5 Mart 2024 Salı

Kürt Ulusal Hareketi ve Yerel Seçimler_Yeni Demokrasi


Kürt Ulusal Hareketi ve Yerel Seçimler

2 Mart 202

 Kürt Ulusal Hareketinin yerel seçimlerde aldığı pozisyon birçok tartışmayı gündeme taşıdı. Yerel seçimler özgülünde önceki süreçlerden farklı olarak bağımsız ve kendi gücüne dayanmayı esas alan politikanın benimsenmesi kimi çevrelerde eleştirilere neden olsa da büyük oranda olumlu karşılandı.

Yeni politik tutumun Kürt halkı nezdinde olumlu bir havada karşılanmasının en önemli nedeni genel seçimler sonrası DEM Parti’nin geniş kitle toplantılarına yaslanarak yürüttüğü eleştiri-özeleştiri süreci oldu. Burada kitlenin temel eleştirilerinin yeni seçim sürecindeki politikaya yansıyışı bu bağlamda verili politikanın sahiplenmesini de beraberinde getirdi.

Kuşkusuz Kürt hareketinin yerel seçim taktiği salt genel seçimler sonucu gelişen eleştirilerle sınırlı değil. Geleceğe dair alacağı yeni pozisyonların bir sonucu olarak da değerlendirilmelidir. Birincisi bu politikada esas olarak yönünü İstanbul’a değil de Amed’e dönen bir tutum öne çıkarılıyor.

 Bu T. Kürdistanı’ndaki kitlesinin ihtiyaçlarını ve çıkarlarını öne çıkaran bir konumlanış olarak görülebilir. İkincisi, AKP-MHP faşist blokunun CHP ile ortaklık üzerinden kitleleri DEM Parti karşıtı bir pozisyonda saf tutmasının engellenmesi hedefi taşıyor.

T. Kürdistanı’nda özellikle faşist düzen partisi CHP ile yakınlaşmaya karşı gelişen bir tepki söz konusuydu. Bu tepki kitleleri daha “muhafazakâr ve milliyetçi” bir siyaset arayışına iterken HÜDA-PAR ile ortaklık üzerinden verili tepki AKP-MHP blokuna yarayacak bir politikaya dönüştürüldü. HÜDA-PAR’a açılan siyaset alanı da bunun en somut göstergesiydi. Bu bağlamda Kürt ulusal mücadelesinin yerel seçim politikasının ve bağımsız bir politik çizgiye meyletmesinin argümanlarının güçlü nedenlere dayandığını söyleyebiliriz.

 YENİDEN “ÜÇÜNCÜ YOL”

DEM Parti’nin yerel seçimlerde yukarıda özetlediğimiz tutumu esas itibarıyla İstanbul seçimlerine dair aldığı kararda öne çıktı. Başak Demirtaş’ın adaylık süreci ile başlayan tartışmalarda CHP’yi batıda destekleme tavrının terk edildiği açığa çıkmış oldu. Kürt hareketi özgülünde bu anlayış “üçüncü yol” olarak ifade edilse de bir kez daha bu çizginin muğlak sınırlar içerdiğini söylemek mümkün.

Mayıs 2023 seçimlerine dönersek o tarihlerde de Kürt hareketi Kılıçdaroğlu’na destek tavrını “üçüncü yol” olarak tanımlamış, bu politikayı etkin uyguladığını ifade etmişti. “Üçüncü Yol” hedefi ile tutumunu açıklayan Kürt hareketi; böylelikle iki faşist ittifakın dışında farklı mücadele güçleriyle demokratik temelde bir araya geleceğini beyan ederek Türkiye’nin iki seçeneğe mahkûm olmadığının vurgulandığı “üçüncü yol” seçeneğini öne çıkardı. Ancak hem pratikte hem de ana siyasal söylemlerde “Erdoğan’ın devrilmesi adına” Kılıçdaroğlu’na destek tavrı öne çıkarıldı. “Demokratik güçlerle ittifak”ın öncellenmesi de esas itibarıyla bu politikaya angaje oldu. Yeniden yerel seçimler gündemine döndüğümüzde “üçüncü yol” ile bir politikanın, seçim tavrının benimsendiği ifade ediliyor.

DEM Parti genel seçimler deneyiminden dersler çıkararak egemen kliklere angaje olmadan kendi bağımsız gücüyle hareket edeceğini söylüyor. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu’nu ve önceki yerel seçimlerde kendi adayını çıkarmadan Millet İttifakı adaylarını destekleyen Kürt hareketinin her iki taktiği de nesnel olarak farklılığa tekabül ediyor. Dolayısıyla her iki politikaya da “üçüncü yol denilebilir mi?” ya da “üçüncü yol denilen politik tutum her iki pozisyona da yol verir bir nitelikte mi?” soruları karşımıza çıkıyor.

Kürt hareketinin verili seçim tavrı önceki seçim deneyimlerinden çıkarılan derslere dayanıyorsa -ki ifadelerden böyle bir yönün bulunduğu anlaşılıyor- her iki seçim taktiğinin nesnel farkları “üçüncü yol” denilerek muğlaklaştırılmamalı. Bu durum çok temelde mevcut seçim tavrının politik gücünü ve önceki eleştiri sürecinin etkisini zayıflatır.

 “Üçüncü Yol” tartışmaları Kürt Ulusal Hareketi özgülünde de belirgin bir karmaşıklığı içeriyor. Yeni Özgür Politika’da Hasan Kılıç bu kavramı “Bugün Türkiye’de depolitizasyonun üretim merkezi sistem içi iki hegemonik güç arasında bir tercihte bulunmaktır. Politika kurucu olma vasfını ancak apolitizasyon ve depolitizasyon tuzaklarına düşmeden gerçekleştirebilir.

 Bunun imkânı da Üçüncü Yol’un örgütlenmesidir. Meylin sistem içi iki hegemonik gücün siyasal alanı tamamıyla kapladığı bir düzen olan egemen siyasete karşı siyasal alanda ezilenlerin alanını yaratan bir siyaset tercihi kurucu olabilir” ifadeleriyle iki egemen güç dışında bir konumda ve karşıtlık ilişkisi içerisinden nitelerken, “Kirlenmemiş Şeyler Uğruna” başlıklı mektupta Demirtaş, “Üçüncü Yol” siyaseti için DEM Parti’nin hem AKP ile hem CHP ile hem de diğer siyasi partilerle görüşmesini gerektiren bir siyaset olarak tanımladı. Kimilerine göre karşıtlık, kimilerine göre ise uzlaşı, diyalog vb. olarak görülen bu çizgi kuşkusuz Kürt Ulusal Hareketinin paradigmasının bir çıktısı.

 

 Mevcut paradigmanın krizleri seçim ve benzeri süreçlerde depreşirken verili tartışmalar ve eleştiriler projeksiyonu bu niteliğe değil görüngüdeki kimi uç durumlara tutuyor. Bu da güçlü bir bağımsız çizginin inşa edilmesine engel olabilecek bir yöntem sorununa işaret ediyor.

ÇÖZÜM SÜRECİ TARTIŞMALARI

DEM Parti’nin kendi adaylarıyla seçime girme kararı belli çevrelerde “yeni bir çözüm süreci” tartışmalarını da beraberinde getirdi. “Kürt oyları” üzerinden bir “çözüm pazarlığı” tartışması yine bilindik çevrelerden geldi. Kürt burjuvazisinin iş birlikçi takımı bu tartışmaların başını çekti. G. Ensarioğlu, Altan Tan gibi isimler DEM Parti’nin seçim tavrını “olumlu” bulduklarını ifade ederek “çözüm süreci” tartışmalarını eşanlı olarak başlattılar.

 Galip Ensarioğlu bu noktada en kullanışlı aparat. Ensarioğlu, AKP aday tanıtım toplantısında DEM Parti’yi “Hak etmedikleri bir şerefin üzerine oturmak”la eleştiriyor, halkın geçmişte “korkudan” Kürt hareketine oy verdiğini iddia ediyordu.

DEM Parti’den “Her yerde aday çıkarma” açıklaması yapılınca aynı Ensarioğlu DEM Parti’nin “Doğru bir siyaset izlediği”ni söyleyecekti. Başak Demirtaş’ın İstanbul adaylığı için başvuru yapmasının ardından tutuklu Demirtaş’ın “mağduriyeti”ni hatırlatacak ve övgüyü daha da ilerleterek “iyi bir siyasetçi” olduğunu söyleyecekti.

Ensarioğlu gibi iş birlikçi Kürt burjuvalarının rolü tam da bu süreçlerde etkin bir hal alıyor. AKP-MHP faşist bloku bu isimlerin “yorumları” üzerinden “çözüm süreci”, “kayyum atanmaması”, “Demirtaş ve belli siyasilerin tahliye edilmesi” gibi beklentilerle kendi seçim çıkarları için hem Kürt ulusal hareketini hem de Kürt halkını konsolide etmeye çalışıyor.

Madalyonun diğer yüzünde ise yine ezen Türk ulusunun farklı bir siyasal temsili bulunuyor. Kürt meselesinde imha, inkâr ve asimilasyoncu resmî ideolojiye secde eden bu çevre ise “Kürtlerin AKP ile anlaştığı”, “AKP’nin yeni bir çözüm süreci başlatacağı” söylemleri üzerinden şovenizmi ve AKP-MHP bloku etkisindeki milliyetçi kesimleri kendilerine yedeklemeye çalışan bir politika izliyorlar. Her iki anlayış da ezen ulusun çıkarları bağlamında şekillenen meşum bir politikayı içeriyor.

Kürt ulusal mücadelesinin “içeriden” ve “dışarıdan” geliştirilen bu sinsi politik hamlelere karşı uyanıklığı ve etkin mücadeleyi içeren bir pozisyon alması elzemdir. Bu pozisyon, yerel seçimler özgülünde kendi kitle gücüne ve meşru mücadelesine dayanan güçlü bir bağımsız bir çizgiyi harekete geçirerek güçlendirilebilir.

 

Bugünkü koşullarda yerel seçimler sonrası elde edilen kazanımlar her ne kadar sınırlı ve etkisi kayyum saldırılarıyla sınırlandırılmış olsa da Kürt Ulusal Hareketinin deneyimi ve mücadelesi koşulları tersine çevirebilecek bir birikime dayanıyor. Bu birikimin güçlü bir bağımsız çizgiyle kitlelere taşınması yerel seçimlerde elde edilecek en önemli kazanım olabilir.

SENTEZ | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor – 2

"Geniş yığınlara devrimci tarzda nüfuz etmek, somut koşulların somut analizinden hareketle; koşulları proletaryanın sınıf çıkarları lehine ileriye taşıcı, yığınları parti kitlesine yakınlaştırıcı ve kitlelerle bağları güçlendirici uygun mücadele biçimleri uygulanmalı ve geliştirilmelidir"

4 Mart 2024

Lenin, proletarya diktatörlüğü sorununun, uluslararası işçi sınıfının en temel sorunu olduğunun altını, hiçbir şüpheye yer vermeden net olarak çizmiştir:

Proletarya diktatörlüğü sorunu, istisnasız tüm kapitalist ülkelerde modern işçi hareketinin temel sorunudur. Bu sorunda tam açıklığa kavuşmak için, onun tarihini bilmek gerekir. Uluslararası bir ölçek koymak gerekirse, genelde devrimci diktatörlük ve özelde proletarya diktatörlüğü öğretisinin tarihi, devrimci sosyalizmin tarihiyle, özellikle Marksizm’in tarihiyle örtüşür.

 

 Ayrıca –ve tabii ki bu en önemlisidir- ezilen ve sömürülen sınıfın sömürücülere karşı tüm devrimcilerin tarihi, diktatörlük sorununa ilişkin tüm bilgimizin ana malzemesini ve ana kaynağını oluşturur. Her devrimci sınıfın, zafer kazanmak için kendi diktatörlüğünü kurmak zorunda olduğunu kavramamış olan, devrim tarihinden hiçbir şey kavramamıştır ya da bu alanda hiçbir şey bilmek istememektedir.” (17)

 

Küçük burjuva oportünizmin temel sorunu, ücretli sömürü sistemi kapitalist toplumu yıkıp yerine sosyalim ve komünizm inşa olmadığı için, proletarya diktatörlüğü yerine kolayca ve rahatlıkla “halkın devleti” ibaresini, arada niteliksel bir ayrım yokmuşçasına koyabilmektedir. Küçük burjuvazi sınıf mücadelesini kabul etmeyi yeterli gördüğü için, komünizm sorununu tarihsel bir sorun olmaktan öte, taktiksel bir sorun olarak ele aldığından, “halkın devleti” sorununu proletarya diktatörlüğü yerine geçirmekte bir beis görmüyor.

Marx’ın devlet üzerine öğretisinin özünü -der Lenin- ancak, bir tek sınıfın diktatörlüğünün yalnızca genelde her sınıflı toplum için, yalnızca burjuvaziyi devirmiş olan proletarya için değil, ama aynı zamanda kapitalizmi ‘sınıfsız toplumdan’, komünizmden ayıran tüm tarihsel dönem için gerekli olduğunu anlayanlar kavramışlardır.”(18)

 

Proletarya diktatörlüğü yerine “halkın devleti” önermesini ileri sürenlerin bir gerekçesi olarak da “diktatörlük” kelimesinden vazgeçmek gerekiyormuş ve halk bu kelimeden korkuyormuş ve aynı zamanda “demokrasi”yi dıştalıyormuş vb. gibi burjuva zırvaları ileri sürmekten de geri durmuyorlar.

Lenin, Macar işçilerine selam gönderdiği konuşmasında ise şunları söylüyor:

Ama proletarya diktatörlüğünün özü, tek başına, ya da hatta esas olarak kuvvet değildir. Bunun başlıca özelliği, amacı sosyalizmi kurmak, toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmak, toplumun her bireyini çalışan insan haline getirmek, ve insanın insan tarafından sömürülmesinin her türlü temelini yok etmek olan proletaryanın, çalışan halkın ileri müfrezesinin, onların öncüsünün, tek liderinin örgütlenmesi ve disiplinidir.”(19)

Stalin ise, proletarya diktatörlüğü konusunda Lenin’in yolundan devam eder.

Proletarya diktatörlüğü … sadece sömürücü sınıflar üzerine uygulanan zor demek değildir, ve hatta her şeyden önce, zor değildir. Bu devrimci zorun iktisadi temeli, onun canlılığının ve başarısının güvencesi, proletaryanın kapitalizme oranla toplumsal çalışma örgütlenmesinin üstün bir tipini sunması ve gerçekleştirmesidir. Sorunun özü buradadır. Komünizmin kaçınılmaz tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi buradadır.”(20)

Ülkemizde de “sol” liberal Birikim’ci, Ömer Laçiner, daha 1978 yılında, Lenin ve Stalin’in savunduğu “proletarya diktatörlüğünü”(21) yanlış buluyordu. Ve bu liberal “sol”lar, Marksizm karşıtı kim varsa, onları Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun karşısında “haklı” çıkarırlar.

 

Bu nedenle, kendini Marksist saflarda görenler ile “sol” liberallerin “ineğe inek” demeleri de aynı değildir. Onlar, ineği sağmal, Marksistler ise öncelikle canlı bir organizma olarak görürler ve “sağmal” oluşunu, tarihsel materyalizm içinde ele alıp incelerler. Bu yaklaşım, nitel bir farktır.

Laçiner, 1978 yılında Birikim Dergisi’nde “Sosyalizmin Temel Sorunları” başlığı altında yazdığı yazıda şöyle diyordu:

Proletarya diktatörlüğünün Marksizmin özü olduğunu öne süren III. Enternasyonal’in ihtilalci eğilimi, bu kavramı yadsıyan ve “demokratik sosyalizmi” savunan II. Enternasyonal eğilimini Marksizm düşmanı olarak nitelemiş, aralarında uzlaşmaz derin bir karşıtlık olduğunu belirterek tüm ilişkilerini koparmıştı.”(22)

 

Birikimciler, zamanla, elbette bütün suçu Stalin’e atacaktır. II. Enternasyonal’le III. Enternasyonal arasında fazla bir fark olmadığını da yazacaklardır. Ve ikisini de uzlaştırmak isteyeceklerdir. “Lenin neyse”, “ah bir Stalin olmasaydı”, “demokratik sosyalizm” gelip yerleşecek ve sınıfsız toplumda kurulmuş olacaktı.

 Bunlar, 1978’lerde savunuluyordu ancak, elbette önceli vardı. 1960’larda Kuruşçev’in “halkın devletini” savunması ve Avrupa’nın bir zamanlar “saygın” KP’lerinin Kruşçev’in peşinden giderek kendi emperyalist burjuvalarıyla uzlaşmaları sonucu, “Avrupa Komünizmi” adı altında geliştirdikleri sınıf uzlaşmacılığı teorisini savunmaları, ülkemizde, Aren-Boran-Aybar ve de Birikim vb. çevrelerde adresini bulmuştu.

Kendine MLM diyen kimi küçük burjuva devrimcileri, “proletarya diktatörlüğüne” karşı çıkarken, II. Enternasyonal’in ve “Avrupa Komünizmi”nin, “demokratik sosyalizmi”ni ve “güleryüzlü sosyalizmini” de incelemelidir. Kendi savundukları ile bunların savundukları arasındaki farkları ortaya koymalıdırlar. Ne var ki, bu benzerliğin salt biçimsel düzeyle sınırlı olmayıp, içerikte de olduğu görülecektir.

Kapitalizme ait ne varsa yıkılmadan sosyalizm asla ve asla inşa olmaz ve toplum, sınıfsız topluma, komünizme erişemez. Sosyalizm içinde var olan kapitalizme ait olan tüm öğeler (ufak ya da büyük), sosyalizmin inşası önünde ciddi bir ayak bağı ve aynı zamanda, kapitalizme dönme tehlikesini içinde barındıran bir içerikte olur.

Sosyalist devlet içinde bürokratik yapıyı kırmak ya da bunun gelişmesinin önüne geçmek; işçi sınıfının örgütlü bir şekilde devreye girmesinin tüm koşullarının oluşturulması ve sağlam bir işçi sınıfı örgütlenmesinin her alanda yaratılması ve devlet mekanizmalarının kontrolünün işçi denetimi altına alınmasıyla gerçekleşebilir.

Oysa, sosyalizmde bürokratik örgütlenmenin önüne geçmenin yolu, işçi sınıfı dışında küçük burjuva emekçi kesimlerin devlete egemen olmasını sağlamakla ya da onları, “önder” olarak önderliğe ortak etmekle olamaz. Bir taraftan, “bürokratik örgütlenmeyi önleyelim” derken, diğer yandan küçük üretimin yaygınlaşması ve giderek kapitalist büyük üretime dönüşmesinin yolları açılmış olur ve bunun sonucu, sosyalizmin yıkılmasıdır. Sosyalist devletlerin yıkılmasının nedenleri arasında bunları bulabilirsiniz.

 

Özgürlüğü üretim ilişkilerinden bağımsız ele almak, sapla samanı birbirine karıştırmak olduğu gibi, bu aynı zamanda idealistçe bir yaklaşımdır da. Üretim ilişkilerinin niteliği, özgürlüğün sınıfsal niteliğini de belirler.

Sosyalizmin ve nihayetinde komünizmin anlamı; kapitalist olan her şeye saldırmak ve yıkmaktır. Ve elbette, başta, kapitalist “özgürlük” denen şeye de saldırmak ve yıkmaktır. Sınıfsız temelde özgürlüğü onun yerine kurmak ve inşa etmektir.

Kapitalist “demokrasi” ve kapitalist “özgürlük”, üretim araçlarının belli ellerde toplanmasının özgürlüğüdür. Üretim araçlarına sahip olanların özgürlüğü, ona sahip olamayanların ise köleliği anlamındadır. Emekçilerin devletinin ekonomik adı olan küçük üretim ise, bu tip “özgürlüğün” gelişmesinin en küçük temel birimleridir.

 

Toplumsal iş bölümü kalkmadan sosyalizmi sınıfsız (komünist) topluma dönüştürmek ya da en azından, bürokratik gelişmeleri ortadan kaldırmak ya da devlet varken sınıfları ve sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmanın hayal olduğu görülmelidir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü altında geliştirilebilecek bir sürecin ürünü olacaktır.

Proletarya diktatörlüğü ya da proletarya demokrasisi (sosyalist demokrasi) ile burjuva diktatörlüğü ve burjuva demokrasisi karşı karşıya getirildiğinde, proletarya demokrasisi, “en demokratik” burjuva demokrasisinden ya da devletinden, her yönüyle daha demokratiktir. Bu ikisinin biçimsel olarak karşılaştırılması halinde dahi, sosyalist demokrasi burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratiktir. İçerik ve biçimsel olarak da bu böyledir.

 

 Sömürünün olduğu yerde, insanların elinden bütün geçim araçları özel mülkiyet adı altında bir avuç burjuvazinin elinde toplandığı bir sistemde, çoğunluğun özgürlüğünde ya da çoğunluk için demokrasiden söz etmek, tam da, sömürü ve baskı rejimini gizlemek için bir avuç burjuvaziye özgü bir sahtekarlık ve iki yüzlülüktür.

Peki, burjuvazinin diktatörlüğü burjuvazi için özgürlük proletarya ve emekçiler için ise sömürü ve baskı oluyorsa, proletarya diktatörlüğü neden işçiler için bir “zulüm cenneti” olsun?

Proletarya kendi kendine mi baskı uygulayacak?

Sömürü yoksa baskı da yoktur. Üretim araçlarının özel mülkiyeti yoksa, sömürü de baskı da olamaz. Çünkü, üretim araçlarının özel mülkiyeti, sömürü ve baskıyı koşullar. Bu ayrım önemlidir. Bu ayrım gözden ırak tutulduğunda, tam da küçük burjuva oportünizminin düştüğü çukura; burjuva sahtekarlıklarını kitlelere şirin gösterme yanlışına düşülür.

Marksizm’in kurucularından Engels “Gotha ve Erfurt Programlarını” üzerine, August Bebel’e gönderdiği mektupta, halkçı devlet sorununa da değinir ve şöyle der:

Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkacaktır.(23)

 

Lenin’in öğretileri Leninizm proletarya diktatörlüğü konusunda da hala günceldir ve proletarya diktatörlüğü savunulmadan sosyalizm inşa edilemeyeceği gibi komünist toplum da kurulamaz. Daha doğrusu, proletarya diktatörlüğü savunulmadan burjuva diktatörlüğü olan kapitalist toplum yıkılamaz ve yerine proletarya önderliğinde sosyalizm kurulamaz ve proletarya diktatörlüğü olmadan sosyalizmden komünizme geçilemez.

Lenin ve komünist parti

https://ozgurgelecek51.net/sentez-dunya-proletaryasinin-onderi-leninin-olumunun-100-yili-anisina-lenin-dunya-isci-sinifina-yol-gostermeye-devam-ediyor-2/

 

 

LENİN 100 | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor-1

 

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/02/lenin-100-dunya-proletaryasnn-onderi.html

 

 

 

1 Mart 2024 Cuma

MAKALE_ Birlikte Israr Etmek, İttifakı Genişletmek

 Belediye faaliyeti siyasal olarak demokratik, ekonomik olarak da esasta bir hizmet faaliyetidir. Komünistler bu faaliyeti yürütürken kendi politik ve ideolojik faaliyetlerini askıya almazlar, halkla ilişkilerde görüşlerini, bıkıp usanmadan, ısrarla açıklarlar. 






Belediye seçimlerinde, müttefiklerle ilişkilerde birlik esastır.

Eleştiri dostane olmak zorundadır.

Seçim kampanyasını müttefiklerin birbirleriyle ağız dalaşına girdiği bir kampanyaya dönüştürürsek kitle çalışması yapamayacağımız gibi birliği de koruyamayız. 

Müttefiklerle birliği uzun ömürlü kılmak, müttefikleri çoğaltmak, seçimleri yürüyüş yolu üzerinde ortaya çıkan etkin kampanya anları olarak görmek. Halk sınıf ve tabakalarına ait olan her güçle tereddütsüz ittifak içinde olmak, bir an önce partileşmek ve yürüyüşü parti olarak sürdürmek.

  Belediyenin hem genel olarak hem de her sınıf, cins, kültür ve benzeri kategoriler için neler yapacağı sorunu önemlidir.

  Büyük işlere aklım ermez ama şunları yapmak mümkündür:

  1- Ucuz lokanta, manav, fırın, kafeterya vb. açmak. Buna bağlı olarak esnaftan yiyecek bağışı alıp bu kuruluşlara aktarmak.

  2- Halktan bağış olarak ikinci el eşyaları toplayıp, bunların son derece ucuz bir fiyatla satışını sağlamak.

  3- Belediyeye bağlı ucuz satış kooperatifleri kurmak. Halkın yoksul kesimlerini bu kooperatiflere üye yapmak. Alış fiyatlarını üyeler için düşürmek.

  4- Hizmeti öncelikle yoksul mahallelere götürmek. Yoksullara yardım söz konusu olduğunda mülteci yoksullara öncelik vermek.

  5- Gönüllü çalışma ekipleri kurmak, bunları öncelikle yoksul mahallelerin acil sorunlarında seferber etmek.

  6- Belediyeye ait galeri veya salonlarda kadın ve çocuk resim sergileri, çocuk ve gençlik panelleri düzenlemek.

  7- Belediye bünyesinde resim, müzik, tiyatro ve folklor kursları düzenlemek. Bu alanda yetkin olan insanlara konferans verdirmek.

  8- Belediye sınırları içinde müze yoksa müze açmak.

  9- Sokak insanları ve hayvanları için barınak açmak.

  10- Sokak tiyatrosunu kurmak, düzenli hale getirmek, sokak ve meydanları sanat ve kültür gösterilerinin hizmetine sunmak.

  11- Ülke çapında kitap bağışı kampanyası açarak belediye kütüphanesini zenginleştirmek.

28 Şubat 2024 Çarşamba

Bir diktatör olarak Mustafa Kemal’in kısa portresi | Serdar Taş


 Bütün solaki ve salaki tilkiler

Döne döne dolaşıp

Tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkânına
Ve siroz olurlar
                                                             Can Yücel

“Bazı silahlar da vardır ki onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar; yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır.”
İbrahim Kaypakkaya

“Kötü zamanlarda umutlu olmak sadece aptalca bir romantizm değildir. İnsanlık tarihinin sadece zulmün değil, aynı zamanda şefkatin, fedakârlığın, cesaretin ve nezaketin de tarihi olduğu gerçeğine dayanır. Bu karmaşık tarihte neyi vurgulamayı seçtiğimiz hayatlarımızı belirleyecektir.

 Eğer sadece en kötüsünü görürsek, bu bizim bir şeyler yapma kapasitemizi yok eder. İnsanların muhteşem bir şekilde davrandığı zamanları ve yerleri hatırlarsak -ki çok fazla var- bu bize harekete geçme enerjisi ve en azından bu fırıldak gibi dönen dünyayı farklı bir yöne çevirme imkânı verir. Ve eğer harekete geçersek, ne kadar küçük bir şekilde olursa olsun, büyük bir ütopik geleceği beklemek zorunda değiliz. Gelecek sonsuz bir armağanlar silsilesidir ve şu anda, etrafımızdaki tüm kötü şeylere rağmen, insan evladının yaşaması gerektiğini düşündüğümüz gibi yaşamak bile başlı başına muhteşem bir zaferdir.”
Howard Zinn


Mustafa Kemal, Hitler’in takdirini ve teveccühünü kazanmış, övgülerine ve hayranlığına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Hitler onda rol model, esinleyici görmüştü. Ondan “karanlıkta parlayan yıldız” ve “öğretmen” olarak bahsediyordu. Demem o ki Hitler gibi “insan hayvanının” örgütlu kötülüğünün en yüksek ve kötücül temsilcilerinden olan bir alçağın bile methiyelerine mazhar olmuş bir şahıstan dem vuruyoruz. Mustafa Kemal liderliğindeki hareketin etnik arındırmaları (etnosid ve jenosid), Ittihat Terakki kadrolarının Ermeni Soykırımı ve sonrasında yargılanmamaları, Hitler’e ilham ve cesaret kaynağı olmuştu. Ermenilerin başına getirilenler; İttihat Terakki kadrolarının, cinayet şebekelerinin ve Malta sürgünlerinin yargılanmaması, bilakis Mustafa Kemal tarafından İngiliz savaş esrirleriyle takas edilip el konulmuş Ermeni mülklerini soykırıma iştirak etmişlere dağıtması Hitler’e Yahudi soykırımını gerçekleştirme cüreti vermişti. .

Adolf Hitler’in 22 Ağustos 1939’da Polonya’nın işgâlinden hemen önce Obersalzberg’de, “Bugün Ermenilerin imhasını kim hatırlıyor ki!?” sözleri niyetimizin sağlamasını ziyadesiyle arz ediyor.

Hitler, “Atatürk’ün ilk öğrencisi Mussolini, ikinci öğrencisi de benim,” diyebilmişti. Hitler, Mustafa Kemal’in Ankara Hükümeti olarak İstanbul Hükümeti’ni alaşağı etmesinden, yani Fikret Başkaya’nın ifadesiyle hükümet darbesinden ilham alarak bir birahane darbesine teşebbüs etmişti.

Hitler 1933’te Milliyet’e verdiği bir mülakatta Atatürk’ü ‘yüzyılın en önemli adamı‘ diye niteledi; ‘Atatürk’ün Türkiye’yi kurmak için liderlik ettiği başarılı kurtuluş mücadelesinin 1920’lerin karanlığında kendisine Nasyonel Sosyalist hareketin de başarılı olacağına dair güven verdiğini‘ söylemişti.

Hitler, daima Mustafa Kemal’i kendi başarısının katalizörü olarak selamladı ve hayranlığını defaatle beyan etti. Hitler darbe girişiminden önceki haftalarda bir ‘Alman Kemal’ çağrısında bulunmuş, basında da bir ‘Ankara Hükümeti’ veya ‘Ankara am Rhein’ çağrısında bulunmuştu. Ihrig, Nazi Muhayyilesinde Atatürk adlı çığır açıcı kitabında Hitler’in Führer olma serüveninde bilinenin aksine Mustafa Kemal’in Mussolini’den daha büyük bir ilham kaynağı ve itki oluşturduğunu yazar. Naziler buna ‘Türk Dersi’ diyordu. Zaten Mustafa Kemal’in, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,” sözleriyle Hitler’in, “3. Reich iki bin yıl yaşayacak,” cümlelerindeki söylemsel yakınlık gayet dikkate şayandır ve aynı zihniyetin, yani devleti ebed müddetleştiren, amaçlaştıran, kutsayan, kendi içinleştiren, “devlet içinde ve devlet içinci” faşizan, totaliter zihniyetin tecessüm etmiş halidir. Ne de olsa bütün diktatörler yönetsel ve söylemsel olarak akrabadır. O vakitlerde “Mustafa Kemal’in esrarlı havası etrafında ikinci bir Alman ‘Türk humması’ fışkırmıştı. Alman kamuoyu Enver Paşa’da heyecanlanmıştı, ancak Mustafa Kemal hususunda yirmi yıl sürecek esrik bir çılgınlık içinde olacaktı. İkinci Türk humması “kronik”leşecek ve Üçüncü Reich’in son aylarında Hitler’in sofrasında hâlâ hissedilecekti.

“Totaliter bir rejimin getirdiği en büyük yıkım, haysiyetsizleştirmesi ve şahsiyetsizleştirmesidir..”

2007’nin başında Münih’te yaşlı bir kadın, kentin sosyal demokrat belediye başkanını işaret ederek, “Hitler Türklerin dostuydu,” ve “Ude de öyle!” diye bağırdı. Bu ismi saklı tutulan kadın, Münih’teki mahallesinde yapılması planlanan bir camiyi tehdit olarak telakki etmişti. Üçüncü Reich’i hatırlayacak kadar yaşlı, Christian Ude’yi Adolf Hitler’le kıyaslayacak kadar da öfkeliydi. Peki “Türklerin dostu” olarak Hitler de neyin nesiydi!?

Nazi Muhayyilesinde Atatürk kitabı, Nazilerin özellikle matbu (basılı) medyada Türkiye’yi nasıl algıladıklarını, tasvir ettiklerini ve sitayişlere boğduğunu görmemizi sağlayarak Nazizme bakış şeklimizi, onu görme biçimimizi değiştirmeye davet eder. Bunun için 1919’dan başlayarak Alman gazete ormanına dalmak gerekir. O yıl Anadolu’da yeni bir oluşum, Mustafa Kemal’in adıyla doğrudan bağlantılı bir hareket, 1919’dan Üçüncü Reich’in sonuna kadar Almanya’yı büyüleyecek bir sürecin başladığını yazar Stefhan Ihrig.

Mustafa Kemal, bir diktatör olarak kendisinden sonra gelen birçok politikacıya, diktatöre de esinleyici, patern oldu. Bu yüzden Kemalizmin bittabi Erdoğanizm’de de payı ve hakkı var. Zaten ilginçtir, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu öncesindeki tartışmalarda Bekir Bozdağ’ın yeni rejim modelini her zamanki pişkinliğiyle mealen, “Mustafa Kemal döneminde de başkanlık sistemi vardı,” sözleriyle savunması mesnetsiz değildi. Bir yerde bir diktatör varsa muhakkak ondan önce başka bir diktatör ona zemini hazırlamış, yol yolak açmış demektir. Hiçbir diktatör, despot, tiran yoktur ki daha evvel ona patika açmış bir başka müstebit olmasın. Kaldı ki Mustafa Kemal bir defasında kendisini “halkın sevgisini kazanmış bir diktatör” olarak tanımlamıştı. Ayrıca “sansasyonel pozitivist” ve popülist bilimci, “dışkı ve cunta perver”, postal perhahlayıcı Celal Şengör’ün Mustafa Kemal’a dair bir kitabına “Dahi Diktatör” ismini vermiş olması da manidardır.

Mustafa Kemal, tıpkı Hitler ve Mussolini gibi yasama-yürütme-yargıyı tekeline almış, yani kuvvetler birliğini uygulamış, meclise mebusları bile liste hazırlayarak kendisi atamış, meclisi bir “atama meclisi”ne çevirmiş, parti-devlet ve lider özdeşliği kurmuş, yarattığı yapay hükümet kriziyle adeta “padişahsız padişahlık rejimi” tesis etmiş bir ebedi ve milli şefti. Yani anlayacağınız “Atatürkiye” senelerinde keyfi ve tercihi olarak serbest seçimler düzenlenmemişti. Yani “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indi.” Mustafa Kemal’in eski dava ve silah arkadaşları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar’ın (ki onlar mecliste Mustafa Kemal’in yasama-yürütme ve yargı erklerini kendinde temerküz etmesinden rahatsızlık duyan, yeni bir Enver Paşa yahut Napolyon türemesinden endişe eden 2. Grub’u oluşturanlardır) öncülüğünde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yine Mustafa Kemal tarafından kapatılmış ve parti kurucuları hain muamelesi görmüş, pek çoğu Üç Ali’ler Mahkemesi de denilen İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi bir “ihtiras adamı” olan Mustafa Kemal, gücünü maksimize etmek için her türlü pragmatik, taktik teşebbüse ve ittifaka girişebilen, eğilip bükülgenliği, elastikiyeti yüksek, ilkesiz bir liderdi.

Mustafa Kemal: “Kuvvetler ayrılığı esaslı bir şey değildir.”

Mustafa Kemal daha yaşarken kültleştirilmesine cevaz vermiş, heykellerinin dikilmesini, paraya resminin basılmasını görmezden gelmişti. Gerekli gördüğünde meclisin ve kanunların dışına çıkılabileceğini söylemiş, hatta bir keresinde kuvvetler ayrılığının esaslı bir şey olmadığını serdetmişti. Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz,” densizliğini ne kadar da hatırlatıyor, değil mi!?

Şimdi paylaşacağım bir anlatı, Kemalist kadroların ve rejimin mahiyetini dışavurması bakımından oldukça ibretlik:

Hitler’in ellinci doğum gününü kutlamak münasebetiyle Türkiye’den Berlin’e özel bir heyet gönderilir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Orgeneral Ali Fuat Cebesoy başkanlığında Falih Rıfkı Atay, Asım Gündüz, Yunus Nadi ve Falih Rıfkı Atay’dan oluşan heyet, Hitler tarafından Cumhuriyet gazetesinde anlatıldığı şekilde “pek samimi bir şekilde karşılanır.”

Falih Rıfkı Atay, heyetin Hitler tarafından kabulünü şöyle anlatır:

“1939 de ellinci doğum yıldönümü töreninde bulunmak üzere Berlin’e gittiğimizde Tanrı’nın bu dünyayı yaratmak için yedi gün uğraşmış olmasına bile gülecek kadar kibirli Hitler, bütün heyetleri bir büyük salonda kabul etmişti. Kendisi ortada yapayalnızdı. Ikincisi Georing beş on adım, üçüncüsü Göbells de bu sonuncudan beş on adım geride durmuşlardı. Hitler Romanya heyetine reislik eden dışişleri bakanını, verdiği işi iyi yapmayan bir hususi kalem müdürü gibi paylıyordu. Sıra bizim heyete geldi. Mavi gözlerinin bakışları yumuşak ve tatlı:

“Atatürk bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi kendisini kurtaracak olan vasıtaları yaratacağını öğreten liderdir. Onun birinci talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim,” der.

Mustafa Kemal, Fransız Ihtilali’nin Devrim Mahkemeleri’nden öykünerek oluşturduğu Istiklal Mahkemeleri’nde rejim düşmanı olduğu bahanesiyle hem dava aradaşlarını ve muhalifleri, hem de ayaklanmacıları ve direnişçileri avukatsız ve savunmasız bir şekilde yargılatıp ölüme mahkûm ettirdi. Daha o vakitlerde İstiklal Mahkemeleri için “önce öldürüp sonra yargılayan mahkemeler” denilmesi de beyhude değildir.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkını sanki bir lütufmuş, ihsanmış gibi “verdiği” söylenegelir, halbuki bunu kadınların seçme ve seçilme hakkını tanıma, kadınların kazanımı olarak okumak gerekir. Kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmasının ardında onlarca yılı kat eden bir mücadele tarihinin ve sergüzeştin olduğunu unutturmaya çalışan bir retorikten başka bir şey değil bu. Zaten hemen sonrasında kadınların bütün haklarına kavuştuğu, dolayısıyla artık gerek kalmadığına hükmederek keyfi olarak Türk Kadınlar Birliği’ni kapattı. Yine 1919’da kurulan ve Milli Mücadele’ye destek veren Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’ni 1923’te kapattı. Zaten Atatürkiye devrinde kadınların ne seçeceği ne de seçileceği çok partili, temsili bir demokratik ortam mevcut değildi. Kemalist yanlış cumhuriyetin erkekler kulübü, kadın haklarını sadece sembolik düzlemde tanımış, kadınların politik kamusal alana katılmasına ya izin vermemiş ya da son derece sınırlı şekilde müsaade etmiş, kadınları tabiri caizse “dişil kamusal alanla” ve “özel alanla” sınırlamıştı. Kurucu babalar kadın haklarını “medeni haklar reformu” ve “eğitim reformu”na indirgemişti. Yalnızca Nezihe Muhiddin’in başına getirilenler, şahsına yöneltilen mesnetsiz yolsuzluk suçlamaları, itibar suikastleri bile Kemalist rejimin mahiyetini teşhir etmeksi bakımından kâfidir. Elinin hamuruyla “erkek işlerine” burnunu sokan kadınlara Kemalist seçkinler, “Madem askerlik yapmıyorsunuz, o halde siyasete de giremezsiniz,” gibi militarist bir şantaj çekmekten de geri durmamıştı. Öte yandan Geç Osmanlı döneminde bile çok daha canlı bir kadın hareketi mevcutken, yaklaşık kırk adet kadın dergisi yayımlanabiliyorken Kemalist tiranlık devrinde kadın hareketi büsbütün etkisiz hale getirilmiş, tasfiye edilmiş ve kadınların en makbul hali “Atatürk kadını” olarak tarif edilmişti. Yani kadın hareketine karşı tahammülsüzlük bakımından Kemalist rejim Geç Osmanlı devrinin bile gerisindedir. Zaten bütün totaliter, faşizan rejimlerin mutabık olduğu karakteristik özelliklerden biri de kadın düşmanlığı, kadının ulusun fedakâr ve cefakâr anası, kuluçka makinesi ve domestik bir hizmetçi mesabesine düşürülmesidir.

1925 senesinde Şeyh Said Ayaklanması mazeretiyle Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı’nı çıkartarak Kürtlüğü topyekün yasaklı ve tarihsiz bir kimlik haline getirmek şöyle dursun Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Aydınlık, Son Telgraf, Sebillüreşşad, Orak-Çekiç gibi Milli Mücadele’ye en azimli, iştahlı ve koşulsuz destek sunan gazete ve mecmuaları bile kapattı, birçok gazetecinin payına mahpusluk ve sürgün düştü. Marksist klasikleri Türkçeye tercüme eden çevirmenler ve yayımlayan yayıncılara reva görülense hapishane damlarıydı.

Faşist İtalyan ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri iktibas ederek Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi pek çok aydını rejim için hiç de tehlike arz etmedikleri halde yargılayan bir terör/tedhiş rejimi ihdas edildi. Nazım Hikmet gibi Kemalist rejiminle geçimli olan, Kuvayi Milliye Destanı’nı kaleme alan, Şeyh Bedreddin gibi çoğul bir portreden “milli gurur” olarak bahsedebilecek kadar ulusal gururu kabarık bir figür bile Mustafa Kemal’in tiranlığı sürecinde tam dokuz defa yargılandı. Mustafa Kemal’in Nazım Hikmet için, “Bu adamı önce asmalı, sonra mezarı başında oturup ağlamalı,” sözleri de dikkate şayandır. Kemalist rejim, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı ve işçilerin greve çıkma hakkın yasakladı. Adana-Nusaybin demiryolu inşaatı esnasında greve çıkan işçileri kurşuna dizdirdi. Faşizan ve totaliter bir korporatizmle sınıfların varlığını, sınıfsal çelişkiyi inkâr etti ve Sınıfsız, kaynaşmış, imtiyazsız bir kitle olunduğu yalanını tedavüle sürdü.

Kürtlere özerklik, muhtariyet vaat ederek, böylece bir kısmını iğva edip Milli Mücadele’ye katılımını sağladı, sonrasında da bütün sözlerini çiğnedi ve onları sistematik olarak katliamlara tâbi tuttu. 25 Kasım 1925’de Şeyh Said Ayaklanması’na iştirak ettiği gerekçesiyle Elazığ’da idam edilen Hasan Hayri Bey’in, “Ey Kürt halkı! Bizden ibret alın ve bilin ki dünyadaki en güvenilmez söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür,” sözleri bu tarihi realiteye gönderme yapar. Yine Koçgiri Ayaklanması’nı çeteler, haydutlar vasıtasıyla soykırım yöntemleriyle bastırdı. Dersim Tertelesi/Soykırımı’nda Nazilerden alınan gazlarla, kimyasal silahlarla mağaralara sığınan çocukları, yaşlıları ve kadınları toplu halde katlettirdi. Ermeni yetimhanesinden evlatlık olarak aldığı Hatun Sebilciyan’ı Türklük dininin esaslarına göre endoktrinize ve terbiye edip nefretle besleyerek Sabiha Gökçen’leştirerek Dersim’de hareket halindeki her şeyi büyük bir vazifeşinaslıkla, memnuniyetle ve hazla bombalayacak kıvama getirdi. Denilebilir ki Kemalizm faşizmin, totaliterizmin Türkiye’de tecessüm etmiş, temsiliyet kazanmış halidir. Haliyle sosyal darwinist, ırkçı, Türk üstünlükçüdür. Mustafa Kemal’in bir diğer manevi kızı Afet İnan, 64 bin kişinin kafatasını ırkçı antopometrik yöntem ve yönelimlerle ölçerek ve antropoloji disiplinini bir ırk bilimi olarak kurgulayarak bir “doktora tezi” hazırlamıştı. Yine Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi safsata ve sözde-bilimsel tezleri ısmarlayarak pek çok bilim otoritesini kendine güldüren bir ırkçılığa tevessül edebildi Mustafa Kemal.

Pontus (Karadeniz) Helenlerini “Küçük Asya Felaketi” diye de tâbir edilen bir etnik arındırmadan geçirdi. 1934’te Trakya Yahudilerini pogroma tâbi tuttu. İttihat ve Terakki’nin yarım bıraktığı Ermeni Jenosidi’ni Kilikya (Adana) ve Antep (Ayntap) Ermenilerini yerel Kuvayi Milliye çeteleriyle katlederek ve püskürterek tamamına erdirdi. Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş katilleri ödüllendirdi ve taltif etti. Ermenilerin “emval-i metruke”lerini “Malta Sürgünlerine”, yani Ermeni Soykırımı’na iştirak etmiş, telgraf hatlarının başında bulunup sevk ve idare etmiş büyükbaş mücrimlere, ve onların yakınlarına dağıttı. Yine 2 Mayıs 1923’te Manyas ve Gönen civarındaki on dört Çerkes köyünün sakinleri “iç karışıklık çıkardıkları”, “yeni kurulmakta olan rejimi tehdit ettikleri” ve çetelerin varlığı mazeretleriyle Babadolu’nun muhtelif bölgelerine sürüldü. Kadın, engelli, çocuk, hasta, yaşlı ayrımı yapılmaksızın bütün Çerkes nüfusu, Bandırma tren garından hayvan vagonlarına bindirilerek peyderpey sürüldüler. Üstüne üstlük sürüldükleri bölgelerde de toplu şekilde yerleşmelerine Kemalist diktatörya müsaade etmedi.

İspanya için Primo de Rivera ve Francisco Franco neyse, Protekiz için Oliveira Salazar neyse, Almanya için Adolf Hitler neyse, İtalya için Benito Mussolini neyse Türkiye için de Mustafa Kemal esasında odur ve aslında bir savaş suçlusu olarak yargılanması gerekiyordu. Francisco Franco neden yaşıyorken, hatta onlarca yıl sonra bile savaş suçlusu ilan edilip, yargılanıp mahkûm edilmediyse tam olarak aynı sebeplerle de Mustafa Kemal savaş suçlusu olarak mahkûm edilememiştir.

Peki bir soru: Mustafa Kemal muasır medeniyetler seviyesini yakalamaktan, modernleşmekten, Batılılaşmaktan, terakkiden, ilerlemekten neden kılık kıyafet yönetmeliği, harf inkılabı, şapka kanunu gibi şekilci uygulamaları anladı da anayasal parlamenterizmi, kuvvetler ayrılığını, çok partililiği, çok kültürlülüğü, sahici laikliği ve sekülerliği, çoğulculuğu, katılımcılığı, sivil toplum kuruluşlarını desteklemeyi, seyfiyeyi (asker sınıfını) sınırlandırmayı, sendikalaşmayı, hukukun ve meclisin üstünlüğünü, hesap verebilirliği, şeffaflığı, toprak reformunu, kadın-erkek eşitliğini, kadınların politik kamusal alana eşdeğer ve eşit bir cinsiyet ve politik özne olarak katılımını, azınlık haklarının teminat altına alınmasını, basın-yayın özgürlüğünü, ifade hürriyetini anlamak işine gelmedi!? Heybesindeki turp buna yetmiyor muydu!? Yoksa niyeti daha en başından beri bozuktu da tek adamlığı delicesine ve ihtirasla hedeflemiş miydi!? Retorik bir soru sorduğumun farkındayım… Cevap zaten sorunun içinde gömülü…

Mustafa Kemal devrinin bütün faşizan, totaliter atmosferinden ve pratiklerinden faydalandı; tek adam, edebi ve milli şef oldu. Toprak reformu yapmamak şöyle dursun devrinin toprak ağalarını meclisle “şereflendirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” diye buyuran Mustafa Kemal ceza hukukunu tanzim ederken Faşist Mussolini İtalya’sının ceza hukukundan 141 ve 142 no.lu maddeleri almakta bir beis görmedi. Yine Türklüğün faziletlerinden ve milli olmanın zaruretinden dem vuran Mustafa Kemal medeni hukuku İsviçre’den, idare hukukunu Fransa’dan, ceza muhakemeleri yasasını Almanya’dan almakta bir sakınca görmedi. Uğur Mumcu, Köy Enstitüleriyle ilgili bir panelde bir mizah mecmuasından hafızasında kalanları şöyle dile döker:

“Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor. Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki Türk ne demektir? Türk vatandaşı kimdir? Türk vatandaşı, İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

Kemalizmin Kurtuluş Savaşı diye epopeleştirdiği ve perdahladığı 1919-23 yılları esasında Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın antik, otokton halklarının göçertilmesi, jenosidal bir prosesle yok edilmesi hareketi, bir Yunan-Türk Savaşı, lokal ve sınırlı bir Ermeni-Türk savaşıdır. Kuvayi Milliye çeteleriyle güneyde, Ayntap’da Fransız üniformalı Ermenilerle çarpışılan bir “iç savaş”tır bu. Ayrıca Milli Mücadele, Türk ve Müslüman bir sermaye sınıfı oluşturmanın, müslüman olmayanların ve makbul Türk olmayanların menkul ve gayri-menkullerine çökmenin ve bu sayede ilkel sermaye birikimini edinmenin adıdır. Unutmamalı ki Mustafa Kemal, Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup olan Karaman Türklerini bile nüfus mübadelesiyle kovmuş, Gagavuz Türklerinin yurda gelme taleplerini Ortodoks Hristiyan oldukları için reddetmiş bir despottur. Yani o, Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerinin her ikisine birden şayet uymuyorsa ve “makbul, mazbut, mülayim, cici” Türklerden değilse Türkleri bile tasfiye etmekten sakınmayan bir tirandı.

Yüzyılın sonundan bakıldığında bu kadar pespaye, sefilane, insan fukarası, gerizekâlılıkla normal zekâ arasında salınan bir vasatın yaratılmasının baş müsebbibi Mustafa Kemal, avanesi, tufeylileri ve onların devraldığı İttihatçı ve Abdülhamitçi istibdat geleneğidir. Bu arada Mustafa Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve “minimalist bir milliyetçiliği” benimsediği de kat’a doğru değildir. Mustafa Kemal daha Milli Mücadele senelerinde emperyalistlerle açık ve örtük ittifaklar kurmuş; Mustafa Kemal bir kolonizatör, müstemlekeci, sömürgen olarak Kürdistan’ın, Lazistan’ın, Trakya’nın, Kilikya’nın ve Pontus’un kendi mukadderatını (kaderini) tayin, yani ulus devletini kurma hakkını işgâlle gasp etmiş, Türkiye topraklarına katmış, seleflerinden miras aldığı soykırım siyasasını büyük bir istikrarla, gaddarlıkla ve hunharlıkla sürdürmüştür. Haliyle, “Yurtta sulh, cihanda sulh,” sözünün hiçbir reel, de facto ve sahici karşılığı yoktur. Yani bu haliyle iddia edildiğinin aksine kemalist milliyetçilik, “minimalist bir milliyetçilik” olmayıp bilakis saldırgan, agresif, Alman romantik geleneğinin kandaşlık, ırktaşlık ve ruh birliği vurgularını da içeren, zaman zaman bu vurguların dozajını arttırıp azaltan bir milliyetçilik formudur.

Simon Bolivar, İspanyol işgalcileri Venezuela’dan kovduktan sonra, “İşgalcilerden kurtulduk, şimdi kurtarıcılardan kurtulmak gerekiyor,” derken ne kadar da haklıydı! Bu ülkede gerek Mustafa Kemal henüz yaşıyor iken, gerek ölümünü müteakip zaman zarfında, gerekse de sonraki on yıllarda M. Kemal’i uhrevi, ilahi, kutsi bir şahsiyet mertebesine yükseltmek için ciddi bir literatür oluştu. Daha Mustafa yaşarken heykelleri dikildi ve paraya resmi yerleştirildi. Mustafa Kemal’in arş-ı âlâdaki konutundan Misak-ı Milli hudutlarını gözetlediği ve ülkenin hali pür melaline içlendiğine, ilendiğine yönelik Kemalist bir metafizik ve idealizm peydahlandı. Ataya şikâyet ziyaretlerinde kara önlükle askeri nizam törenler yapıldı. Rejimin Kemalist hamaset ve celadet kalemşörleri Atatürk Mevlüdü bile kaleme alabildi. Kasım 1934’te kendisine meclisin “oybirliğiyle” Atatürk, yani “bütün Türklerin atası” soyismi verildi. 1952’de DP’nin iktidarı döneminde M. Kemal büstlerine saldırılar olmasını Allah’ın lütfu bilip Demokrat Parti’ye baskıyla Atatürk’ü Koruma Yasası yürürlüğe konuldu.Gerçekten de seküler, laik, pozitivist bir rejime ne kadar da yakışan icraatlar, değil mi!? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,” sözünü ne kadar da düstur, kılavuz bellemiş bir rejim tesis edilmiş, değil mi!?

Şeyh Said Ayaklanması bahanesiyle çıkarttığı Takrir-i Sükun Kanunu, Şark Islahat Planı ve Tekke ve Zaviye Kanunu da zaten bizzat Müslümanlığı sınırlandırmak için değil de Kürtlerin ve Alevilerin görece kimliklerini ve dillerini yaşatabildiği bu tür örgütlenmeleri yok etmek adınaydı. Yoksa Mustafa Kemal hareketi Ortadoğu’nun en az Müslüman olmayan/Hristiyan nüfusuna sahip ülkesinin müsebbibidir. An itibarıyla Türkiye’de yaklaşık 2000 Rum, 40 ila 75 bin arasında olduğu tahmin edilen (Hemşin Ermenileri de dahil edildiğinde) bir Ermeni nüfusu mevcut. Birer Latin Amerika ülkesi olan ve binlerce km ötede bulunan Uruguay ve Arjantin’deki Ermeni nüfusu bile Türkiye’dekinden fazla. Ne büyük bir utanç! Mustafa Kemal, Türkiye’yi gayri-müslimsizleştirerek, Hristiyansızlaştırarak, üztüne üstlük o “müthiş öngörüsüyle” Şeyhülislamlık makamının devamı olan Diyanet İşleri’ni kurarak ülkeyi şeriat tehlikesine, tehdidine de mütemadiyen açık hale getirdi. Tekrar edelim: Bugün bu kadar sefil, vahim bir insan ortalamasının; yaşanılamaz, “cehennet” ve cinnet coğrafyasının baş müsebbibi o ve tevarüs ettigi devlet geleneği, tarz-ı siyasadır. Despotik cumhuriyet böylece bir “horde-nation” yani “güruh ulus” yaratmış oldu. Zaten Türkiye Cumhuriyeti bilindik anlamda bir ulus-devlet değildir, o “devlet-ulus”tur. Hiçbir zaman laik olmayan bu ceberrut rejimin bânileri, tam da laikliği, sekülerizmi büyük bir kararlılıkla destekleyecek unsurlar olan Hristiyan ve Alevi toplulukları gerek yok ederek, gerek kovarak, gerekse de asimilasyona tâbii tutarak sözümona kurmaya çalıştığı laikliği daha en başından işlevsiz ve imkânsız kıldı.

Kemalist elitler aslında dinin devletinden “devletin dini” modeline geçmişti. Buna bir nevi Sezaropapizm, “Türk Anglikanizmi” denilse yeridir. Diyanet İşleri adeta bir “Türk kilisesi” olarak kuruldu.Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun merkez üssü ve esas hedefi sanıldığının aksine Sünni Müslümanlık değildi. Bu kanunnameyle Alevilik bizzat yasaklı bir inanç, öğreti haline getirilmiş, Alevilerin cem ayinlerine, cem yürütülen mekânlarına sanki kolektif bir cürüm, ahlaksızlık işleniyormuşçasına jandarmalarca baskınlar düzenletilmiş, Alevi topluluklar mücreimleştirilmiş, biteviye kolluk kuvvetlerinin taciz ve tecavüzüne uğramış, Alevi ve Kürtlerle meskun yerleşim yerleri adeta birer “garnizon şehre” dönüştürüldü. Alevilerin dergah, ocak ve tekkeleri kapatılmış, Alevi dedeleri ve inanç önderleri şeytanlaştırılmış, küçük düşürülmüştü. Yine Mustafa Kemal, Alevilerin bağlamasını “gerici bir çalgı” olarak aşağılamış ve ek bir genelgeyle keyfi olarak yasaklamıştı. Hatta bir vakit yasakçılıkta hızını alamayan Mustafa Kemal alaturka, Türk sanat müziği bile yasaklama lüzumu görmüştü. Aşık Veysel’in sazının defalarca fırınlarda yakıldığını şahsi anlatılarından biliyoruz. Bu yasağın temel kaygısı Alevilerin “telli kuran” dedikleri ve cem ayinlerinde müstesna bir yer verdikleri bağlama enstrümanını kriminalize ederek Aleviliği yasaklamanın en önemli ayaklarından birini fiiliyata dökmekti. Osmanlı’nın şeytan işi görüp de yasakladığı bağlamayı Kemalist rejim de gerici bir çalgı diye yasaklaklıyordu. Ne devamlılık ama… Motifler ve motivasyonlar farklı olsa da yasakçı genetik ve gelenek hep aynı… Yine Karacoğlan, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi ozanların şiirleri, koçaklamaları eşkiyalık ve çapulculuk şarkıları diye yasaklanmıştı.

İslamist bir yobaz, dinbaz ile Kemalist bir yobaz, softa arasında tutuculuk bakımından pek çok ortak husus mevcuttur. Her ikisi de Hristiyanlara, mültecilere, sığınmacılara, göçmenlere, farklılıklara, temel hak ve özgürlüklere karşı benzer, yakın ve aynı kıyıcılığı, hasmaneliği, tahammülsüzlüğü, saygısızlığı, zenofobiyi ve tepkiselliği taşıyorlar. Sadece İslamistler kimlik mücadelesine karşıtlığını “kavmiyetçilik yapmak” ve “din kardeşliği”gibi hileli, riyakâr bir söyleme, İslam esvabına sarmalıyor. Kemalistler ise kimlik mücadelelerini kimlikçilik, Kürtçülük, terörizm ve bölücülük (ki terörizm ve bölücülük mefhumlarını İslamistler de enflasyonist bir şekilde kullanırlar) gibi bir söylem repertuvarıyla kategorik olarak mahkûm ediyorlar. Mesela Filistin halkına tanınan devlet olma hakkı ve iki toplumlu devlet konsepti Kürtlerden ağız birliğiyle esirgeniyor. Hem İslamistler hem de Kemalistler, Kürtlerin kolektif bir kimlik, kendilik, kendinelik ve irade geliştirmesini sabote etmek için benzer, yakınsayan bir söylem koleksiyonuna müracaat ediyor. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmak, Çanakkale’de birlikte mücadele etmek, Malazgirt’te birlikte savaşıp Anadolu’nun kapılarını birlikte açmak, Yedi Düvel’e, kâfire/gavura karşı birlikte savaşmak, Yunan’ı birlikte denize dökmek, aynı mahallenin çocuğu olmak, kurucu ortaklık, kardeşlik, din/islam kardeşliği gibi söylem bagajını Kemalistler ve İslamcılar, hatta pek çok sol fraksiyon bile muhtelif bağlamlarda geçişken bir şekilde kullanarak Kürtlerin bir ulus olarak mevcudiyet kazanma, ayrılarak kendi mukadderatını tayin etme hakkını gasp etmek, Kürdistan’ın da bir ulus devletin sınırlarını teşkil ettiğine yönelik realiteyi paralize etmek adına hep bir blokaj olarak kullanıyorlar. Oysa Kürt’e biçilen yegâne konum, Türk’ün ve Müslümanın marabası, hamalı olmak, kendi kimliğinden utanç duymak. Bu iki dinbazlık formunun iktidarı elde etmeye dair rekabetleri ve düşman kardeşlikleri “ağyara”, ötekine, başkaya, Kürt’e hasım olmak noktasında mutabakatla, ağız ve eylem birliğiyle sonuçlanıyor hep. Sınır ötesi operasyonlar, tezkereler konusunda İslamistler ile Kemalistlerin hemfikir olması, eşdeğer iştahta ve savunuda bulunması da bu argümanımızı temellendirmiyor mu zaten!? Elindeki tek araç çekiç olan, etrafındaki her şeyi çakılacak çivi olarak görürmüş ya o misal. Şiddet haricinde başka bir lisan ve yöntem bilmemek, şiddetin kah sembolik kah fiziki biçimini kullanmak bakımından Kemalistler ile İslamistler aynı metotları kullanan gergin, geçimsiz kardeşlerdir. Hem Kemalistler hem de İslamistler Kürt’ü dövmenin ve savunmamanın kolaylığı ve konforununun tadını çıkarıyorlar.

Şimdi söz Ibrahim Kaypakkaya’da:

“Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalistler, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını, kahpece ve hunharca boğazlamışlardır. TKP’yi, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra bu isme lâyık bir parti olmadığı halde amansız bir şekilde ve her fırsatta ezmiş, bugün Amerikancı faşist sıkıyönetim mahkemelerinin yaptığını Kemalist iktidar defalarca yapmıştır; her iki yılda bir, çoğu zaman her yıl en az bir kere, genel tutuklamalar düzenleyerek yüzlerce insanı polis işkencesinden geçirmiş, karakollarda ve zindanlarda çürütmüştür. Sovyetler Birliği’ne menfaat sağlamayı hesapladığı müddetçe dalkavukluk etmiş, diğer zamanlarda sinsi ve azgın bir düşmanlık beslemiştir.

Kemalizm demek işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. Şnurov yoldaşın verdiği örnekleri, Adana-Nusaybin demiryolunda işçilerin nasıl kurşuna dizildiğini bütün arkadaşlar bir kere daha hatırlasınlar.

Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir. Meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir.

Kemalizm demek her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizmin “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarı sömürge şartlarına seve seve râzı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Şnurov’un belirttiği gibi Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır. Kemalist iktidar, birçok defa İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerinin menfaatlerini korumak için Adana-Nusaybin Demiryolu Grevi’nde olduğu gibi işçileri kurşuna dizmiştir.”

Ibrahim Kaypakkaya

Sonsöz

Metnin sonsöz kısmında okurları apolojist (bahaneci, mazeretçi) ve “gün gerekirci” tarih anlayışına karşı uyarma gereği duyuyorum. Apolojist tarihçilere göre Kemalist rejimin bütün totaliter, faşizan uygulamaları “o günün koşulları o türlüsünü gerektiriyordu,” nevinden bir kestirme ve kolaycılıklıkla mazur, meşru ve masum görülebilir. Buna göre Avrupa ve çevre ülkelerin iki dünya savaşı arası dönemde totaliter, otoriter, faşizan, popülist rejimlere dönüştüğü, anayasal ve seçilmiş rejimlerin çözüldüğü koşullar söz konusudur. 1920’lerde dünyada otuz beş anayasal, seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’e gelindiğinde on yediye düşer. 1944’te ise dünya ölçeğindeki altmış dört ülkeden sadece on ikisi anayasal, parlamenter demokrasiyle idare edilmektedir. Tam da temsili burjuva demokrasilerinin yerini totaliter, faşizan rejimlere bırakmasından hareketle mesela Zafer Toprak Kemalist rejimin bütün yasakçı, baskıcı, faşizan, totaliter pratiklerini meşru görür.

Atatürkiye’deki tüm anti-demokratik kanunnameler, genelgeler, yönetmelikler, örfi idareler ve uygulamalar, Takrir-i Sükun’un getirdiği Kemalist terör, istibdat rejimi, 1 Mayıs’ın yasaklanması, Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılması, Dersim Soykırımı, Ağrı Katliamı, Hristiyanların ve Türk olmayanların tasfiyesi ve tenkili, İstiklal Mahkemelerinin hukuk dışılığı, her şey mevcut dünya ahvali bahane gösterilerek gerekçelendirilebilirdi. Kemalist rejimin kötülükleri ve cürümlerini meşrulaştırmak adına, “Sui misal emsal olmaz,” kaidesi bile çiğnenebilirdi.

Ancak Kemalist tarih tezviratlarına ve safsatalara rağmen bizler hiçbir totaliter, faşizan eğilimin, kayışın ve tercihin haklı, meşru, masum olamayacağını, gerekçelendirilemeyeceğini, kaçınılmaz görülemeyeceğini söylüyoruz. Daima başka türlüsü mümkündür. “O günün koşulları bunu gerektiriyordu, başka türlüsü imkansızdı,” gibi gün gerekirci alçaklıkları reddediyoruz. Ve Kemalistler başka türlüsü de mümkün iken taammüden faşizmi, totaliterizmi yeğlediler ve nihayetinde bir kesintisiz suçlar ve kötülükler koleksiyonu olan bu ülkeyi kurdular. Demem o ki bizler iki savaş arası o içtimai ve iktisadi türbülans zamanlarının hiçbir şekilde faşizmi, anti-özgürlükçü ve anti-demokratik uygulamaları gerekçelendiremeyeceğini söylüyoruz. Aksine bu biricik dönem, Kemalistleri zaten çok önceden beri tasarladıkları bu tekçi, ırkçı, şovenist, faşizan, totaliter rejimi kurmak için oldukça elverişli koşulları yarattığını söylüyoruz. Mustafa Kemal’in zihninde zaten daha en başından beri “milli sır” olarak adlandırdığı Bonapartist, jakobenist, mutlakiyetçi, üniter, merkeziyetçi, monarşist, despotik, diktatöryal, paternalist, totaliter, kuvvetler birliğine istinat eden, “cumhursuz” bir cumhuriyet fikri vardı ve bu iki emperyalist paylaşım savaşı arası dönem, onun bu fikrini cisimleştirmek için biçilmiş bir kaftandı.

Ayrıca yazımı aktüel olanla ilişkişlendirerek okura bir başka çerçeve sunmak istiyorum. Birçokları her ne kadar garipsese de Recep Tayyip Erdoğan ile Mustafa Kemal’in mukayeseli bir şekilde analiz edilmesi siyaset bilimi için bir gereklilik. Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşılmadan Mustafa Kemal Erdoğan’la hesaplaşılamaz. Aksi takdirde bu toplum, cemiyet olma vasfından, birlikte varolma istenci ve iradesinden mahrum olan bu cemaatler ve güruhlar iki kasabın kavgasında taraf tutan koyun konumundan zerre-i miskal uzaklaşamayacak.

Mevcut ahval ve şerait içinde Mustafa Kemal, Kemalizmin kâbesi olan Anıtkabir’deki lahitini kırıp, kıyam edip çıkagelse ve Tayyip Erdoğan’la seçimlere girse kuvvetle muhtemel kaybedecektir. Tayyipmania’yı Kemalistler epey hafife alıyor. Tayyip perestliğin menşeinde Kemalist elitleri kendi adına döven taşralı, köylü Babadolu insanatının hıncı, intikam arzusu var. Babadolu taifesi Tayyip’te ve onun kostaklanmalarında kendi ezikliğini, aşağılık kompleksini gideren bir baba, dayı, bitirim görüyor. Meseleyi makarna ve kömüre oyunu ve ruhunu satmak olarak okuyan Kemalist müminler sosyolojiden, sosyal psikolojiden, kitlelerin psikolojisinden/patolojisinden ve eğilimlerinden bihaberler.

Erdoğanizm, yukarıdan, militarist ve saygısız bir modernleşme olarak vuku bulan Kemalist modernleşme prosesine bir tepkidir ve bastırılanın geri dönüşünü temsil eder. Cumhuriyetin seçkinlerinin halkı terbiye edilecek bir çocuk ve hayvan misali görmesinin ölümcül ve kötücül ters tepmesidir. Bu nedenle hummalı Erdoğan sevdasının rasyonel hiçbir veçhesi yoktur. Sivas’tan ötesini bilmeyen, ancak askeri operasyonlar ve devlet otoritesini gerek ideolojik aygıtlarla gerekse de baskı aygıtlarıyla tesis ve konsolide etmek için oralara giden cumhuriyetin ve onun kurucu partisinin, babalarının aşağıladığı kitlelerde rızalık ve bir karşılık oluşturması mümkün değildir. Öyle görünüyor ki Babadolu Tayyip’e ölene dek yazgılı ve Akp seçmeninin nezdinde Tayyip’in mazur görülemeyecek hiçbir kötülüğü, cürümü yoktur.

Hepimiz Doğu despotik devlet geleneğinin hüküm sürdüğü bir coğrafyada ömür çürütüyoruz. Tek adam patolojisinin, karizmatik kişilik kültünün, kişi tapıncının gayet güçlü ve kesif olduğu, ergen kalmış, bireyleşememiş ve kendileşememiş, cemaat tipi örgütlenme modelinden cemiyet modeline geçilememiş bir insan birikintisindeyiz. Devletçil ve totaliter/otoriter kişilik bozukluğu ve onun bir alt şubesi olarak “Kemalist kişilik bozukluğu” bu olmaz olasıca ellerde, Babadolu’da vakayı âdiyeden… Babadolu’daki esas kriz iktisadi değil, içtimai ve insanidir. Değil mi ki ucuz insanlar pahalıya mâl olurlar.

Kemalist diktatöryaya nostaljik bir özlem besleyerek, totaliter Kemalist tek adam rejimini fabrika ayarı olarak görerek, Atatürkiye’yi rücu edilmesi gereken bir asr-ı saadet olarak tarif ve telakki ederek Erdoğancılıkla ve Abdülhamitçilikle mücadele edemezsiniz. Türkan Saylancılık, Aziz Nesincilik, Uğur Mumculuk, Sıdıka Avarcılık, Turan Dursunculuk oynayarak muhafazakârlarla, mütedeyyinlerle, İslamcılıkla mücadele edemezsiniz. Türklük ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin tanıdığı konfor ve imtiyazlardan feragat etmeden, Türklük Sözleşmesi’ni feshetmeden, dinsellikten ve ırksallıktan arınmış yeni bir toplumsal mutabakat inşa etmeden; Kürtlerle, Hristiyanlarla ve Alevilerle bir arada yaşam istenci ve iradesi, ortak kader duygusu geliştiremezsiniz. İzmir Marşı’yla, İstiklal Marşı’yla, Andımız’la, Bir Başkadır Benim Memleketim’le İzmir’in sahil hattında, kordonda çoğalabilir, coşabilirsiniz; lakin Anadolu bozkırlarında, kırsalında azalırsınız, sözünüz bozkırın çorağına, kavruk ve çatlak ovalarına karışır, Kürt dağlarının boşluğunda erir. Sığınmacı, mülteci düşmanlığıyla, bir iç savaşta ölmeyi ve öldürmeyi reddetmiş o insanları günah keçisi belleyerek muasır medeniyetler seviyesine erişemez, evrensel hukuktan bahsedemez, hukukun üstünlüğünü tesis edemezsiniz. 12 Eylül Anayasası’nın ilk dört maddesini değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak kelamullahlaştırarak demokratikleşemezsiniz. Bir tek adama karşı (Erdoğan) bir diğer tek adamı (Mustafa Kemal) kutsayarak, her şeyleştirerek, varlığınızı varlığına borçlu kılarak ve suni bir minnettarlığın altında ezilerek mevcut despotik hükümete karşı çıkamazsınız. Bilakis her gün şerha şerha dökülür, azalır, hiçliğin çukurunda karanlığa katık olursunuz.

Kurtarıcılardan kurtulmadıkça, karizmatik kişilik kültü ve tapıncından ve meftuniyetinden vazgeçmedikçe her zaman hüsrana uğrayacak ve ergen kalacaksınız. Bilinmezlikten ve belirsizlikten sıyrılıp gelecek o epik büyük adam kurtarmayacak sizi. Ya da geçmişte yaşandığını varsaydığınız “altın çağ” ve kuruluş ayarları diye takdim ettiğiniz, hatta dayattığınız kurucu kötülüklere dönmek ne mümkün ne de çare olabilir. Musa gibi sizin için denizi yaracak birisi çıkmayacak, ya da İsa misali bütün günahlarınızın bedelini yüklenmeye ve ödemeye hazır biri olmayacak. Çıkmazları kimse sizin için açmayacak. Pısırıklığınız, söylenmeniz ama söyleyememeniz, daha kötüsü söyleyecek sözünüzün olmaması, dile gelemeyişiniz, büyük adam ama küçük insanlarla yaşadığınız o tek taraflı patolojik aşklar sizi eritecek, geriye döküntünüz kalacak. Kimlik ihtirasıyla kişiliksizliğe savrulacak, dahası kişilik sahibi olmamanın ıstırabını duyumsayamayacak kadar kişiliksiz ve ilkesiz olacaksınız. Özgürlüğü her defasında müesses nizamın selameti vebekâsı için, devletin ali menfaatleri için, birlik ve beraberlik tekerlemeleri için feda edeceksiniz ve hiçbir şeyden daha az bir şey olarak “var-öleceksiniz.”

Ve Fikret Başkaya’dan bir pasajla yazıya nihayet vermeyi yerinde buluyorum:

“Reel Atatürkçülük, Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur; Kore’ye, Somali’ye, Afganistana’a vb. asker göndermektir, Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMFciliktir, ülkenin geleceğini çokulusulu denilen şirketlerin [emperyalizmin] insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşını Suudi Rabıta örgütüne ödetmektir. Aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı altında “postmodern darbe” yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve düşmansız yaşayamamaktır. Farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır. Toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır. Ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır. Kürt varlığının inkârıdır, muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluktur, Şemdinlidir… “


Serdar Taş – 02.02.2024

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)