22 Şubat 2024 Perşembe

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 3 ve 4

Not: SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar-1-2

 https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/02/smfye-donuk-elestiri-salvolarna-yantlar.html

 

SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 3

SMF, mevcut seçim ittifakları sürecinde hata ve eksikliklerine rağmen taktir edilecek bir siyaset yürütmüş, belli başarılara imza atmıştır. En azından ülkedeki demokratik siyaset cephesinde belirgin bir siyasal aktör olarak yer tutmuş, tutmayı hakkederek başarmıştır……….. 20 Şubat 2024

SMF’yi Savunuyoruz, SMF Biziz!

Yazımızın ilk bölümüne gelen eleştirileri dikkate alarak, ‘‘SMF’yi Savunuyoruz…” başlığı altında anlayış ve yaklaşımımızı özetleyen bir giriş yapmayı ihtiyaç gördük. Giriş bölümünden sonra, SMF’ye dönük eleştiri salvolarında yer alan Yeni Demokrasi Gazetesi’nin yazısını veya yazısındaki ilgili bölümü konu edineceğiz…

 

SMF’nin kurumsal bir parçası olduğu ideolojik-siyasi geleneğin yürüttüğü demokratik alanla sınırlı mücadele pratiğine karşı belli bir tahammülsüzlüğün geliştiği yönündeki değerlendirmemizi yineliyoruz. Bu ne kibir ne böbürlenme ne kendini beğenmişlik ve ne de demokratik çalışma pratiğini abartmaktır. Bilakis, somut bir pratiği veya özgülde yürütülen siyasetin hakkını teslim ederek, tersten yaklaşan anlayışların objektiflikten kopan yaklaşımlarını deşifre etmek ve özü ideolojik tutuma dayanan dar grupçu yaklaşımların yansımalarına dikkat çekmektir…

 

Hiç kuşkusuz ki, ilgili değerlendirme ve yaklaşımlarımızda bütün eleştirileri aynı torbaya koyarak tekleştirme anlayışı gayemiz değilken, eleştirileri tümden anlamsızlaştırma ya da boşa düşürme gibi bir kastımız hiç yoktur. Mütevazilik, alçak gönüllülük ve “politik olgunluk” gibi değerler, gerçekler karşısında liberalizmi uygulayarak onların hakkını teslim etmemeyi gerektirmez. Mütevazi olmak ne kadar erdemliyse gerçekleri savunmak da en az o kadar erdemlidir. Temel ölçüt bilimsel tutumdur…

 

Politik tahammülsüzlük ve çekememezlik biçiminde tarif ettiğimiz ilgili tablo, en geniş medya araçları üzerinden rutin dışı ve olağanın ötesinde sürdürülen eleştiri ve saldırı furyasıyla sabitlenen gerçek bir boyut iken, anılan eleştirilerin sübjektif zorlamalara dayanıyor olması da tahammülsüzlük-çekememezlik biçimindeki tespitimizi teyit eden başka bir gerçektir.

 Emarelerden yola çıkarak hasıl olan kanaatimiz; yürütülen genel eleştirilerin bir sebebinin SMF’nin temsil ettiği çalışmaların ya da özgüldeki siyasetinin başarılı olduğu, tali durumdaki diğer sebebin ise SMF’nin muhtelif hata ve eksiklikleridir. SMF’den yüksek beklentinin de elbette bir payı vardır.

Doğru-yanlış tüm eleştirinin güdüsü bu iki-üç sebebe dayanır. Yazımızın konusu itibarıyla dikkat çekmek istediğimiz eğilim ise, yukarıda işaret ettiğimiz dar grupçu anlayışın bir yansıması ve politik darlığın bir görüngüsü olarak gündeme gelen saldırı türünü de içeren eleştiri biçimidir…

 

SMF, mevcut seçim ittifakları sürecinde hata ve eksikliklerine rağmen taktir edilecek bir siyaset yürütmüş, belli başarılara imza atmıştır. En azından ülkedeki demokratik siyaset cephesinde belirgin bir siyasal aktör olarak yer tutmuş, tutmayı hakkederek başarmıştır. Tarihinde yaşamadığı kadar en geniş kamuoyunda tanınma, haber olma, gündeme girme ve tartışılma pozisyonu edinmiştir. Ulusal ölçekli burjuva sayılı medya kurumlarında ilgiyle izlenme gerçekligini abartmamak doğru olmasa da, bu gerçekligi silikleştirip yok saymak da yanlıştır. Dolayısıyla bu gerçekliği görmemek tek yanlılıkla gözlerini kapamak değilse, kasıtlı olarak bu başarıyı gözden kaçırma, gölgeleme tutumudur…

 

Söz konusu genel başarı SMF’nin kurumsal çalışması veya kendi iç çalışması bakımından tartışmasızdır; hata ve eksikliklerine karşın bu başarıyı teslim etmek gerekli olduğu kadar, doğrudur da. Dışarıdan bu başarının teslim edilip edilmemesi ayrı bir konudur; dışımızdaki devrimci hareket açısından bu başarı tartışmalı veya göreceli olabilir.

Ancak, SMF’nin örgütlü yelpazesi tarafından bu başarının görülmesi, objektif yaklaşımdan önce bir moral-motivasyon sorunu olarak son derece önemlidir. Başarılarını görmeyen bir yaklaşım ve bunların hakkını vermeyen bir tutum gelişme motivasyonunu koruyamaz. Kendi kazanım ve başarılarımızı büyütme yerine, niyetten bağımsız da olsa bu başarı ve kazanımları zayıflatıp baltalama gerçekliği, birçok soruna bağlı olarak gündeme gelmekle birlikte, esasta başarılarımızı yeterince sahiplenmeme ve onları motivasyon unsuru haline getirerek gelişme dinamiğine dönüştürmeme tutumundan beslenmektedir.

Hep eleştiri, sürekli eleştiri, hep olumsuzlama ve tersinden hiç olumlamama, hiç başarı görmeme alışkanlığıyla tekerrür eden tavır, pesimist yaklaşım olarak geriye çekendir; moral-motivasyonu sürekli kemirendir. Oysa doğru tarih bilinci, olumluluk ve olumsuzluklarıyla tüm tarihi savunmak ve sorumluluklarını almaktır. Tarih bunun dışında savunulamaz; tek yanlı bir tarih yoktur ve tarihin tek yanlı/salt olumluluklarıyla savunulması çarpık tarih bilincidir. Hata ve eksikliklerini göz ardı etmeden ve onlarla birlikte SMF’yi tereddütsüz biçimde savunuyoruz…

 

Bin bir zorluk ve emekle çalışma yürüten SMF’nin en geniş demokratik-devrimci cepheden yürütülen haklı-haksız eleştiri ve hatta sınırları zorlayan ağır saldırılara paralel olarak ve bunlar yetmiyormuş gibi bir de kurumsal örgütlülüğü tarafından yani öz dinamikleri tarafından taktir edilmemesi veya başarılarının yeterince sahiplenilmemesi durumu, negatif bir tutumdur.

 Oysa, SMF’yi hata ve eksiklikleriyle birlikte en iyi anlaması gereken onun bu dinamiği, örgütlü yelpazesidir. Kısacası, SMF, kendi örgütlü veya en geniş tabanı tarafından sahiplenici yaklaşımla motive edilmeyi fazlasıyla hakketmektedir; bunun siyaseten dikkate alınması elzemdir…

 

SMF’nin ciddi hata ve eksikliklerini varsayarak bunları söylüyoruz; bilerek-bilinçli olarak söylüyoruz! Ciddi hataların olması genel başarıyı gölgelemez. SMF çalışmasını veya başarısını kesinlikle devrimle kıyaslamıyoruz. Fakat SMF de bir mücadele yürütmektedir ve bu mücadele faşist iktidar başta olmak üzere gerici sınıf güçlerinin engelleri ve baskılarıyla tanışmakta, zorluklar altında yürütülmektedir.

Dolayısıyla, bu mücadele süreci de olumluluk ve olumsuzluklarıyla, başarı ve başarısızlıklarıyla bir bütünlük içinde olgulaşmaktadır. Başarısızlık ve hatalarını münakaşa etmek ayrı bir iş, başarı ve olumluluklarını teslim etmek de ayrı bir iştir. Biz, egemen olan ve devrimci moral-motivasyonu yükseltecek yanla meşgulüz. Bu hata ve eksiklikleri görmeme anlamına gelmez ama neyin öne çıkarılması gerektiği konusunda bir anlam taşır…

 

Tam da bu zeminde, SMF’nin başarılarını yürüttüğü siyasetteki başarıyı ve gelişimini hakkaniyetli yaklaşımla tespit etmek önem arz eder. Aynı zeminde SMF’ye yönelik gelişen eleştiri ve saldırıları anlamak da bir o kadar önemlidir. Ulusal hareketin en ağır yaftalama ve ithamlarla dolaylı dolaysız yürüttüğü saldırılar ve teşhir politikası alenen ortadadır. SMF’nin özellikle Dersim’de belirgin bir güç olması ve orada kökleri üzerinde gelişip güçlenme gerçekliği Ulusal Hareket tarafından asla hazmedilmemektedir.

 İdeolojik-politik saiklere dayanan ve yabancısı olmadığımız bu yaklaşım ve tahammülsüzlük tavrı seçimler sürecinde canlanarak taban yapmaktadır. SMF’nin Dersim’de halklaşan gerçekliği ulusal hareket cephesinde tam bir çekememezlik biçiminde yansımaktadır.

Ulusal hareketin burjuva sınıf ve ideolojik dokusuna bağlı olarak, Kürdistan coğrafyasındaki sınıf hareketlerini “misafir” olarak görmesi, SMF’ye karşı sergilediği tahammülsüzlük ve çekememezliğinin temel nedenidir.

SMF’ye karşı kabul edilemez saldırı, karalama ve teşhir kampanyaları oldukça ağır bir külfeti oluşturur. Ulusal hareket açısından SMF’nin burada zayıflatılarak adeta silinmesi merkezi bir politikadır, biz bunu anlıyoruz

 

Basın araçları üzerinden geliştirilen ağır saldırı, karalama, suçlama, dedikodu, yıpratma ve düşmanla aynılaştırma ağırlığında teşhir etme kampanyaları bu zeminde yürütülmektedir. Öyle ki, Dersim belediye başkanlığı noktasında SMF’nin olumlu yaklaşımına karşın, DEM Parti buradaki ittifakı baltalamaktan ve SMF’yi ezme siyasetinden geri durmamaktadır.

Daha başkanlığı netleşmeden ve seçimlerde kazanıp kazanmayacağı da belli değilken DEM Parti adaylarından birinin kendi hedefini ve seçim vaadini SMF Dersim belediye başkanından hesap sorma üzerine kurması bunun en açık örneğini tanımlar. Kimin nasıl hesap soracağı ise ayrı bir konudur ancak Ulusal hareket ve güçlerinin tavrı tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta SMF karşıtlığında biçimlenmektedir.

 Bunların altındaki temel sebeplerden biri SMF’nin özellikle Dersim’deki gelişmesidir! İşte politik çekememezliğin en özgün örneği budur.

 

SMF’nin çok abartılı ve muazzam bir güce sahip olduğu iddiasında değiliz. Hatasız olduğu gibi bir sava da sahip değiliz. Ancak, bütün zayıflıklarına karşın SMF’nin konjönktürel siyasette veya seçim ittifaklarında esasta başarılı bir siyaset yürüttüğünü ve bu siyaseti nedeniyle birçok kesimin rahatsızlık duyduğu gelen eleştirilerle birlikte, eleştiri adına yapılan saldırılarda da açıkça görülmektedir. Tekrar edelim ki, yürütülen eleştirilerin hepsi aynı torbaya konulamaz.

 Düzeyli, politik olgunlukta ve ideolojik zeminde yürütülen eleştiriler mevcuttur. Bunları diğer yıkıcı eleştiri, teşhir ve saldırı niteliğindeki tutumlardan ayrı ele almaktayız. Dolayısıyla teşhir, saldırı, karalama ve yıkıcılığa dayalı gelişen salvolara verdiğimiz yanıtlar pek tabii ki bu ideolojik eleştirileri hedeflememektedir. Elbette ideolojik zeminde yürütülen ve söz konusu teşhir-saldırı maiyetle eleştirilerden ayrışan ve ayrıştırdığımız eleştirilerin kiminde de politik çekememezlik emareleri belirmektedir

Devam edecek…

https://gazetepatika22.com/smfye-donuk-elestiri-salvolarina-yanitlar-3-150098.html


SMF’ye Dönük Eleştiri Salvolarına Yanıtlar- 4

Demokratik alan mücadele biçimlerine karşı sergilenen bu küçümseyici ve suçlayıcı tavrın temelinde devrimin esas hattında bir varlık göstermezken tali biçimlerinde de bir açılım ve pratik ortaya koyamayanların bilinen tutumlarının tekrarıdır.

22 Şubat 2024

Politik Çekememezliğin Tipik Bir Örneği de Yeni Demokrasi Gazetesi’nin eleştirisidir

 

20 Aralık 2023-10 Ocak 2024 tarihli Yeni Demokrasi Gazetesi (YD) “Halkın İradesine Gölge Düşmeye Devam Edecek mi?” başlıklı yazısında kendisince süreci analiz ederken hayal kırıklığıyla hayli meşgul olmuş ve yine kendisince buna çözüm-perspektifi önermiş, bunların reformist eğilimlere karşı da bir duruş olduğunu vurguladıktan sonra,

 “Kazanmak İçin Birlik!” şeklinde bir ara-alt başlık koyup devam etmiş…

 

Yazısına “Kazanmak İçin Birlik!” ünlemiyle koyduğu ara-alt başlığın okuyucuya ilk çağrıştırdığı şey birlik sorunu ya da birliğin kazanmadaki önemi üzerine en azından bir şeylerin söyleneceği ön algısıyken, ilgili bu başlık altında tek bir kere bile birlik sözünün geçmemesi ve birlikten hiç ama hiç söz edilmemesi gerçekten de enteresandır.

Hiç değilse birlikten ve birliğin kazanmada oynayacağı rolden bir bahsedilebilirdi. Birlik başlığı koyup ayrılıkçı eğilimi işlemek tuhaftır ve başlıkla içeriğin ayrı tellerden çalması da yazı açısından tutarsızlıktır. Bunu abartmayarak bir kenara bırakalım; yazıda eleştiri konusu yapacağımız asıl mesele bu değildir.

 

İlgilendiğimiz mesele şudur: İlgili ara başlık altında; devrimci demokratik hareketin yasal olanaklar içine sıkıştığı, sıkışma ve darlaşma içinde “devrimci” özelliğini önemli oranda yitirdiği, bunun hayal kırıklığını üreten koşulların kendisi olduğu tespit edilmekte, başkaca da tespitler yapılmakta ve bütün bunların devrimci hareketin yitip gittiği, geri dönülmez bir dönüşüme uğradığı, bir daha toparlanamayacağı anlamına gelmeyeceği söylenmektedir vb. devamında, geniş kitlelerin devrim fikrinden ve devrimci hareketten uzaklaştığı ve aynı koşullarda kitlelere sunulan seçeneklerden medet umdukları ve ama bunun da geçici olduğu ilave edilmektedir.

 Daha sonra egemen sınıfların kitlelere dönük politikalarından ve bunların çürümüşlüğünden, devlet makinesinin işlemesinin sorunlarla karşı karşıya olduğundan, bu makinenin emperyalistlerden mali destek almaya muhtaç olduğundan ama bu desteği alamayacaklarından, M. Şimşek’in ekonomi modelinden ve bunun ilgili desteğe bel bağlamasından; emperyalist güçlerin savaş tamtamlarını çaldıklarından ve mali desteğe muhtaç olan devletlerin önümüzdeki yıllarda yeni model arayışlarına başlayacaklarını ön-görmekte ve ‘‘Bunun toplumsal karşılığı olarak çürümenin artması, daha fazla artığın kusulması, kitlelerdeki güvenin daha da kırılması ve devrime eğilimin de artmasıdır…” demektedir.

Tespit edilen tablo özetle bu!

 

Yazının eleştirimize konu olan yanı asıl buradan sonra başlıyor.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tespitlerin evirilip çevrilip “belediyecilik, komünist başkan ve sol-sosyalist anlayış” noktasına getirilmesi belli bir meramla güdülenmiş bir çabayı ifşa ediyor.

Şöyle diyor: “Bu koşullarda belediyecilik yoluyla devrimi hazırlamak hayaline kapılmanın bizim için hiçbir karşılığı yoktur ve olmamalıdır. Oysa belediyelerdeki toplumsal üretimin bölüşüm aşamasını ilgilendiren düzenlemelerle ‘komünist başkanlığın ‘, ‘sol-sosyalist anlayışın ‘örneklerini sergilediklerini iddia edenler de dahil bütün anlayışlar yukarıda belirgin özelliklerine dikkat çektiğimiz tablonun bir parçası durumundalar.…”

 

Böylece YD gazetesi birinci olarak; sanki belediyecilikle devrimi hazırlama iddiasında bulunanlar varmış gibi bunun kendileri için karşılıksız olduğunu söylemektedir Bunu boşuna söylemiyorlar, zira aktardığımız paragrafta görüldüğü gibi, “komünist başkanlığı”, “sol-sosyalist anlayışı” işaret ederek alenen kimi ve kimin bu hayalde olduğunu ifade etmiş bulunmaktadır oysa yazının iddiasının tersine bizler; belediyecilik yoluyla burjuvaziye alternatif bir belediyecilik ve yönetim anlayışını örgütleyip pratikleştirerek halk kitlelerine gösteriyoruz; bilincin maddi temelini ortaya koyuyoruz.

Belediyeler yönetimi ya da mücadelesini, demokratik mevzi ve kazanımları geliştirip büyüterek ve ilerleterek demokrasi mücadelesinin hizmetine sunmayı yeğliyor, son tahlilde ona katkı sağlama bilinciyle ele alıyor, hareket ediyoruz.

Belediye yönetimlerinde uyguladığımız pratik ve anlayışın, en hafifiyle burjuva belediyecilik ve yönetim anlayışına alternatif bir anlayış, bir yönetim olduğunu ileri sürüyor; bunun devrimci demokratik anlayış olduğunu, devrimci mücadelenin gelişmesine katkı ve olanaklar sunup belli devrime hazırlık görevlerini yerine getirdiğimizi-getirmeye çalıştığımızı söylüyoruz! Aynı şekilde, esas ve tali mücadele ve örgütlenme biçimlerini karşı karşıya koyarak birinden birini ötelemeyi prensip olarak reddediyoruz.

Devrimin soluk borularını kullanmaktan imtina etmiyoruz, edemeyiz. Hal böyleyken, bizlerin belediyecilik yoluyla devrimi hazırlama hayalinde olduğumuzu ileri sürmek masum değil, niyetli yaklaşımdır. Demokratik alan mücadele biçimlerine karşı sergilenen bu küçümseyici ve suçlayıcı tavrın temelinde devrimin esas hattında bir varlık göstermezken tali biçimlerinde de bir açılım ve pratik ortaya koyamayanların bilinen tutumlarının tekrarıdır. En önemlisi de olmayanı varmış gibi göstermek ve ora üzerinden eleştiri bina etmek gerçek hayalciliktir; hamaset siyasetidir

 

İkinci olarak; “Komünist başkanın” karşılığı reel gerçekte başkanlıkta somutlanan yönetimin, anlayış ve değerler açısından sosyalist anlayışla temsil edilmesidir ve bunun da meclisler örgütlenmesi üzerinden kollektif yönetim, halkla birlikte yönetim anlayışıyla biçimlenmesidir.

Burjuva sistemde komünist belediyecilik olmaz. Burjuva merkezi idareye bağımlılık koşullarındaki yönetimi de komünist olarak pratikleşemez, demokratik-halkçı-şeffaf nitelikte mümkün olur. Fakat başkan komünist olabilir ve yönetim anlayışı da komünist olabilir.

Komünistlerin başkan olması ve faşist devlet ya da yasalarının olanaklı kıldığı ölçülerde sosyalist anlayışla yönetmesi komünist belediyeyi de komünizmin kurulduğunu da ifade etmez… bunlara karşın, “Komünist başkan” adlandırması esas olarak, seçime girip seçildiği partinin isminden ileri gelmekle birlikte, toplumsal kitlelerin adlandırması zemininde gerçekleşmiştir.

“Komünist Başkan”ın geniş toplumsal kesimlerde karşılık bulduğu, komünizme duyulan önyargıları önemli oranda kırdığı ve komünizme bir sempati yarattığı da inkâr edilemez bir gerçek, somut bir olgudur… Bu tablonun sizlerde bir karşılığının olmaması, sizlerin toplumla ve toplumdaki somut gerçekle çatışmasından başka bir şey ifade etmez. Ve sizlerin bütün bu gerçekliğe karşın, bu gerçek durumu “yukarıdaki tablonun bir parçası” olarak telakki etmesi, yani toplumdaki “hayal kırıklığı, çürüme” durumu tablosunun bir parçası olarak değerlendirmesi size has bir maharet olabilir…

 

Üçüncü olarak; genel devrimci hareket ve özelde de bizleri “yukarıdaki tablonun parçası” olarak değerlendirip tarif etmeniz sadece ideolojik-politik belirleme açısından yanlış olmanızla kalmamakta, aynı zamanda bir kafa karışıklığı veya karmaşa içinde olduğunuzu da açık etmektedir.

Zira, “yukarıdaki tablo” dediğiniz şey emperyalist dalaş ve savaş çığırtkanlığından mali desteğe muhtaç olan devletlere, bunların krizleri, izlediği mali politikalara ve muhtaç oldukları mali desteği bulamayıp yeni modeller arayışlarına gireceklerine dair biz dizi unsuru barındıran/öngören değerlendirmeler içermektedir.

Bununla birlikte, devrimci hareketin önemli oranda ‘devrimci’ özelliğini yitirmesinden, geniş halk kitlelerinin devrim fikri ve devrimden uzaklaşan eğilimlerine kadar uzanan çok faktörlü bir bulmacayı barındırmaktadır. Bu durumda bizleri, “yukarıdaki tablonun parçası” olmakla itham ederken sadece devrimci özelliğini yitiren, reformistleşen, hayal kırıklığı yaşayan, boş hayaller peşinde koşanlar ve bu zeminde de halkın devrimden uzaklaşmasının bir sebebi olarak göstermekle kalmıyor, emperyalist dalaş, savaş, kriz, bunların mali politikaları vb. ile özetlediğiniz tabloya da yamamaktasınız. Bunun bilinçli bir tutum olmadığı kanaatindeyiz ama bir karmaşa ve özensizlik içinde olduğunuz da aşikardır…

 

Devamla kurduğunuz şu cümleler ise düşünme biçiminiz açışından durumu içinden çıkılmaz hale getiriyor: ‘‘Bunların hiçbirinin sol-sosyalist belediyecilik yapmadığını, faşizmle ayakta duran ve bunun için etrafındaki tehlikeleri bertaraf etmeye çalışan devlet tarafından yakın tehlike sayılmamanın ‘avantajları’nı kullandıklarını söylemekteyiz”…

 

Biz de diyoruz ki, biz sosyalist anlayış ve değerlerle belediye yönetiyoruz; yönetim anlayışımız öz itibarıyla sosyalisttir.

Bu doğru değilse lütfen sosyalist belediyecilik anlayışı nedir, nasıldır gösterin.

Belediyecilik anlayışı veya yönetim anlayışınızı ortaya koyun, sosyalist olduğunu görelim. Biz yönetirken, 1 Mayıs, 8 Mart gibi tarihsel gün ve bayramlara dönük aldığımız kararlarla, toplu iş görüşmeleri ve sözleşmelerinde uyguladığımız metot ve işçi ücretlerine dönük yaptığımız düzenlemelerle, aldığımız haklarla, işçilerin çalışma saatlerinde yaptığımız düzenlemelerle, kadın istihdamına dönük çalışma ve örgütlenmelerle, kadınlara tanınan haklar ve verilen imkanlarla, ulaşım alanındaki sınırlı iyileştirmelerle, içme suyunun karşılanmasına dönük çalışmalarla, öğrencilere burs vererek, belediyenin gelir-gider tablosunu halka açık biçimde sergileyerek, halkın denetimine açık ve şeffaf tutarak, yolsuzluk, yiyicilik, kayırmacılık, bencil imtiyaz ve rantçılık-hortumculuğu vb. ortadan kaldırıp halka hizmet ve halkın çıkarlarını esas alarak, doğa ve canlıyı koruyan politikalar benimseyerek, meclisler vasıtasıyla halkın yönetime dahil edilmesinin önünü açarak ve daha fazlasıyla; burjuva yönetim anlayışına taban tabana zıt ve tam bir alternatif yönetim anlayışı uyguladık! Bu, demokratik-halkçı belediyecilik örneğidir; beslendiği anlayış sosyalisttir, sosyalist yönetim anlayışıdır! Siz buna sosyalist belediyecilik değil diyorsunuz!

O halde yukarıda belli örnekleriyle verdiğimiz bu yönetim anlayışı nedir, neye denk gelir ve hangi anlayıştan beslenir; buna da bir izah getirin?

 

 Bu sosyalist değil diyerek gerçeği yok edemezsiniz. Ama bu inkarcılıkla gösterdiğiniz şey, dar grupçu zihniyet ve onun yansıması olarak politik çekememezliktir!

“Yakın tehlike görülmemekten kaynaklı ‘avantajları’ kullanıyorlar” şeklindeki değerlendirmeniz ise daha ilginçtir. Faşist devlete tehlike olmaktan uzak mı yakın mıyız farazi bir tartışma.

Fakat ‘avantajları’ kullanmakta bir beis görmüyoruz. Muhtemelen sizler de kullanıyorsunuzdur! Bunu konu yapmanız manasız. Zira, devrim ve devrimciler ezilenlerin tarihsel mücadelelerinin kazanımları olarak burjuva sistem yönünden “boşluk” olarak ifade edilen her zeminden de, burjuva klikler arasındaki çatışmalardan da yararlanır. Bunda bir gariplik yok.

Lakin, sizin için bu sanki “utanç verici bir durum“muş gibi gözükebilir ama sizinle aynı fikirde olmak zorunda değiliz!

 

Devam ediyor YD gazetesi;

“Komünist başkanlık”, “sol-sosyalist belediyecilik” adı verilen uygulamalar asla üretim koşullarında, siyasi koşullarda ve hatta kültürel koşullarda bir değişime yol açmamakta. Kitleler tarafından sahiplenilen bir çalışma biçiminin de yaşama geçirildiği söylenemez.” Bu kuru bir inkarcılık ve tam bir çarpıtma örneği olarak traji-komik bir durumdur.

 Şayet ilgili noktalar kast edilerek bu noktalarda ciddi, büyük veya köklü ve hatta önemli bir değişim olmamıştır, yaşanmamıştır denseydi bu biraz daha makul olurdu. Bu retçi ve inkârcı tutum da politik çekememezliğe tekabül eden bir tutumdur.

Örneğin; işçilerin çalışma saatlerinin 7 saate indirilmesi nasıl bir değişim olarak telakki edilemez. Öyle ki, çalışma saatlerinin 7 saate indirilmesi ülkede hiçbir yerde olmayan ve görülmeyen bir düzenlemedir.

Bunu yok saymak akla ziyandır. Belediyemizin uygulamaları karşısından veya buna özenerek birçok burjuva siyasi parti belediye başkanlarının belediye kapılarını sırtlayarak taşıdığını görmemek kadar inkarcılık olabilir mi?

 

Belediyemizin “halka açık kapı” politikası, halka açık ve şeffaf olma siyasetinin bu etkisi değişim değil midir? Gelir gider tablosunun belediye binalarına asılması değişim değil midir?

 “Komünist başkan” propagandasının kendiliğinden ve izlenen politika ve anlayış zemininde gelişmesiyle geniş toplumda oluşan sempati bir değişim değil midir?

 Bu etki ve kazanımlar nasıl yok sayılabilir?

 Üreticiyle pazar arasındaki toptancıyı-tüccarı devre dışı bırakan deneyim bir değişim değil midir?

Değişime dair daha onlarca örnek gösterebiliriz ama bunları size saymamız boş çaba olacak, çünkü siz görmemekte ısrarlı, inkâr etmekte kararlısınız; gören körden daha ağır bir körlük tarifi yoktur!

 

Tiyatronun diğer perdesi de bu zeminde, yani inkâr ve yok sayma ekseninde biçimlenmektedir. Kitleler tarafından benimsenen bir çalışmanın hayata geçirilmediğini iddia edilmektedir! 8 saat yerine 7 saat çalışmayı neden benimsemesin kitleler?

 Ücretlerine yüzde seksen beş zam yapılmasını neden benimsemesinler?

 Fırından daha ucuza ekmek almayı neden benimsemesinler?

Çalmayan belediyeyi, arpalık olarak kullanmayan, adamcılık yapmayan, olanakları halka demokratik normlara uygun sunan, iş-istihdam açan, ucuz su veren, ulaşım ücretini düşüren bir çalışmayı neden benimsemesinler? Siz tersten bakmakla kalmıyor halk kitleleri adına konuşarak da ofsaytta düşüyorsunuz.

Bunca gerçekliğe rağmen öyle ki, etkisi ülkedeki en geniş kitlelere tesir eden bir belediyecilik ve çalışmasının halk kitleleri tarafından benimsenmediğini iddia etmekten geri durmuyorsunuz. Bu nasıl izah edilebilir. Politik kıskançlık, çekememezlik dediğimiz şey tam da burada sırıtıyor. Çünkü, bütün çalışmalar SMF’nin ve sosyalist anlayışının ürünüdür ve inkarcılık SMF’nin bu başarılarına karşı gelişmektedir.

 Bunu anlamak zor değil!…

 

Komediye bakın; ‘‘Halihazırda gerçekleşen şeylerden en öne çıkanı ‘aynı üretim biçimi ve üretim ilişkileri’ kapsamında bir tür satış kooperatifçiliğidir.” Bakış açısına bakın ki yukarıda belediyenin çalışmalarından aktardığımız ve kapitalist sistem anlayışına doğrudan alternatif olan uygulama ve kararlar bu temelde biçimlenen yönetim anlayışı ve onun temsil ettiği ileri adımlar adeta hiç sayılmaktadır.

Hâlihazırda gerçekleşen şeylerden öne çıkan kooperatifçiliktir denmektedir. Ya bu saydıklarımız gerçekleşmedi mi? Halkın çıkarına olan bunca karar ve uygulama, sergilenen yönetim anlayışı kaşla göz arasında iç edilip mesele sadece kooperatife indirgenmektedir! Bu inkarın boyutu, katı biçimidir. Tam bir komedidir. Öte taraftan belediyenin merkezi sistemin üretim ilişkileri ve üretim biçimini değiştirmesi adeta beklenmektedir.

Eleştirinin bu unsurlar üzerinden yürütülmesi sanki kooperatifin (veya belediyenin) bu ilişkileri ve biçimi değiştirmesi gerektiği halde aynı üretim biçimi ve ilişkileri korunmuş. Bu objektif olarak belediyeden veya kooperatiften merkezi üretim ilişkileri ve biçimini değiştirme beklentisi anlamına gelir ki, sol görünümlü sağcılık burada sırıtmaktadır…

 

Bir tür satış kooperatifçiliği denilerek küçümsenen o kooperatifçiliğin sınırlı bir üreticiyi de olsa, tüccarın-aracının sömürüsünden kurtaran, üretimi teşvik eden, halkın refahını etkileyen, üreticinin emeğinin karşılığını almasında daha uygun şartlar yaratan, bir yığın köylüyü, evde oturan kadını üretime sevk eden anlamlı bir çalışmadır.

Siz küçümseyin ama üreticinin-çiftçinin-köylünün, tüccar-aracı şahsında somutlanan kapitalist sistem ve ilişkilere karşı örgütlenmesini ifade ederek çıkarlarını koruyup temsil eden kooperatifçilik size rağmen komünist toplum embriyosu olarak en sahici kapitalist üretim biçimine alternatif bir çalışmadır.

Üreticiyle ilişkilenme, onun yarattığı değerlere sahip çıkma bilincini geliştirme, üretime yabancılaşmasını kırma, üretimini refahını yükseltmenin aracı haline getirme gibi birçok açıdan değer taşır-taşımaktadır. Siz bu anlayışla kolhozları-solhozları da küçümsersiniz. “Yapılan bir biçim satış kooperatifçiliğidir” demek onu küçümsemekten başka bir şey değildir. Ama çok bekledik sizin neler yapacağını, göremedik… SMF’nin bu çalışmalar zemininde gelişip güç biriktirdiğini ya da bu çalışmaların SMF çalışmalarına olumlu katkılar sunduğu aşikardır.

 Sizler SMF’nin gelişip güçlenmesine karşı beslediğiniz anlamsız tahammülsüzlükle, salt bu nedenle, gerçekleştirilen başarılı çalışma ve elde edilen kazanımları küçümsemekten geri durmamaktasınız…

 

Alkışlara boğulması gereken bir perde daha: Kooperatif çalışmasını diğer içerik ve olanaklardan (üreticinin sömürü payını azaltan, üreticiyi üretime teşvik eden, üreticiyle politik ilişki ve örgütleme olanaklarını sağlayan, üreticiye bilinç taşıyarak politikleştiren, belli bir siyasi görüşle tanıştırıp ilişkilendiren, örgütlenme kültürü yaratan, politik kazanımlar sağlayan içerikten vb…) soyutlayarak onu salt “gelirin ve olanakların kullanımı ve bölüşümü alanındaki kısmi halkçılık ve halk lehine tasarrufa” indirgeyen anlayıştan hareketle, kooperatifçiliği kast ederek bunun “sosyalist anlayış olduğu iddiası kabul edilebilir bir iddia değildir” denmektedir.

Mevcut kooperatifçilik sosyalist anlayışla ne kadar bağdaşır ne kadar bağdaşmaz ayrı bir tartışmadır. Sosyalist kooperatifçilik nüveleri barındırdığı gibi, sosyalist bir kooperatif iddiasında değiliz; esasta veya en azından temelli bir savunu zemininde bu iddiaya sahip olmadık. Söz ve konuşmalarda öyle geçmiş olduğunu varsaysak da genel anlayış olarak katıksız bir sosyalist kooperatifçilik iddiasında bulunmadık. Sosyalist anlayışla örgütleyip yürütmeye, geliştirmeye çalışıyoruz. Gelişiyor da… Bunu tartışmıyoruz.

 

Asıl mesele, yukarıdaki iddianın devamı olarak geldikleri şu sonuç ya da çıkarsamalardır; “böyle bir iddia sınıf savaşımından ve sınıf diktatörlüğünden uzak olmanın ürünü olarak çok bayat ve geleceği olmayan bir iddiadır. Bugüne kadar bu iddiaları hem kendileri ileri sürerek hem de başkalarının kendileri hakkındaki aynı iddiaları kabul ederek sınıf savaşımına ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını dönmüş olduklarını gösterdiler.

Bu yaklaşımla ileri bir düzlemde ortaklaşamayacağımız açık olmalıdır.” Kooperatifçilik anlayışımız (pratiği tartışılır bu ayrı) ama anlayışımız sosyalist kooperatifçiliktir. Kapitalist anlayışla yapmadığımız aşikâr. Tam sosyalist bir kooperatifçilik sergileyemesek de anlayış düzleminde sosyalist anlayışla kooperatifçilik yapmaya çalışıyoruz. Tuhaflık şu; bu iddiada bulunmamız nasıl oluyor da sınıf savaşımından ve sınıf diktatörlüğünden uzak olmanın ürünü oluyor? Kooperatifi doğru ya da yanlış tarif etmemizin sınıf savaşımı ve sınıf diktatörlüğüyle ne gibi bir bağlantısı var ya da nasıl bu denli net ve kesin bir sonuç çıkarılabilir!

 

YD Gazetesi bununla da yetinmiyor ve

 

“… bu iddiaları ileri sürerek ve … kabul ederek sınıf savaşımına ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını dönmüş olduklarını gösterdiler” demektedir! Yani biz, kooperatifçilik anlayışımıza sosyalist kooperatifçilik dediğimiz için, evet salt bunu dediğimiz için sınıf savaşı ve sınıf diktatörlüğüne sırt döndüğümüzü göstermiş oluyoruz!

Bu kadar gülünç olmayın.

 Olmayın çünkü sınıf savaşı ve sınıf diktatörlüğü bu denli basit, içeriksiz ve cılız bir şey değildir. Kooperatifler bir nevi demokratik devrim ve sosyalist devrim sonrası toplumsal şartlara bağlı olarak gündeme gelen kolhoz ve solhoz örgütlenmeleridir veya bunların öncelidir.

Kooperatifler sosyalist ekonomi ve üretimde başvurulan örgütlenme biçimleridir.

Lenin-Stalin Sovyetler’de bu örgütlenmelere giderken Çin’de kooperatif ve komünler örgütlenmelerine giderken sınıf savaşımı ve sınıf diktatörlüğüne sırtlarını mı dönmüş oluyorlardı! sosyalist kooperatifçilik iddiamız nedeniyle, “Bu yaklaşımla ileri bir düzlemde ortaklaşamayacağımız açık olmalıdır” demenize bir şey diyemeyiz.

 Ortaklaşamayabilirsiniz.

Lakin ortaklaşmak ayrı, birlik ayrıdır.

Hatırlatırız ki alt başlık, “Kazanmak için birlik!” başlığıydı.

Siz birliğe gelmeden ortaklaşmayı reddediyorsunuz.

 Ortaklaşma somut bir sorunda, görevde vb. buluşmak, eylem birliği yapmak vb. manalarına gelir.

Bunu öngörmediğiniz durumda birliği öngörmeniz hayli zordur.

 Fakat sözü buraya getirmenize rağmen, birlik sözcüğünü kullanmaktan imtina ettiğiniz okuyucunun da göreceği bir DETAY’dır!

Korkusu birlik olanların dağınık devrim güçlerinin nazarında bir çekiciliği yoktur bunu da bilin isteriz!

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)