir Bunu boşuna söylemiyorlar, zira aktardığımız paragrafta görüldüğü gibi, “komünist başkanlığı”, “sol-sosyalist anlayışı” işaret ederek alenen kimi ve kimin bu hayalde olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır oysa yazının iddiasının tersine bizler; belediyecilik yoluyla burjuvaziye alternatif bir belediyecilik ve yönetim anlayışını örgütleyip pratikleştirerek halk kitlelerine gösteriyoruz; bilincin maddi temelini ortaya koyuyoruz.

Belediyeler yönetimi ya da mücadelesini, demokratik mevzi ve kazanımları geliştirip büyüterek ve ilerleterek demokrasi mücadelesinin hizmetine sunmayı yeğliyor, son tahlilde ona katkı sağlama bilinciyle ele alıyor, hareket ediyoruz.

Belediye yönetimlerinde uyguladığımız pratik ve anlayışın, en hafifiyle burjuva belediyecilik ve yönetim anlayışına alternatif bir anlayış, bir yönetim olduğunu ileri sürüyor; bunun devrimci demokratik anlayış olduğunu, devrimci mücadelenin gelişmesine katkı ve olanaklar sunup belli devrime hazırlık görevlerini yerine getirdiğimizi-getirmeye çalıştığımızı söylüyoruz! Aynı şekilde, esas ve tali mücadele ve örgütlenme biçimlerini karşı karşıya koyarak birinden birini ötelemeyi prensip olarak reddediyoruz.

Devrimin soluk borularını kullanmaktan imtina etmiyoruz, edemeyiz. Hal böyleyken, bizlerin belediyecilik yoluyla devrimi hazırlama hayalinde olduğumuzu ileri sürmek masum değil, niyetli yaklaşımdır. Demokratik alan mücadele biçimlerine karşı sergilenen bu küçümseyici ve suçlayıcı tavrın temelinde devrimin esas hattında bir varlık göstermezken tali biçimlerinde de bir açılım ve pratik ortaya koyamayanların bilinen tutumlarının tekrarıdır. En önemlisi de olmayanı varmış gibi göstermek ve ora üzerinden eleştiri bina etmek gerçek hayalciliktir; hamaset siyasetidir

 

İkinci olarak; “Komünist başkanın” karşılığı reel gerçekte başkanlıkta somutlanan yönetimin, anlayış ve değerler açısından sosyalist anlayışla temsil edilmesidir ve bunun da meclisler örgütlenmesi üzerinden kollektif yönetim, halkla birlikte yönetim anlayışıyla biçimlenmesidir.

Burjuva sistemde komünist belediyecilik olmaz. Burjuva merkezi idareye bağımlılık koşullarındaki yönetimi de komünist olarak pratikleşemez, demokratik-halkçı-şeffaf nitelikte mümkün olur. Fakat başkan komünist olabilir ve yönetim anlayışı da komünist olabilir.

Komünistlerin başkan olması ve faşist devlet ya da yasalarının olanaklı kıldığı ölçülerde sosyalist anlayışla yönetmesi komünist belediyeyi de komünizmin kurulduğunu da ifade etmez… bunlara karşın, “Komünist başkan” adlandırması esas olarak, seçime girip seçildiği partinin isminden ileri gelmekle birlikte, toplumsal kitlelerin adlandırması zemininde gerçekleşmiştir.

“Komünist Başkan”ın geniş toplumsal kesimlerde karşılık bulduğu, komünizme duyulan önyargıları önemli oranda kırdığı ve komünizme bir sempati yarattığı da inkâr edilemez bir gerçek, somut bir olgudur… Bu tablonun sizlerde bir karşılığının olmaması, sizlerin toplumla ve toplumdaki somut gerçekle çatışmasından başka bir şey ifade etmez. Ve sizlerin bütün bu gerçekliğe karşın, bu gerçek durumu “yukarıdaki tablonun bir parçası” olarak telakki etmesi, yani toplumdaki “hayal kırıklığı, çürüme” durumu tablosunun bir parçası olarak değerlendirmesi size has bir maharet olabilir…

 

Üçüncü olarak; genel devrimci hareket ve özelde de bizleri “yukarıdaki tablonun parçası” olarak değerlendirip tarif etmeniz sadece ideolojik-politik belirleme açısından yanlış olmanızla kalmamakta, aynı zamanda bir kafa karışıklığı veya karmaşa içinde olduğunuzu da açık etmektedir.

Zira, “yukarıdaki tablo” dediğiniz şey emperyalist dalaş ve savaş çığırtkanlığından mali desteğe muhtaç olan devletlere, bunların krizleri, izlediği mali politikalara ve muhtaç oldukları mali desteği bulamayıp yeni modeller arayışlarına gireceklerine dair biz dizi unsuru barındıran/öngören değerlendirmeler içermektedir.

Bununla birlikte, devrimci hareketin önemli oranda ‘devrimci’ özelliğini yitirmesinden, geniş halk kitlelerinin devrim fikri ve devrimden uzaklaşan eğilimlerine kadar uzanan çok faktörlü bir bulmacayı barındırmaktadır. Bu durumda bizleri, “yukarıdaki tablonun parçası” olmakla itham ederken sadece devrimci özelliğini yitiren, reformistleşen, hayal kırıklığı yaşayan, boş hayaller peşinde koşanlar ve bu zeminde de halkın devrimden uzaklaşmasının bir sebebi olarak göstermekle kalmıyor, emperyalist dalaş, savaş, kriz, bunların mali politikaları vb. ile özetlediğiniz tabloya da yamamaktasınız. Bunun bilinçli bir tutum olmadığı kanaatindeyiz ama bir karmaşa ve özensizlik içinde olduğunuz da aşikardır…

 

Devamla kurduğunuz şu cümleler ise düşünme biçiminiz açışından durumu içinden çıkılmaz hale getiriyor: ‘‘Bunların hiçbirinin sol-sosyalist belediyecilik yapmadığını, faşizmle ayakta duran ve bunun için etrafındaki tehlikeleri bertaraf etmeye çalışan devlet tarafından yakın tehlike sayılmamanın ‘avantajları’nı kullandıklarını söylemekteyiz”…

 

Biz de diyoruz ki, biz sosyalist anlayış ve değerlerle belediye yönetiyoruz; yönetim anlayışımız öz itibarıyla sosyalisttir.

Bu doğru değilse lütfen sosyalist belediyecilik anlayışı nedir, nasıldır gösterin.

Belediyecilik anlayışı veya yönetim anlayışınızı ortaya koyun, sosyalist olduğunu görelim. Biz yönetirken, 1 Mayıs, 8 Mart gibi tarihsel gün ve bayramlara dönük aldığımız kararlarla, toplu iş görüşmeleri ve sözleşmelerinde uyguladığımız metot ve işçi ücretlerine dönük yaptığımız düzenlemelerle, aldığımız haklarla, işçilerin çalışma saatlerinde yaptığımız düzenlemelerle, kadın istihdamına dönük çalışma ve örgütlenmelerle, kadınlara tanınan haklar ve verilen imkanlarla, ulaşım alanındaki sınırlı iyileştirmelerle, içme suyunun karşılanmasına dönük çalışmalarla, öğrencilere burs vererek, belediyenin gelir-gider tablosunu halka açık biçimde sergileyerek, halkın denetimine açık ve şeffaf tutarak, yolsuzluk, yiyicilik, kayırmacılık, bencil imtiyaz ve rantçılık-hortumculuğu vb. ortadan kaldırıp halka hizmet ve halkın çıkarlarını esas alarak, doğa ve canlıyı koruyan politikalar benimseyerek, meclisler vasıtasıyla halkın yönetime dahil edilmesinin önünü açarak ve daha fazlasıyla; burjuva yönetim anlayışına taban tabana zıt ve tam bir alternatif yönetim anlayışı uyguladık! Bu, demokratik-halkçı belediyecilik örneğidir; beslendiği anlayış sosyalisttir, sosyalist yönetim anlayışıdır! Siz buna sosyalist belediyecilik değil diyorsunuz!

O halde yukarıda belli örnekleriyle verdiğimiz bu yönetim anlayışı nedir, neye denk gelir ve hangi anlayıştan beslenir; buna da bir izah getirin?

 

 Bu sosyalist değil diyerek gerçeği yok edemezsiniz. Ama bu inkarcılıkla gösterdiğiniz şey, dar grupçu zihniyet ve onun yansıması olarak politik çekememezliktir!

“Yakın tehlike görülmemekten kaynaklı ‘avantajları’ kullanıyorlar” şeklindeki değerlendirmeniz ise daha ilginçtir. Faşist devlete tehlike olmaktan uzak mı yakın mıyız farazi bir tartışma.

Fakat ‘avantajları’ kullanmakta bir beis görmüyoruz. Muhtemelen sizler de kullanıyorsunuzdur! Bunu konu yapmanız manasız. Zira, devrim ve devrimciler ezilenlerin tarihsel mücadelelerinin kazanımları olarak burjuva sistem yönünden “boşluk” olarak ifade edilen her zeminden de, burjuva klikler arasındaki çatışmalardan da yararlanır. Bunda bir gariplik yok.

Lakin, sizin için bu sanki “utanç verici bir durum“muş gibi gözükebilir ama sizinle aynı fikirde olmak zorunda değiliz!

 

Devam ediyor YD gazetesi;

“Komünist başkanlık”, “sol-sosyalist belediyecilik” adı verilen uygulamalar asla üretim koşullarında, siyasi koşullarda ve hatta kültürel koşullarda bir değişime yol açmamakta. Kitleler tarafından sahiplenilen bir çalışma biçiminin de yaşama geçirildiği söylenemez.” Bu kuru bir inkarcılık ve tam bir çarpıtma örneği olarak traji-komik bir durumdur.

 Şayet ilgili noktalar kast edilerek bu noktalarda ciddi, büyük veya köklü ve hatta önemli bir değişim olmamıştır, yaşanmamıştır denseydi bu biraz daha makul olurdu. Bu retçi ve inkârcı tutum da politik çekememezliğe tekabül eden bir tutumdur.

Örneğin; işçilerin çalışma saatlerinin 7 saate indirilmesi nasıl bir değişim olarak telakki edilemez. Öyle ki, çalışma saatlerinin 7 saate indirilmesi ülkede hiçbir yerde olmayan ve görülmeyen bir düzenlemedir.

Bunu yok saymak akla ziyandır. Belediyemizin uygulamaları karşısından veya buna özenerek birçok burjuva siyasi parti belediye başkanlarının belediye kapılarını sırtlayarak taşıdığını görmemek kadar inkarcılık olabilir mi?

 

Belediyemizin “halka açık kapı” politikası, halka açık ve şeffaf olma siyasetinin bu etkisi değişim değil midir? Gelir gider tablosunun belediye binalarına asılması değişim değil midir?

 “Komünist başkan” propagandasının kendiliğinden ve izlenen politika ve anlayış zemininde gelişmesiyle geniş toplumda oluşan sempati bir değişim değil midir?

 Bu etki ve kazanımlar nasıl yok sayılabilir?

 Üreticiyle pazar arasındaki toptancıyı-tüccarı devre dışı bırakan deneyim bir değişim değil midir?

Değişime dair daha onlarca örnek gösterebiliriz ama bunları size saymamız boş çaba olacak, çünkü siz görmemekte ısrarlı, inkâr etmekte kararlısınız; gören körden daha ağır bir körlük tarifi yoktur!

 

Tiyatronun diğer perdesi de bu zeminde, yani inkâr ve yok sayma ekseninde biçimlenmektedir. Kitleler tarafından benimsenen bir çalışmanın hayata geçirilmediğini iddia edilmektedir! 8 saat yerine 7 saat çalışmayı neden benimsemesin kitleler?

 Ücretlerine yüzde seksen beş zam yapılmasını neden benimsemesinler?

 Fırından daha ucuza ekmek almayı neden benimsemesinler?

Çalmayan belediyeyi, arpalık olarak kullanmayan, adamcılık yapmayan, olanakları halka demokratik normlara uygun sunan, iş-istihdam açan, ucuz su veren, ulaşım ücretini düşüren bir çalışmayı neden benimsemesinler? Siz tersten bakmakla kalmıyor halk kitleleri adına konuşarak da ofsaytta düşüyorsunuz.

Bunca gerçekliğe rağmen öyle ki, etkisi ülkedeki en geniş kitlelere tesir eden bir belediyecilik ve çalışmasının halk kitleleri tarafından benimsenmediğini iddia etmekten geri durmuyorsunuz. Bu nasıl izah edilebilir. Politik kıskançlık, çekememezlik dediğimiz şey tam da burada sırıtıyor. Çünkü, bütün çalışmalar SMF’nin ve sosyalist anlayışının ürünüdür ve inkarcılık SMF’nin bu başarılarına karşı gelişmektedir.

 Bunu anlamak zor değil!…

 

Komediye bakın; ‘‘Halihazırda gerçekleşen şeylerden en öne çıkanı ‘aynı üretim biçimi ve üretim ilişkileri’ kapsamında bir tür satış kooperatifçiliğidir.” Bakış açısına bakın ki yukarıda belediyenin çalışmalarından aktardığımız ve kapitalist sistem anlayışına doğrudan alternatif olan uygulama ve kararlar bu temelde biçimlenen yönetim anlayışı ve onun temsil ettiği ileri adımlar adeta hiç sayılmaktadır.

Hâlihazırda gerçekleşen şeylerden öne çıkan kooperatifçiliktir denmektedir. Ya bu saydıklarımız gerçekleşmedi mi? Halkın çıkarına olan bunca karar ve uygulama, sergilenen yönetim anlayışı kaşla göz arasında iç edilip mesele sadece kooperatife indirgenmektedir! Bu inkarın boyutu, katı biçimidir. Tam bir komedidir. Öte taraftan belediyenin merkezi sistemin üretim ilişkileri ve üretim biçimini değiştirmesi adeta beklenmektedir.

Eleştirinin bu unsurlar üzerinden yürütülmesi sanki kooperatifin (veya belediyenin) bu ilişkileri ve biçimi değiştirmesi gerektiği halde aynı üretim biçimi ve ilişkileri korunmuş. Bu objektif olarak belediyeden veya kooperatiften merkezi üretim ilişkileri ve biçimini değiştirme beklentisi anlamına gelir ki, sol görünümlü sağcılık burada sırıtmaktadır…

 

Bir tür satış kooperatifçiliği denilerek küçümsenen o kooperatifçiliğin sınırlı bir üreticiyi de olsa, tüccarın-aracının sömürüsünden kurtaran, üretimi teşvik eden, halkın refahını etkileyen, üreticinin emeğinin karşılığını almasında daha uygun şartlar yaratan, bir yığın köylüyü, evde oturan kadını üretime sevk eden anlamlı bir çalışmadır.

Siz küçümseyin ama üreticinin-çiftçinin-köylünün, tüccar-aracı şahsında somutlanan kapitalist sistem ve ilişkilere karşı örgütlenmesini ifade ederek çıkarlarını koruyup temsil eden kooperatifçilik size rağmen komünist toplum embriyosu olarak en sahici kapitalist üretim biçimine alternatif bir çalışmadır.

Üreticiyle ilişkilenme, onun yarattığı değerlere sahip çıkma bilincini geliştirme, üretime yabancılaşmasını kırma, üretimini refahını yükseltmenin aracı haline getirme gibi birçok açıdan değer taşır-taşımaktadır. Siz bu anlayışla kolhozları-solhozları da küçümsersiniz. “Yapılan bir biçim satış kooperatifçiliğidir” demek onu küçümsemekten başka bir şey değildir. Ama çok bekledik sizin neler yapacağını, göremedik… SMF’nin bu çalışmalar zemininde gelişip güç biriktirdiğini ya da bu çalışmaların SMF çalışmalarına olumlu katkılar sunduğu aşikardır.

 Sizler SMF’nin gelişip güçlenmesine karşı beslediğiniz anlamsız tahammülsüzlükle, salt bu nedenle, gerçekleştirilen başarılı çalışma ve elde edilen kazanımları küçümsemekten geri durmamaktasınız…

 

Alkışlara boğulması gereken bir perde daha: Kooperatif çalışmasını diğer içerik ve olanaklardan (üreticinin sömürü payını azaltan, üreticiyi üretime teşvik eden, üreticiyle politik ilişki ve örgütleme olanaklarını sağlayan, üreticiye bilinç taşıyarak politikleştiren, belli bir siyasi görüşle tanıştırıp ilişkilendiren, örgütlenme kültürü yaratan, politik kazanımlar sağlayan içerikten vb…) soyutlayarak onu salt “gelirin ve olanakların kullanımı ve bölüşümü alanındaki kısmi halkçılık ve halk lehine tasarrufa” indirgeyen anlayıştan hareketle, kooperatifçiliği kast ederek bunun “sosyalist anlayış olduğu iddiası kabul edilebilir bir iddia değildir” denmektedir.

Mevcut kooperatifçilik sosyalist anlayışla ne kadar bağdaşır ne kadar bağdaşmaz ayrı bir tartışmadır. Sosyalist kooperatifçilik nüveleri barındırdığı gibi, sosyalist bir kooperatif iddiasında değiliz; esasta veya en azından temelli bir savunu zemininde bu iddiaya sahip olmadık. Söz ve konuşmalarda öyle geçmiş olduğunu varsaysak da genel anlayış olarak katıksız bir sosyalist kooperatifçilik iddiasında bulunmadık. Sosyalist anlayışla örgütleyip yürütmeye, geliştirmeye çalışıyoruz. Gelişiyor da… Bunu tartışmıyoruz.

 

Asıl mesele, yukarıdaki iddianın devamı olarak geldikleri şu sonuç ya da çıkarsamalardır; “böyle bir iddia sınıf savaşımından ve sınıf diktatörlüğünden uzak olmanın ürünü olarak çok bayat ve geleceği olmayan bir iddiadır. Bugüne kadar bu iddiaları hem kendileri ileri sürerek hem de başkalarının kendileri hakkındaki aynı iddiaları kabul ederek sınıf savaşımına ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını dönmüş olduklarını gösterdiler.

Bu yaklaşımla ileri bir düzlemde ortaklaşamayacağımız açık olmalıdır.” Kooperatifçilik anlayışımız (pratiği tartışılır bu ayrı) ama anlayışımız sosyalist kooperatifçiliktir. Kapitalist anlayışla yapmadığımız aşikâr. Tam sosyalist bir kooperatifçilik sergileyemesek de anlayış düzleminde sosyalist anlayışla kooperatifçilik yapmaya çalışıyoruz. Tuhaflık şu; bu iddiada bulunmamız nasıl oluyor da sınıf savaşımından ve sınıf diktatörlüğünden uzak olmanın ürünü oluyor? Kooperatifi doğru ya da yanlış tarif etmemizin sınıf savaşımı ve sınıf diktatörlüğüyle ne gibi bir bağlantısı var ya da nasıl bu denli net ve kesin bir sonuç çıkarılabilir!

 

YD Gazetesi bununla da yetinmiyor ve

 

“… bu iddiaları ileri sürerek ve … kabul ederek sınıf savaşımına ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını dönmüş olduklarını gösterdiler” demektedir! Yani biz, kooperatifçilik anlayışımıza sosyalist kooperatifçilik dediğimiz için, evet salt bunu dediğimiz için sınıf savaşı ve sınıf diktatörlüğüne sırt döndüğümüzü göstermiş oluyoruz!

Bu kadar gülünç olmayın.

 Olmayın çünkü sınıf savaşı ve sınıf diktatörlüğü bu denli basit, içeriksiz ve cılız bir şey değildir. Kooperatifler bir nevi demokratik devrim ve sosyalist devrim sonrası toplumsal şartlara bağlı olarak gündeme gelen kolhoz ve solhoz örgütlenmeleridir veya bunların öncelidir.

Kooperatifler sosyalist ekonomi ve üretimde başvurulan örgütlenme biçimleridir.

Lenin-Stalin Sovyetler’de bu örgütlenmelere giderken Çin’de kooperatif ve komünler örgütlenmelerine giderken sınıf savaşımı ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını mı dönmüş oluyorlardı! sosyalist kooperatifçilik iddiamız nedeniyle, “Bu yaklaşımla ileri bir düzlemde ortaklaşamayacağımız açık olmalıdır” demenize bir şey diyemeyiz.

 Ortaklaşamayabilirsiniz.

Lakin ortaklaşmak ayrı, birlik ayrıdır.

Hatırlatırız ki alt başlık, “Kazanmak için birlik!” başlığıydı.

Siz birliğe gelmeden ortaklaşmayı reddediyorsunuz.

 Ortaklaşma somut bir sorunda, görevde vb. buluşmak, eylem birliği yapmak vb. manalarına gelir.

Bunu öngörmediğiniz durumda birliği öngörmeniz hayli zordur.

 Fakat sözü buraya getirmenize rağmen, birlik sözcüğünü kullanmaktan imtina ettiğiniz okuyucunun da göreceği bir DETAY’dır!

Korkusu birlik olanların dağınık devrim güçlerinin nazarında bir çekiciliği yoktur bunu da bilin isteriz!

21 Şubat 2024 Çarşamba

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 6


 

Küçük burjuva kesimler komünist partisine proleterleşmek için katılmazlar. Sınıfsal statüleri bir pamuk ipliğine bağlı olduğu için büyük burjuvaziye öfke duyarak devrimci saflara gelen bu unsurlar zamanla proleter unsurlara karşıda öfke duymaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar.

Romalı general Fabius Cunctator, Hannibal’a karşı yaptığı savaşlarda zamanın kendi aleyhine işlediğini anladığında ani taarruzlardan kaçınmıştı. Bu nedenle uzatmalı taktiklere baş vuruyordu. Neredeyse sonsuza kadar uzanan pasif manevralarla zamanın Hannibal’ın ordusunu çözeceğini umdu.

 Tarihin oluşumunda hızlanmış ve kaçınılmaz bir an olan savaş gerçeğini stratejiden ve iradi müdahaleden yoksun bir şekilde karşılama isteği sonraki yüzyıllardaki düzen içi solcularına ilham kaynağı oldu.

 

Sınıf çatışmalarından kaçınılarak sosyalizmi yerleştirmeyi uman İngiltere kaynaklı “Fabian Sosyalizmi” bu tarihsel olayı kendisine referans olarak almaktadır. Bu bahsettiğimiz olguların günümüzdeki küçük burjuva toplumsal ana akımın beslendiği tarihsel kaynaklar olduğunu burada belirtelim. En karakteristik özelliği; Marksist düşüncenin bel kemiğini oluşturan üretim araçlarının kamulaştırılması yerine sosyal eşitliğin olduğu mutlu bir kent yaşamını hedeflemektedir.

 Oysa gelir dağılımının daha adil olmasını talep etmekle sosyalizmin aynı şey olmadığı açıktır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine rağmen üretimin artırılarak sosyal adalet sağlanmaya çalışılması Fabiancı yerel yönetimler siyasetinin geçmişteki en belirgin yönüydü.

 Küçük burjuva siyasi çizginin yer kürenin her köşesinde alacağı son görünüm aşağı yukarı bu düzlemde olacaktır. Küçük üretim etrafında oluşmuş ve durmadan çöken bir sınıfın proletaryanın davası etrafında güvenilir bir müttefik olarak durması mümkün değildir.

 

Küçük burjuva kesimler komünist partisine proleterleşmek için katılmazlar. Sınıfsal statüleri bir pamuk ipliğine bağlı olduğu için büyük burjuvaziye öfke duyarak devrimci saflara gelen bu unsurlar zamanla proleter unsurlara karşıda öfke duymaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. 

Çünkü küçük burjuvazinin devrimcilik nedeni dünya çapında özel mülk rejiminin tasfiyesi değildir. Bilakis mülk sahibi olamadıkları için ya da ellerindeki mülkü kaybettikleri için devrimcilik yapmak durumunda kalmışlardır. Bu anlamda küçük burjuva öfkesinde somutlaşan ideolojik düşmanlığın hedefi burjuva ekonomi politiğin ürettiği toplumsal maddi koşullar değil, bizzat mülklerini kaybetmekten sorumlu tuttukları burjuva hükümetlerdir.

 

Politik geleneğimizin saflarını da etkileyen, Türkiye devrimci hareketinin siyasasının devlet olgusundan çok devlete hükmeden hükümeti hedef alması böyle bir sınıfsal gerçeklikten beslenmektedir. Hükümet karşıtı olmanın sosyalist ya da anti kapitalist olmak için yeterli olduğu yönündeki yanılsama bu kesimleri büyük burjuvazinin muhalif kanatlarıyla ideolojik ve örgütsel yakınlaşmaya itimlemektedir. 

Yine aynı şekilde yerel seçimlerle ilgili demokratik mücadele sürecinde küçük burjuva ideolojisinin Proudhoncu etkilerini gözlemlemek mümkündür. Mesela burjuva devlet mülkiyetini halkın malı olarak gören anlayışlar konumuza çok iyi bir örnektir. Geçmişteki özelleştirmelere; “Halkın malı yağmalanıyor” diye demokratik siyasetin konusu yapan bir küçük burjuva devrimci zihniyetin yaşadığı ikilem, terslik ve alıklığın siyasal bilgi seviyesiyle değil, bizzat sınıf algılarının teslim aldığı tersine dönmüş bir tarih anlayışıyla ilgisi vardır.

 Halbuki burjuva toplumsal ortamında devletin denetiminde kalan mallar halkın malı olduğu anlamına gelmiyor. Böyle bir şeyin olabilmesi için öncelikle eski devlet makinasının parçalanması ve yerine bütün üretim araçlarını kamulaştıran bir işçi devletinin kurulmuş olması lazım.  Ama küçük burjuvazinin beyni tamda Gorki’nin dediği gibi bu tür konularda özürlü çalışır.

 

Aynı defolu anlayış burjuva devletin bir kamu alanı olan belediyelerin ele geçirilmesiyle halkın refahının arttırılacağı konusundaki görüşlerde kendisini ele vermektedir. Bu konudaki bilinç alıklığı öyle bir konumdadır ki; belediye iktidarı yoluyla yoksulluğa son verileceği yönünde Fabiancı ütopik hayalleri süsleyen politik vaazlara bile dönüşmektedir. 

Son dönemin ana akımı olan bu türden sapma görüşler küçük burjuva sınıfının tarihteki ilk filozofu olan Proudhon’dan beslenmektedir aslında. Tarihte Proudhon’un yazdığı “Sefaletin Felsefesi” adlı kuramsal esere karşı Marks yoldaş “Felsefenin Sefaleti” adlı tarihsel materyalist dev bir eserle karşılık vermiş ve küçük burjuva ideolojisinden türemiş olan bu teorik ekonomik formasyonu yenilgiye sürüklemişti.

 

Günümüzdeki siyasal reformist eğilimlerin Proudhon’un “Mülkiyet nedir?” adlı eserindeki “Karşılıkçılık” teorisini canlandırmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu miladi dolmuş teorik ilke aynı zamanda küçük burjuva sosyalizminin bir yapı taşı durumundadır.

# Proudhon bu çalışmayla kapitalizm ile komünizm arasında bir denge oluşturma arayışındadır. Sistem, üretici bireylerin yapılacak sözleşmeler yoluyla mallarını takas etmelerine olanak sağlamaktadır. 

Proudhon bu durumda maddeci olmayan bir emek – zaman teorisi kurmak zorunda kalmış ve kendi öznel yaratımı olan “Değerlerin Orantısallığı” adlı bir yasayla bu olguyu sanki gerçek dünyanın bir zorunluluğuymuş gibi işlemeye çalışmıştır. Birbiriyle takas ilişkisine girmeden önce iki farklı malın üretimi için aynı miktarda zaman harcanmasını gözeten bir denge yasasıyla toplumsal adaleti sağlamayı uman Proudhon hiçbir zaman mülkiyetin kendisini hedef almamıştır. 

Üretim ilişkilerine son vermek yerine üreticilerin birbirlerinin çıkarlarını karşılıklı koruduğu bir toplumsal model içerisinde huzur, barış ve özgürlüğü ummuştur. Her şeyden önce bizzat mülkiyet ilişkilerinin ürünleri olan iş etik ve ahlakı gibi olguları eski sistemi yıkmadan onunla yan yana en faziletli halinin telkin yoluyla yaşatılabileceğine inanmak bir küçük burjuva sanrıya çok iyi bir örnek olarak verilebilir.

 

Tarihsel bir zorunluluk yasası olan devrimci şiddete ihtiyaç duymadan bizzat kapitalizmle rağmen onun bağrında işçilerin mülk (Proudhon’un deyimiyle Zilyetlik) sahibi olduğu bir çalışma atölyesi kurarak bir toplumsal denge kurulabileceği yönündeki görüşler ne kadarda günümüzdeki sol orjinli ekonomizmi çağrıştırıyor. Proudhon’a göre; işçi ürettiği malın üzerinde bireysel mülkiyet hakkına sahip olduğunda toplumsal eşitlik sağlanmış olacaktır. 

Herkesi mülk sahibi yaparak toplumsal adaletin sağlanabileceği yönündeki küçük burjuva görüşler günümüzdeki refah toplumu savunucusu sol maskeli reformizm ve ekonomizmin hülyalarını süslemektedir. Yine Engels yoldaşın 1870’lerde bir erken dönem çalışması olan ve günümüzde hala kuramsal özü yaşayan “Konut Sorunu” adlı makalelerindeki tezlerine rağmen günümüzdeki yerel seçimlerde bütün kent halkını konut sahibi yapma vaadinde bulunmak bazı devrimci çevreler açısından Proudhon’un yeniden canlandırılması olarak okunabilinir.

 

Kapitalizmin tarihsel olarak ilk embriyonunun döllendiği toprak rantının değişim koşullarını anlamadan konut sorununu çözmeyi vaat etmek tarih ve ekonomi bilmemekle aynı anlama gelmektedir. Burjuva ekonomi politiğinin kapitalist üretim ilişkilerini besleyerek ortaya çıkardığı uzlaşmaz çelişkileri diyalektik ve tarihsel materyalizmin gözetiminde kavramadan düzen sınırları içerisinde kalarak konut sorununun çözülmesini program altına almak tipik bir küçük burjuva politikasıdır. Engels yoldaş boşuna burjuva toplumunda konut sorununun çözülememesinin nedeninin konutun yeterince üretilmemesi olduğunu söylememişti. Bilakis üretim arttıkça konut sorunu işçiler açısından büyümektedir.

 

Kapitalizm hiçbir zaman konut sorununu çözemeyecek. Çünkü başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halk açısından büyüyen ve çözümlenemeyen konut sorunu bir Kapitalizm yasasıdır. Bu görüşlerin ideolojik olarak beslendiği kaynak Proudhon olmakla beraber bu projenin tarihteki ilk politik pratisyeni küçük burjuva sosyalizminin uygulayıcısı Fabian’dır. Tarihe ” İngiliz Fabian Sosyalizmi” ya da “Belediye Sosyalizmi” olarak geçmiş olan bu akıma karşı ilk ideolojik müdahaleyi Engels ve daha sonraları Lenin yoldaş yapmıştır. Bu ideolojik müdahalelerin oldukça sert yapıldığını da buradan hatırlatmak isteriz. Aynı şekilde bütün bu bilimsel sosyalizm dışı kent yaşamına dair siyasal programlara ideolojik ve felsefi kaynaklık yapan küçük burjuvazinin tarihteki ilk filozofu olan Proudhon’a ilk müdahaleyi de Marks yoldaşın yaptığını belirtmiştik zaten.

 

Toplumda çıkar dengesinin kurularak özgür ve eşit insan toplumunun ortaya çıkacağını uman Proudoncu solculuk politik geleneğimizin çeşitli kesimlerinin demokratik alan politikasına nüfus etmeye başlamıştır. Bu konuda rahatlıkla onlarca kanıt ortaya sürülebilinir ihtiyaç duyulduğunda. Küçük burjuva sosyalizminden devşirilen bu türden politikalara burjuva merkezi devlet aygıtının müdahale etmeyeceğini ummak, aslında bir tarihi olmayan Proudhoncu iyi niyet ve hümanizminin başka türlü bir ifadesi olmaktadır…

 Devam edecek…

Not:Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 1-2-3-4 aşağıdaki linktedir.

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/01/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-1.html

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi-5

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/02/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-5.html

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi-6

https://www.xn--yziekasn-t0abd8vxz.de/2024/02/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-6.html

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)