19 Şubat 2024 Pazartesi

LENİN 100 | Dünya Proletaryasının Önderi Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına Lenin, Dünya İşçi Sınıfına Yol Göstermeye Devam Ediyor-1

"Lenin’in yaşamı, proleter devrimin teori ve pratiğinden ayrı olarak ele alınamaz. O sıradan bir yaşamın insanı değil, dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş ışığı, teori ve pratiğidir"

https://ozgurgelecek51.net/lenin-100-dunya-proletaryasinin-onderi-leninin-olumunun-100-yili-anisina-lenin-dunya-isci-sinifina-yol-gostermeye-devam-ediyor-1/

 ***************************19 Şubat 2024

Lenin’in yüzüncü ölüm yıldönümü vesilesiyle onu andığımız bugünlerde, onun Marksizm’e katkıları daha çok öne çıkar. Çünkü Leninizm, Stalin’in de önemle vurguladığı gibi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağının Marksizmidir.” Lenin’in, Marksizm’e katkılarını yok saymak ya da görmezden gelmek, Marksizm’i 19. yüzyılla sınırlamak anlamına gelir ki, bu, işçi sınıfının burjuvaziye karşı tarihsel mücadelesini daha baştan dondurmak olur.

 

Lenin’in yaşamı, proleter devrimin teori ve pratiğinden ayrı olarak ele alınamaz. O sıradan bir yaşamın insanı değil, dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş ışığı, teori ve pratiğidir. O, işçi sınıfının burjuva diktatörlüğünü yıkıp yerine proletarya diktatörlüğünü kurmakta usta bir stratejist ve taktisyeniydi.

 

Lenin, 21 Ocak 1924 tarihinde aramızdan ayrıldı. Ama onun görüşleri hala bütün canlılığıyla uluslararası proletaryaya, sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü için yol göstermeye devam ediyor.

1- Lenin ve öğretileri

Lenin, Marksizm’le tanıştığında, öncelikle Marks ve Engels’in eserlerini okumaya ve onları anlamaya ve anladıklarını ise Rus kamuoyuna, genelde de devrimci kamuoyuna aktarmaya çalıştı. Lenin, tam bir Marks-Engels uzmanıydı denebilir. O sadece Marks ve Engels’i (Marksizm) okumakla kalmıyor ve Marksizm’i birebir bir kopya olarak değil, yaşayan bir organizma olarak ele alıp, onu Rusya koşularına uygulamanın teorisini geliştiriyordu.

 

Bu nedenle Lenin’de, ilk yazılarından son yazılarına kadar olan görüşlerinde dogmatizm ve şablonculuk görülemez. Ve ilk yazdığı “Halkın Dostları Kimlerdir?”deki görüşleriyle devrimden sonraki görüşleri birbirini reddetmez, tersine teorinin diyalektik gelişimidir bu. Bu elbette nesnel gelişmenin diyalektiğini materyalist temelde ele almaktan ve sosyalizmi bir bilim olarak incelemekten ileri geliyor.

 

Lenin Marksizm’i öğrenmeye başladığı süreçte Rusya’da Narodnik düşünceler, devrimci kesimlerde daha etkindi. Ve Lenin’in büyük kardeşi Aleksandr’ın

 

Narodnik üyesi olarak 1887 Rus Çarı Aleksandr’a karşı suikast düzenlediği gerekçesiyle 21 yaşında idam edildi. Lenin, ağabeyinin idam edilmesinden ciddi bir şekilde etkilendi. Bu durum Lenin’i –çok genç yaşta olmasına karşın- Narodnizm’e değil, Marksizm’e yöneltti ve daha baştan, anarşist ve bireysel eylemlerle Rus işçi sınıfı ve halkının kurtulamayacağına karar verdi. Narodnik düşüncelerin yanlışlığına karşı kendini donatarak Marksizm’in temel ilkelerini öğrendi ve onu her geçen gün daha kararlı savunmaya başladı.

 

Lenin Marksizm öğretisini derinliğine kavramıştı. 22-23 yaşında yazmaya başladığı ve 1894 yılında yayınlanan, “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” eseri, başından itibaren Marks’ı çarpıtan, burjuva liberal, revizyonist ve Narodnik anlayışların eleştirisini içerir. Bu kitap, Lenin’in daha o yaşta, Marksizm’in öğretisinin temel ilkelerini kavradığını ve özümsediğini gösterdiği gibi, Marksizm’i geliştirmenin adımların atılmasını da burada görülebilir. Ve bu kitapta, Lenin’in, kapitalizm, kapitalist toplum ve sosyalizmle ilgili derin bilgilere sahip olduğu görülür.

 

Lenin’in bütün eserleri polemik içerir. Zira o, eleştirinin ilerletici ve devrimci olduğunu Marks’tan öğrenmiş ve bunu bir adım ileri götürerek, işçi sınıfı düşmanı ideolojilere karşı tavizsiz bir eleştiri yöntemi geliştirmiştir. Küçük burjuva aydınları eleştirdiği bölümde şöyle der:

 

“Rusya tarihinin ve gerçeklerinin ayrıntılı bir incelemesine dayanan bu teori, proletaryanın istemlerine yanıt vermelidir – ve eğer bu teori bilimin gereklerini yerine getirirse, proletaryanın protestocu düşüncesinin her uyanışı, bu düşünceyi kaçınılmaz olarak sosyal-demokrasi (komünizm –YN) mecrasına itecektir. Bu teorinin geliştirilmesinde ne kadar ilerleme gösterilirse, sosyal-demokrasi o kadar hızlı büyücektir; çünkü mevcut sistemin en usta muhafızları bile proletarya düşüncesinin uyanışını engelleyemez, bizzat bu sistem zorunlu ve kaçınılmaz olarak üreticilerin en yoğun mülksüzleştirilmesini, proletaryanın ve onun yedek ordusunun sürekli büyümesini öngörür.-”(1)

 

Bu görüşler, ancak Marksist öğretiyi en derinlemesine kavramış, onun ilkelerinden asla taviz vermeyen ve adım adım proletaryanın parlak zekalı bir öğretmeni olmaya aday Lenin’e ait olabilirdi.

 

Lenin, bütün eserlerinde Marksizm’in temel ilkelerini kayıtsız şartsız savunur. Çünkü bu ilkeler, sınıflı bir toplum olan kapitalist toplumun çelişmelerinin çözümü, burjuva sınıfı ile proletarya sınıfı arasındaki mücadelede, eskinin yıkılıp yeninin kurulmasının, yani, sınıfsız, sömürüsüz ve bir sistemin inşa edilmesiyle doğrudan ilgilidir.

 

Kapitalist ücretli kölelik sistemi kalkmadan, kapitalist toplumun temel çelişmeleri ortadan kalkmaz. Kapitalist toplumun bağrında taşıdığı emek sermaye çelişmesi, kapitalist toplumun en temel çelişmesi ve bu çelişmenin keskinleşmesi onun yıkımıyla sonuçlanacaktır. Bu, toplumlar tarihin değişmeyen nesnel bir olgusudur. Elbette, önceki toplumlarda olduğu gibi, kapitalizm de kendiliğinden yıkılmayacak, bu yıkım ve büyük toplumsal değişim işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşecektir. Çünkü Marksizm’in en temel öğretisi, kapitalist sistemi proletarya önderliğinde yıkarak sosyalizmi inşa etmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmaktır.

 

Lenin, Leninizm’i bu ilkeler üzerinde inşa etmiştir.

 

2- Lenin’de inceleme

 

Lenin’in inceleme ve araştırma yöntemi, diyalektik materyalisttir. İncelenen nesnenin diyalektik gelişimini materyalist yöntemle ele alıp inceler. Nesnenin ya da toplumsal olguların ortaya çıkışı, oluşması, gelişmesi ve diğer nesnelerle ilişkileri ayrı ayrı incelenip analiz edilerek ve bu olgular içindeki esas-ana çelişme ortaya çıkarılarak onun çözümünün nasıl olacağı belirlenir.

 

Bu nedenle; Marks’ın diyalektikle ilgili “gerek dış dünyanın gerekse de insan düşüncesinin hareketinin genel yasalarının bilimidir” sözünü, bütün mücadele yaşamı boyunca uygular ve bu bilimi, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” felsefi eserinde daha da ileri götürür.

 

Diyalektik materyalist yöntemi esas alan Lenin’de dogmatizm ve subjektivizm yoktur. Diyalektiği zıtların birliği ve mücadelesi olarak ele alan Lenin, bu mücadeleden yeni ve ileri bir olgu ortaya çıkacağına inanır, nitekim toplumsal çatışmalarda da bu böyledir. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, nesnenin ve toplumsal gelişmelerin incelenmesinde başvurulması gereken temel yöntemdir.

 

İncelemelerinde Lenin, diyalektik yöntemi esas almasaydı, Rus toplumunun devrimci gelişimini göremez ve onu daha ileri götürmede devrimci teori ve devrimci pratik geliştiremezdi. Tarihsel materyalizmi esas almasaydı, gerici despotik Rus çarlığından sosyalist toplumun doğacağına, burjuva diktatörlüğü yerine proletarya diktatörlüğü inşa edileceğine inanmazdı ve de bunun gerçekleşmesine önderlik edemezdi.

 

Lenin kaleme aldığı “İnceleme, örgütlenme, propaganda” ara başlıklı bölümde, “Bir öğretinin en üst ve tek ölçütünün gerçek toplumsal ve ekonomik gelişme sürecine uygunluğu olduğu yerde, dogmatizm olmaz…” der.

 

Lenin, sosyalizmi bir bilim olarak ele almış ve bir bilim insanının hassasiyeti ve ciddiyetiyle toplumsal sorunlara yaklaşmıştır. Bu nedenle, daha genç yaşlarda, Rusya’daki Marksist eğilimli kesimlerin gerçek Marksist olmadıklarını, Marksizm’i çarpıttıklarını görerek, buna karşı Marksizm’in ideolojik ve siyasi silahıyla, mücadele içinde eleştiri silahını kullanarak kendisini donatmıştır.

 

“Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”nde (RKG), Lenin’in inceleme yöntemi daha net görülebilir. Sanayinin az gelişmiş olduğu ve feodal etmenlerin ağır bastığı, köylülük nüfusunun % 60’ları geçtiği bir kapitalist ülkede, kapitalist gelişmenin diyalektiğinden hareket ederek, ülkenin doğru bir analizini yapmış ve buradan hareketle, proletaryanın stratejik mücadelesinin ne olması gerektiğine varmıştır.

 

Lenin, ülkeyi köylülüğün genel nüfusuna oranının yüksekliğine bakarak değil, kapitalist üretim ilişkilerinin derinliğine geliştiğini görmüş ve ülkede (Rusya) kapitalist sömürünün esas hale geldiğini verilerle ortaya koymuştur. Yani, inceleme nesnesinin niceliğine değil esas olarak niteliğine bakmış, feodalizm karşısında yeni bir toplum olan kapitalist gelişmenin diyalektiğinden hareket etmiştir.

 

RKG kitabının 2. baskıya ön sözünde Lenin şöyle der: “… tarihi süreci içinde, proletaryanın gücünün, onun toplam nüfus içindeki payından sınırsız ölçüde daha büyük olduğu da ortaya çıkmıştır.”(2)

 

Lenin soruna, giderek işçileştirilen köylülüğün rolünü abartan Narodnikler gibi değil, gelişmeleri yakından gören ve somut koşulların somut analizini diyalektik materyalist temelde inceleyen Marks ve Engels gibi yaklaşmıştır.

 

Lenin bu kitabıyla, ele alınıp incelenecek nesnenin nasıl incelenmesi gerektiğinin çok güzel bir örneğini sunmaktadır. Elbette Lenin, kapitalist gelişmeyi dogmatik bir şekilde ele alan Narodnik anlayışları affedemezdi. Narodnik anlayışlar yıkılmadan Rusya’da Marksizm gelişemezdi. İşçi sınıfının öncüleri, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde her türlü anti-bilimsel ve anti-Marksist anlayışlara karşı kendilerini, Marksizm’in en temel ilkeleriyle düşünce tarzıyla donatamazdı. Onların anti-bilimsel ve anti-Marksist inceleme ve analiz yöntemini en sert bir şekilde eleştirdi ve yanlışlıklarını gösterdi.

 

Meta ekonomisinin gelişmesi, tarımsal nüfusa oranla artan ölçüde sınai nüfusun gelişmesini koşullar. “Tarım dışı nüfusa oranla tarımsal nüfusun sürekli olarak azalması, kapitalist üretimin yapısından…” geldiğini belirten Lenin, diyalektik yöntemi ustaca kullanmasını bilmiştir.

 

Lenin’in diyalektik materyalist inceleme tarzı, hala geçerlidir ve sınıf bilinçli işçilerin temel alacağı bir yöntemdir.

 

Lenin, “Marksizmin Tarihi Gelişiminin Bazı Özellikleri Üzerine” makalesinde; “Öğretimiz diyordu Engels, kendisini ve ünlü arkadaşını kast ederek, bir doğma değil, bir eylem kılavuzudur. Marksizmin çoğu kez gözardı edilen bir yanı bu klasik cümlede şaşılacak bir güç ve çarpıcılıkla vurgulanır. Marksizmin bu yanını gözardı edersek, onu tek yanlılaştırır, tahrif eder, cansızlaştırır, yaşayan ruhunu ondan ayırır, onun en önemli teorik temellerini –diyalektiği, çok yönlü ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim teorisinin- baltalar; tarihin her yeni dönemecinde değişebilecek olan dönemin belirli pratik göreviyle bağını sarsarız.”(3)

 

Günümüzde de kendini ML olarak adlandıran birçok Marksist örgüt ya da teorisyen, Marksizm’i ölü bir dogma olarak ele aldıkları için dogmatizmden kurtulamadıkları gibi, MLM düşünceleri ve görüşleri saptırma yoluna rahatlıkla girebiliyorlar. Ve kendine işçi sınıfı partisi diyen birçok KP, KP olmaktan uzak, tam bir “sol” liberal çizgide gitmekte ısrar ediyorlar. Oportünist ve revizyonist anlayışlar, ya Marksizm’i değişmez bir dogma olarak ele alıyorlar ya da sağa savrularak Marksizm’in temel ilkelerini revize ederek, kapitalist sistemin birer düzen partisi oluyorlar.

 

 3-Lenin ve teori

“Öncü savaşçı rolünün -der Lenin- ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirebileceğini belirtmek istiyoruz.”(4)

Lenin mücadelesi boyunca da bu doğrultuda ve bu inançla hareket etmiştir.

“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz!” Lenin’in bu önermesi herkes tarafından bilinir ve hatta, kendine ML diyen her örgüt kendine bu önermeyi rehber aldıklarını ve teoriye önem verdiklerini ileri sürerler. Lenin bu sözü “Ne Yapmalı” adlı eserinde dile getirir. Ne Yapmalı, teorik kafa bulanıklıklarının giderilmesini esas alır. Burjuva liberal anlayışlara karşı devrimci teorinin inşası olmadan işçi sınıfı hareketinin gelişmesi ve Marksist temelde bir partinin inşası söz konusu olamazdı. Bolşevik Partisi, Ne Yapmalı’daki teorik görüşlerin üzerinde şekillenerek sınıfın öncü rolünü üstelenerek devrimi gerçekleştirebilmiştir.

 

Lenin, Ne Yapmalı eserinde, Rus oportünistlerinin Marksizm’in en temel ilkelerini çarpıtmalarına ve teorinin önemini küçümsemelerine karşı mücadelenin daha başında tavrını net olarak ilan etmişti. Çünkü daha RSDİP’nin kuruluş hazırlıkları sırasında birçok görüş farklılıkları ortaya çıkmıştı. Marksist teoriye karşı dogmatik, ekonomist, kendiliğindencilik ve “eleştiri özgürlüğü” gibi bu burjuva liberal ideolojik savruluşlar tartışmaların odağını oluştururken; Marksizm’in “geliştirilmesi” adı altında revize edilmesi, en temel Marksist ilkelerin çiğnenmesi, teorinin öneminin küçümsenmesi vb. gibi anlayışlara karşı Ne Yapmalı ortaya çıkmıştır.

 

“… ille de birleşmeniz gerekiyorsa, –diye yazıyordu Marx, parti liderlerine-, hareketin pratik hedefleri adına anlaşma yapın, ama ilkelerle pazarlığa izin vermeyin, teorik tavizler vermeyin. Marks’ın düşünceleri buydu; ne var ki aramızda, onun adına teorinin önemini küçültmeye çalışan insanlar var!”(5)

 

Sınıf bilinçli proletarya devrimci teoriye sahip olmadan, devrimci bir pratik geliştirilemez. İşçi sınıfı hareketi en yüksek bilimsel teori ile donanmalı ki, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde üstünlüğü ele geçirip iktidarı burjuvaziden alabilsin. Devrimci bir teori olmadan bunu başaramaz. Devrimci bir teoriye sahip olmayan proletarya, devrimci eylemlikler geliştiremez, doğru yolu bulamaz. Çünkü teori, Stalin’in de belirttiği gibi, bütün ülkelerin işçi hareketinin genel biçimi ile ele alan deneyimidir.

 

“Materyalizm, doğa bilimleri alanında -der Engels- çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini değiştirmek zorundadır.”

 

Sosyalizmin bir bilim olarak ele alınmasından bu yana da, proletaryanın bütün ustaları, teoriye önem vermişlerdir. Devrimci teoriyi küçümseyen ve onu sıradan bir burjuva liberalin kabul edebileceği düzeye indirgeyen anlayışların karşısında olmuşlardır. Eylem her şey, teori hiçbir şey gibi yaklaşımlar ve düşünce tarzları, devrimci proletaryanın anlayışı olamaz. Bir zamanlar TDH içinde, teori karşısında pratik alabildiğine öne çıkarılıyor ve devrimci teori adete burjuva entelektüel bir anlayış olarak ele alınıyor ya da akademisyenlerin uğraş alanı gibi yaklaşılıyordu. Bu anlayış kısmen kırılmasına karşın, hala devrimci teorinin küçümsendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

Willi Dickhut, “Materyalist diyalektik, Marksist-Leninistlerin devrimci düşünceyi ele alırken kullandıkları bilimsel teori ve yöntemdir” der.

 

“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz” önermesi teori ve pratiğin diyalektik birliğinin somut bir önermesidir. Teori pratikten çıkar yine pratiğe döner. Lenin, sosyalizm mücadelesi boyunca teori ve pratiğin diyalektik birliği ilkesinden hareket etmiştir. Onun ürettiği teorilerin birbirini geliştirici ve daha yüksek seviyede birbirinin devamı olmasının bir nedeni de budur. Lenin teorileri pratikten kopuk değil, tam tersine ona kopmaz bir şekilde bağlı, ama onun birebir kopyası ve tekrarı değil, yeni dersler çıkarak onu daha yüksek bir teoriyle aydınlatmaktadır.

 

Lenin, teorik çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemden hareket etmiştir. Bu nedenle de Marksizm’i daha geliştirerek onu Marksizm-Leninizm seviyesine yükseltmiştir.

 

“Önderlerin ödevi –der Engels- özellikle bütün teorik sorunlar üzerinde giderek daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini giderek daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istendiğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.”

 

Engels’in altını çizerek belirttiği ve Lenin’in de Bolşevik Parti özgülünde geliştirdiği teorinin, bütün sınıf bilinçli işçilere önermesi; sosyalizmin bir bilim olması, sınıf savaşımına önderlik edecek olan işçi sınıfının öncü partilerinin de bu bilimle donanması ve artan ölçüde teorik sorunların üzerine giderek bilimsel çözümlemeler getirmesi gerektirdiğidir. İşçi sınıfının öncü partileri, asla salt keskin sloganlarla sınıf savaşımını yürütemez, toplumsal gelişmenin pratiğindeki gelişmeleri bilimsel olarak ele almak ve irdelemek durumundadır. Kalıplaşmış söylemeler, kendi pratiğinden çıkmamış “hazır reçeteler”, sınıfın öncü partisini geliştiremez ve ilerletemez. Eskiyi atıp yeniyi alan bir işçi sınıfı partisi yerine, giderek ölen, kitlelerden kopan ve kendi sınıf gerçekliğinden ve dayandığı bilimsel ideolojiden kopan bir parti karşımıza çıkar.

 

Doğrular, nesnel gerçekliklerin ürünüdür ama, bu doğrulara dayanmayan, sınıfı ve diğer ezilen kesimleri bu doğrular ışığında yönlendiremeyen bir işçi sınıf partisi, kendi içinde çürümeye başlamasını da önleyemez. İşçi sınıfının siyasi öncüsü, sınıf savaşımının inceliklerini, çelişkilerini, bunların birbiriyle ilişkilerini ve çözümlerini, burjuvaziye karşı savaşta ustalaşmasını ve giderek güçlenmesini, kitleleri kucaklamasını ve savaşa sürüklemesini, yine kendi öz deneyimleri ile öğrenecektir. Diğer deneyimler onun için genel bir yol gösterici olabilir, ama reçete olamaz. Lenin önderliğindeki Bolşevik Parti’nin gelişimi buna tanıktır. O çelik yapılı, bayatı atıp tazeyi alan, özeleştiri metodunu kayıtsız şartsız uygulayan, teori ve pratiğin birliğini sağlayan bir partiydi.

 

İşçi sınıfının öncü partisinin görevi yalnızca teori üretmek değildir, aynı zamanda teoriyi pratiğe uygulamak gibi zorlu bir görevi vardır. Bu bağlamda teori ve pratik birbiriyle bağlantılı ve iç içedir. Pratik teoriyi zenginleştirir, devrimci teori ise pratiği doğru bir yönde, devrimci bir tarzda daha ileriye taşır.

 

Bu nedenle Stalin, Leninizmin Sorunları’nda şöyle der:

 

“… kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, el yordamı ile yürümesi gibi. Ama teori, devrimci pratik ile çözülmez bir bağlılık halinde gelişince, işçi hareketinin büyük bir gücü haline gelebilir. Çünkü, harekete, güvenliği, yönünü belirleme gücünü ve olayların iç bağlantılarının anlaşılmasını, teori ve yalnızca teori sağlayabilir; çünkü teori ve yalnız teori, sadece sınıfların bugün hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerine değil, aynı zamanda bu sınıfların en yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edecekleri pratiğini anlamamıza yardım edebilir. Şu ünlü tezi söyleyen ve kerelerce yineleyen Lenin’den başkası değildir: ‘Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz.’ ”(8)

 

Dünyada birçok genç KP, başka ülke devriminin deneyimlerini kendilerine örnek alarak savaşıma girişmişler, kimileri ise, kendi savaş pratiği deneyimlerini esas alarak, bundan öğrenerek, giderek savaşımlarını özgüle indirgemesini başarabilmişler ve savaşımda başarıya ulaşmışlardır. Kimileri ise, başka ülkelerin devrim deneyimlerini kendi ülke ve ulusal gerçekliklerini dıştalayarak ve de kendi deneyimleri yerine o ülke KP’lerin deneyimini esas alarak bunda diretmelerinin sonucu, giderek sınıf savaşımından ve kitlelerden dıştalanmışlardır. Leninizm, şablonculuğun ve dogmatizmin panzehridir. Ama devrimci teori, bütün ülkelerin deneyiminden dersler çıkarmaktır. Bu nedenle Stalin; “Teori bütün ülkelerin işçi hareketlerinin genel biçimi ile ele alınan deneyimidir” demiştir.

 

“Tam da Marksizm ölü bir dogma, bütün zamanlar için tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti değil, canlı bir eylem kılavuzu olduğu içindir ki, tam da bunun içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki göze batacak kadar çarpıcı değişiklikleri yansıtmak zorundaydı.”(9)

 

Devrimci teorinin, salt dünyayı açıklamak için değil, esas olarak dünyayı değiştirmek gibi önemli bir görevi vardır. Devrimci teori kendini salt dünyayı açıklamakla sınırlarsa, salt akademik bir ürün olarak kalır. Burjuva “sol” liberallerin de istediği budur. Onlar dünyayı değiştirmek değil, dünyayı salt yorumlamak olarak ele alır ve teoriyi atıllaştırırlar. Devrimci teori devrim yapmak için vardır. Sınıf bilinçli işçinin elinde devrimci teori, kapitalizmi yıkmak ve proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmi inşa etmek ve komünizme varmak için vardır. Bu asla unutulmamalıdır.

4- Lenin ve proletarya diktatörlüğü

Kapitalizmde burjuvazi ile proletarya arsındaki sınıf mücadelesinde, proletarya diktatörlüğü sorunu hep tartışılagelmiştir. Marksistler daha baştan, kapitalizmin bir burjuva diktatörlüğü olduğu ve sosyalizmden komünizme geçişte de proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu bilimsel olarak açıklamışlardır. Bu bilimsel açıklamayı ilk Marks yapmıştır.

Marks Gothe ve Erfurt Programını eleştirirken, bu programda “proletarya diktatörlüğü” yerine “halkın devleti”nin geçirilmesini, Marksizm’in temel ilkelerinden sapıldığı gerekçesiyle eleştirir.

 

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”(10)

 

Ayrıca Marks, Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta, sınıf savaşımında vardığı sonuçları şöyle sıralar:

 “Benim yeni olarak yaptığım;

1) Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu;

2) Sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını;

3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur…”(11)

 

Bugün de birçok oportünist akım Marks’ın bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı ve Marksizm’in birer ilkesi haline gelen önermelerini görmezden geliyorlar ya da onu revize ederek, burjuvazinin kabul edebileceği düzeye indirgiyorlar. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ara bir aşama olan sosyalizm altında proletarya diktatörlüğünü reddederek, kapitalist toplumu kutsadıklarını göremeyecek denli ML dünya görüşünden uzaklaşmış oluyorlar.

 

Marksizm’in kurucularından Engels, “Gotha ve Erfurt Programlarını” üzerine, August Bebel’e gönderdiği mektupta, halkçı devlet sorununa da değinir ve şöyle der:

 

“Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkacaktır.”(12)

 

Kapitalizm yıkılıp sosyalizm kurulduktan sonra komünizme geçiş sürecinde proletarya diktatörlüğü ilkesel bir olgu olduğu için, Lenin de Marks’ın görüşlerinin sınıf bilinçli işçi için ilkesel olduğunu gördüğü için, Marksizm’in bu en temel ilkesini revize edenlere karşı ideolojik mücadele yürütmekte asla tereddüt etmemiştir.

 

Engels de, Paris Komünü’nü şöyle tanımlıyordu:

 

“Sosyal-demokrat hamkafa, son zamanlarda proletarya diktatörlüğü sözünün söylendiğini duymakla yararlı bir teröre kapılmıştır. Eh, peki baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.”(13)

 

Proletarya diktatörlüğüne karşı çıkanlara Engels böyle karşılık veriyordu. Ve proletarya diktatörlüğünün, Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, insanlık tarihinin o güne kadar tanıdığı en iyi demokrasi olduğunu da vurguluyordu.

 

Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşımında, proletarya diktatörlüğü yerine “halk devleti” vb. gibi önermeler ileri sürenler hiçbir zaman eksik olmamıştır. Marks’ın zamanında da vardı, Lenin zamanında da oldu ve günümüzde de bu anti-Marksist devlet teorisini savunanlar var.

 

Lenin, 2. Enternasyonal’in Kautsky’den sonra gelen önderlerinden Vandervelde’nin, Kautsky’e yakın görüşlerini eleştirirken şunları söylüyor:

 

“… ‘emeğin halk devleti’, 70 yılları Alman sosyal-demokratlarının dile düşürdükleri, ve Engels’in bir saçmalık olarak damgaladığı eski ‘özgür halk devleti’nin yeni bir baskısından başka bir şey değil. ‘Emeğin halk Devleti’ deyimi, (bizim sol devrimci-sosyalist türündeki) bir küçük-burjuva demokrata yaraşır, sınıfsal kavramlar yerine sınıf dışı kavramları geçiren bir söz. Vandervelde, siyasal iktidarın proletarya tarafından (bir tek sınıf tarafından) fethi ile ‘halk’ devletini, bundan karışıklıktan başka bir şey çıktığını görmeksizin, aynı plan üzerine koyuyor. ‘Arı demokrasi’si ile Kautsky’de de aynı karışıklık, sınıf devrimi, proletarya sınıf diktatörlüğü, (proleter) sınıf devleti sorunlarında aynı küçük-burjuva ve devrim düşmanı bilmezden gelme.”(14)

 

“Halk devleti” kavramı, ne denli, “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” maskesiyle örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, ikisinin özünün aynı olduğu gizlenemez.

 

Daha sonra bu revizyonist tezi kapitalist yolcu Kruşçev de savunmuştu:

 

“SSCB’de proletarya diktatörlüğü artık gerekli değildir. Proletarya diktatörlüğü devleti olarak ortaya çıkmış olan devlet, içinde bulunduğu yeni, bugünkü aşamada, tüm halkın devleti haline gelmiştir.”(15)

 

Mao önderliğindeki ÇKP ise Kruşçev revizyonistlerin proletarya diktatörlüğünü reddeden anlayışlarını eleştirmiş ve şu karşılığı vermişlerdi:

“Devletin bir sınıfsal kavram olduğunu bilmek için, Marksizm-Leninizmin genel bilgisinden az biraz bilmek yeterlidir. Lenin, şunu tespit etti: ‘Devletin ayırt edici özelliği, iktidarın ellerinde toplandığı ayrı bir insanlar sınıfının varlığıdır.’ Devlet, sınıf mücadelesinin bir aletidir, bir sınıfın diğer bir sınıfı bastırma aracıdır. Her devlet, belirli bir sınıfın diktatörlüğüdür. Devlet hala varolduğu sürece, sınıflar üstünde durması mümkün değildir, tüm halkın devleti olması mümkün değildir.”(16)

Dipnotlar:

1- Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir?, s. 174-175. Dördüncü Basım, Sol Yayınları

2- Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, s. 21, İkinci Basım 1988, Sol Yayınları

3- Lenin, Seçme Eserler, C. 11, s. 68, İnter Yayınları

4- Lenin, Ne Yapmalı, s. 30, Sol Yayınları

5- Lenin, Seçme Eserler, C. 2, s. 54-55, İnter Yayınları

6- Willi Dickhut, Teori ve Pratiğin Diyalektik Birliği, s. 7, New Werlag, Almanca

7- Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, s. 31, Sol Yayınları

8- Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 24, Sol Yayınları

9- Lenin, SE, C.11, s.71, İnter Yayınları

10- Marx-Engels, Gothe ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 41, 3. Baskı, Sol Yayınları

11- Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 182, Marx’tan Joseph Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852

12- Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, s. 57, 3. Baskı, Sol Yayınları

13- Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, s. 226 (“Paris Komününün 20. Yıldönümü İçin”, 18 Mart 19191), Sol Yayınları

14- Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, s. 117

15- Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, s. 501, “Kuruşçev’in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler” (4 Temmuz 1964) bölümünden, 1. Basım, İnter Yayınları

16 - Polemik, s. 501


 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)