8 Eylül 2024 Pazar

3-TARiHTEN NOTLAR__FIRTINALAR İÇİNDE, BIÇAK SIRTINDA; İLKELERE VE HUKUKA SIMSIKI TUTUNMA ZAMANI !

 * Bu makale, elimize e-mail yoluyla ulaşan ve Proletarya Partisinin Kasım 2017 tarihli iç yayınından alıntılanmıştır.

 Şiddet, karalama, dedikodu darbecilerin her dönem

vazgeçilmezleri olmuştur. “Karşıtını” bu kulvarda oyuna çekmeye çalışır, çünkü -çirkinleşmenin sınırı olmadığındankendine en çok bu alanda güvenir ve alt edebileceğine inanır. 

Bizim bu kulvara girmeden örgütlülüklerimizi yaratmaya, çizgimizi netleştirmeye ama en önemlisi Örgütlenme Komitesi’nin kurulmasıyla attığımız merkezileşmeyi sağlamlaştırmaya, desteklemeye, eleştiri ve önerilerle beslemeye ihtiyacımız vardır.

 “Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz” sözünü bilir ve çok sık tekrarlarız. Elbette bu sözün gereğinin yerine getirilmesi, ağızdan çıktığı kadar kolay değildir. 

Bu sözde, çözüm olarak “yeni bir düşünce düzlemi” savunulmaktadır. Dolayısıyla hem teoriyi

hem de pratiği kapsayacak şekilde “sorunları yaratan düşünce düzlemi”ni ayrıntılı ve açık bir yolla mahkum edebilecek bir seviye yakalamak ve bunun yerine geçirilecek “yeni düşünce düzlemi”ni inşa etmek gerekmektedir. “Yeni”nin oluşmasının eskiyi mahkum etme pratiği ile iç içe olduğu unutulmamalıdır.

Kolektifimiz ciddi bir kriz sürecinden geçti; bunu henüz tam olarak aşmış

değiliz ama mutlak bir şekilde aşacağız ve aşmak zorundayız. Bunun için de

açık ve net olarak bu krizin ideolojik-politik-örgütsel-askeri arka planı ortaya

konulmalıdır. Sorunun sadece görünür hale geldiği dönemden itibaren 

(diyelimki, 2015 Haziran’ı ve 2016 Eylül ‘HBDH’den çıktık’açıklaması veya yöneltilen

‘hizip’ suçlaması) ele alınması yanlış olacaktır. Kolektifimizin bileşenleri ve

Komsomol’un ortak olarak yaptığı zorunlu açıklamada, yaşanan “kaos”un nedenini isyan silsileleri ve düşman saldırıları arasında kalma, yaşananlar karşısında ideolojik-politik tıkanma yaşanması olarak ortaya koyulmuştu. Öznel ve nesnel durum arasındaki farkın, eğer idealizm cennetinde yaşamıyorsak bir kriz oluşturduğunu görememek mümkün değil. Şimdi sorun, bu “öznel ve nesnel durumları” objektif bir şekilde ortaya koyup koyamayacağımızda ve pratik adım atıp atamayacağımızdadır.

Kolektifimizin kuruluşundan bugüne çok sayıda hizip ortaya çıkmış, bölünmeler yaşanmıştır. Bunlar arasında “önderlik” düzeyinde yaşananlar da, partinin

belli bir bölgesiyle sınırlı kalanlar da olmuştur. Bu durum öyle bir hale ulaşmıştır ki 7. Konferans sonrası yapılan bir değerlendirmede şunlar belirtilebilmiştir; “Otuz yıllık proletarya partisi tarihi incelendiğinde görülecektir ki proletarya partisi düşmana yönelmekten çok, kendi içinde çıkan hizip, darbe ve kaçkınlıkla mücadele etmiş, kendi yöneliminde yürümesi bir biçimiyle ‘tali’düzeyde kalmıştır.” (Partizan, sayı: 49, s. 36)

İlerleyen satırlarda bu gerçeklik daha çarpıcı olarak “proletarya partisinin

tarihi aynı zamanda hiziplerle mücadele tarihidir” (age, s. 44) şeklinde ifadelendirilmiştir.

Peki, bir partinin tarihinin bu şekilde hiziplerle ifadelendirilecek hale gelmesi ve öyle ki “kendi yöneliminde yürümesi”nin bile “tali” bir düzeyde kalmasını nasıl değerlendirmek gerekir? Yaptığımız okumalarda partinin bu

“hiziplerin” ortaya çıkmasında kendi ideolojik-politik-örgütsel çizgisinin değerlendirilmediğini, bazı değerlendirmeler yapılsa da bunların hiziplerin ortaya

çıkma nedenleriyle bağlantılandırılmadığını görüyoruz. Hiziplerin sonradan başarılı olamamasından hareketle de ya örgütle sorunları olan kişilerin ya da mücadele kaçkınlarının bu işin başını çektiği belirlenmiştir.

Oysa ki mücadeleye hakkınca cevap veremeyen bir partide itirazların gelişmesi, rahatsızlıkların olması, bunların ifadelendirilmesi doğaldır. Hatta mücadeleye cevap verebilir hale gelmenin yolu, bu itirazlara kulak vermek, örgütsel

mekanizmaları işlerli kılmaktan geçmektedir. Oysa kolektifimizde itirazları ifadeledirmek bir sorun olarak görülmese de(!) bunların parti çizgisini geliştirmede

etkili olamadıklarını ve örgütsel mekanizmaların çalıştırılmayarak bir şekilde hasır altı edildiklerini görüyoruz.

Bu; önderliğin düzenli toplanmaması, iç işleyişini oturtmaması kadar

konferansların zamanında yapılmamasına ve öyle ki tüzükteki maksimum

süreyi 2-3 katı aşan süreleri bile görmememize yol açmaktadır.

 Dolayısıyla

“yeni düşünce düzlemi”ne adım atmak istiyorsak var olan gerçekliğimizle bütünsellikli olarak hesaplaşmaktan ve mücadeleyi dahi “tali” düzeyde bırakan

“hizip, darbe” vb. ortaya çıkaran ideolojik-politik-örgütsel durumu ortaya koyPartizan/193

maktan bir an bile geri durmamalıyız. Bu sorunların özüne inmek, kaynağına

ulaşmaya çalışmak artık ertelenemez bir zorunluluktur.

Aksi halde yaşanan, eskiden kopuş olmayacak, bazı düzeltmelerle yeni bir

şey yaratılmış gibi yapılacaktır. Ama bunun kimseye kazandıracağı bir şey yoktur.Aksine bu durumun, sınıf mücadelesinin girmiş olduğumuz eğik düzleminde

daha hızlanarak dibe doğru yol almamıza neden olacağı açıktır.

Tüm bunlardan hareketle sürecin kadro ve militanlara yüklediği sorumluluk

ortadadır. Yaşananları sadece son 1-2 yılın sorunu olarak görmemek, tarihimizi

bile “hizip-darbe” üzerinden tanımlayacak noktaya getiren ideolojik-politikörgütsel gerçekliği ortaya dökmek gerekmektedir. Bu; bizi tutuklaştıran, sorun

yaratan düzlemden kopuş demektir.

Çelişkiler ve Sorunlar Görmezden Gelinince Yok Olmazlar!

Partimizin içinden geçtiği süreç, uzun zamandır birikmiş bir dizi sorunu daha

görünür hale getirmiştir.

Ertelenen, üstü örtülen bu sorunlar elbette bugün açığa çıkmadı, uzun yıllardır yaşadığımız, yapamadığımız, yerine getirmediğimiz görevler parti bünyemizde bu sorunların birikmesine neden oldu. 

Proletarya Partisi açısından her şeyin olağanmış gibi göründüğü yıllar boyunca biriken ama yeterli düzeyde dile getirilmeyen, getirilse de pratik müdahale geliştirilemeyen-geliştirilmeyen eleştiriler bir bir açığa çıkmaya başladı.

Uzun zamandır bekleyen, özellikle son dönemde sorunların çözümü için

adres olarak gösterilen, ...’nın başarısızlıkla kesintiye uğraması ve devamında

sürece önderlik etmesi gerekenlerce takınılan tutum, sürecimizi içinden çıkılmaz bir hale getirmiş; bekletilen eleştiriler, tüketilmeyen tartışmalar bir kez daha

ertelenmiştir. ... sürecindeki hareket tarzı, önderlikteki yoldaşların her birinin

kendine münhasır tutumu, ... süreci arifesinde yaşanan düşman engellemeleri

vb. biriken sorunlara yenilerini eklemiştir.

Böylelikle sorunları çözme noktasından her geçen gün biraz daha uzaklaşıldı. Kolektifimizin bütün üye ve militanları, örgütlülükleri, dahası gelinen aşamada taraftarlarımız, kitle tabanımız partiyi boğan, soluksuz bırakan, ilerlemesini engelleyen kısır bir tartışmanın içerisine çekildi.

Yıllardır ertelenen ...nın hazırlık sürecinin örgütsüzlüğü, yapılan ilkesizlikler, ...nın düşman engellemesi sonucu ertelenmesine kapı aralamış oldu. Elbette

sürecin engellenmesinin ideolojik-politik-örgütsel açıdan değerlendirmeye tabi

tutulması zorunluluktur.

8. Oturum’dan bu yana partiyi adeta bir “koalisyon şeklinde yöneten” MerPartizan/194

kez Komitesi’nin kendini partinin dışında, partiye rağmen inşa eden gerçekliği,

sürecin örgütlenmesine de damgasını vurmuştur. Komite olma vasfını ve partimize önderlik etme iddiasını çoktan kaybetmiş ama bunu kendisine itiraf etme

cüreti ve cesareti gösteremeyen Merkez Komitesi’nin partimizden gizlediği bu

gerçeklik, sürecin örgütlenmesinde ve akabinde alınan düşman operasyonuyla

tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir.

... sürecinin bu kadar uzaması, ertelenmesi ve buna rağmen gerek ideolojik,

politik düzlemde gerekse de sürecin örgütlenmesine dair hazırlık bağlamında dişe

dokunur hiçbirşeyin yapıl(a)mamış olması bile başlı başına Merkez Komitesi’nin

çoktan iflas ettiğinin, adeta bir cenazeye dönüştüğünün ilanı olmuştur.

Oysa partinin kolektif olarak hareket etmesi, gücümüzün sürecin örgütlenmesi için seferber edilmesi, önceki hataların tekrar edilmemesi için kapsamlı bir

muhasebe yapılması gerekiyordu. Elbette bu işin sorumluluğu, sürecin başından beri görevli olan bütün yoldaşlarındır. Bu sürece önderlik edecek olan da ...sürecinin öznelerinin kolektif aklıdır.

Ancak sonuçlara bakmamız bile sürecin bu şekilde işlemediğini göstermeye

yetmektedir. Başarısızlıkla sonuçlanan partinin en önemli işinin, böyle rahat bir

operasyonla engellenmesinin muhasebesi yapılmadan, yeni bir sürece girişilmeye çalışıldı.

Bu işin başında ise önceki sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasında doğrudan

rolü olan kişilerin olması doğal olarak yeni bir tartışmaya vesile oldu. Mevcut

durumla ilgili değerlendirme yapmak, partiye sunmak ve yeni süreci kolektif

akılla örgütlemek yerine hiçbir şey olmamış gibi(!) sürecin yeniden örgütlenmesine “kolları sıvayan” bu kişilerin tutumunun, süreç açısından önemli-belirleyici rol oynadığının altını çizmek gerekir.

Bu kişiler, en açık haliyle kendi sorumsuzluklarının, zaaflarının, eksiklerinin,

ilkesizliklerinin üzerini örtme gayretiyle, bu işe yeni ilkesizliklerin altına imza

atarak başlamışlardır. Partimiz bünyesinde örgütlü bir mekanizmayı ifade etmeyen, bu anlamda bağlayıcılığı olmayan, çeşitli alanlardan süreç için bir arada

bulunan kimi ... ve iki Merkez Komite üyesi toplantı yaparak sürecin değerlendirmesi-muhasebesi yapılmadan, (diğer Merkez Komite üyelerine haber bile

vermeyerek ve organ iradesini sağlamadığı halde) partiyi ele geçirme hesaplarına uygun “düzenleme”ler/atamalar yaparak kimi alanları ve yoldaşları etkisizleştirme, ekarte etme yöntemlerine başvurmuştur. Bununla partiye açıklama

yapma sorumluluğunu bir kenara bırakarak, yeni sürecin nasıl ve nerede örgütleneceğini, kimlerin sorumluluk alacağını, ayrıca partinin süreç açısından hangi

gündemler üzerinden hareket edeceğini alelacele kararlaştırmaya çalışmıştır.

Partizan/195

En açık haliyle bu toplantı, kolektifin merkezi iradesine yapılan darbenin İLK adımı olmuştur.

Bir üyesi ... olmuş, bir üyesi gerileme gösterse de istifa etmemiş, diğerlerinin ulaşılabilir durumda olduğu, yani üyelerinin aktif durumda olduğu, yedeklerin de görev almaya hazır olduğu bir bileşenden bahsettiğimiz unutulmasın!

Parti ve önderlik bilinç ve kaygısı taşıyanların yapması gereken, en kısa sürede esaret dışındaki bütün Merkez Komite üyelerinin katılabileceği bir toplantı örgütlemek olmalıydı. Hatta koşullar dikkate alınarak bütün yedeklerin katılacağı bir genişletilmiş Merkez Komite toplantısı yapılması gerekirdi. Ortaya çıkan deşifrasyon ve güvensizlik durumundan hareketle kolektifin güvenliği düşünülerek, en uygun alanda toplantı örgütlemek ilk iş olmalıydı. 

Ama söz konusu iki üye, bu gibi konularda en ufak bir sorumluluk dahi taşımamışlardır.

... alanında bulunan “... MK ve .. MK yedek üyeleri” imzasıyla “Haziran Toplantısı” adı altında partiye sunulan “Haziran Toplantısı Raporu”, söz konusu darbenin ilk meyvesi olmuştur. Engellenmeyen ve hala görev başında olan Merkez Komite üyelerine resmi bir çağrı dahi yapmadan gerçekleştirilen bu toplantı, tepeden tırnağa demokratik merkeziyetçilik ilkemize aykırıdır, Merkez Komite iradesine müdahaledir. Merkez Komitesi’ne, dolayısıyla partiye yapılmış bir darbedir. 

Tüzük ve konferansların Merkez Komitesi’ne verdiği hak ve yetkileri aşan, onu hiçe sayan, kendini parti ve parti iradesinin üstünde gören bir anlayışa işaret etmektir. Bu durum partimizin hukuk ve tüzüğüne karşı işlenen büyük bir suç olmuştur.

Bu toplantıyı örgütleyen ve kendilerini “... MK üyeleri” olarak ifade edenler partimizin tüzüğünü açıkça ihlal ederek darbe yapmış ve bugüne değin süregelen sürecin ilk işaret fişeğini ateşlemişlerdir.

Oysa yapılması gereken son derece basittir: İlk elden tüm Merkez Komite

üyelerine resmi bir çağrı yapmak, devamında birinci yedekten başlamak üzere tüzüğün emrettiği şekilde Merkez Komite iradesini tesis ederek, partiye dönmek!!!

Ne var ki yapılan bu olmamış, Merkez Komitesi’nin içinde bir azınlık, Merkez Komite iradesi oluşturmadan yanına aldığı yedeklerle bir toplantı yaparak

adeta “Merkez Komite imiş gibi” hareket ederek, pek çok başlıkta tartışmalar yürütmüş, yetkilerini aşan kararların altına imza atmıştır. Yapılan toplantı, ilk olarak, Merkez Komite çoğunluğunun bulunmaması, ikinci olarak resmi bir

toplantı çağrısı olmaması üçüncü olarak tüzüğün açık hükmüne, birinci ve

ikinci yedekler görev başında bulunmasına rağmen Merkez Komitesi’ne aktarım

yapılmaması ve bu yoldaşların yedekler olarak toplantıya kattırılmaması -oy

hakkı olmadan- nedeniyle geçersizdir.

Partizan/196

Partimizin hiçbir döneminde, tüm parti üyelerine, organ ve komitelerine “...

MK üyeleri ve ... yedek üyeler” başlığıyla yayımlanan, hem de böylesine önemli

kararlarla donanmış bir belgenin dolaşıma sokulduğu görülmemiştir. Bilinir ki

bu yetki Merkez Komitesine’ne aittir ve ancak o, partimizin resmi yayın organı

aracılığıyla tüm partiye seslenebilir.

... sürecindeyken darbe alan parti iradesini oluşturmak, partiyi sürece götürecek iradeyi açığa çıkarma görevi önlerinde dururken, “elimizdekilerle yola

devam edelim” “kendiliğindenciliğiyle” hareket edilmiştir.

Kimi Merkez Komite üyeleri ve ...’ların iradeleri yok sayılarak bu toplantı

yapılmıştır. Toplantı bileşeni partimizi örgütsel olarak bağlayıcı bir iradeye sahip

değilken toplantı gündemleri ve alınan kararlar bakımından bütün partiyi ilgilendiren ve iradesinin yansıması gereken bir içeriğe sahipti. Öyle ki partimiz tarihinde örneği olmayan bir belge oluşturularak parti iradesi korunuyormuş gibi

yansıtıldı. Ve toplantının iradesini güçlendirmek, parti örgütlülüklerince sahiplenme düzeyini yükseltmek için toplantının Merkez Komitesi toplantısı olduğu alanlara hızla yayılmaya başlandı.

Haziran Toplantısı: “Darbeciliğin İşaret Fişeği”

Söz konusu toplantı raporu, kolektifimizin ... sürecine, ülkemizde sınıf mücadelesinin seyrine ve sürecin nasıl, hangi yöntemlerle ve nerede tamamlanacağına dair partimizin geleceğini ilgilendiren bu çok önemli kararları içeren

“Haziran Toplantısı/2015” adıyla ve “... MK üyeleri ve ... MK yedek üyeleri

toplantısı” başlığıyla ama buna rağmen Merkez Komitesi toplantısı etiketi ve

yetkisiyle hem parti örgütlülüklerine/yönetici komitelere hem de üyelere açıldı.

Böylece parti yönetici komitelerimiz bir anda büyük bir kaosun içine atılmış oldu. Partimizin işleyişine dair ne kadar ilke varsa rafa kaldırıldı. ... 

sürecine dair tüzük gereği söz hakkı olan üyelerle yürütülmesi gereken tartışmanın içine,

sürece ve de tartışmalara hakim olmayan, ileri militan pozisyonunda yönetici

komitelerde örgütlü bulunan yoldaşlar da çekilmiş oldu. Aslında amaçlanan tam

da buydu: Kaos ve karmaşa yaratmak ve bundan nemalanarak kendini aklamak

ve iktidarını sağlamak ve de sağlamlaştırmak! Toplantıda, alınan düşman darbesinin nedeni olarak partinin iddiasızlığı tespitinin yapıldığını, operasyon öncesinde Merkez Komitesi’nin ve doğal olarak da bu konuda doğrudan görev alan

yoldaşların payına, eksik, hata ve yanlışlarına dair hiçbir ibarenin ve özeleştirinin bulunmadığını; ülkede devrimci durumun bulunmadığına ve bunun nedeninin de Ulusal Hareketin politikaları olarak gösterildiğine vb. pek çok başlıkta

daha önce yapılan birçok resmi Merkez Komite toplantısında dile getirilen gö

Partizan/197

rüşlerin zıddı yorum ve belirlemelere yer verildiğini, dahası toplantının kendi

içinde bile ciddi usulsüzlükler taşıdığını da belirtelim. Partimizin bu önemli sürecinde alınan düşman darbesinin yarattığı boşluk, parti bünyemizde varlığını

koruyan darbeci anlayışın farklı örneklerini de karşımıza çıkarttı. Bunun farklı

bir örneği ise ... Merkez Komite üyesi tarafından hayata geçirildi.

Bu MK üyesinin uzun zamandır saklı tuttuğu eleştiriler, iddialar bu süreçte

kontrolsüzce açığa çıktı. Elbette burada mesele, eleştirilerin gecikmeli de olsa

söylenmesi değildir. Doğru yol ve yöntemle, partinin işleyişine uygun biçimde

yapılmamış olması, eleştirinin esas noktasını oluşturmaktadır.

Bu üye de aynı bileşende olduğu kişilerle ilgili iddia ve eleştirilerini, kontrolsüzce alt örgütlülüklere taşımış, buradan müdahale geliştirmeye çalışmıştır.

Açık ki bu iş, fırtınanın kopmasında belirleyici olan başka bir etken olmuştur.

Diğer yandan kendilerini “... MK üyeleri” olarak ifade edenler, söz konusu Merkez Komite üyesinin bu yaklaşımını adeta bir fırsata dönüştürmüş ve onun kimi

hatalarını mahkum etme örtüsü adı altında partimizi bir krize sürükleyecek “Haziran Toplantısı”nı örgütlemişlerdir. Oysa “... MK üyeleri” açısından da doğru

olan, bu Merkez Komite üyesini resmi bir toplantıya çağırmak ve hesaplaşmayı

burada yapmak, hukuku işletmek olmalıydı!

Azınlık Merkez Komite üyelerinin bu sorumsuz, hesapçı, kendi kişisel kaygılarını güden, hatalarının üstünü örtmeye çalışan hareket tarzı, partiyi bu gibi

saldırılara daha açık hale getirmiştir. “... MK üyeleri”, Parti iradesini yeniden

oluşturma ve partiye buradan önderlik etmek yerine, iddia sahibi Merkez Komite

üyesini diskalifiye ederek, partiden atılmasını-Merkez Komite üyeliğinin düşürülmesini (tüzükçe mümkün olmamasına rağmen) isteyerek hatta bunların ardından neler yapılacağını dahi ilan edip zaman kaybetmeden harekete geçerek,

bütün irade ve yetkiyi tek elde-kendi ellerinde toplamaya çalışmışlardır.

...leri, Merkez Komite üyelerini, parti üyelerini yok sayan, komiteleri işlevsizleştiren, parti örgütlülüklerini tasfiye etmeye çalışan bu anlayış partimize açıktan bir darbedir. Partimizin mevcut dağınıklığında her türlü düşman

darbesine açık hale gelmesinin de esas sorumlusu darbeye önderlik eden ... Merkez Komite üyeleridir.

Bu süreçte partinin birikmiş sorunlarının, Merkez Komitesi’nin birikmiş hata ve zaaflarının açığa çıkmasıyla birlikte partimizin sorunları daha geniş bir çerçevede tartışılır hale gelmiştir. Merkez Komitesi’nin parti örgütlerinden ve komitelerden kopuk, dahası Merkez Komite üyelerinin birbirinden kopuk, dağınık-parçalı önderlik anlayışının açığa çıkması ve daha fazla tartışılır olması tabanda kimi insanlarda umutsuzluk, güvensizlik eğilimlerini canlandıracağı

Partizan/198

gibi, devrimci kaygılar güdenlerde ise, gelinen durumun nedenleri üzerinde kafa

yorup, sorun ve tıkanıkların nedenlerini bilince çıkarıp doğru dersler çıkarma

yönüyle olumlu bir işlev oynayacaktır.

Eleştiri ve öz eleştiriden uzak, kolektif çalışmadan yoksun, birbirlerine ve partiye hesap verme zeminini kaybetmiş önderlik anlayışının bir sonucu olarakda değerlendirebiliriz süreci.

Her bir Merkez Komite üyesinin sadece kendi görevli olduğu alanla sınırlı kalan bir önderlik anlayışının bir yansıması olarak mevcut durumda da alanlarımız birbirinden oldukça uzaklaştırılmıştır. Alanların birbirinden öğrenmeye kapalı, birbirlerinin sorunlarına uzak, kendi zaaflarına karşı liberal ama diğer alanların olumsuzluk ve eksiklerine karşı aşırı duyarlı-sol sekter bir anlayışın zemini oldukça güçlüdür. Parti krizinin açığa çıkması ve mevcut Merkez Komite üyelerinin tutumuyla birlikte, bu zemin daha da güçlenmiş/güçlendirilmiştir.

Alanların daha fazla yan yana gelmesine, kolektif ruhun gelişmesine, alanların birbirinden beslenmesine en fazla ihtiyacın olduğu dönemde ne yazık ki

alanlar arasındaki mesafe her geçen gün biraz daha açılmıştır. Bu durum, özellikle Haziran Toplantısı’yla partimizi yeni bir kaosun girdabına çeken “... MK

üyeleri”nin bilinçli politikalarının sonucu yaşanmıştır.Alanların birbirine dönük

eleştirileri, “... MK üyeleri” tarafından alanların düşmanlaştırılması, birbirinden

uzaklaşması, karşı karşıya getirilmesi ve kendi hatalarının örtülmesi için adeta

kullanılmıştır.

Birincisi kendi sorumluluklarında olan alan ve yoldaşlar koruma altına alınmıştır ve “... MK üyeleri” tarafından kendilerine yönelik eleştirilere karşı bu yoldaşlar, eleştiri yönelten kişi ve alanlara karşı kışkırtılmıştır.

İkincisi örgüt-komiteler hızla işlevsizleştirilmiş, tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Özellikle ... süreci-örgütlenmesi ile ilgili eleştiri yönelten alan ve yoldaşlar itibarsızlaştırılmaya, tasfiye edilmeye çalışılmıştır. 

Bu alan ve yoldaşların geçmiş hata ve zaafları parti kamuoyuna teşhir edilerek itibarsızlaştırma harekatı başlatılmıştır.

Oyalama, Tasfiye Etme ya da Partiyi Bölme!

Özcesi mevcut Merkez Komite üyelerinin bu süreçteki tutumu eleştirmeyen,

sorgulamayan, tartışmayan, mevcut olana sorgusuz-sualsiz-eleştirisiz tabi olan

“militan ve örgüt yapısı”(!) şekillendirmeye çalışmaktı.

Bu yaklaşıma ayak uyduranlar koruma altına alındı. Uymayıp eleştirenler,

eleştirilerini savunanlar “parti bölücüsü” ilan edilerek parti kitlesine teşhir

edildi. Bu Bu Merkez Komite üyelerinin bu yaklaşımlarına rağmen ... ve parti

Partizan/199

 üyesi birçok yoldaş ve parti örgütlerinin ağırlıklı çoğunluğu tarafından, süreç

vesilesi ile açığa çıkan bir dizi meseleye dair eleştiri getirdi. Mevcut Merkez

Komite üyelerinin kendi pozisyonlarını koruma, hesap vermekten kaçma tutumu

bu kadar gelişkin olmasaydı çok rahatlıkla söylenebilir ki kolektifimiz bu süreçten güçlenerek çıkabilirdi.

Mevcut Merkez Komite üyelerinin bu tartışma sürecindeki oyalamacı taktikleri partiyi daha fazla çıkmaza sürüklemekten başka hiçbir işe yaramamıştır.

Tartışma için oluşturulan platformlar, hazırlanan parti yazınları, parti sorunları

üzerine kolektif tartışma yürütmek yerine parti erkini elinde bulunduran Merkez

Komite üyelerinin iktidarlarını güçlendirmenin, eleştirileri bertaraf etmenin ve

eleştirenleri itibarsızlaştırma hareketinin bir aracı olarak kullanıldı.

Birçok noktada sonuçlardan hareket ederek varmış olsak da artık şunu çok

rahatlıkla söyleyebiliriz: Kolektifin birliğini dillerinden düşürmeyen bu üyeler ve onların hastalıklı iktidar histerisinin etrafında kümelenen yoldaşlar,

iki yılı aşan bu tartışma sürecinin başından beridir, eleştirileri olanlardan

kurtulmak, farklı düşünenleri saf dışı bırakmak, bu olmadığı durumda da

her koşulda kolektifi bölmek anlayışıyla sürece yaklaşmışlardır. Bu konuda

somut bir hedefe odaklı çalıştıkları bugün gelinen noktadan da anlaşıldığı üzere

tüm çıplaklığı ile ortadadır.

Bu azınlık üyeler, kolektifin bütün olanaklarını bu iş için seferber etmekten

de geri durmamışlardır. Partimizin maddi manevi bütün olanakları bu hedef için

pervasızca kullanılmıştır. Bir yandan yazınsal tartışmalarla fikirler alınarak süreçle ilgili kolektif karar verileceği algısı yaratılarak parti oyalanırken onlar yukarıda bahsi geçen hedeflerine kilitlenmiş olarak çalışmışlardır.

Merkez Komitesi’nin iradesini yitirmesi ile birlikte bir taraftan Merkez Komite üyesi olma durumlarını Merkez Komitesi iradesi korunuyormuş gibi kullanan bir anlayış çıkarken diğer taraftan bu durumu eleştiren, parti iradesinin

tüzük ve hukuk çerçevesinde oluşturulmasını savunan ikinci anlayış da açığa

çıkmıştır.

Öncelikle Merkez Komitesi iradesi yokken varmış gibi hareket eden ve iradenin oluşmasını engelleyen anlayış, partideki örgütsel krizin gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştur. Hukuk dışı oluşturulmaya çalışılan iradeye yönelen

eleştiriler, yapılan kimi müdahaleler ve bununla birlikte açığa çıkan diğer ideolojik-politik-örgütsel eleştiriler tüzüğün yok sayılarak bir “irade” oluşturulmasını engellemiştir. İşte “K 72”den kendi ifadeleri;

“Konuyu bağlayacağımız yer bugün içinde bulunduğumuz yerden nasıl çıkmamız gerektiğidir?! Önerimiz kısa ve öz olarak şudur: Şu anda PMK’da bir

Partizan/201

irade sorunu yoktur. Ancak ... yoldaşın hali hazırda işlediğisuçlar ve yürütülmesi

gereken bir soruşturma vardır.

Bu soruşturmanın yoldaşın üyeliğinin düşmesiyle sonlanması, işten bile değildir. Bu durumda zaten kritik noktada olan irade sorunu otomatik olarak gündeme gelecektir.

Bugünden yarın karşımıza çıkacak tabloyu görmek mümkündür. Bunun önlemini bugünden almak gerekir. Çünkü, olayların sonucunu beklemek bize yeni bir zaman kaybını yaşatacaktır. Bu da tahammül sınırlarını zorlayacak, yeni yeni sorunların yaşanmasına neden olacaktır.

Haziran Toplantısı’nda ortaya konulan anlayış doğrultusunda (... yeniden örgütlenmesi) zaten yeniden örgütlemek için çalışmalar yapılmaktadır.

Bu çalışmalar DPK üyesi yoldaş ile birlikte yapılmaktadır. (yoldaş aynı zamanda PMK yedek üyesidir) Burada ve bundan sonra yapılacak olan PMK’nın“irade sorunuyla” karşı karşıya kalmasını beklemeden yoldaşı PMK’da görevlendirmektir. Bu durumda sürece irade kaybı olmadan parti tarafından müdahale edilip, yeni sorunların ortaya çıkmasının önüne geçilebilinir ve geçilmelidir de.

Bütün PÜ yoldaşlar şunu bilmelidir ki; diğer yedeklerle bizim süreci örgütleme koşulumuz yoktur. Bunun içinde ortada bir irade yoktur!. Partiden talebimiz bu sorunlu ve sıkıntılı duruma el koymasıdır.” (“K 72”)

Bir yandan partimizin içinde bulunduğu durum tartıştırılıyor gibi yapılırken diğer yandan açıkça Haziran Toplantısı ve sonrasında yayımlanan hükümsüz “K 72” ile zaten bir iradenin defacto bir şekilde oluşturulduğu ilan edilerek yapılan darbe, partiye onaylatılmak istenmiştir.Ancak bunun peşinden yaşanan süreç,sorunu salt örgütsel bir kriz olmaktan çıkarmıştır.

Eğer sorun sadece Merkez Komitesi’nin ya da partiyi sürece götürecek organın, inisiyatifin oluşturulmasıyla ilgili bir sorun olsaydı çok daha kolay çözümü olurdu. Birbirine ideolojik-politik-örgütsel olarak güvenin olduğu bir partinin çatısı altında kümelenen kadrolar ile parti, ... sürecine taşınabilirdi. Parti önderliği içindeki birbiriyle uzlaşmacı, ertelemeci, hallederizci bakış açısını düşündüğümüzde bu sorunu “çözmek” gerçekten göründüğü kadar zor olmazdı.

Nasılsa birbirlerine yönelmedikleri sürece hataları karşılıklı görmezden gelme, uzlaşmacı, kendine liberal partiye sekter anlayış, mevcut Merkez Komite üyelerinin ve parti kadrolarının iliklerine kadar işlemişti. Yılların verdiği bu alışkanlıkla yeni bir koalisyon kurulabilirdi! Bu da parti tarafından yadırganmaz ve hızlıca sahiplenilebilirdi!!!

Partinin mevcut gerçekliğini yakından tanıyanların ilk işi de aslında bu oldu.

Ancak bu koalisyon çalışması başarılı olmadı.

Çünkü birincisi; “diğerlerini” yok saymanın sınırları fazlasıyla aşılmıştı.

İkincisi getirdiğimiz eleştiriler kişilere yönelik olmasından çok önderlik anlayışına yönelikti. Çok sistemli hale getirilmese de önderlik yöntemi, hukukuntüzüğün çiğnenmesi, çalışma tarzı, güvenlik, güncel politikaları ele alış, partinin yıllardır belirgin bir şekilde zayıflaması vs. ile ilgili eleştiriler de süreçte sesli bir şekilde dile getirilmeye başlanmıştı.

Bu durumun açığa çıkan parti krizine yansımalarını iki temel nokta üzerinden irdelememiz gerekir.

Birincisi; bu eleştiriler bu üyelerde bir “farkındalık” yaratmıştır! Peki bu farkındalığın içeriği ve niteliği nedir? Mevcut Merkez Komite üyelerinin fark ettiği şey bu eleştirilerin -bu görüşlerin partinin önemli bir çoğunluğu tarafından sahiplenilmesinin de etkisiyle- partide değişime-dönüşüme vesile olacak bir içeriğe sahip olmasının bizzat kendilerinde yarattığı rahatsızlıktır. Bu rahatsızlığın kaynağında ise dogmatik, statükocu, değişime kendini kapatmış, partiden ve kitleden kopuk önderlik anlayışının oturtulmuş olması vardır. Sonuç olarak bu eleştiriler, başta Merkez Komite olmak üzere bütün partiyi değişime zorlayan bir içeriğe sahipti. 

Bu yanıyla baktığımızda, mevcut Merkez Komite üyeleri eleştiriözeleştiri, hesap verme, değişim, yenilenme gibi kavramlara oldukça yabancılaştıklarından eleştirileri, partideki varlıklarının sonu-ölümü olarak görmüşlerdir.

Tartışmalarda bu kadar saldırgan, pervasız olmalarının, tartışmaları kişisel

düzeye indirgemelerinin temelinde de bu vardır. Merkez Komite üyelerinin buradan vardığı sonuç ise şu olmuştur: “Ya susacak ve mevcut olanı kabul edecekler ya da bir dizi -izm etiketi yapıştırılarak gönderilecekler, atılacaklar, cezalandırılacaklar, böylece de ‘arınacaklar”dı. Susulmayacağının anlaşılması ise çok uzun sürmedi. O zaman da gitmeleri için “ne gerekiyorsa yapılacaktı!”

Ancak görünen o ki, korkutmak, yıldırmak, yıpratmak, itibarsızlaştırmak için uzun uğraşları da sonuç vermedi!

Artık Merkez Komite üyelerinin ellerinde tek atımlık barut kalmıştı. Partiyi, bölen, parçalayan reformist, revizyonist-menşevik vb. etiketli bir hizip senaryosu! Buna neden senaryo dediğimize sonra geleceğiz. Partinin neredeyse bütün komitelerinin bu meselelerle ilgili benzer uğraş ve eleştirileri olmasına rağmen küçük, önemsiz bir hizipmiş gibi gösterilmeye çalışılarak parti iradesine yapılan darbeye karşı parti örgütlerinin takındığı tutum, tabanımızın gözünde küçük düşürülmeye çalışılmıştır.

Bu bölümü özetle toparlamak gerekirse; mevcut Merkez Komite üyelerinin partiyi “ele geçirmek için” yaptıkları A, B, C... planlarının hepsi suya düşmüştür. Çünkü yaptıkları darbe, parti tarafından sükunetle karşılanmamıştır.

Partizan/202

Yönelttiğimiz eleştirilere bütünlüklü olarak baktığımızda, sistemli hale getirildiğinde partimizin örgütsel darlığını, politik açmazlarını ortadan kaldırmaya

dönük değişim ve yenilenmeye vesile olacak bir niteliği taşıdığı görülecektir.

Açığa çıkan tartışmaların, eleştirilerin muhtevasının partimizin geleceği açısından kötü değil iyi olduğunu en başından beri vurguladık. Eğer parti bütünümüz

bu muhtevayı koruyabilmiş olsaydı elbette bu tartışmalar bugün bu noktadan yürütülmezdi.

Partimizin hem örgütsel hem politik olarak zayıf düştüğü bir süreçten güçlenerek çıkmasının zemini güçlenirdi. Uzun zamandır mevcut durumumuza

dönük bu kadar kapsamlı bir değerlendirme, tartışma ne Merkez Komitesi tarafından yapılmıştır ne de parti örgütleri ve kadrolar tarafından... Yani bunca zamandır ihtiyacı hissedilen bu süreç, parti krizi vesilesiyle ortaya çıkmıştır denilebilir.

Örgütsel kriz, ilkeli ya da ilkesiz olması belirleyici olmaksızın bir uzlaşmayla

çözülseydi bile mevcut ideolojik-politik-örgütsel eleştirilerin varlık zemini ortadan

kalkmadığı sürece -er ya da geç- mevcut kriz durumu yine karşımıza çıkacaktı.

Şimdi bu tabloda 3 temel tartışma noktası karşımızda durmaktadır. Buraya

kadar olan “ne oldu, ne bitti” tartışmasına esas olarak bu noktalara varabilmek

için girdik. Şimdi olan biteni tanımlamaya ve bunlara kaynaklık eden ideolojikpolitik-örgütsel zemini ortaya koymaya çalışacağız. Partinin birliği-bütünlüğü ile

ilgili söylenen her türlü sözün bayağılaşmış ajitasyon cümleleri olmanın ötesinde bir anlam taşımadığı bir ortamda, parti çizgisini kimin temsil ettiği tartışması, bu tablodan çıkan ilk zorunlu tartışmamızdır.

Parti Çizgisini Kim Temsil Ediyor?

Devam edecek................

https://partizan-online6.net/arsiv/

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Parti çizgisi, hiç kuşkusuz politik meselelerde kimin ne düşündüğü fark etmeksizin tüzüğümüzle-hukukumuzla güvence altına alınan, çoğunluğun fikirlerinin örgütsel olarak hakim olmasından ibarettir. Taktik politik meselelere yön

verecek anlayış da buradan beslenecektir.

Merkez Komitesi’nde yaşanan irade yitimi karşısında takınılan tutum, tüzüğümüzün parti işleyişimizdeki misyonunu tartışılır kılmıştır. Merkez Komitesi’nde oluşan boşluğun nasıl doldurulacağı, önderliğin nasıl inşa edileceği,

sürekliliğinin nasıl sağlanacağı ile ilgili bir tartışma zorunlu olarak açığa çıkmıştır. Bunun “an”a, duruma, koşullara göre değişkenlik gösteren bir durum olmadığını en başta belirtmek zorundayız. Tüzük, parti işleyişinin

esası-belirleyicisidir. Ve parti mekanizmalarının nasıl oluşturulacağı ile ilgili

durum, tüzükte net bir biçimde yer almaktadır.

Partizan/203

Merkez Komitesi’nde açığa çıkan boşluğun nasıl doldurulacağı ile ilgili tartışmada “olağanüstü koşullarda tüzüğün uygulanamayabileceği” safsatasının

peşinde sürüklenenler parti işleyişini kilitlemişlerdir. Tüzük hükümlerince iradenin oluşturulmasını engellemek için partiyi bölünmeye sürükleyen yolun taşlarını büyük bir titizlikle döşemeye başlamışlardır.

94’te dönemin darbecilerine söylediğimiz gibi “tüzük maddeleri manzumeler topluluğu” değildir. Tüzük tam da olağanüstü koşullarda partinin örgütsel bir

krize sürüklenmemesi, sürüklendiği durumda da sorunun kolektif ilkelerine

uygun bir şekilde çözülmesi için vardır. Parti organlarını kişisel görüş ve çıkarlarına uygun bir biçimde dizayn etmeye çalışan unsurların engellenmesi için vardır. Ve yine kişisel isteklere göre eğilip bükülmemesi için hükümleri nettir.

Anda bizim durumumuza bakarsak, tüzüğe, parti işleyişine yaklaşımda açığa

çıkan farkları ortaya koyarak parti çizgisini kimlerin temsil ettiğini görebiliriz. ...

Operasyonu vesilesi ile Merkez Komitesi’nin ortalığa saçılan yılların birikimini

taşıyan hataları, zaafları, parti işleyişini infilak etmeye götüren çalışma tarzı, kitleden-örgütten kopuk politika yapma biçimleri parti örgütlülükleri ve kadroları

açısından daha fazla görünür olmuştur. Bu eksende yapılan eleştiriler, geliştirilen

itiraz Merkez Komitesi’nin mevcut durumuna ilişkin köklü bir tartışma yürütmeden yeni işlere girişmesinin partiyi sürükleyeceği krize dikkat çekmek içindir.

Bunun karşısında azınlık Merkez Komite üyeleri, hesap vermekten kurtulmanın ve mevcut iktidarlarını güçlendirmenin paniğiyle parti iradesine darbe

yapmaya yönelmiştir. Eleştiri, görüş ve düşünceler yok sayılmış, yapanlara

dönük karalama, itibarsızlaştırma ve linç kampanyası başlatılmıştır. Tüzük delik

deşik edilerek kendilerine biat etmeyi kabul edenlerle yola devam edeceklerini

açıklamışlar, geri kalanı “asarız, keseriz, atarız” tehditleriyle yıldırmaya çalışmaktan medet ummuşlardır.

Mevcut durumu eleştirenler Merkez Komitesi’nin iradesini tanımamakla,

bölücülük yapmakla, hizipçilikle ve sonu -izm’le biten sınırsız sayıdaki hastalıkla itham edilmiştir. Bu durumun kaynağında görüş farklılıklarının belirginleşmesi ve Merkez Komitesi’nin iktidarını sarsma niteliği taşıyan görüşlerin

partide çoğunluğu yakalamasına karşı duyulan tahammülsüzlük vardır. İlerlemeyi hedefleyenler için bu görüş farklılıkları hiçbir zaman korkutucu olmamıştır. Ancak kendi iktidarlarının sürekliliğini esas alanları her türlü farklılık

korkuttuğu gibi bu durum da panikletmiştir.

Lenin “... ilk bakışta ‘önemsiz’ gibi görünen bir yanılgı, en kötü sonuçlara

yol açabilir ve ancak burnunun ötesini göremeyenler, hizip tartışmaları ve görüş

ayrılıkları arasındaki en keskin farklılıkları zamansız ya da gereksiz sayabilir.

Partizan/204

Rus sosyal demokrasisinin yazgısı gelecek birçok yıl boyunca şu ya da bu ‘ayrılığın’ güçlenmesine bağlıdır.” (Ne Yapmalı?, s. 31) der. İdeolojik mücadele

parti saflarında zamanında ve yeterince, güçlü bir şekilde yürütülmediği

için parti bu ayrılığı yaşamıştır. İdeolojik-politik birlik; en yüksek perdeden savunanların anladığı-anlamak istediği gibi komünist parti içinde hiçbir ideolojik

farklılaşma olmadığı-olmayacağı anlamına gelmez.

Kolektifimiz içinde son yıllarda kimi politik ve taktiksel meselede kendini

gösteren bu farklılıkların parti krizi sürecinde daha fazla belirginleştiği açıktır.

8. Oturum yöneliminin sonucu olarak kimi meseleleri algılayışta ve uygulamada

parti örgütleri ve kadrolar arasında ciddi bir farklılaşma olduğu, bu kriz ortaya

çıkmadan önce de kendini hissettiriyordu. Özellikle Kürt ulusal meselesini ve

kadın meselesini ele alışta, bu meseleler ekseninde açığa çıkan politikadaki tutukluğumuz, yaşama geçirmedeki atıllığımız, bugün parti iradesine yapılan darbenin mimarı olan alan ve Merkez Komite üyelerinin politikayla uzaklığı, pratiğe

girmemek için ayak direme hali göz önüne alındığında çizgi farkının yılların birikiminin bir sonucu olduğu daha açık görülür.

Merkezi Önderliğin Yönetme Anlayışı

Darbe ve hizip kavramlarının ne olduğu, güncel durumda, bizde nasıl yaşandığına ayna tutmaya çalışalım. Azınlık Merkez Komite üyelerinin etrafında kümelenen ve parti iradesine yapılan darbeye koltuk değnekliği yapan kimi alan ve

kadroların iki yıldır yürüttükleri faaliyetin niteliğini ve hedefini de ortaya koyalım.

“Bazı azınlık Merkez Komite üyeleri, iradede açığa çıkan boşluğu fırsat bilerek partiye darbe yapmıştır” dedik. Yapılan nedir? Tekrar etmek pahasına söyleyelim: Hukuksal bir zemini olmayan bir bileşenle toplantı yaparak bütün

partiyi ilgilendiren meselelerde karar almak darbedir. Merkez Komite iradesinin

tamamlanmasını engellemek darbedir!

Tüzüğün uygulanmayabileceğini savunmak darbedir! Yedek Merkez Komite

üyelerini sırasıyla komiteye atamak yerine -tüzük hükümlerini yok sayarakaldım-verdim usulü atama yapmaya çalışmak darbedir! Beğenmedikleri, sevmedikleri, kendisi gibi düşünmeyen -daha doğrusu kendilerine biat etmeyen- ...,

Merkez Komite üyesi-yedek üyesi ve parti üyelerini yok sayarak yeni bir mekanizma oluşturarak ... yapmaya kalkışmak(!), dayatmak darbedir! Açıkçası

bunları çoğaltmak için elimizde yeterince veri vardır...

Bırakalım bunları bir kenara; en son ne zaman gerçek bir Merkez Komite

toplantısı yaptığı, Partiye en son ne zaman kendi faaliyeti ile ilgili rapor sunduğu belli olmayan, her biri kendi alanlarında küçük küçük iktidarcıklar kuran,

Partizan/205

Parti krizi açığa çıkmadan önce de 8 yıldır kongre ya da konferans toplamayarak, tüzükte kendilerine tanınan 3 yıllık süreyi haddinden fazla aşıp partiyi olduğu yere çakılı bırakan bir Merkez Komitesi’nin darbeye uygun ortamı

hazırlamadığını kim iddia edebilir?

(...)

... süreciyle birlikte partimizin içinde bulunduğu durumu, hakları gereği daha

fazla tartışma ve bu süreç vesilesiyle de önderliğin ve partinin gerçek halini daha

yakından görme fırsatı bulan üyelerin ve sonrasında parti örgütlerinin sesini yükseltmesi ve yanlışlara tepki göstermesi, geç kalınmış da olsa, doğru, yerinde ve

haklı bir çıkıştır. Kimse bu itiraza, dün bu denli güçlü yapılmadığı gerekçesiyle,

ipotek koyamaz, küçümseyemez ya da reddedemez!

Sürecin arifesinde alınan düşman darbesi öyle ya da böyle ... olmasını engelledi. Bu tablo içinde yolumuza nasıl devam edeceğimize hızlıca, kolektifimizi dağıtmadan ve motivasyondan-güçten düşürmeden karar vermek gerekirdi.

... sürecinde olmasak, Merkez Komitesi’nin nasıl örgütleneceğini tüzüğümüz bize söylemektedir. Tüzüğün 5. bölümünün b (merkez komitesi) kısmında

“MK tüm yedek üyelerin sırasıyla (abç) katılımına rağmen irade yitimini aşamazsa asil üye sayısının üçte birini alt organlardan bünyesine katabilir. Bundan

sonra irade sorununun, yeniden oluşması halinde, çözüm yöntemi için parti iradesine başvurulur” demektedir. Öyle sanıyoruz ki tüzük maddemiz fazla söze yer

bırakmayacak kadar açıktır. Tüzük üye sayısı eksilen Merkez Komitesi’ne

“yedek üyeleri sırasıyla alarak kendini tamamla”, eğer hala son oturumda belirlenen sayıya ulaşamazsan “asil üye sayısının üçte birini alt organlardan bünyene kat” demektedir. Ki burada vurgulamak gerekir ki, “yedeklerin alımı” son

oturumda belirlenen sayıyla sınırlıdır. Yoksa sürekli yeni kişi veya sayı belirleyip yedekleri aldığını iddia etmek değildir.

Peki, ... sürecinde böyle bir durumla karşılaşmak bir özgünlük yaratır mı?

Tüzüğümüzde herhangi bir özgünlük ve bununla ilgili alınacak kararlar yer almamıştır. Bu durumda mevcut olan uygulanmak zorundadır. Yine de bu bizim

sürecimizde bir özgünlüğün açığa çıkmadığını göstermez. Peki nedir bizdeki

özgünlük?

Bizdeki özgünlük, açığa çıkabilecek krizi önleme ya da varolan krizi yönetme-çözme kapasitesi taşımayan kadrosal gerçekliğimizdir. Bir şeyi yaparken

sorunu-sonucunu düşünmeden yola çıkan, tüzük-hukuk-işleyiş gibi kavramların kaderini niyetlere teslim eden, koşulları zorlamak yerine elinde bulunanların

sınırlılıklarını önünde diz çöken, bir diğerini kolayca yok sayabilen, hallederizci

kadrosal gerçekliğimiz sürece çok “renkli” özgünlükler katmıştır.

Partizan/206

Bu durum, süreç öncesinde partiyi darlaştıran, gelişim dinamiklerini tıkayan

temel unsur olarak ... sürecinde de rolünü oynamış ve partiyi içinden çıkılmaz

bir krize sürüklemiştir.

Cehenneme Giden Yol İyi Niyet Taşlarıyla Döşenmiştir

“Haziran Toplantısı”na dönelim; yapanlarca savunulduğu gibi Merkez Komite toplantısı değil kimi kadroların partinin hızlı toparlanması için iyi niyetli

müdahalesi iddiasını kabul etsek dahi zorunlu olarak birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerekir.

Acelenin sebebi nedir? Partinin hızlıca toparlanması işinden ilkesizliklerin

peş peşe dizilmesi mi anlaşılıyor? Diğer kadroların toplantıda olmamalarının

tek nedeni o an orada olmamaları ise neden öncesinden çağrı yapılıp orada olmaları sağlanmamış, haber verilmemiş ya da fikirleri alınmamıştır?

Toplantıda tartışılanların kapsamı, hangi yetki sınırları içinde belirlenmiştir?

Sürecin en önemli gündemleri özgülünde bir dizi mesele nasıl karar altına alınmıştır, hadi öncesinden fikir almadınız ve yapılan tartışmada sadece iyi niyetli

kadroların fikir jimnastiği olsun, o zaman neden toplantıda çıkan önerilere dair

fikirlerin beyan edilmesi ile ilgili hiçbir şey düşünmediniz? Merkez Komite toplantısı değilse neden alanlara Merkez Komite toplantısı olduğu yönünde bilgi

verdiniz? Neden bazı yoldaşlar “nedir bu?” dediğinde ilkin “Merkez Komite

toplantısıdır”, sonra gelmeyenler “irade verdi” dediniz; “irade” vermedikleri ortaya çıkınca neden “zaten karar alınmış değil” dediniz; “toplam şu kadar karar

almışsınız” deyince neden “biz zaten MK toplantısı demedik, neyi tartışıyorsunuz?” dediniz!

Şimdi, bu toplantıdaki bileşenin parti iradesinde biriken eleştirileri, ...nın örgütlenmesi aşamasında yapılan eleştirileri, ideolojik-politik-örgütsel bir dizi meseledeki fikirsel çeşitlilikleri, bunların yarattığı gerilimi bilmeyen bir bileşen

olduğunu kim iddia edebilir? Aynı zamanda bu bileşen -mevcut duruma dair bildikleriyle birlikte- bu toplantıya yani tüzüğün açık ihlaline bu kadar itirazın yükseleceğini ön göremeyecek kadar yabancı mıdır parti gerçekliğine! Biz hiç de

yabancı olduklarını düşünmüyoruz!

Yani ortada bilerek, isteyerek, planlanarak yapılan bir iş vardır. Açıktır ki

“Haziran Toplantısı” itirazlar göz önüne alınarak, kriz çıkma potansiyeli

göze alınarak yapılmıştır. Bu durumda kim iyi niyetten söz edebilir?

Bir senaryo da biz yazalım; hizip senaryosuna geçmeden önce. Haziran Toplantısı’yla iddia sahibi Merkez Komite üyesinin mektup vukuatı bahane edilerek gündem olan bazı şeyler unutturulmaya, ... süreci ve ... Operasyonu’ndaki

Partizan/207

sorumsuzluğun üstü örtülmeye çalışılmış, bütün bunları çeşitli düzeylerde eleştiren kadrolar devre dışı bırakılıp tasfiye etme hesabının bir aracı olarak görülmüş olamaz mı? Mevcut gerçeklik bilindiği halde tüzük-hukuk-işleyiş delik

deşik edilerek bile-isteye kolektifimiz bu krizin içine sürüklenmiş olamaz mı? Ki

sonraki süreçteki gelişmeler açıkça göstermiştir ki yapılan tam da budur.

İstifa ve engelleme ile kolektifin en üst organı iradesini yitirmiş midir, yitirmemiş midir? Önceki bölümde alıntıladığımız tüzük bu soruya açık biçimde

yanıt vermektedir. Zira malum sorunun cevabı buradadır. “MK tüm yedek üyelerin sırasıyla katılımına rağmen irade yitimini aşamazsa” derken ne demek istemiştir tüzük? Açıktır ki, Merkez Komite üyelerinin sayısının konferansta

belirlenen sayının altına düşmesi durumuna “irade yitimi” denmiştir. İlgili tüzük

maddesi, organın irade sayısının yitirilmesi haline -bir çözüm- yanıt veriyor,

bunun için konulmuştur. Tüzük, sayı eksilmemişse neden yedekleri al desin?

Salt çoğuluktaki sayı eksilmesini irade yitimi olarak tanımlamasa neden “yedeklerin sırayla alınmasına rağmen irade yitimini aşamazsa” desin?

O çok sorulan parti krizine neden olan bunca yaygara ve safsataya, gelinen

aşamada partinin bölünmesine neden olan o malum sorunun cevabını tüzüğümüz

yıllar yıllar önce vermiştir.

Hizipler, darbeler, bölünmeler açısından partimizin tarihi oldukça “zengin”dir. Bu zenginliği deneyime dönüştürecek şekilde hangi derslerin çıkarıldığı

da bizler açısından önemli bir tartışmadır. Öncelikle “hizip nedir?” ve bu süreçte

parti içinde hizip faaliyeti yürütenler kimlerdir, buna kısaca bakalım.

Hizipçi ve bölücü olanlar kimlerdir?

“Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler, düzeltmemekte ısrar

edenlerdir.

Hizipçi ve bölücü olanlar, samimiyetle özeleştiri yapmak yerine, sadece çok

sıkıştıkları zaman, revizyonist özü yeni bir biçimle kamufle edenlerdir. Hizipçi

olanlar, kendilerine eleştiri yönelten kadrolardan örgütün imkânlarını esirgeyenler, kendilerine yağcılık ve dalkavukluk yapanlara bütün imkânları sergileyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içinde körü körüne itaati,

dalkavukluğu, sırt sıvazlamayı teşvik edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şeyi iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içi eleştiriyi bastırmaya çalışanlardır. Kendilerine

yönelen eleştirileri kadrolardan gizleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerini eleştiren kadroları iğrenç bir iftira ve dedikodu kampanyası ile yıpratmaya, diğer kadroların gözünden düşürmeye, tecrit etmeye çalışanlardır. Hizipçi

Partizan/208

ve bölücü olanlar, eleştiri mekanizmasını işleten kadrolar aleyhine sinsi plânlar

hazırlayanlardır. Bu gibi kadrolara silahlı komplolar düzenleyenlerdir. Hizipçi

ve bölücü olanlar, hem demokrasi hem de merkeziyetçilik ilkesini çiğneyerek

kendilerine en aşırı demokrasiyi, Marksist-Leninistlere de en aşırı merkeziyetçiliği uygulamak isteyenlerdir.” (İK, Bütün Eserler, s. 442, Umut Yayımcılık)

Soruyu soran da cevaplayan da Kaypakkaya’dır. Kaypakkaya’nın hizipçi ve

bölücü olanların niteliği ve parti içinde pratikleriyle ilgili ortaya koyduklarını,

partimiz saflarındaki hizipçi faaliyetin kimler tarafından yürütülüp yürütülmediğinin ayırt edilebilmesi açısından aktardık.

Yalan-yanlış, derme çatma, hastalıklı bir teorinin üzerinden varlığımızı inşa

ederek parti kitlemizi kirli bir oyunun peşinden sürükleme gayesinde olan biz değiliz. Partide kendi düşüncelerimizi hakim kılmak için “karşı” düşünce sahiplerini alt etmeye çalışmıyoruz. Dün birlikte yürüdüklerimizi bugün tek kalemde

çizmiyoruz. Parti kadroları arasında “ben bununla yürümem, şununla da yürümem” diyerek seçmece yapma lüksünü kendinde gören de biz değiliz.

Tüzüğü-hukuku kendi durumumuzu meşrulaştırmak, iktidar alanlarımızı

güçlendirmek için uygun formasyonlar haline getirmeye çalışmıyoruz. Hizipçi,

bölücü, bozguncu, kuyrukçu, Menşevik, legalist, reformist, ilkesiz, anti-programcı vb. de değiliz.

Parti erkini elinde bulundurmaya kilitlenen bu azınlık üyelerin bu eleştiriler

karşısında başlattıkları itibarsızlaştırma ve tasfiye kampanyasının muhtevasını

aktardık. Mevcut eleştirilerin bugün açığa çıkmadığını “dün”ün birikimi olduğunu da dürüstçe ortaya koyduk. Parti sorunları birikirken sorumluluğumuzu

hakkıyla yerine getirmediğimize, geçmişteki uzlaşmacı, itaatkar tavrımızla mevcut durumun oluşumuna bulunduğumuz katkıyı açıklamaktan da imtina etmedik.

Gelinen aşamada eleştirilerimizi mekanizmalarda tartıştık, sorunların çözüm

adresi olarak parti platformlarını gördük. Sorunların çözümünde iddiasız ve

umutsuz olmadık. Bu sorunlar yaşanırken örgütlülükleri işlevsizleştirmedik, partiyi güncel politikadan koparmadık. Bütün güç ve enerjimizi bu sancılı süreç

içinde eritmeye çalışmadık.

Hastalıklı bulduğumuz anlayışla parti mekanizmaları içinde ideolojik mücadele yürütürken pratikten-kitlelerden kopmamayı esas aldık. Partimizin tüzüğü gereği, 8. Oturumu ve Merkez Komitesi’nin resmi toplantılarının bize

verdiği görev ve yetkilere dayanarak mücadelemizi sürdürdük. Başka bir organın görev alanına, iç işleyişine müdahale etmedik. Dışımızdaki komitelerin içine

nifak tohumları ekmeye, onları “başka bir organa bağlamaya” çalışarak ele geçirme hesabı yapmadık.

Partizan/209

Bizden farklı düşünen organları bölme, parçalama çabasına girmedik. Yaptıkları hatalara ve işledikleri suçlara karşın partimizin resmi olarak atadığı yönetici komiteleri muhatap almaktan, onlarla iletişim kurmaktan asla

vazgeçmedik.

Partimiz sorunlarını tartışmaya ve çözmeye çalışırken, hoşumuza gitmeyen

komitelere alternatif komiteler, organlar, bileşenler kurmadık.

Peki neden bölücü, bozguncu, hizipçi, birliği baltalayan olarak ilan edildik?

Bu sorunun cevabının önceki bölümde işlediğimiz oportünist, dogmatik darbecitasfiyeci kliğin durum değerlendirmesine yansıdığını düşünüyoruz.

(...)

Tartışmayı sadeleştirmek için parti krizi öncesini bir kenara bırakalım. Bu

süreçte takındığımız tutuma, yaptığımız müdahalelere bakalım.

Bugün Partimiz çatısı altında birlikte olduğumuz bütün kadroların ilk eleştirisi, süreç öncesinde, yani bir komünist partinin tarihinde en dikkatli olması gereken bir süreçte, düşman yöneliminin neden ciddiye alınmadığı, defalarca

bunun somut kanıtları olmasına, birçok yoldaşın gözlemlerini aktarmasına karşın bu takibatlara karşı neden önlem alınmadığı vs. üzerinden getirilmiştir. Bilindiği gibi bu eleştirimiz, “bütün partinin güvenlik konusunda sorunlu olduğu”

yanıtıyla, tüm partiye mal edilerek kendi “önderlik” misyonunun gerektirdiği

sorumlulukları herkese yayarak kurtulma tavrıyla karşılanmıştır. Elbette eleştiri

getiren yoldaşlara yönelik saldırganlaşarak dalga geçme, aşağılama, haddini bildirme çabalarıyla birlikte... Her kadro, üye, sempatizan, taraftarın sorması gereken bu sorunun, yapması gereken bu eleştirinin neden bu kadar hezeyanla

karşılandığı, nelerin üzerinin kapatılmaya çalışıldığı, nasırlı ayağına basılmış

gibi neden feryat figan edildiği sorusu unutulmuş ya da üzerinden atlanmış değildir, hafızamızın bir yerinde durmaktadır.

Bu eleştirilerimizi yaparken hemen ardından aynı süreçteki ilk ve büyük eleştirimiz, “Haziran Toplantısı” ve onu doğuran anlayışa yönelikti. Bu toplantı bir

darbeydi ve biz bunu ortaya koymakta oldukça cüretkar davrandık. Toplantıdaki

zihniyetin geçmişle bağını kurduk, bu da belli bir kesimde rahatsızlık yarattı.

Bu durum, partimizin geleceği açısından küçümsenemez bir değere sahiptir.

Madem Haziran Toplantısı darbedir, o zaman neden darbenin mahkum edilmesi sürecine önderlik edilmemektedir? Ya da mahkum edilmesi sürecine neden

darbeyi yapanların önderlik etmesine izin verilmektedir? Bu sorunun yanıtı, Parti

içinde ne yaşanıyor ve ne yaşanacaksa yaşansın, bunun doğru mekanizmalar

içinde, Parti tüzüğü çerçevesinde çözüleceğine/çözülmesi gerektiğine olan iddiamızda yatmaktadır.

Partizan/210

Zira tam da bu nedenle sahte Merkez Komite üyelerinin partiyi bölüp parçalamasının önüne geçmek için sorunu parti içi sorun görerek, meşru zeminlerde çözmek için elimizden geleni yapmaya çalıştık. Cepheden tavır alma ve

ayrı hareket etme yerine işleyişe uygun hareket ederek suç ve yanlışlarına rağmen iç mücadeleyi devam ettirerek yazılarımızı, eleştirilerimizi, sürecin çözümüne dair geliştirdiğimiz önerileri vs. kendilerine ilettik. Bu şekilde de sorunları

parti içinde, parti işleyişi içinde çözme ve partiyi parçalamanın önüne geçme

kaygısıyla bir nevi inisiyatifi onlara bırakmış olduk. Bunun bir sonucu olarak da

kazanabileceğimiz bazı alan ve yoldaşlara ulaşamamış olduk ve de verdikleri

zarar daha fazla oldu. Sonuçtan bakıldığında işleyişe uygun hareket edelim derken ağır davrandığımız kimi noktalar oldu; bu da onların bazı alan ve yoldaşları

zehirleyip peşlerinden sürüklemesine hizmet etti...

Yani kısacası niyetten bağımsız da olsa sorunların çözümünü; yaratıldığı

yerde, yaratıcılarında en başta biz aradık. Bu anlamıyla bile iradeyi tanımıyorlar, isyan ediyorlar diyerek çoğaltıkları safsata koca bir yalandan ibarettir.

(...)

“Aman, bize hizip demesinler” kaygısıyla, darbe karşısında takındığımız

“beklemeci tutumun” sürecin bütününe yayıldığını söyleyebiliriz. Özellikle iki

temel noktada.

Birincisi çok eleştirdiğimiz “Haziran Toplantısı”nın güzide kararlarından

olan ... oluşturularak ... örgütlenmeye çalışılmasına karşı doğru pratik bir hatta

ilerlemedik. Gizli kapaklı, mevcut sistemi eleştiren kadro ve ...leri ekarte ederek

planlanan ama gerçek anlamda yapma kaygısını gerçekten taşımamalarından

kaynaklı gerçekleştirilemeyen ... planını “tesadüfen” öğrendik. Buna rağmen

gayri yasal ... oluşturup bazı ...leri ekarte ederek ... yapmaya çalışanlar, pişkin

pişkin “siz gelmediğiniz için olmadı” diyerek süreçle ilgili yeterli bilgisi olmayan kadrolara ve dahası kitleye bunun propagandasını dahi yaptılar.

İkinci kırılma noktası olma niteliği taşıyan mesele “HBDH’den ayrılma” safsatasının korsan bir bildiri ile kamuoyuna duyurulması oldu. Bu konuya da kamuoyu önünde açıklık getirmediğimiz bir gerçektir. Kolektifin birliği kaygısı

ile içe dönük ortak bir açıklamayla yetindik, dışa yayımlamadık.

Kolektifimizin krizi, mevcut gidişattan rahatsızlık duyan, parti ilkeleri ve tüzüğünün çiğnenmesine karşı çıkan bizleri kendiliğinden bir araya getirdi ve tasfiyeci kliğin korsan siteler oluşturarak kamuoyuna ayrılıklarını ilan etmelerinin

ardından kolektif bileşenleri ve de Komsomol adına ortak bir açıklama noktasına

gelinmiş oldu. Yani söylenildiği gibi kolektif içinde -darbeci kliğin yaptığı gibiplanlı bir örgütlenmeye gidilmedi. Peki benzer eleştirileri, ortak yaklaşımları

Partizan/211

olan kadro ve parti örgütlerinin bu durumu meşru mudur? Cevaplayalım! “İflah

olmaz burjuvaların hâkim olduğu partilerde, Marksist-Leninistlerin kendi aralarında birleşerek bunlara karşı mücadele etmeleri hizipçilik değildir. Tarihi bir

görevdir. Proletaryaya ve emekçi halka karşı vazgeçilmez bir yükümlülüktür. Hizipçi olanlar, iflah olmaz burjuvalardır.” (İ.K., Bütün Eserler, s. 443)

Kaypakkaya yoldaş, bu sözleri yine Şafak Revisyonistleri ile girdiği mücadele vesilesiyle sarf ediyor. O, bu sözleri Şafak Revizyonistlerine karşı bilinçli

ve örgütlü politikası kapsamında söylüyor. Her ne kadar bizimki belli noktalarda

kendiliğinden olsa da partimiz tarihinin tahrif edilmesi ve yanlış yazılması hareketine vurulan bir darbedir.

Bunun örnekleri ustalarda da çokça vardır. Lenin, krizlerin Marksistçe çözümü için harekete geçen devrimci kadrolara yönelik “isyan güzeldir“ (Bir adım

ileri iki adım geri, s. 443, Sol Yayınları) der. Partilerin yaşadıkları krizlere dair

Lenin ve Mao’da da çokça örnek vardır. Bolşevik parti içinde Lenin sayısız kez

kriz yaşamıştır. 1905 yılında yaşanan krizde görüldüğü gibi parti komitelerine

başvurmuştur. Tüm partiyi sorumluluklarını yerine getirmeyen Merkez Komitesi’ne karşı tüzüğün verdiği hakka dayanarak harekete geçirmiştir.

Üzerinden yükseldiğimiz tarihimiz daha tohum halindeyken Kaypakkaya hiç

çekinmeden, dönemin tüm otoritelerinin yerlerinden öfkeyle fırlamasına aldırmadan, hatta TİİKP’nin ölüm tehditlerine rağmen komünist bir kadronun isyanının güzelliğine dayanarak ideolojik-politik-örgütsel olarak mevcut hastalıklı

reformist revizyonist zeminden kopuşu gerçekleştirmiştir.

Kaypakkaya yoldaşın isyanı, önderliğin belirli dogmalara takılarak bu dogmaları bürokratik bir yapı kurup kutsallaştırılarak yapılmayacağının kanıtıdır.

Daha yakın tarihimize bakalım; ‘94 sürecine baktığımızda takındığımız

tutum ve mahkum ettiğimiz bir dizi pratiğin bugün azınlık Merkez Komite üyeleri tarafından partiye nasıl dayatıldığını görürüz. Şimdi o dönemin darbecileriyle

birlik çağrıları üzerine yürütülen tartışmalara bakalım.

“Birliği bozan veya “ayrılık sürecini tamamlayan” adım II. MK toplantısıdır. Bu toplantı birliğin ruhuna aykırıdır. Partiye rağmen onu reddeden bir içerikte gerçekleşmiştir. Ayrılık bu toplantıyla tescillenmiştir. Darbe bu toplantı ile

teminat altına alınmak istenmiş ve ayrılık için şartlar olgunlaşmıştır. Bu toplantı

ile MK çoğunluğu parti çoğunluğunu dışlamış ve parti çoğunluğu da onu “parti

dışı” ilan etmiştir. (Partizan, sayı: 71, s. 28)

Dönemin darbecilerine verdiğimiz yanıtta neyin darbe olacağını görmeyegöstermeye çalışalım.

“Yapılması gereken MK’yı konferansa zorlamak, bunun için çoğunluğu, en

Partizan/212

azından üçte biri oranında üyeyi konferansa ikna etmekti. Bunlar gerçekleşmiştir. Ancak MK sorumluluğunu yerine getirmediği gibi hukuku tamamen çiğneyerek, disiplini ihlal edip, çoğunluğun iradesini tanımayarak “önderliğini”

dayatmıştır. Bu dayatma ve bunun “toplantı” ile resmileşmesi bizim için “ayrılık” ilanı olmuştur. (Partizan, sayı: 71, s. 33)

Kim ayrılandır, kim bölücüdür, gelin dönemin darbecilerine verdiğimiz derslerde cevap arayalım. Zira bugün üzerinden yükseldiğimiz zeminin kaynağında

94 darbesine karşı aldığımız tavır vardır.

“Darbe, parti iradesinin tamamen gasp edilmeye çalışılması ve hatta bunun

gerçekleşmesine paralel olarak, bünyenin “nihayet” dışına atmayı başardığı

“sözde irade”nin oluş biçimidir. Parti bu oluşumu henüz gelişim halindeyken,

tamamlanmamışken çoğunluk iradesine uymaya çağırdı; Onu konferansa yöneltmeyi denedi. Bu çağrı, uğraş parti birliğine yaklaşımın somut ifadesidir”.

(Partizan, sayı: 71, s. 35)

Bu dersin devamında bugün kimi komite ve kadrolarımızın Merkez Komitesi’nin darbesine karşı bir araya gelmesini hizipçilik, grupçuluk, bozgunculuk

vs. ilan edenlere yanıt da vardır. Dönemin darbesine göz yummuş “merkezilik/MK’cılık” anlayışına karşı darbeye karşı birliği amaç edinen “çoğunlukçuluk/konferansçılık” anlayışının benimsenmesini MLM tavır olarak

tanımladığımızı anımsatmak isteriz.

“Darbe yapmak; partiden ayrılmaktır. Partiye rağmen kendini parti ilan

etmek; ayrılmadır. Partiye rağmen “önderliğe” itaati dayatmak; partiden ayrılmadır. (Partizan, sayı: 71, s. 38)

Dün bütün bunları dönemin darbecilerine söylerken bugün kendimizi yine

aynı tartışmaların içinde buluşumuz 94 darbesine karşı aldığımız tavır vesilesiyle üzerinden yükseldiğimiz zemini tahrif etmekten başka bir şey değildir.

Dogmatiklerin tarihsel zeminimizi tahrif etme çabasına karşı çıkan kadro ve

örgütlerimizin bir araya gelerek Merkez Komitesi ve etrafında kümelenen yoldaşlara tüzük-hukuk-işleyiş vb. hatırlatmaları yapmaları-yapmamız parti birliği

yeminini çoktan bozmuş olanlara parti zemininde yürümeleri için yapılan iyi niyetli bir çağrıdır.

Kolektifin Birliğinden Yana Olanlar Krizleri Büyütmez, Çözmeye Çalışır!

Bu süreçte farklı bir kırılma noktası olma niteliği taşıyan mesele ise

HBDH’den ayrılma safsatasının korsan bir bildiri ile kamuoyuna duyurulması

oldu. Bu oluşuma girme sürecimizin tartışılmasında detaylara boğulmaktan kaçınmak zorundayız.

Partizan/213

Oluşuma dahil olma sürecimizle ilgili işleyişe aykırı yaklaşımları mahkum

ederek (ama arada ilgili yoldaşlarla kurulmayan iletişim ve hasır altı edilen notları da ekleyerek) sorumlulara gerekli yaptırımları uygulayarak oluşuma aktif

olarak dahil olmamız gerektiğini sonuna kadar savunuyoruz.

İşleyişe uymayanlara uygulanacak yaptırım ... Merkez Komite üyelerinin başını çektiği darbecilerin yaptığı gibi kişiyi partiye-kamuoyuna teşhir etmek-karalamak-itibarsızlaştırmak ve yalan üzerine kurulu belgelerle alelacele

kamuoyuna açıklama yapmak değildir.

Şimdi olay özgülündeki safsatalara dönelim. Çalıp çırptıkları, el koydukları

notlar vesilesiyle HBDH meselesinde ilgili alandan gelen bilgilere herkesten

önce bu darbeci-tasfiyeciler ulaştı. Bu yüzden “haberimiz yok” çığırtkanlığının

bir safsata olduğunun altını ilk elden çizelim. Öncesi edindikleri bilgiler bir yana

Şubat 2016 itibariyle HBDH tartışmalarından yeterince bilgilenildiği bir gerçektir. Bunun çokça tanığı vardır. HBDH tartışmalarına doğrudan katılan Merkez Komite üyesi, daha önce Merkez Komitesi’nin bu konudaki eğilimi ve de

yetkisine dayanarak imzacı olmuştur. Tartışmalara dair darbeci-tasfiyecilere bilgi

ulaştırmış ancak bilinçli bir oyalama politikası ile karşı karşıya kalınmıştır.

Partinin pek çok alanı bu konuda belli görüşler iletse de tartışma resmi bağlamda olgunlaşıp bir sonuca henüz ulaşmamıştır. Ancak HBDH’ye dair ham

halde, üye ve örgütlerin, aynı zamanda Merkez Komitesi’nin operasyon öncesinde de bir eğilimi vardır. Aynı zamanda bu süreçte Merkez Komitesi kararlarının parti iradesiyle alınmaması, politik başlıkların partinin siyasal düzeyini

yükseltme bakış açısıyla tartıştırılmaması zaaflı, sorunlu çalışma tarzının, kendini partinin dışında gören yaklaşımın bir devamıdır.

İmzacı Merkez Komite üyesi olsa da, Merkez Komitesi’nin buna dair belli

görüşü ve eğilimi bulunsa da, parti üye ve örgütlerinin konuya ilişkin tartışmaları resmi olarak sonuçlanmamıştır. Diğer yandan partimizin içinde bulunduğu

kaos dikkate alındığında söz konusu gündemin yeni bir krize kapı açacağını öngörmek de zor değildir.

(...)

Özetlemek gerekirse, dahil olunan ittifakın çerçeve metninde ortaya konulan

görüşler partimiz açısından pek çok açıdan yenilik taşımaktadır. İttifaka hangi

düzlemde, nasıl bir politik perspektifle dahil olunacağına ilişkin yeterli, doyurucu

bir tartışmanın yürütülmesine ihtiyaç vardı. Bu bağlamda, söz konusu sürecin

sağlıklı bir şekilde işletilmediği bir gerçektir. İmzacı Merkez Komite üyesi, partiyi bağlayan böylesine önemli bir kararı, üyesi olduğu en üst organda tartışıp,

görüş alışverişinde bulunup karara dönüştükten sonra imza atmalıydı. Merkez

Partizan/214

Komitesi’nde karar çıkmaması halinde ise partiye açılabilirlerdi. Parti içinde bir

görüş alışverişi sonrası ortaya çıkan irade, katılma yönlüyse o zaman imzalayabilirdi. İrade katılmama yönlüyse zaten imzalayamazdı. O zamana kadar da

“gözlemci” bir katılım sağlanabilirdi. Olması gereken bu iken, işleyişe uygun

hareket edilmemesi ciddi bir hatadır ve bunu mahkum ediyoruz.

Peki, “... MK üyeleri”nin bu süreçteki tutumu ne olmuştur? İttifaka dair tartışmalar sürerken tamamen ilgisiz kalınmış, ilgili yoldaşın tüm çabaları karşılıksız bırakılmış ve tecrit etme, yalnızlaştırma politikası yaşama geçirilmiştir.

İttifakın ilan edilmesi kamuoyunda önemli bir ses getirmiştir. “... MK üyeleri”

söz konusu ittifakın, parti kitlemiz içerisinde geniş bir yankı uyandırmasına rağmen duruma ilk olarak sessiz kalmışlardır.

Ancak niyetlerinin ne olduğu kısa sürede ortaya çıkmıştır. HBDH’nin ilanı

üzerinden bir ay geçmeden yine “... MK üyeleri” sıfatıyla imzacı Merkez Komite üyesinin partiden atılmasını, ittifakın duyurusunu ve propagandasını yapan

alan ve yoldaşlar hakkında soruşturma talep eden bir çağrı kaleme almışlardır.

Buna paralel ulaşabildikleri her yerde, bölgede bulunan-imzacı Merkez Komite

üyesine dair dedikodu, karalama ve yıpratma politikası tekrar yaşama geçirilmiş, bununla da yetinmeyerek menşevik ve tasfiyeci bir kafayla, parti içi ile parti

dışı arasında farkın ilkesel ayrımının bilinci ve sorumluluğu taşınmadan, sorunu

parti içinde tartışma yerine, sadece altlardan da değil, direkt kamuoyuna yönelik cepheden “eleştiri”lerden/saldırılarda bulunularak birlikten çıkacağımızın

propagandası yapılmaya başlanmıştır.

Bahsini ettiğimiz çağrının iddiası, partiyi bağlayan bu imzanın partiden habersiz atıldığı ve parti mekanizmalarının işletilmediği dolayısıyla, parti iradesine bu gündemin sorulması ve söz konusu imzanın akıbetine partinin karar

vermesiydi. Nihayetinde ortada partiyi bağlayan imza vardı ve bu imza “... MK

üyeleri”ne göre hiç kimsenin haberi olmadan atılmıştı!

Partinin bu süreçten ne kadar haberdar olduğunu ve sürecin nasıl geliştiğini

yukarıda yazdık, tekrar girmeyeceğiz. Parti hukukunun ihlal edildiğini, “partinin programatik görüşleri tasfiye ediliyor” çığırtkanlığı eşliğinde yapanlar, bu sorunun parti hukuku etrafında çözülmesi adına adım atmalıydı. En azından

devrimci dürüstlük ve tutarlılık bunu gerektirirdi. Tabii dert gerçekten sorunu

ve krizi çözmek olsaydı. Ne var ki imzacı yoldaşı parti hukukunu ihlal etmekle

eleştirenler, zaten hiçbir bağlayıcılığı ve yetkisi olmayan “... MK üyeleri” imzasını kullanarak, bu sıfatla partiyi yönetmeye çalışarak ve bu süreci başlatarak

parti hukukundan ne anladıklarını ilan etmiş oldular.

“... MK üyeleri” hazırladıkları metni, parti üyelerine, ileri militanlara ve yönetici komitelere ulaştırmadan, gerilla alanındaki yoldaşları durum hakkında tek

Partizan/215

yanlı bilgilendirerek ve yanıltarak, daha tartışma başlamadan, ulusal hareketin

güçlerine ittifak içinde olunmayacağının bildirilmesini sağladılar. Bu esnada

alanlarda söz konusu metin, muhatapları tarafından okunmamıştı bile!!!

Şimdi soruyoruz; burada parti hukukuna ve işleyişine dair nasıl bir kaygı

vardır? İşleyiş ve hukuk herkesi bağlamıyor mu?

Eğer parti imzasının çekilmesine dair bir tartışma başlatılıyorsa, bunun sonucu beklenmeden, daha bunun hemen arifesinde neden imzanın bağlayıcılığına

rağmen ittifakın içinde olunmayacağı kararı bildiriliyor? Bu durumda tartışma,

hem de “parti iradesine sorulmalıydı”, “parti iradesi gasp edildi” naraları atılırken neden yürütülüyor? Parti iradesinin, imzanın atılma yöntemine dair eleştirileriyle birlikte kalması yönünde karar vermeyeceği nereden biliniyor? Ya da

bundan mı korkuluyor? Soruları çoğaltmak mümkün ancak gereksiz.

Açık ki burada başka amaçlar bulunuyor!

Madem partimizi bağlayan bir imza var ve bunun geleceği tartışılıyor, tartışma sonuçlanıncaya ve parti iradesi bu konuda karar verinceye kadar herkes bu

kararın gereğini yapmalıydı. Her alan kendi bildiğini okuyacaksa parti iradesine

neden soruluyor?

Amaç, ortaya çıkan bir krizi büyümeden ve bünyeye yayılmadan çözmek olsaydı, atılacak adımın ne olduğu su kadar berraktı. Ancak amaçlanan bu değildi.

İstenen krizi derinleştirmek, etkide bulunduğu alanı diğerlerine karşı kışkırtmak,

göğe yükselecek düşmanlık dumanları arasında işlediği suçları ve kendisini gizlemekti.

Nitekim, gerilla alanı fiili olarak tartışma daha başlamadan ittifakın dışında

kalarak, imzacı Merkez Komite üyesinin işlediği disiplinsizliğe farklı bir biçimde ortak oldu ve böylece parti iradesine sorulma sürecini anlamsız hale getirdi. Parti iradesinden söz eden yoldaşlar, tartışma sonuçlanana ve parti iradesi

ortaya çıkana kadar bekleseydi en azından yetkileri olmasa bile tutarlı bir duruş

sergilerlerdi.

Bu yetkisiz, azınlık “... MK üyeleri”, hem parti üyelerinden, hem ileri militan yoldaşlardan hem de yönetici komitelerden ayrıca hapishanelerden “görüş

alarak” parti iradesini adeta bir çorbaya dönüştürdü.

Partimizin hukuku çok açıktır, oy hakkı parti üyelerine aittir. Bu çeşitli pozisyon ve görevlerdeki yoldaşların fikirlerinin önemsiz olduğu veya görüşlerinin alınmayacağı anlamına gelmez. Ancak partinin iradesinden söz edilecekse

bu, üyelerin iradesidir! Kuşkusuz bu gerçek “... MK üyeleri” tarafından biliniyor. Ancak dert partiyi krizden çıkarmak olmayınca bu gerçeğin üstünden kolayca atlanabiliyor.

Partizan/216

Nihayetinde tam da Haziran Toplantısı’ndan itibaren uygulayageldikleri çizgiye uygun bir şekilde, ilkesiz, hukuksuz, bir yığın deşifrasyon ve yalanın sonucunda parti içi tartışmada çıkan kararın HBDH’den çıkma yönünde olduğu

iddiasıyla bir yazı ortaya çıktı. Söz konusu belgeye göre, kalınması gerektiğini

savunan üyeler fikrini kaleme almamış, aldıysa da ulaştırmamış, hiçbir komite

de bu konuda yazılı görüş belirtmemiş!

Hatta Komsomol MK’sı adına yazılan görüş, imzası değiştirilerek belgeye

eklenmiş(!)

Diğer yandan hapishanelerde de kalınması gerektiğini düşünen hiçbir üye

yokmuş! (Bazı yoldaşlar yazılı tavır belirtmelerine rağmen!) Tamamen yalan ve

sahtekarlık üzerine inşa edilen bu belge, “... MK üyeleri”nin ideolojik düzlemde

yaşadıkları çürümenin ibretlik bir vesikası olmuştur.

İlkin, konunun muhatapları olan üyeler -kalınması gerektiğini düşünenlerbu konuda fikirlerini yazmıştır.

İkinci olarak, yönetici komitelerin de görüşleri yazılı hale getirilmiş ve ulaştırılmıştır. Üçüncü olarak, hapishanelerde birlik içinde kalınması gerektiğini düşünen üye ve diğer pozisyonlarda yoldaşlar vardır ve fikirlerini iletmişlerdir.

HBDH konusunda parti üyeleri gerek dışarıda gerekse de içeride tam ortadan

ikiye bölünmüştür. Yönetici komiteler bazında ise sekiz organın altısı kalınmasını savunmaktadır.

Gerçek sonuç budur!

Süreç tam da başladığı şekilde, tartışmayı özetlediği iddia edilen belge, alanlara, parti üyelerine ulaşmadan, yurtdışında partimiz adına ittifaktan çıkıldığına

dair yapılan bir açıklama ile bitirilmiş ve o süreçte adeta partinin sesi olarak kullanılan legal bir kurum sitesinden kamuoyuna duyurulmuştur.

Oysa böylesi durumlarda sürecin nasıl işletileceğine dair partimizin çok sayıda deneyimi bulunmaktadır. Yönetici organ, konuya ilişkin görüşlerini ortaya

koyarak, karşıt düşünce varsa onunla birlikte yayımlar. Yazılı karşıt düşünce olmadığı durumda ise, kendi düşüncesini yayımlayarak, konu üzerinde farklı düşünenlerden görüşlerini en kısa sürede yayımlanmak üzere iletmelerini ister.

Gelen karşılıklı düşünceleri parti içine yayımlar ve belirlenen süre içinde tartışmayı sonlandırır. Böylece her üye ya da alan, diğerlerinin ne düşündüğünü öğrenmiş olur. Tartışma da bu şekilde kolektif bir nitelik kazanır.

Anlaşılıyor ki “... MK üyeleri”nin acelesi var?! Zira, biliyorlar ki, ortalık

biraz sakinleşip durulunca işledikleri büyük suçlar ve söyledikleri yalanlar, çevirdikleri entrikalar su yüzeyine çıkacak. Birinin dumanı sönmeden nefes nefese diğerine son sürat koşmaları bundandır!!

Partizan/217

HBDH’ye ilişkin tartışma devam ederken, imzacı Merkez Komite üyesi yoldaş, zaten partinin verdiği irade süresi bitmiş ve azınlık tarafından fiilen de işletilmeyen Merkez Komitesi’nin bir işlevinin olamayacağı ve ayrıca partinin

kendisine yönelik eleştirileri karşısında doğru bir tutum takınarak mevcut Merkez Komite görevlerinden istifa etmiştir. Böylece Eylül 2016 itibariyle Merkez

Komitesi iradesi artık hiç tartışmaya-muğlaklığa izin vermeyecek şekilde tamamen düşmüştür. Söz konusu süreci tamamlayacak organ, kağıt üzerinde bile olsa

kalmamıştır. Bu konuda da Parti bileşenlerinin imzacı olduğu ve imzanın geri çekilmesi için devreye sokulan ayak oyunu ve yalanı ortaya seren belgemiz mevcuttur.

Başlıkta “Partinin Birliğinden Yana Olanlar Krizleri Büyütmez, Çözmeye Çalışır!” dedik. Ancak özellikle Merkez Komitesi’nde yaşanan istifa ve

gerilla alanı ile kimi noktalarda yakaladığımız ortaklık sonrası yaşanan ve başını

... Merkez Komite üyesinin çektiği tartışma ve pratiklerde, böylesi bir çaba içinde

bilinçli olarak olmadıkları ve ne pahasına olursa olsun “sorunlu unsurlardan kurtulma”, gerekirse Partiyi bölme anlayışında olunduğunu gördük.

Bunu HBDH’den ayrıldığımıza yönelik korsan bildiriye karşı oluşturduğumuz birliktelik ve kaosu büyütmemek adına sadece parti kitlesine dağıttığımız

bildiriye-açıklamaya yaklaşımda, hemen ardından çapsız baskın girişimleri ve

tehditlerde, geliştirilen ve alabildiğine yaygınlaştırılan deşifrasyon pratiğinde,

tüm kitlemize açılan hizip tartışmasında, tek tek yoldaşlarımızın isim ve konumlarının deşifre edilmesinde, özellikle kadın ve gençlik çalışmalarının pratik

olarak bölünme çabalarında, zaten uzunca dönemdir görevine devam eden komitelere alternatif komite vb. oluşturulmasında, en son örneklerden olması bakımından polisiye yöntemlere taş çıkartan biçimde devrimcilere yönelen

saldırılarda gördük-görüyoruz.

GYDK süreci...

Azınlık MK üyelerinin hedefe koyarak teşhir ettiği, 10 Ocak 2017 tarihinde

de kamuoyuna yayınlanan “MK” imzalı açıklamayla ‘’hizip’’ olarak ilan edilen

GYDK sürecini tam anlamıyla kavramak için sürecin başına, yani ... operasyonu

öncesi ve sonrasına gidilmesi gerekmektedir. Zira, süreç bu yönüyle ele alınmadığında GYDK serüveni anlaşılamaz.

Daha önce de belirtildiği gibi, ... operasyonuyla partimiz ciddi bir darbe aldı.

Bu darbe sonrası parti içinde “gücünü” kullanan azınlık Merkez Komite üyeleri

kendilerinin lehine doğan bu fırsatı kullanarak partiye darbe yapmak istediler.

Bunu da, parti tüzüğü, disiplin, illegalite, merkeziyetçilik vb. hiç kimsenin kolay

Partizan/218

kolay karşı çıkamayacağı parti normlarını-hukukunu çiğneyerek adım adım planlayarak yapmaya çalıştılar.

Aslında bu planın ... operasyonu öncesine de uzandığını söyleyebiliriz. ...

kurumunun ... organizasyonu öncesi-anı ve sonrasında yaşananlar da bize bunu

göstermektedir. Özellikle yurtdışında bilinçli olarak yaratılan ve körüklenen

gruplaşma ve “adamcılık”, yarım kalan sürecimizin tamamlanmasının ardından

muhtemel görevlendirmelerin dahi kimi yoldaşlara daha o tarihten itibaren açılması, ...’da bir grup olarak hareket etme tarzı-oy vermeyecekleri üyeleri açıktan

ifade etme, ... sonrası alanda yeni yönetimde hatta Merkez Komitesinde kimlerin yer alacağının dahi dillendirilmesi gibi örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bu tartışma ve planlardan ... kurumu da nasibini almıştır. Kurumdaki “ayrık

otları” bu yaklaşımla temizlenmeye çalışılmış, darbe burada da uygulanmaya

başlamıştır. Kurum içindeki “muhaliflerin” önemli bir kesimi yeni dönem yönetimine alınmayarak, bazıları önceden tasfiye edilip etkisizleştirilerek istenilen,

belli ölçülerde başarılmıştır da. ... kurumunun ... etkinliği öncesi ve sırasında telefonda tasfiyecilerin birbirlerine verdikleri bazı bilgiler ortaya çıktı. ... etkinliğinden sonra yapılan karşılıklı konuşmalarında küçük bir bölümü aşağıya

aktaralım:

A: Darbe yaptık ve kurumu kurtardık.

R: Moraller nasıl?

A: İyidir. Gençler de iyiydi ve onlar da memnun vs. Diğerlerden kimse girmedi.

R: M ve Z de girmedi?

A: Hayır. Artık onlardan kimse yok. S de artık yok. X, Y hepsi kaldı.

R: X, Y’den W mi oluşturuldu?

A: Hayır. Eski X, Y olduğu gibi kaldı. E, N, H, M, M, A ve ben. Şimdi 7 kişi

W’de.

R: Önceden 9 kişilik değil miydi?

A: Evet!

R: Şimdi neden 7 kişi?

A: Kimse girmek istemedi.

R: N kaostur. Diğerleri iyidir.

(X, Y ve W kodlamaları tarafımızdan güvenlik gereğince yapılmıştır.)

... operasyonuyla ... alanında bulunan … yoldaşlar tüzüğün kendilerine verdiği yetki ve her şeyden önce de devrimci sorumluluk gereği alana müdahale

etmişlerdir. Bu müdahale dönem açısından gerekli ve zorunluydu.

Partizan/219

Zaman kaybederek yapılacak bir müdahalenin alanın dağılmasına yol açma

tehlikesi ve tabanımızda yaratacağı moral bozukluğunun önüne geçme, operasyona karşı kitlesel bir tepkinin örgütlenmesi için operasyon günü gerekli inisiyatif kullanılarak yapılmıştır bu müdahale. … yoldaşların kendi aralarında

yaptığı bir değerlendirmeyle … sayıda yoldaştan oluşan GYDK kurulmuştur.

Adından da anlaşılacağı üzere geçici olan bu bileşen,sonradan farklı birşekil alacağı için isimlendirmenin bu şekilde olması doğru görülmüştür. Bu sürede operasyona ilişkin eldeki bilgiler, operasyona karşı kısa sürede neler örgütlendiği,

GYDK’nın kurulduğu, sonraki süreçte operasyona karşı örgütlenecek kampanya

(hazırlanan bir bildiriyle) iki Merkez Komite üyesine bir mektupla gönderilmiştir. Komitenin onay alması ile resmileşen GYDK’nın kurulduğu, alandaki

tüm örgütlü parti birimlerine bildirilmiştir.

Ancak kurulduktan kısa bir süre sonra yine aynı Merkez Komite üyelerince

gizlice tasfiye edilme çalışmaları da başlamıştır. Bu gizli tasfiye, GYDK’nın

muhatap alınmaması, ilişkilerin GYDK üzerinden değil de kendileri etrafında

kümelenenlerle oluşturdukları kişiler üzerinden yürütülmesiyle başlamıştır. Bu

durumun fark edilmesi ve eleştirilmesi karşısında iki Merkez Komite üyesinin

bildik yöntemi devreye girmiştir. Tutumlarını devam ettiren bu Merkez Komite

üyeleri, bırakın özeleştiri vermeyi, aksine tavır ve ilişkilerini daha da ileri taşıyarak, GYDK’yı devre dışı bırakma çalışmalarına hız vermiştir. Öyle ki, operasyona ilişkin yayınlanan bildiri, GYDK’nın bilgisi olmadan, başka bir şahıs

üzerinden kamuoyuna açılmış, GYDK bu bildiriyi ancak yayınlandıktan sonra

... sitesinde görebilmiştir.

Ardından tarihimize ‘’Haziran Toplantısı’’ olarak geçen toplantıda alınan

bir kararla GYDK’nın görevden alındığı partiye bildirilmiştir. Haziran 2015 tarihinde alınan söz konusu ‘’karar’’ın ilgililerin elineAğustos 2015 tarihinde geçtiğini de not olarak düşelim. ‘’Karar’’şöyledir; “Operasyonun ardından kurulan

komitede görev alan yoldaşlar bir önceki örgütlü bulundukları komitelerinde

görevlerine devam edecekler. Alan komitesi ise esas olarak alt komitelerde örgütlü yoldaşlarla şekillendirilerek kurulacaktır. Bu adım alanda belli bir dinamiğin açığa çıkarılması anlamında da olumlu olacaktır.”

Kararın resmi olarak ... alanındaki yoldaşlara ulaşmasından sonra, bu durum

yoldaşlarımız tarafından sıkıntılı bulunsa da esasta yetersiz bilgilendirme ve

partiyi yeni bir kaosa sürüklememe kaygısından kaynaklı “Haziran Toplantısı”nın bir merkez komite toplantısı olabileceği düşüncesi, yoldaşlarda da ağır

basmıştır ve yoldaşlar karara karşı yaptıkları değerlendirmede şuna dikkat çekmişti; “Biz değişimlere karşı değiliz. Partinin ihtiyacı, yeni dinamiklerin ortaya

Partizan/220

çıkartılması, taze kan akışı, gelecek vaad eden yş’ların önünün açılması, onların da kendilerini tanımaları, netleşmeleri bakımından böylesi değişimlerin olması gerekir. Bu, MK’nın kendisi için de geçerli olan bir durumdur ve hatta

daha fazlasıyla geçerli olması gereken bir durumdur. Bu parti kimsenin tekelinde değildir. İnsanların ne olursa olsun aynı yerde demirleyip kalmaları, hep

yönetilen konumda olmaları diye bir kural ve ilke de yoktur. Biz bir kast örgütü

değiliz. Biz bir KP’yiz. Her insan inandığı ve güvendiği için P ile yürür. Yürürken, kendisine tanınan hakları kullanmak, tüzüğün kendisine tanıdığı imkanlardan yararlanmak, herkesin hakkıdır. Bu, bir taraftan kişinin kendi çabasıyla

olurken/olması gerekirken, parti de, sempatizan, üye ve taraftarlarını tanıdığı ölçüde, önlerini açma görev ve sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Bu tüm partinin

faaliyet alanları için geçerli olduğu gibi … alanı için de geçerlidir.

Hatta bu alan için daha da gerekli ve zorunludur. Bu bakımdan … alanı aslında özel olarak ele alınıp değerlendirilmesi gereken, örgütsel olarak biraz

daha farklı bir uygulamanın yapılması gereken bir alan konumundadır. Bunu

bu yazımızda tüm detaylarıyla ele alıp değerlendirmek, geçmiş sürecin muhasebesini yapmak mümkün olmamakla birlikte, geçmişten bugüne, yaşanmış çok

ciddi örgütsel zaafların olduğu bir gerçektir.”

Bu değerlendirmeye konu olan esas mesele, “Merkez Komite kararı olarak

bilinen” bu değişimin derininde yatan bakış açısıdır.

Bu değişim ‘’karar’’da belirtildiği şekliyle “alanda belli bir dinamiğin açığa

çıkarılması” için değil, GYDK’yı tasfiye etmek içindir. Nitekim bu hesaplaşmayı, Haziran Toplantısı’na şerhleri ile katılan ... nolu yoldaş, ‘’karar’’a yaptığı

itirazda açık olarak şöyle dile getirmiştir; “Alanda altlardaki yş’lardan bir örgütlenmeye gitmek tüzüksel olarak doğru olup, bir sorun oluşturmasa bile, objektif olarak geçmiş hesaplaşmaların şimdi yapılması anlamına gelmektedir. Ya

da buna kapı aralar, zemin sunar niteliktedir.

Geçmişte parti önderliği tarafından yapılmayan devrimci müdahalelerin

şimdi yapılması, parti önderliğinin birden bire devrimcileşmesiyle ilgili değildir.

Madem bu yş’lara güvenilmiyor, devrimci mücadele anlayışları sorunlu olarak

görülüyor, o zaman vakti zamanında neden müdahale edilmedi!”

Bir darbe niteliği taşıyan bu tasfiye kararı, GYDK’dan yoldaşlar tarafından

yapılan değerlendirmede şöyle tanımlanmıştır; “Bu anlamda yapılan tam olarak

objektif olarak geçmiş hesaplaşmaların şimdi yapılması anlamına gelmektedir.

Anlayışıdır. (...) Sizleri bu vahim gidişatta ısrar etmekten vazgeçmeye ve kararı

geri çekmeye çağırıyoruz.”

GYDK’dan yoldaşlar, Nisan 2017 tarihinde DPK’ya yazdıkları bir mektupta

Partizan/221

(bu mektubun DPK’nın eline geçip geçmediğini bilmiyoruz) dönem açısından

partinin içinden geçtiği süreç, alınan darbe ve daha fazla bir güvensizliğe yol açmamak için aşağıdaki tutumu takındıklarını aktarmışlardır; “2 MK üyesinin açıktan yaptığı bu örgütsel tasfiyeciliğe karşı alanımızdaki güvensizlik, parti tabanının

durumu ve partinin içinden geçtiği süreci göz önüne alarak Haziran 2015 tarihinde yetkileri olmadığı halde GYDK’nin ‘görevden alındığına’ilişkin ‘kararına’

itiraz ettik. Ancak bu itirazı parti tabanına ve parti komitelerine taşımadık.

Daha da ötesi, tartışmayla düzelteceğimizi sandığımız bu darbe kararının

geri alınmasına kadar, örgütsel bir kaosun yaşanmaması için, 2 MK üyesinin

oluşturduğu ‘YDK’da yer alan yş’lara örgütsel sorunlar hal edilene kadar görev

almalarını bizzat önerdik. Tartışmalarımızı devam ettirsek de, 2 MK üyesi bildiğini okumaya devam ederek alanımızdaki örgütsel kaosun büyümesinde baş

rolü oynamışlardır.”

Yani özet olarak Eylül 2016 tarihine kadar yukarıda dile getirdiğimiz nedenlerden dolayı, iki Merkez Komite üyesinin korsan bir şekilde alana atadığı

“YDK”nın faaliyetleri önüne pratikte bir engel çıkartılmamıştır.

Bu alanda belgelerin dağıtıldığı meselesi de iki Merkez Komite üyesinin çarpıtmaları sonucu yılan hikayesine dönmüş durumdadır. Sadece ... alanında değil

birçok bölgede iki Merkez Komitesi üyesi ve faaliyet yürüttükleri alanlarda parti

içindeki gelişmeler anlatılıp, taraflaşma-kamplaşma oluşturulmaya çalışılmış,

istifa eden Merkez Komite üyesi yoldaşın mektubu alanlarda okutularak yoldaş

teşhir edilmiş, düşmanlaştırılmıştır. ... alanında da bu yaşananlar karşısında örgütlü yoldaşları doğru bilgilendirmek için toplantılar yapılmış ve partinin içinden geçtiği süreç özetlenerek toparlanmaya çalışılmıştır. Bu, kendi şartları içinde

değerlendirildiğinde doğru bir tavırdır.

GYDK’nın yeniden görevlerini devralması sürecine gelirsek; … yoldaş tarafından Eylül 2016 tarihinde DPK üyeleriyle bir görüşme yapılmış ve ortaklaşılan noktalara dair alanlara bilgilendirme yapılmıştır. Bu ortaklaşma sonrasında

durum tekrar değerlendirilerek Nisan 2017 tarihinde DPK’ya da GYDK tarafından bir mektup gönderilerek şunlar ifade edilmiştir; “... tüm bu gelişmelerle

birlikte Eylül 2016 tarihinde ...’nın MK üyeliğinden istifası ve … yş’ın sizinle

yaptığı görüşme ve o görüşmede ortaklaştırılan ‘kararları’ öğrendikten sonra,

2 MK üyesine yaptığımız çağrı; MK’nın artık iradesini yitirdiği, geriye kalan 2

MK üyesinin de istifa etmesi ve ... kadar … oluşturulması önerisi yaptık. (...)

Eylül 2016 tarihi itibariyle de GYDK’nın görevi devralacağını kendilerine bildirdik. Alanlara da bir genelge göndererek GYDK’nın görevi devraldığını bildirdik.”

Partizan/222

Ardından GYDK’nın Aralık 2016 tarihinde; 19 Aralık cezaevleri katliamı,

Maraş katliamı ve Roboski katliamı yıldönümlerine ilişkin yayınladığı bir bildiri çıktı. Bu bildiri bahane edilerek, Merkez Komite imzasıyla GYDK ‘’hizip’’

ilan edilerek kamuoyunda teşhir edilmiştir.

Hizipçi ve darbeci Merkez Komite üyeleri, 19 Aralık 2016 tarihinde

GYDK’nın yayınladığı bildiriyi kendilerine göre “bulunmaz bir fırsat” görerek

harekete geçmiştir.

Özetle, iki Merkez Komite üyesi tüm çabalarımıza, önerilerimize, hukuk ve

tüzük vurgularımıza rağmen “İKK-online.org” adlı bir internet sitesi üzerinden

10 Ocak 2017 tarihinde; “PARTİMİZ TKP/ML’YE GÖNÜL VERMİŞ

TÜRK-KÜRT VE ÇEŞİTLİ MİLLİYETLERDEN İŞÇİ SINIFI VE

EMEKÇİ HALKIMIZA, PARTİMİZİN ÜYE VE MİLİTANLARINA’’

başlığıyla ‘’İLAN EDİYORUZ: ‘GYDK’ İMZALI AÇIKLAMALAR,

ÖRGÜTLENEN FAALİYETLER PARTİMİZDE YEŞERMİŞ YURT DIŞI

MERKEZLİ HİZİBİN ÇALIŞMALARIDIR. PARTİMİZ TKP/ML DİSİPLİNİ, PARTİ İŞLEYİŞİ VE HUKUKUNUN DIŞINDADIR. YANİ BU

OLUŞUM PARTİ DIŞI KALMIŞ BİR HİZİP ÇALIŞMASIDIR. PARTİMİZLE ARTIK İLGİSİ KALMAMIŞTIR. YAPACAĞI HİÇ BİR

FAALİYET PARTİMİZİ BAĞLAMAMAKTADIR” açıklamasını yaparak

aslında partimizden ayrıldıklarını ilan etmişlerdir.

Burada vurgulamamız gereken önemli bir husus da; İKK sitesinin aylar öncesinde hazırlandığı ve boş bir sayfa olarak haftalar öncesinden sosyal medyada

reklamının yapıldığıdır.

Açıklamanın yapılmasının ardından taşlar yerli yerine oturmuştur; anlaşılmaktadır ki, “ayrılık” azınlık Merkez Komite üyeleri tarafından çok önceden

planlanmış ve gerekli hazırlıklar yapılmıştır.

Yine bu tartışmalar içinde ellerini güçlendirmek için kullandıkları ancak çarpıtmaktan da geri durmadıkları konulardan biri de dört üye tarafından ... yoldaşa getirilen öneridir. Merkez Komite üyesi olduğu ısrarla azınlık Merkez

Komite üyeleri tarafından reddedilen ... yoldaşın durumu, hatırlanacağı üzere

tartışma gündemleri arasında yer almış ancak “kapsamlı tartışma başlıkları” ve

... Merkez Komite üyelerinin bazı konuları özellikle boğuntuya getirilmesi çabasıyla ayrıntıda boğulan, arada kaynayıp giden başlıklardan olmuştur. Yani aslında bir sonuca bağlanmamıştır.

... yoldaş birincisi bu tartışmanın bir sonuca bağlanmamış olması; ikincisi

Dersim’le yakalanan ortaklığın bozulmaması; üçüncüsü önerinin mimarı olan

... Merkez Komite üyelerinin samimiyetsiz ve parti düşmanı tutumları gerekPartizan/223

çesiyle azınlık Merkez Komite üyelerine istifa çağrısı yaparak öneriyi kabul etmemiştir.

Hatırlanacağı gibi ... yoldaşın Merkez Komite üyeliğinden istifasının ardından Dersim alanı ile tarafımızdan yapılan görüşmede alandan ... yoldaşın kendisine tüzüğün de ihlali pahasına yapılan iradeyi tamamlama önerisini kabul

etmeyeceği, yarım kalan sürecin tamamlanmasının koşullarının o an itibarıyla ortadan kalktığı noktasında ortaklaşılmış, ... döneminde görüşmek şartıyla alandan ayrılınmıştır.

Öneriyi getiren tüm yoldaşları aynı kefeye koymamakla birlikte azınlık Merkez Komite üyelerinin önerideki mantığı, kendilerine meşruluk sağlamak ve bir

yılı aşkın bir süredir “3’ün 2’si” olarak partiyi yönetmeye çalıştıkları gibi sonrasındaki süreci de “idare etmeye” kalkışmaktır. Oluşturmak istedikleri bir parti

önderliği, merkez komitesi, kolektif bir mekanizma değildir. İstedikleri sadece

yanlarındaki 1 (BİR) sayısıdır. Çünkü darbeci kafa, bu şekilde çoğunluk olmaya

odaklanmıştır. Bir rakam, bir isim, bir ceket, bir maket dahi yeterlidir onlar için!

Sorun tekrar bir “önderlik” mekanizmasının oluşması ve kendince “çoğunluk” haline gelebilmektir. Azınlık Merkez Komite üyelerinin varlıklarına meşruluk kazandırmak için pazarlıkçı yöntemlere yoğunlaşmak yerine cevap

vermesi gereken iki seneyi aşkındır neredeyse tüm partinin önerdiği Merkez Komitesi’nin yedeklerle ve sırasıyla konferansta belirlenen sayıya kavuşması önerisini neden uygulatmadıklarıdır. Bu kadar zamandır neden tüzüğün emrettikleri

yapılmamıştır? Bunu yapmamanın tek cevabı vardır bizce; örgüt tasfiyeciliği,

darbecilik, yoldaş düşmanlığı.

Tartışma ve öneriler sırasında “iradenin olmadığını kabul eden” ve sorunu “...

yoldaşın atanması” ile çözmeyi öneren yoldaşlar, ... yoldaşın öneriyi kabul etmemesi üzerine ise birden irade tartışmasını “birşekilde” sonlandırmış ve bir iradenin olduğu ve bunun tanınmadığı üzerinden yoğun bir anti-propagandaya

girişmişlerdir.

Hatta ... alanında yapılan görüşmelerde ... yoldaşın söz konusu öneriye hayır

demesiyle yoldaşın “vebal altında kalacağı”, “bundan sonra yaşanacaklardan sorumlu olacağı” vb. tehditleri etmekten geri de durmamışlardır. Özetle;

Nisan 2015 tarihinden bu yana parti içinde örgütsel kriz yaratanlar, ... yoldaşın

Merkez Komite üyesi olarak daha önce bir toplantıya alındığı halde üyeliğini

inkar edenler, ‘’yedek üye olduğu kabul edildiği’’ (!) zaman da tüzük gereği

Merkez Komiteye atanması gerekirken bunu da yapmayanlar gelinen aşamada

yoldaşın Merkez Komitesi’ne atanmasını “kabul etmiş”; yukardaki gerekçelerle yoldaş kabul etmediğinde de “yaşanacaklardan sorumlu olacağı” tehdidini

Partizan/224

savurmuşlar, ... alanındaki yoldaşlara ise attıkları imzanın arkasında durmalarını, ... yoldaşı zorlamalarını, kabul etmiyorsa yurtdışının bunu kabul etmesini(!) dayatmışlardır.

Azınlık Merkez Komite Üyeleri ve Kadın Düşmanlığında Zirve...

Bilindiği üzere azımsanmayacak bir süredir; kadın sorunu, emekçi kadınların örgütlenmesi, kadın çalışmamızın kurumsallaşması, gelişimi ve de Partimizdeki yansımaları-çözüm yolları kapsamında Kadın Komitemiz öncülüğünde

bir takım çalışmalar yürütmekteyiz.

Daha katetmemiz gereken uzun bir yol olduğunun bilincindeyiz ama aynı

zamanda önemli adımlar attığımızın da altını çizmeliyiz. Yaşadığımız bu darbe

sürecinde “... MK üyeleri”nin en çok rahatsızlık duyduğu ve saldırdığı alanın burası olmasını da bu açıdan “doğal” karşılıyoruz. Nitekim darbeci tasfiyecilerin

ilk olarak ellerine aldıkları silah kadın düşmanlığı olmuş, dedikodu-karalamayok sayma ve tasfiye çalışmaları gözü dönmüş bir şekilde bu faaliyete ve faaliyet yürüten kadın yoldaşlarımıza yöneltilmiştir. Lafı uzatmadan gelelim “…

PMK üyeleri”nin en saldırgan oldukları konuya, kadın sorununa, kadın faaliyetine, kadın faaliyetçilere ve bu konudaki “duyarlılıklarına”!

Yazılı olması ve kadın düşmanlığında zirve niteliği taşıması açısından Parti

tarihimize “K 72” olarak geçen ancak Parti güçlerimizin ağırlıklı bölümü tarafından eleştirilen belge önemlidir. Bu belgede kadınlar, açıktan ve bariz bir şekilde aşağılanmış, yok sayılmış, hakarete uğramış, tek tek kadın faaliyetçiler bir

kenara bir bütün Kadın Komitesi yok sayılmış, kadın bir Merkez Komite üyesi

ve yönetici bir komitedeki kadın bir yoldaş “hayali” ilan edilmiş, yıllara dayanan kadın kazanımlarının tek tek geri alınmasının adımları çeşitli gerekçelerle

atılmış, kadınların sordukları sorulara erkek yoldaşlara dönülerek cevap verilmeye çalışılmış, kadın faaliyetçilerle ideolojik-politik-örgütsel konularda ortaklaşan erkek yoldaşlar “erkekliklerine oynanarak” kadınların “etkisi altında

kalmakla” itham edilmiştir.

Erkek iktidarların kadınları iktidarlarını sağlamlaştırmak için kullanmasının,

çemberine alamadığı durumlarda ise tasfiye etmesinin güzide örnekleri bu metinde ve sonraki belgelerde-süreçte sergilenmiş, kadınların acı, istismar ve ezilmişlikleri dahi azınlık Merkez Komite üyelerinin iktidarının tesisi ve devamı

için kullanılmış; bu iki üye kimi yerde en keskin kadın hakları savunucusu kesilerek güya kadınların haklarını savunmuş kimi yerlerde ise gerçek niyetlerini

cahilce ortaya sermekten kurtulamamıştır.

Bu darbeci Merkez Komite üyeleri, örgütümüzde kadınların yaşadığı acıları,

Partizan/225

kadına dönük suçları iktidar dalaşı için “silah” olarak kullanmaya kalkışarak

dünyanın en çirkin ve en kirli siyaset yöntemini, adeta R.T. Erdoğan’a taş çıkarırcasına bir hünerle uygulamış, kadınlara dönük suçlardan nemalanmaya çalışarak erkek egemenliğinin çirkin yüzünün Partimiz saflarındaki yansımasını

açıkça ortaya koymuştur.

Adeta bir koalisyon gibi çalışan ve her mekanizmada kadın istismarına göz

yuman, üzerine örten Merkez Komite içinde bugün gelinen aşamada karşıdakinin “ayağını kaydırmak” ve “itibarını zedelemek” için “kadın meselesini”, “kadınları” kullanmak aşağılık bir suçtur!

Soruyoruz, kadına karşı suçlar karşısında zamanında sessiz kalınması ama iş

bugün “sorunlu” ilan edilen kişinin “ipini çekmeye” geldiğinde kadına dönük

suçların birdenbire hatırlanması ve erkeği bitirmek için kadının kullanılması

kadın düşmanlığı değilse nedir? Kadına dönük suçlarda kadınların acılarından çıkardığı deneyimleri ezip geçmek ya da bunları iktidarını sağlamlaştırmak için

kuşa çevirerek kullanmak kadın düşmanlığı değilse nedir?

Neresinden tutsak bir kadın düşmanlığı, neresinden tutsak bir erillik akan

“K 72”deki ve süreçteki sorunlar bununla da sınırlı değil. Gençlik ...ne dönük

kadın delegelerden etkilenmeme çağrısı yapılmasından bir kadın ...yi eleştirirken “... baba evine gitmiştir” minvalindeki vurgulara ve “kadınların ‘his’leri

ile dalga geçilmesine kadar” buram buram erk-eklik kokan yaklaşımlara örnek

oldukça fazladır.

En bariz örneklerden birisi, azınlık Merkez Komite üyelerinin kadına dönük

yaklaşımların en somutlandığı tartışma “hayali Merkez Komite üyesi” tartışmasıdır. Bahsi geçen yoldaş, dönem itibarıyla Merkez Komite’de görev yapmasına

ve faaliyet alanlarıyla bu şekilde ilişkilenmesine, ilgili toplantılara katılmasına

rağmen darbeci tasfiyeciler tarafından deşifre ve teşhir edilerek kendisini “MK

gibi hissettiği”, “maalesef MK’lığının yazılı hale getirilmediği”, “unutulduğu”,

“falanca kişinin bilgi vereceği” vb. söylenmiş, yok sayılmış ve “hayali MK” denilerek de alaya alınmıştır.

Bu yoldaş bir kadın olduğu için bu şekilde “ti’ye alınabilmiş”, erkek kibrinin kadını “hisleri” ile hareket ettiği yaftalamasından, başkaldıran kadının da

“psikolojisi bozuk” diye itham etmesinden nasibini almıştır. Aynı tartışma, ...

alanına dönük yazılı metinlerde ise “prenseslik” tanımlamasında kendisini göstermiştir. Kadın yoldaşların görev yaptığı faaliyet alanları ifadelendirilirken

“prenseslik” belirlemesi yapılarak geri, apolitik, kirli, kibirli ve erkek siyaset dilinin bir örneği tarihimize not olarak bırakılmıştır.

Benzer bir tartışma ... komitesindeki kadın yoldaşa dair de yürütülmüş, belli

Partizan/226

bir süredir aynı pozisyonda görev alan kadın yoldaşımızla ilgili kararın “usulüne uygun alınmadığı”, “yazılı hale getirilmediği” birdenbire hatırlanarak -ki

durum böyle değildir- kadın yoldaşın komitedeki varlığı yok sayılmış, biat etmemesi üzerine bu şekilde cezalandırılmaya girişilmiştir. Açıktır ki bu örnekler

çok kirli siyaset tarzına, burjuva politikacılığına, erkek egemenliğine aittir.

Başka bir örnek 8 Mart vesilesiyle yaşanmış, kolektifimizin Kadın Bileşeni

kurulduğundan bu yana 8 Mart açıklamalarını yapan komitemize rağmen, azınlık Merkez Komite üyeleri bir kez daha Merkez Komite imzası atabilmek için

fırsat bu fırsat diyerek kadın bileşeninden önce Merkez Komite imzası ile açıklama yayımlamıştır. Açıklamanın her satırından damlayan cahillik ve erillik bir

yana her vesile ile imza atma yaklaşımı, darbeci Merkez Komite üyelerinin fırsatçılığına da örnektir. Her vesileyle bir Merkez Komite var havası yaratıp sonradan o etiketi sömürme hesabıyla yaptıkları açıktı ve açığa çıkmıştır...

“K 72” denilen belgenin yayımlanmasının ardından başlayan ve bugüne

kadar gelinen süreçte yukarıda özetlediğimiz yaklaşımlar ivmelenerek ve kadın

düşmanlığının yeni örnekleri ile renklenerek karşımıza çıkmıştır.

Yok sayılma, hakarete uğrama, demokratik alanlarda varolanlara alternatif

yeni örgütlenmelerin kurulması ve dayatılması, kadın düşmanı ilan edilen kimi

erkekler, erkek aklı ve eli ile cezalandırılırken partimiz saflarında kurulan kadın

bileşenlerinin bozulması, dağıtılması vb.leri yanında bizzat fiziksel şiddete

maruz kalma ve kadın düşmanlarının darbecilerin saflarında örgütlenmesine

kadar bir dizi örnek yaşanmıştır ve halen de yaşanmaktadır. Kadınlara karşı işlediği suçlar sabit olan, Kadın Komitemiz tarafından tavır alınan erkeklerin örgütlenmesine Dersim, İstanbul, İzmir ve yurtdışı gibi örnekler verilebilir.

Kumdan Kaleler Yıkılmaya Mahkumdur!

Azınlık Merkez Komite üyeleri yalanları ortaya çıktıkça daha fazla saldırganlaşmış, MLM güçlere yönelik hakaret ve tehditlerin dozajını yükseltmiş, işi

şiddete yönelmeye kadar getirmişlerdir. Sistematik gasp, darp, tehdit, deşifrasyon yöntemleri ile alanlardaki yoldaşların pes edeceği, demoralize olacağı, faaliyetten uzaklaşacağı hesap edilmişti. Ne var ki bu hesap tutmamış, yoldaşlar

mücadeleyi büyük bir kararlılıkla sürdürmüşlerdir. Bu işe yaramayınca, ilkin

...’ta devamında ...’ta sonrasında da tek tek yoldaşlara şiddet pratiğine yönelmişlerdir. Devrimcilere pusu kurarak, türlü yalanlar eşliğinde saldırıya geçen

azınlık Merkez Komite üyeleri, bir yanıyla zavallılıklarını ve güçsüzlüklerini

ortaya koymuştur. Alanları karşı karşıya getirmek, tartışmaları kolektifimizin

bileşenlerinde değil de arkadan dolaşarak yürütmek, sahtekarlık ve yalancılık

bu çizginin temel parolası olmuştur.

Partizan/227

Sözgelimi, gerilla alanında, darbeciliğe tavır alan yoldaşlar farklı faaliyet

alanlarına gönderilmiş, savaşçılarla ilişkileri kısıtlanmış, türlü bahanelerle savaşçı yapısından uzak tutulmuştur. Yoldaşlarımız özellikle 12’lerin şehit düşmesinden sonra partide yaşanan gelişmelerin savaşçılara taşınmaması konusunda

büyük bir hassasiyet göstermiştir. Ne var ki yoldaşların bu hassasiyeti darbeci/tasfiyecilik için hizip örgütlemenin fırsatı haline getirilmiştir.

Yoldaşlara, çeşitli yoldaşların faaliyeti bıraktığı, ...’nın çıkarılamadığı, tüm

alanların kendileri ile birlikte olduğu vb. çok sayıda yalan söylenmiştir. Haksız

olma halinin getirdiği bir düşmanlık ve saldırganlık durumu yaşanmaktadır. Şehitlerimizin cenazelerinde yoldaşlarımızı ölümle tehdit eden, darbeci/tasfiyecilik,

kitlemizi açıkça yönledirmekten ve yanıltmaktan imtina etmemiştir. Başından bu

yana hakaret, tehdit ve şiddet minderine bizi çekmeye çalışmışlar, böylece tartışmanın politik içeriğini ortadan kaldırmayı, her türlü çetevari saldırı için uygun

ortamı yaratmayı planlamışlardır. Açık ki partimiz, devrimciler arasındaki sorunların çözümünde şiddeti, hakaret ve dedikoduyu asla bir yöntem olarak kabul

etmemiştir. Başkan Mao’nun bu konudaki yaklaşımı her türlü tahrifata uzaktır, yalındır. Halk içindeki ve devrimciler arasındaki sorunların çözümü eleştiri ve ikna

yöntemidir. Ancak azınlık üyeler devrimcilere yönelik şiddeti Başkan Mao’ya

dayandıracak kadar çaptan düşmüş, yozlaşmıştır. Açık ki, tüm bunlar inşa ettikleri sırça köşklerin, kalelerin kumdan olduğunun bir ispatı durumundadır.

1945’te ÇKP 6. MK genişletilmiş 7. genel toplantısında sol çizginin hataları

örgütsel açıdan incelenirken “... doğru siyasal çizgi ‘kitlelerden kitlelere’olmalıdır. Bu çizginin gerçekten kitlelerden gelmesini ve özellikle gerçekten kitlelere

geri gitmesini güvenceye almak için yalnızca parti ve parti dışı kitleler arasında

(sınıf ve halk arasında) sıkı bağlar kurmakla kalmamalı, hepsinden önemlisi,

partinin yönetici organlarıyla, parti içi kitleler arasında (kadrolar ve parti safları arasında) sıkı bağlar bulunmalıdır. Bir başka deyişle örgütsel siyaset doğru

olmalıdır” (Mao, c. 3, s. 242) denmektedir.

Yine aynı incelemede Mao’nun yöntemi anlatılırken; “Kararname, ayrıca

sıkı demokratik merkeziyetçiliği savunmuş, demokrasi veya merkeziyetçilik üzerinde yersiz sınırlamalara karşı çıkmıştır. Bütün Partide birliğin sağlanmasından hareket eden Mao Zedung yoldaş, parçanın bütüne tabi olması gerektiğinde

ısrar etti ve Çin devriminin özel koşullarına uygun olarak yeni ve eski kadrolar

arasında, dış ve yerel kadrolar arasında, Ordu kadroları ve o bölgede çalışan

kadrolar arasındaki ilişkilerin, nasıl olması gerektiğini belirtti. Böylece Mao Zedung, bir ilke olarak doğrulara bağlılık ile bir disiplin sorunu olarak, örgüte

itaat etmeyi nasıl bağdaştıracağımızı gösterdi.

Partizan/228

Parti içi birliği korurken, Parti içi mücadeleyi nasıl sürdüreceğimizi açıklığa

kavuşturdu. Oysa ne zaman yanlış bir siyasal çizgi hâkim olmuşsa yanlış örgütsel çizgi de kesinlikle ortaya çıkmıştır. Yanlış siyasal çizginin hâkimiyeti ne kadar

uzun sürmüşse, bunun örgütselsiyasetinin zararları da o kadar büyük olmuştur.”

(Mao, c.3, s. 243)

Mao’dan yaptığımız uzun alıntılar için yoldaşlardan özür dileriz. Partimizin

mevcut durumunu değerlendirirken referans aldığımız anlayışın altını özel olarak çizme zorunluluğu hissediyoruz. Partiye kadrolara, kitlelere körü körüne

itaati dayatan; kendine liberal, partiye sekter; Merkez Komitesi’ni ayrıcalıklı

önderler topluluğunun vazgeçilmez mekanı olarak gören, siyasal olarak çökmüş, örgütsel olarak çürümüş-çözülmüş, hukuksal olarak hükümsüz olan Merkez Komitesi’nin kalıntısı dogmatik unsurlarla mücadelede, partimizin içine

yaydıkları zehiri temizleme sürecinde tarihsel deneyimlerimizi andaki durumla

inceleyerek yönümüzü bulacağımız için derdimiz, ustaların söylediklerini tekrar, yaptıklarını taklit etmek değildir.

Dogmatik tasfiyecilerin aksine biz ustalardan inceleme yöntemlerini almalıyız/alacağız.

“... Özellikle üçüncü “Sol” çizginin savunucuları dilediklerini yapabilmek

için, yanlış çizgiyi uygulanmaz bulan ve bu nedenle kuşkularını ve hoşnutsuzluklarını belirten, karşı çıkan veya yanlış çizgiyi aktif olarak desteklemeyen veya

sadakatle uygulamayan bütün parti üyelerini istisnasız ve fark gözetmeden damgaladılar. Bu yoldaşları “Sağ fırsatçılık” “Zengin köylü çizgisi”, “Lo Ming Çizgisi”, “Uzlaştırma politikası”, “iki yüzlülük” ile damgaladılar. Bunlara karşı

“Amansız mücadelelere” giriştiler, “Acımasız darbeler” indirdiler ve hatta bu

“Parti içi mücadeleleri” karşılarındaki cani ve düşmanmış gibi sürdürdüler.

Bu hatalı Parti içi mücadele türü, “Sol” çizgiyi yöneten veya izleyen yoldaşların, prestijlerini yükseltmek, kendi isteklerini gerçekleştirmek, Parti kadrolarını yıldırmak için kullandıkları normal bir yöntem haline geldi. Bu tutum,

parti içindeki, demokratik merkeziyetçilik ilkesini çiğnedi, eleştiri ve özeleştiri

ruhunu yok etti. Parti disiplinini mekanik bir disipline çevirdi ve körü körüne

itaat ve mutlak boyun eğme eğilimlerini besledi. Böylece canlı ve yaratıcı Marksizmin gelişmesine büyük zarar verildi. Kadrolara karşı ayrılıkçı bir siyaset, bu

hatalı Parti içi mücadele ile birleştirildi.

Eski kadrolara, Partinin, değerli unsurları gözü ile bakmadılar. Tersine deneyimli, kitlelerle ilişkisi olan ama hizipçilere ayak uydurmayan onun körü körüne takipçisi, evet efendimcisi olmayıreddeden pek çok eski kadroya saldırdılar,

onları cezalandırdılar ve merkezi ve yerel örgütlerden attılar. Yeni kadrolara da

Partizan/229

yeterli bir eğitim vermediler, (özellikle işçi sınıfı kökenli olanların) ilerlemesi

için ciddiyetle uğraşmadılar.

Bunun yerine deneyimsiz, kitlelerle sıkı bağlan olamayan ama hizipçilere

uyan ve gözü kapalı onların peşinden gidip, evet efendimciliğini yapan yeni kadroları ve Parti dışı kadroları alelacele terfi ettirdiler. Merkezi ve yerel örgütlerde eskilerin yerlerine geçirdiler. Böylece sadece eski kadrolara saldırmakla

kalmayıp yenileri de bozdular.

Üstelik birçok yerde, karşı devrimcileri ezmek için uygulanan hatalı bir siyaset kadrolara karşı hizipçi siyaset ile karıştırılınca birçok değerli yoldaş haksız yere suçlandı. Ve bu durum partiyi ağır kayıplara uğrattı.” (Mao, S.E., c. 3,

s. 243-244)

Yukarıda Mao’dan 3. sol çizginin özelliklerine dair aktardıklarımız bugün

partimiz içinde hakimiyet kurmaya çalışan dogmatik bazı Merkez Komite üyelerinin yöntemidir. Bu yönüyle partimizin iki yılı aşkındır yaşadıkları ÇKP’de

1945’ten önce açığa çıkan eğilimle oldukça benzerlik taşımaktadır. Bu anlayışla

mücadeleye tutuşan bizlerin yaklaşımı bu noktada devreye girmektedir. Önceki

bölümlerde kendi hareket tarzımızın hatalı ve eksik yanlarına dair gerekli vurguları yaptığımızı düşünüyoruz.

(...)

Yetersizliklerimize amansızca yönelmeyi esas almalıyız. Attığımız adımları

ciddiyetle incelemeli ve kendimizi parti kitlemize daha iyi anlatmaya yoğunlaşmalıyız. Zira parti kitlemiz ve kadrolarımızın bir kısmının belleği dogmatiklerin yalanlarıyla çoktan zehirlenmiştir.

Şiddet, karalama, dedikodu darbecilerin her dönem vazgeçilmezleri olmuştur. “Karşıtını” bu kulvarda oyuna çekmeye çalışır, çünkü -çirkinleşmenin sınırı

olmadığından- kendine en çok bu alanda güvenir ve alt edebileceğine inanır.

Bizim bu kulvara girmeden örgütlülüklerimizi yaratmaya, çizgimizi netleştirmeye ama en önemlisi Örgütlenme Komitesi’nin kurulmasıyla attığımız merkezileşmeyi sağlamlaştırmaya, desteklemeye, eleştiri ve önerilerle beslemeye ihtiyacımız vardir.

7 Eylül 2024 Cumartesi

YAŞANMAKTA OLAN, İKİLİ HUKUK DENKLEMİNDE, BİR ARA REJİM MİDİR?...Halil Gündoğan

Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, 

Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.

 

Sistemin işleyişinin ana omurgasını oluşturan “evrensel hukuk normları”, “bağımsız yargı” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkeleri tamamen terk edilerek; yerine, Diktatör ve ırkçı faşist ortağının anlık ve stratejik çıkarlarına göre düzenlenen “Kanun Hükmünde Kararnameler”, siyasal iktidarın buyruklarına tabi bir yargı erki ve yine “yasama erki” olarak Büyük Millet Meclisinin de devre dışı bırakılmasıyla, tüm yetkinin tek elde toplandığı bir sistem ikame edildi. 

 

Keza sistemin işleyişi açısından bir “sigorta” fonksiyonu oynayan “TBMM”, “Danıştay”, “Sayıştay”, “Anayasa Mahkemesi” ve keza uluslararası yargı erkleri olan AHİM, AGİT vb gibi denetleme kurumları da devre dışı bırakılarak, tam şef tipi bir keyfi yönetime geçilmiş oldu. 

 

İşine geldikçe mevcut Anayasaya ve hukuka uyulmasını isteyen ve bunu bir yaptırım gücü olarak kullanan, işine ve çıkarlarına ters düşen karar ve içtihatlar olduğunda da bunları bir paçavra gibi kaldırıp bir kenara atabilen boyutlara varmış olan, çifte standartçı bir “hukuk” anlayış ve pratik tutumu. 

Öte yandan, yarım yamalak ve de çarpık da olsa yine de mevcut Anayasa’nın bir buyruğu olan “Laik Devlet” olma prensibinin tabutuna “son çivi” de dini değerler temel alınarak düzenlenen yeni “eğitim-öğretim programı” ile çakılmış oldu. Çünkü bu “Müfredat” ile hem eğitim-öğretim artık farklı bir hukuk ile düzenleniyor ve hem de bununla, mevcut Anayasaya göre yasak olan, dinci değerleri baz alan bir hukuk sistemi dayatılmış oluyor.

 

Bütün bunlardan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi; tam anlamıyla ikili bir hukuk durumu yaşanmaktadırBir tarafta, yürürlükte olan mevcut Anayasa, yasalar ve tarafı olunan Uluslararası Yargı Sözleşmeleri ve Evrensel Hukuk Normları, diğer tarafta, bunları hiçe sayan fiili dayatma ve uygulamalar.

 

Bundandır ki hem bir Anayasal kriz durumu sözkonusu ve bu, sistemi esasen de kilitlenmiş durumda ve hem de bu ikili hukuk, zorunlu bir sonuç olarak, rejimde; “ara rejim” özellikleri gösteren bir durum oluşturuyor.

 

İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.

 

Bu, bir bakıma; öz ile biçim arasında oluşan muazzam tezatlık halidir! Yani bir yanda adeta her şeye muktedir ve sistemin ihtiyacını duyacağı her türlü düzenlemeleri bir kararname veya bir buyruk ile anında yerine getirebilme pratikliği ve kudretini kendisinde toplamış “tek adam diktatörlüğü” var ve ama öte yanda da sistemin temel direğini oluşturan kural ve nizamlar sisteminin ortadan kaldırılmasıyla, sistemin içine sokulduğu güvencesizlik, hukuksuzluk, adaletsizlik, liyakatsizlik ve istikrarsızlık hallerinin oluşturduğu kaosun, sistemi kendi içinde adeta çökertme noktasına sürüklemiş olması hali var.


Bu olgu; hâkim sınıf klikleri arasında kıyasıya sürecek çok çetin bir kapışmaya da “özel bir saha” oluşturma karakterindedir. Nitekim hem Cumhur İttifakının kendi içinde ki ve hem de muhalefette olan klikler ile iktidardakiler arasında bu yönlü ciddi kapışma emareleri fazlasıyla oluşmuş durumda.


Keza bu olgu; çok aleni bir şekilde, yönetme yetkisini elinde bulundurmakta olan “muktedirin”, kucağında, ciddi şekilde, artık bir, “yönetememe krizi” olduğunun da ifadesidir.

 

Yaşanan ekonomik krizden ötürü halkın genelinin, başta Kürt halkına uygulanan sömürge hukuku nedeniyle özelde Kürt halkının ve keza dinci yobazlığın her geçen gün tırmanarak artan yükselişi nedeniyle başta Aleviler olmak üzere, seküler yaşamdan yana halk kesimlerinin artan bu anti-demokratik uygulamalar nedeniyle artık bu şekildeki bir yaşama giderek artan öfke ve tepkileri de bu içinden geçilmekte olunan sürecin bir başka önemli ve ayırt edici özelliği olarak okunabilir.

 

Sürecin çok önemli bu iki özelliği, devrimci sol-sosyalist ve komünist güçlerin önüne, devrimci bir durumun oluşması için gerekli olan, malum o üçüncü koşulun da oluşabilmesini kolaylaştırıp, hızlandırma adına, devrimci siyasal mücadeleye var güçleriyle asılma ve devrimi örgütleme görev ve sorumluluğunu koymaktadır, demek, herhalde ki son derece isabetli olacaktır.
 

BANA AİT ÇİZGİLER DİKKAT ET SİLİNMESİN...MARKSİZM VE KÖYLÜ SORUNU

 Marksizmde bilim olan tarihsel materyalizmdir ve diyalektik de bu bilimin ve tüm diğer bilimlerin yöntemidir.Marksizm aynı zamanda ideolojidir.İşçi sınıfının (ki buna emek gücü yada emek kitlesi de diyebiliriz ) ideolojisidir.

Toplum bilimde bilimsel olanla ideolojik olan arasındaki fark siyasete tekabül eder.Herhangibir tarihsel süreçte izlenen siyaset öngördüğü tezleri patikte doğrulayabilirse bilim düzeyine yükselir.Bir başka söylemle bilimsel olanla ideolojik olanın sınandığı mihenk taşı pratiktir.Siyasal pratik bir siyasal tezi kendi deneyiminde sınarken onu çoğunlukla değişimden geçirirdiği haliyle doğrular ya da yadsır.

Tez,anti tez, sentez diyalektiği böylelikle tarihsel materyalizm bilimini yeniden üretir.Eğer bir siyasal tez bilim haline gelmeden önce pratiktiğin sınamasına muhtaçsa toplum bilimin bir yönünün de siyaset olması ve her siyasal tezin de bir ideolojiye tekabül etmesi kaçınılmazdır.

Marks bu olguyu "filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler esas olan onu değiştirmektir" şeklinde formüle ederken felsefi idealizmle diyalektik materyalizm arasındaki ilkesel farklılığı da pratiği öne çıkararak belirtmektedir.

Özcesi toplum bilim olarak diyalektik tarihsel materyalizm dünyayı değiştirmenin bilimidir.Dünyayı değiştirme eylemi de bir siyasal pratiktir ve herhangibir siyasal pratik kendi tarihsel sürecinde doğrulanmadan önceki hali ile bir ideolojiye tekabül eder.Tarihsel materyalizm biliminin yöntemi olan diyalektiğin her somut olguya yeniden uygulanma gereği Marksizmin her yeni toplumsal olguda yeniden sentezlenmesi gereken yaşayan içeriğidir.

     Kapitalist gelişmenin bu günkü aşaması olarak global kapitaliz denen emperyalizmin yeni görüngüsünün en belirgin niteliği gümrük duvarlarının kaldırılarak finans kapitalin niteliğine daha uygun bir dünya pazarının yaratılmasıdır.Bu olgu bölgesel devrimlerin yerini bir dünya devrimi beklentisine bıraktığı anlamına gelmez.Doğanın ve toplumların temel yasası olan eşitsiz gelişim yasası global kapitalizmin dünya pazarının çelişkilerini belirlediği gibi dünya halklarının mücadelesindeki bölgesel farklılıkları da belirlemektedir.

Kapitalizm bu aşamada kafa emeğini de rutinleştirerek proleteryaya başka bir söylemle emek gücüne eklediği gibi emek kitlesi arasında farklı tabakaların oluşmasıona da yol açmıştır.Bizim gibi ülkelerde proleterya burjuvazi çelişmesinin yanında bir de köylü sorunu vardır.

 Köylü sorununu yaratan olgu yarı ya da yeni sömürgelerde burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış olması ve tarımın kapitalistleşememesidir.Bu olgu yarı yada yeni sömürgelerin emperyalizme bağımlılık ilşkilerinin esas dinamiklerini de belirler ve komprador kapitalime niteliğini verir. Komprador kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücü ve ucuz hammadde köylülük tarafından üretilir.Anadoluda tarımda ücretsiz aile işçisi oranları bölgelere göre şöyledir;

İstanbul bölgesi %5,2, Batı Anadolu Bölgesi %79,4, Batı Marmara %83,4, Doğu Marmara %74,3, Ege %82,2, Akdeniz %82,5, orta anadolu %90,6, Batı Karadeniz %91,7, Doğu Karadeniz %94,9, Orta Doğu Anadolu %92,0, Kuzey Doğu Anadolu %95,8, Güney Doğu Anadolu %83 dür.

Görüldüğü gibi sadece bu oranlar dahi Anadolu tarımının ücretsiz aile emeği üstüne kurulu olduğunu göstermektedir.Marks'ın tanımı ile kapitalist ekonomik formasyon emeğin bizzat kendisinin metalaştığı formasyondur ve diğer ekonomik formasyonlardan bu niteliği ile ayrılır.Leninist kriterlerle değerlendirildiğinde de ücretli işçi kullanım oranlarının toplam nüfus ve kırsal nüfus artış oranlarından yüksek olmadığı görülmektedir.Makine kullanım oranları da traktör başına düşen arazi miktarlarından görüleceği gibi yoksul, küçük ve orta köylülükte hiç de üretken değildir.

Bu göstergelerin hemen hepsi Anadolu tarımının üretim ve değişim süreçlerinde çok çeşitli şekillerde iç içe geçmiş kapitalist ve feodal formasyonların oluşturduğu yarı-feodal bir niteliği göstermektedir.

Anadolu tarımı rakamlarında gösterdiği gibi büyük oranda küçük ve orta ölçekli tarla tarımıdır.Yine verilerden de görüldüğü gibi tarla tarımında esas olarak aile emeği kullanolmakta satın alınmış emek kullanımı tali kalmaktadır.Marks'ın tanımı ile bir üretim ilşkisine kapitalist denilebilmesi için emek etkinliğinin bizzat kendisinin metalaşması gerekir.Tarla tarımında emek etkinliğinin kendisi metalaşmamakta emek ürünü metalaşmaktadır.

Anadolu tarımının bu yarı-feodal niteliği sonuçları itibarı ile hiç de basit ve yok sayılabilecek bir olgu değildir.Emperyalizme bağımlılık ilişkilerine ve komprador kapitalizme niteliğini veren tarla tarımının yarı-feodal niteliğidir.Tarla tarımının yarı-feodal niteliği komprador kapitalizmin bütün üretim ve paylaşım dinamiklerini de belirlemektedir.

Tarımsal üretim süreçlerinde emek etkinliğinin metalaşmaması ve esas olarak satın alınmış emek kullanımının tali kalması tarımsal ürünün, yani sanayi hammaddelerinin girdi maliyetlerini düşürerek pazar fiyatını da düşürmektedir.Bir çok sanayi hammaddesi niteliğindeki tarım ürününde alıcının tefeci-tüccar niteliğindeki devlet olması tarımsal ürünlerin piyasa fiyatını düşüren diğer bir etkendir.

Devletin belirlediği fiyat zaten tekel fiyatıdır ve üretim ilşkileri tarımsal ürünün serbest pazar ilişkileri ile belirlenmesini engellemektedir.Yine tarla tarımının küçük ölçekli tarım olması itibarı ile yeni yetişen kuşakların geçimini karşılamaması nedeni ile kırdan şehre göçe neden olan niteliği bir taraftan yarıcı yada ortakçı ekonomisi ile kır ekonomisi ile ilşkisini sürdüren diğer taraftan şehirlerde bulabildikleri işlerde istihdam edilen kitleleri yaratmaktadır.Bu kitlelerin topraktan tamamen ayrılmış olanları proleterleşmekte tarımla ilişkisini sürdüren kısmı ise yarı-proleteryayı olşturmaktadır.

Bu yarı-proleter kitle özellikle vasıfsız kol emeği kullanılan sektörlerde emeğin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara tekabül eden gerekli emek zamanını yani ortalama ücretleri düşürmektedir.Tarla tarımının yarı-feodal niteliği komprador kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücünün de yaratıcısı olmaktadır.Emek etkinliğinin fiyatını düşüren diğer bir etken yine tarla tarımının bir fenomeni olarak kırdan şehre göçle gelen işsiz kitle yani yedek iş gücüdür.

Komprador kapitalizm yarı-feodal nitelikteki küçük meta üretimi görüngüsündeki tarla tarımını yeniden ve yeniden üretmektedir.Çünkü komprador kapitalizmin bütün üretim ve paylaşım dinamikleri tarımın bu yarı-feodal niteliği tarfından belirlenmektedir.Tarla tarımı Anadolu köylülüğünün esaretidir.Küçük meta üretimi niteliğindeki tarla tarımında sermaye birikimi üretim sürecinin dışında gerçekleştiğinden yani kar büyük oranda ürünü satın alan tefeci-tüccar ve tefeci-tüccar niteliğindeki devlet tarafından realize edildiğinden küçük meta üreticisi köylülük sermaye birikimi yapamaz dolayısı ile yarı-feodal nitelikteki aile tarımını satın alınmış emeğin kullanıldığı yani emek etkinliğinin kendisinin metalaştığı büyük ölçekli kapitalist tarıma dönüştüremez.

Tefeci- tüccar sermayesi ise tarımsal üretimin düşük kar marjları, doğal koşular tarafından belirlenen risk oranının yüksekliği buna karşılık sermaye piyasaları ve ticaretin tarımsal üretimden daha karlı nitelikleri ile biriktirdikleri sermayeyi büyük ölçekli tarla tarımına dönüştürmeyeceklerdir.Bu eşyanın doğası gereğidir.Tefeci- tüccar sermayesinin varlık nedeni zaten küçük meta üretimi niteliğindeki yarı-feodal tarla tarımıdır.Tefeci-tüccar sermayesinden kendi varlık nedenini ortadan kaldırması beklenemez.

Anadolu köylülüğünün esaretinin ve emperyalizme bağımlılık ilşkilerinn beliryeci halkası olan küçük ölçekli meta üretimi niteliğindeki yarı-feodal tarla tarımının komprador kapitalizm tarafından neden tasfiye edilemiyeceğini gördük.Anadolu gibi yarı-sömürge yarı-feodal sosyoekonomik yapılarda geriye yegane seçenek olarak deyim yerindeyse zorunlu olarak emperyalizme bağımlılık ilişkilerini sonlandırmak için küçük meta üretimi niteliğindeki yarı-feodal tarla tarımını zor yolu ile kollektif tarıma dönüştürmekten başka seçenek kalmamaktadır.

Bu nedenle tarımı kolektifleştirmek Demokratik Halk Devriminin (DHD) asgari pogramının birincil öğelerindendir.

Köylü sorununu varlığı yarı ya da yeni sömürge ülkelerle kapitalist emperyalist ülkelerdeki devrim mücadelesinin eşitsiz gelişme nedenlerinden biridir.Bu olgu bir dünya devrimi beklentisinden çok bölgesel devrimlerin gelişme eğilimlerinin daha belirgin olarak öne çıkma nedenini de açıklamaktadır. Köylü sorunu demek problemli kitleler ve işsizlik demektir.Köylülük örgütlendiğinde bir devrim potansiyeli taşır ve köylü sorunu yarı ya da yeni sömürgelerde emperyalist kapitalizmin bunalımlarının derinleştirmektedir. 

Bu nedenle emperyalizmin ideologları köylü sorununu revize etmeye ve onun bir Demokratik Halk devrimi ile çözümü yerine çeşitli sınflara ait paradigmaları ikame etmeye özel bir gayret göstermektedirler.

Köylülüğün devrimci potansiyelini ve demokratik devrimde proletaryanın temel müttefik gücü olmasını ilk defa Türkiye devrimci hareketinin gündemine taşıyan İbrahim Kaypakkaya ardıllarına. Türkiye ve Kürdistan devriminin güzergahına dair önemli bir siyasal miras bırakmıştır.

Fikret Karavaz

Parlamenter Ahmaklık



Emekçi sınıfları isyana teşvik edecek ve bağımsız-komünist hattı kuracak birleşik-devrimci bir odak, yalnızca parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtmakla kalmaz. Aynı zamanda proleter devrimci siyaseti de toplum nazarında gerçek bir seçenek hâline getirebilir.

https:gazetepatika22.com/parlamenter-ahmaklik-157461.html


“Genel oy hakkını kullanmak -parlamentoyu değerlendirmek- silahlı devrim çağrısı yapılacak günü belirlemede mükemmel bir ölçüttür.” (1)

(Engels’in Paul Lafargue’ye yazdığı mektuptan)

“Parlamento çalışmaları, bazılarına bakan koltuğu sağlar, bazılarını ise hapishaneye, sürgüne, kürek cezasını çekmeye gönderir.” (2)

(Lenin, Sosyalizm ve Savaş)

Marx-Engels, Lenin ve Mao Zedong bütün siyasal yaşamları boyunca, işçi sınıfının bağımsız-devrimci çizgisini savundular ve bu devrimci çizgiyi savunurlarken, devrimci siyasal hatlarının hem “solu” ile hem de sağıyla mücadele ettiler.

Bilimsel komünizmin ustalarının bu ortaklığı, proleter devrimci iddianın başarısı için istisnasız bir “ayrıntıdır”.

Marx ve Engels bir yandan Gottschalk’a, Weitling’e, Proudhon’a ve Bakunin’e, yani “sol”a karşı mücadele ederken diğer yandan da Lassalle’a, Bernstein’a ve parlamenter ahmaklığa, yani esasen sağcılığa karşı mücadele ettiler.

Lenin Narodnizm’e, boykotçuluğa, maceracılığa, pasif çekimserliğe, “sol-komünizme” karşı mücadele bayrağı açtığı bir ortamda; aynı zamanda ekonomizme, Menşevizm’e, reformculuğa, parlamenter ahmaklığa, yani özünde sağcılığa karşı da amansız bir savaşım yürüttü.

Mao Zedong Uzun Yürüyüş’ten milli kurtuluş devrimine, sosyalist devrimden Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne dek, bu birbirinden ayrı dönemlerin hepsinde, hem Li Lisan ve Wang Ming çizgisiyle, yani “sol” ile hem de Lui Shaoqi ve Deng Şiaoping gibi sağ çizgilerle mücadele etti.

Proleter devrimci iddianın başarısı açısından komünist siyaset içindeki “sola” ve sağa karşı mücadele, burjuvaziye karşı verilen topyekun mücadele kadar önemlidir. En nihayetinde “sol” ve sağ ideolojik sapmalar, proleter devrimci siyaset içinde ortaya çıkmış burjuva fikirlerdir, “karşıt” gibi gözüken ama birbirlerini besleyen “düşman” kardeşlerdir.

Proleter devrimciliğin “sola” ve sağa karşı mücadelesi, bugün de, en az dün olduğu kadar canlı ve yakıcı bir meseledir.

***

Uluslararası devrimci-komünist hareketin yarım asrı aşkındır süren gerilemesi, geçen zaman içerisinde kasvetini daha da ağır hissettiriyor.

Son yarım asırlık süreçte, dünyada ve coğrafyamızda devrimi arayan geçici çıkışlar olsa da, son yarım asra damgasını vuran devrimci bir gelişme yaşanmadı. Bu süreçte çelişmenin yönünü esas olarak uluslararası gericilik belirledi.

Coğrafyamızda, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden 2000 cezaevi katliamlarına uzanan süreçte, proleter devrimci hareketler muntazam olarak zayıflarken, gericilik, zayıflayan devrimci hareketlerin aksine olağanüstü bir biçimde gücünü arttırdı. Özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra oluşan konjonktürde gerici-faşist devlet mekanizmasıyla devrimci hareketler arasındaki güç ilişkisi bütünüyle dengesizleşti.

Süreç; egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı savaşma yeteneklerini muazzam olarak geliştirdiği ancak buna karşı, devrimci hareketlerin eski mücadele yöntemlerinin de işlevsizleştiği ve artık işe yaramadığı bir zeminde ilerledi.

Proleter devrimcilik gelinen aşamada yalnızca fiziksel olarak değil, ideolojik-siyasal olarak da geriledi. Gerileme ve durgunluk dönemlerinde, fiziksel zayıflama ile birlikte ideolojik tasfiyenin/likidasyonun derinleşmesi de anormal bir durum değildir. Ancak bu aşamada önemli olan yeni devrimci yöntemleri ve araçları inşa ederken, bağımsız komünist hattı yeniden kurarken, devrimci hareketleri çürüten ideolojik sapmaları doğru tahlil etmek ve bu doğru tahlile uygun biçimde, ideolojik mücadeleyi hedefli olarak yürütmek esastır.

Bugün proleter devrimci siyaseti “içeriden” çürüten “sol” ve sağ siyasetler mevcuttur. Ancak “sol” ve sağ tasfiyeciliğin komünist çizgiye yönelttiği tehdit eşit değildir.  Güncel olarak, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki proleter devrimci çizgiyi tehdit eden başat tasfiyecilik “sol”dan değil, sağdan yükselmektedir. Geldiğimiz aşamada, birincil tehdit sağ tasfiyeciliktir, “sol” tasfiyecilik bugün talidir.

Özellikle kitle hareketinin gerilediği ve kitlelerle proleter devrimci hareketlerin bağ kurma sorunu yaşadığı bir konjonktürde, asıl tehdidin sağdan gelmesi de şaşırtıcı değildir.

Mao Zedong’un da yalın bir biçimde ifade ettiği gibi, zafer dönemlerinde “sol” sapmaya yenilgi dönemlerinde sağ sapmaya dikkat etmek, bağımsız-komünist hattın başarısı için belirleyici önemdedir. (3)

Günümüz sağ tasfiyeciliği; burjuva yasallığına sıkışan, burjuva seçimleri dışında hiçbir etkinliği olmayan ve hatta yalnızca burjuva muhalefetin çeperlerinde siyaset yapan bir siyasal çizgiyi temsil etmektedir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da komünist ve demokratik siyaset “burjuva yasallığı” üzerinden, sistematik olarak reformcu bir çizgiye hapsolurken, geleneksel reformist sol ise burjuva muhalefetin organik bir parçasına dönüştü.

***

1848 Devrimleri sonrasında yaptıkları değerlendirmelerde, Marx ve Engels sözünü ettiğimiz bu kadim sağ çizgiye parlamenter ahmaklık ismini verdiler.

Parlamenter ahmaklık Marx ve Engels’in yakasını ömürleri boyunca bırakmadı. Marx ve Engels de proleter devrimciliğe kanser gibi illet olan parlamenter ahmaklığa karşı mücadeleden hiçbir zaman ödün vermediler.

Alman Sosyal Demokratları 1874’te %20 oy aldığında, Engels partinin önderlerini uyardı:

“Birkaç yıla kalmaz, oy hakkını sınırlayacak önlemlerin getirileceği neredeyse kesindir.” (4)

Bismarck Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni 1878’de yasaklayacaktı. Engels, Bismarck’ın yapacaklarını öngördüğü için, “Hepimiz biliyoruz ki, iş oraya vardığında, zora başvurmaksızın hiçbir şey kazanılmaz.” diyerek, partiyi uyardı.

Marx, Bismarck’ın saldırılarına zemin hazırlayan Reichstag tartışmasını yorumlarken, devrimci zor ve parlamenter yoldan toplumsal dönüşüm hakkında daha genel bir değerlendirme yaptı:

“Bir tarihsel gelişim, ancak, o sırada toplumsal iktidarı kullananlar tarafından ilerleyişi zorla engellenmediği sürece ‘barışçıl’ kalabilir.” (5)

Marx ve Engels bu dönem boyunca devrimci zoru yadsıyan ve kitlelerin isyanını esas almayan parlamenter ahmaklığa karşı amansız bir mücadele yükselttiler.

Engels 1884 seçimlerindeki başarıdan sonra Bebel’i şu şekilde uyardı:

“Sonunda kazanılacak sandalye sayısıyla şu anda o kadar ilgilenmiyorum… asıl önemli olan hareketin ilerlemekte olduğunun … (ve) işçilerimizin hükümet ve burjuvazi cephesinden gelen bütün hileleri, tehditleri ve zorbalığı azim, kararlılık ve her şeyden öte hicivle boşa çıkararak yürüdüğü yolun kanıtlanmasıdır.” (6)

Yine Engels 1884’te, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin şiddeti terk etmesi karşılığında üzerindeki yasağın kalkmasının mümkün göründüğü bir sırada, Bebel’e ilkelere sadık kalmayı öğütledi. Engels Bebel’e, “Hiçbir parti, eğer yalan söylemediyse, belli koşullarda silahlı direniş hakkını reddetmemiştir. Bu nihai haktan vazgeçebilen olmamıştır.” dedi. (7)

Erfurt Programı’nı değerlendirirken de Engels, “Komünist toplumun yumuşak, barışçıl bir yoldan kurulabileceği… inancının tamamen yanlış olduğunu kanıtlıyor.” diyerek, devrimci zor meselesinin tayin edici rolünü bir kez daha vurguladı.

Marx ve Engels’e göre burjuva seçimler, partinin devrimci zoru başarıyla kullanması için gereken güçleri toplayabileceği bir araçtı.

En nihayetinde, Marx ve Engels’in siyasal yaşamları boyunca mücadele ettikleri parlamenter ahmaklık, Alman Sosyal Demokratların bünyesinde yayılıp kanserleşti. Bernstein’larla birlikte istikrar kazanan parlamenter ahmaklık, birinci emperyalist savaşın arifesinde sosyal-şovenizme dönüştü.

***

Lenin önderliğindeki Bolşevikler de Marx ve Engels’in bıraktığı yerden proleter devrimci siyaset içinde boy veren sağcılığa, özel olarak da parlamenter ahmaklığa karşı amansız bir mücadele verdiler.

Lenin’e göre Batı Avrupalı partilerin, II. Enternasyonal önderlerinin “sosyalizme ihanet”lerindeki temel etken, burjuva parlamentarizminin ve burjuva yasallığın zorunlu kullanımını fetişleştirmeleri ve kriz anlarında zorunlu olan yasal olmayan örgütlenme ve ajitasyon biçimlerini unutmalarıydı.

Parlamentoyu kullanma meselesini Marx ve Engels gibi taktiksel düzlemde ele alan Lenin, parlamentoyu mücadele biçimlerinin en aşağısı olarak tanımlıyordu. (8) Parlamento mücadelesi kitle mücadelesine bağlı olmalıydı.  

Lenin III. Duma döneminde yazdığı bir mektupta şunları dile getirdi:

“Devrimci sosyal demokrasi, hiçbir koşulda, en ‘ideal’ burjuva demokrasilerinde bile, kendi parlamento grubunu, partinin doğal ikamesi olarak görmez. Böyle bir görüş son derece temelsizdir. Vekillerimizi diplomatlık etsinler diye değil, özel nitelikleri olan bir kürsüden ajitasyon ve propaganda yapsınlar diye, yani belli türde tamamlayıcı bir parti faaliyeti yürütmek amacıyla burjuvaların ve burjuva Kara Yüzlerin arasına yolluyoruz. Bir işçi partisinin parlamento grubu, seçimlerin yapıldığı temel burjuva şartların belli izlerini her zaman üzerinde taşır: Bütünsel olarak partiden daha ‘entelektüel’dir mesela, bu yüzden de parlamento grubunu, asla partinin ‘ikamesi’ gibi göremeyiz. Partinin parlamento grubu genelkurmaydan ziyade yardımcı bir birliğin dalıdır.” (9)

Marx ve Engels’in 1848’den çıkardıkları derslerden anladıkları ve Rusya’nın kendi devrim deneyimleri sonucunda Lenin; seçim ve parlamento arenalarının dışındaki mücadele arenalarının daha belirleyici olduğunu belirleyen bir siyasal hat çizdi.

Lenin süreci daha da anlaşılır hâle getirmek için “Devrimci proletaryanın parlamento-dışı mücadelede parlamento mücadelesinden karşılaştırılmaz biçimde daha güçlü olduğunu, Rusya bağlamında, tamamen doğruluyor.” diyerek, işçi ve köylü kitlelerinin devrimci ayaklanmasının parlamento çalışmasından üstün olduğunu açıkça vurguladı. (10)

Lenin yasal çalışma olanaklarının olduğu dönemlerde küçük burjuvazinin ve entelektüellerin partiye geldiğini, parlamentoya girerek makam elde ettiklerini ve hatta bu makam sahiplerinin partinin yürüttüğü yer altı çalışmasını mahkûm etme çabalarını bizzat yaşadı. Bunların yanında Lenin, devletin partiye operasyon yaptığı dönemlerde küçük burjuvazinin ve entelektüellerin partiden nasıl kaçtığını da gördü.

Partinin yenilgi dönemlerinde yasalcılık/parlamentoculuk, fiili olarak ideolojik tasfiyeciliğe/likidasyona dönüştü. Lenin bu dönemde partinin vekillerinin dikkatini burjuva anayasasının sınırlarına değil, kitlelerin seferber edilmesi ihtiyacına çekti. Lenin, partinin parlamento grubunun işçilerin iradesine bağlı olması gerektiğini vazgeçilmez bir devrimci ilke olarak savundu ve devrimci vekilin görevlerini şu şekilde özetledi:

“Sosyal demokrat parlamento üyelerinin konumlarını, sadece parlamentoda konuşma yapmak için değil, aynı zamanda parlamento dışında yer altı örgütüne ve işçilerin devrimci mücadelesine olası bütün yardımı sağlamak için kullanmaları gerektiği ve bu kitlelerin bizzat, kendi illegal örgütleri aracılığıyla, liderlerinin bu faaliyetlerini denetlemeleri gerektiği açıkça ve alenen ifade edilmelidir.” (11)

Lenin de Marx ve Engels gibi, burjuva parlamentonun kullanılmasını işçi sınıfının bağımsız-komünist hattının geliştirilmesi açısından, taktik bir araç olarak değerlendirdi. Esas olan emekçi kitlelerin isyanıydı, parlamento; kitlelerin devrimci taleplerini duyurmanın ve devrimci zorun kullanılacağı günü tayin etmenin aracıydı. Yer altı çalışması ve devrimci zor yadsınarak ele alınan bir parlamento meselesi, dolaysız bir biçimde reformculuğa ve ideolojik tasfiyeye yol açıyordu.

Komünist Birlik’ten I. Enternasyonal’e, II. Enternasyonal’den Komintern’e ve Bolşevik Partisi’ne uzanan süreçte, proleter devrimcilik defalarca parlamenter ahmaklıkla mücadele içinde sınandı.

Çin’in özgün sınıf mücadelesinden ötürü parlamento hiçbir zaman Çin’deki sınıf savaşımında siyasal bir araç olmadı. Stalin’in çok doğru bir biçimde saptadığı gibi, Çin’de silahlı devrim, silahlı karşı-devrime karşı savaştı. (12)

Mao Zedong’un önderlik ettiği Çin Komünist Partisi’nin sağ sapmalara ve tasfiyeciliğe karşı mücadelesi, Çin’in özgün koşullarında ortaya çıktı. Çin’de sağ sapma; gerek halk savaşında gerek Japon işgaline karşı milli savaşta gerekse de sosyalist iktidar altındaki sınıf savaşımında; burjuvaziye teslim olma, burjuvaziyle ittifakı abartma ya da yeni burjuvazi olma eğilimleriyle kendini gösterdi.

Bu nedenle Marx-Engels’in ve Lenin’in mücadele ettikleri, sağ sapmanın özel biçimi olan parlamenter ahmaklığa karşı mücadelede, Mao Zedong’tan ve Çin pratiğinden ders çıkaracağımız somut bir örnek bulunmamaktadır.

***

Hem tarihsel açıdan hem de güncel olarak, yenilgi döneminin en ağır hasarlarından sağ sapmanın/ tasfiyeciliğin özel biçimi olan parlamenter ahmaklık, komünist hareketin muhtelif kesimlerinde, kanserli bir hücre gibi dolaşıyor ve bütün bünyeyi sarmaya çalışıyor.

Kitleleri hareket ettirme iradesinden yoksun, emekçi kitlelere güvenmeyen, devrimci zoru yadsıyan, orta sınıf reformculuğuna ve komprador burjuvazinin muhalif seksiyonuna teslim olmuş olan sağ tasfiyeci çizgi; yalnızca reformcu-sosyalistleri değil, bütün bir proleter devrimci hareketi, ideolojik olarak hegemonyası altında tutmayı başarıyor.

Son cumhurbaşkanlığı seçimleri ve yerel seçimler değerlendirildiğinde parlamenter ahmaklığın bünyenin geniş bir bölümüne yayıldığı ve metastaz yaptığı görülüyor.

Döneme uygun, yeni yöntem ve araçlarla emekçi sınıflar içinde nüfuz eden; kitleleri belirli bölgelerde- özellikle büyük kentlerin çeperlerinde- devrimci isyana ikna edebilen, parlamentoyu kitlelerin devrimci isyanının bir aracı olarak ele alan ve yalnızca kendi gücüne, emekçi sınıflara dayanarak burjuva parlamentosunu değerlendirmeyi esas alan bir proleter devrimci irade, yaşanan bu tasfiye sürecini sonlandırabilir ve parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtabilir.

Bugün ihtiyaç olan, ne burjuva parlamentonun “sol” bir eğilimle bütünüyle yok sayılmasıdır ne de parlamentonun kutsallaştırılmasıdır.

Burjuva seçimlere katılım, esas olarak daha geniş kitlelere devrimci siyasetleri anlatabilmek ve kitleleri bütünsel bir mücadeleye hazırlayabilmek içindir.

Günün ihtiyacı, emekçi kitlelerin isyan kabiliyetini sabırla geliştirecek ve parlamento aracını da devrim için kullanmayı deneyecek, proleter devrimci bir odağın inşasıdır.

Emekçi sınıfları isyana teşvik edecek ve bağımsız-komünist hattı kuracak birleşik-devrimci bir odak, yalnızca parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtmakla kalmaz. Aynı zamanda proleter devrimci siyaseti de toplum nazarında gerçek bir seçenek hâline getirebilir.

İşe, her burjuva seçim öncesi muntazam olarak komprador burjuva muhalefeti destekleme ve burjuva-demokratik siyasetin listelerinden vekil olma refleksi gösteren yapılarla araya net bir mesafe koyup, bu yapıların tasfiyeci çizgisini ideolojik olarak mahkûm ederek başlamakta fayda vardır.

Bağımsız-komünist siyaset, burjuva parlamentoya girecekse burjuva-demokratik ittifak güçlerine de dayanarak değil, emekçi halk içindeki gücüne dayanarak girmelidir. Kendi gücüne dayanmayan, kitlelerin devrimci enerjisi üzerinden yükselmeyen her hareket, burjuva parlamento içinde, burjuva egemenliğin sunduğu olanaklar karşısında, düzen içi bir düzleme savrulmayla karşı karşıya kalmaktadır. Son yirmi yıla bakınca, kitle bağları kopuk bir parlamenter temsilin devrimcileşmediğine dair onlarca örnek bulunduğu görülmektedir.

Proleter devrimci hareket her şeyden önce emekçi halka ve emekçi halk içinde inşa ettiği parlamento dışı mücadele araçlarına güvenmelidir.

Parlamenter ahmaklıktan kurtulmanın da yeni bir devrimci yol açmanın da başka bir çözümü yoktur.

Kaynakça

1-Demokrasi Savaşçıları Marx ve Engels, August H. Nimtz, Ç: Can Saday, sy. 371, Yordam Kitap, 1. Basım, 2012, İstanbul.

2-Sosyalizm ve Savaş, V.İ.Lenin, Ç: N.Solukçu, sy. 37, Sol Yayınları, 7. Basım, 2009, Ankara.

3-Mao Zedung Seçme Eserler-IV, sy. 176, Kaynak Yayınları, 2. Basım, 1993, İstanbul.

4-Demokrasi Savaşçıları Marx ve Engels, August H. Nimtz, Ç: Can Saday, sy. 370, Yordam Kitap, 1. Basım, 2012, İstanbul.

5-Age, sy. 370.

6-Age, sy. 372.

7-Age, sy. 372-373.

8-Lenin’in Seçim Stratejisi-II, August H. Nimtz, Ç: D. Tuna, sy. 74, Yordam Kitap, 1. Basım, 2018, İstanbul.

9-Age, sy. 54.

10-Age, sy. 199.

11-Age, sy. 170.

12-Mao Zedung Seçme Eserler-II, sy. 290, Kaynak Yayınları, 3. Basım, 1992, İstanbul. 

6 Eylül 2024 Cuma

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-1-2

 

DEVRİMDE TUTARSIZ ANLAYIŞLARA YER YOKTUR_GİRİŞ

Uzun süredir var olan büyük kapitalist krizin tüm ülkelerde neden olduğu kriz dalgaları ve buna karşı gerçekleşen, kitle refleksi biçiminde ifade edilebilir isyanlar önümüzdeki günlerin nasıl geçeceğine dair net fikirler vermektedir. Sadece yarı sömürgelerde değil gelişmiş kapitalist ülkelerde de görülen “ekonomik bozulma”lar ve kitlesel yoksullaşma, sorunun “ülke yönetimleri”nin acziyeti, yöneticilerin dar çıkarlarına göre davranmaları, fanatik olmaları, dinlerine veya milletlerine aşırı tutkuları olmadığını, bunlar da olmakla birlikte asıl sorunun kapitalist sisteme içkin olan (çok meşhur bir ifade olarak buna “yapısal” deniyor!

 Oysa konu ettiğimiz şey kurguyla oluşan bir “yapı”dan çok insan toplumunun üretim ve yeniden üretim ile gerçekleştirdiği toplumsal ilerlemedir. İnsanın bunun içindeki “kurgusu” genel olarak esası teşkil etmez. İnsan bu toplumsal ilerleme süreçlerinde, yer yer bilinçte sıçramayla meydana gelen devrimler haricinde esas olarak belirlenendir.) aşırı üretim, kâr oranlarının düşmesi, sermaye birikiminin önce yavaşlaması ve ardından düşmesi olduğunu göstermektedir.

Serbest rekabetin ilk döneminden, kapitalizmin olgunlaşmasından itibaren insanlık bu sistemin kaçınılmaz krizlerinin sonuçlarını yaşamaktadır. Üretim araçlarının muazzam gelişmesine, üretimin olabildiğince toplumsallaşmasına yol açan kapitalizm bütün tarihi boyunca kitlelere yoksulluk, işsizlik, gelirde eşitsizlik dayatmıştır. Bunlar onun kaçınılmaz sonuçları olarak gerçekleşmektedir, kapitalizm şartlarında bunlardan kurtuluş yoktur. Çünkü bu sistem nihayetinde artı değer sömürüsüne, canlı insan emeğinin üretim sürecinde gerçekleşen sömürüsüne dayanır. Üretim kâr amaçlı ve piyasaya dönük olduğu için esasen planlı bir ekonomi söz konusu olamaz. Planlı ekonomi uygulamaları denilen ekonomi politikaları burjuva sınıfına hizmet eden devletlerin büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek için “düzenleyici” rolü oynamalarından ibarettir. Örneğin son süreçte Türkiye’de uygulanan, “planlı ekonomi” olarak tanımlanmasa da “tasarrufun planlanması” diyebileceğimiz ekonomi politikaları büyük tekellere, finans merkezlerine ödenmek “zorunda” olunan borçların tahsili içindir. Sadece bu da değil “yatırım şartlarını düzeltmek” adı verilen ama aslında amacı finans merkezlerine “talan ve sömürü şartlarını” sunmak olan bu “tasarruf ekonomisi” böyle bir ekonomidir.

Merkez Bankası rezervlerinin yükseltilmesi, faizlerin yüksek tutulması, ücretlerin düşük tutulması (asgari ücrete yapılan zammın sürekli olarak enflasyon oranının çok gerisinde kalması, beklenen “ara zammın” gerçekleştirilmemesi), emekli maaşlarının güven kaybına rağmen, ısrarla artırılmaması vb. hep büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek içindir. Şu anda Dünya’da hiçbir yer, hiçbir ülke üreterek, emek sömürüsüne dayanan kâr ile “yeniden sermaye”yi gerçekleştirmek, bu yolla zenginleşmek için yeterli şartlara sahip değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, uzun süreceğe benzer bir durgunluk süreci söz konusu. ABD, enflasyonu düşürmek üzere faizi artırma politikasından vazgeçemediği için bugün ciddi bir resesyona girmiş bulunmakta. ABD ekonomisinin halihazırda dünya ekonomisinin motoru olduğu gerçeği bu resesyonun yaygınlaşacağını, derinleşeceğini gösterir. Krizin son belirtisi “tarım dışı istihdam ve işsizlik” oranındaki beklentinin altında kalan artış oldu. Borsaları ve genel olarak piyasaları etkileyen bu düşüşle birlikte ciddi bir “değer kaybı”ndan, ABD borsalarında bir gecede (perşembeyi cumaya bağlayan gece) 2.9 trilyon dolarlık bir kayıp yaşandığından söz edilmektedir. Ekonomisinde durgunluk olduğu gerçeğini uzun bir süredir suni önlemlerle, enflasyon ve faiz dengesini finansal hamlelerle kurarak gizleyen Fed yönetiminin piyasayı manipüle eden yorumlarının sonuna gelindiğinden kuşku yoktur. Borsada ve gerçek ekonomide ciddi kayıplar yaşayan, sermeyesini yeniden üretecek dinamikleri bir süreliğine kaybeden ABD ekonomisinin bu krizi bir dünya ekonomisi krizi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekir.

Bağımlı ülkelerdeki kapsamlı ekonomik sorunları salt bu ülkelerdeki “başarısız ekonomi yönetimlerine” bağlayan yaklaşımın bir manipülasyon aracı olduğunu ileri sürüyoruz. Aslolan emperyalist dünyanın dayandığı kapitalist ekonominin kaçınılmaz krizleridir. Bu ülkelerin büyük sermaye gruplarının, tekellerinin ekonomik krizlerin yarattığı sonuçlara göre bağımlı ülkelerdeki kaynaklara yönelmeleri bu ülkelerdeki ekonomi politikalarının belirleyici unsurlarından biridir. Bu güçlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emperyalizmin yarattığı olanaklar kullanılarak bağımlı ülkelerdeki geri ekonomik şartlar sürdürülmektedir. Ülkemizde yarı feodal şartların halen varlığını sürdürmesi, feodalizmin tümden, tüm kalıntılarıyla tasfiye edilmesinin esasta faşizm uygulanarak engellenmesi emperyalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği bir sonuçtur. Benzeri tüm ülkelerdeki aşırı milliyetçi, dindar, tam gerici bir avuç yönetici grubun dar çıkarlarına dayalı ekonomi politikalarının temel dayanaklarından biri emperyalizmdir.

Emperyalizme karşı mücadele ülkemizdeki tüm halk sınıflarının ve katmanlarının ortak konusudur. Böyle olmakla birlikte bu ortak bir amaçla hareket etmenin doğal/kendiliğinden koşullarını yaratmaz.

Yoksul ama toprağı olan köylünün, küçük işletme sahiplerinin, küçük burjuvaların, ulusal burjuvaların emperyalizme karşı mücadelesi “kendi mülkiyet biçimlerine” ve bunlardan kaynaklanan bilinçlerine yansır. Sosyalizm yönünde değil de küçük üretimini ve mülkiyetini korumak yönünde davranmaları da bu nedenle kaçınılmazdır. Bu, onları devrim düşmanı yapmaz. Bununla birlikte sosyalizmin tutarlı savunucusu da yapmaz. Emperyalizme karşı tutarlı çizginin başarısında onların olmazsa olmazlığı emperyalizme karşı kaçınılmaz ortak mücadelede tanımlıdır.

Bu yazı dizimizde bizimki gibi ülkelerdeki feodal şartların, dinamiklerin gerçekliğini de ortaya koyarak küçük üretime dair olumlu bir rota çizmenin anti bilimsel ve anti Marksist özelliklerini ortaya koyacağız. Böylelikle kapitalist krizlerin neden olduğu sonuçlarla, özellikle sermaye ihracı ile gerçekleşen değişimlerin anlamı da çözümlenebilecektir. Ayrıca ülkemizdeki devrimin, toplumsal gelişimin doğal bir ürünü olduğunu ileri sürdüğümüz büyük toplumsal dönüşümlerin ülkemizdeki somut durumu da gözler önünde serilmiş olacaktır. “Devrimimiz kimlere karşıdır ve kimler içindir” sorusunun bir özet yanıtı niteliğindeki yazımızda yaygın bir üretim biçimi olarak küçük üretimi tartışacağız…

Kapitalist ekonominin tarımda oynadığı devrimci rol toplumsal ilerlemenin en önemli, değeri çok büyük tarihi rollerden biridir. Bugünkü toplumsal üretimin gücü ve yetkinliği, ayrıca gelecekteki toplumsal mülkiyetin de bu olaydan ayrı değerlendirilemez. Ne var ki bu devrimci rol kapitalizmin emperyalizm aşaması ile birlikte tamamen sona ermiştir. Günümüzde emperyalizm aşamasının ileri bir düzeyine sahip kapitalizm tarımda devrimin bütünlüklü ilerlemesinin önünü kesen, geri ekonomik şartlardaki ülke ekonomilerinin tarımını kimi zaman dehşet verici biçimlerde baltalayan bir role sahiptir. Uzun bir süredir bu ülkelerdeki tarımsal devrim bu kapitalizme karşı güçlü ve yok edici toplumsal eyleme gereksinim duymaktadır. Yarı feodal ülkelerdeki bu tür bir devrimi kavramadıkça tüm insanlığın gerçek kurtuluşu, toplumsal mülkiyetin tüm şartları gerçekleşemeyecektir. Nasıl bir toplumsal düzene sahip olduğumuzu öğrenerek, bunun için kafa yorarak kurtuluşumuzun dinamiklerini anlamak zorundayız. Bunu engelleyen, buna bir biçimde muhalefet eden, gerici yaklaşımlarla toplumsal kurtuluşun gerçek bilincini bulanıklaştıran, kendi dar düşünüşünü ve belirsiz geleceğini bütün topluma yayan anlayışlara karşı mücadele söz konusu anlama zorunluluğunun bir parçasıdır. Bütün çalışmalarımızın temelinde özellikle yer alan “anlama zorunluluğu” ideolojik ve teorik mücadelelerimizin de bir parçasıdır. Bu zorunluluğun gerçekleşmesine/kavranmasına vesile olacağını umarak dizi yazımıza başlıyoruz…

TARIMDA YARI FEODAL İLİŞKİLERİN TEMEL DAYANIĞI: KÜÇÜK ÜRETİM-I 

Lenin Tarım Sorunu teorisinde (Cilt-12) kapitalizmin tarımda oynadığı devrimci rolü Kautsky’den şu alıntıyla ortaya koyar: “Kapitalizm tarımda, yoksulluk ve cehalet içinde ezilen köylülerin geleneksel zanaatını tarımbilimin bilimsel uygulamasına dönüştürerek, tarımın ezeli durgunluğunu kırarak ve toplumsal emeğin üretici güçlerinin hızla gelişmesine ivme kazandırarak devasa bir devrim gerçekleşmiştir…” (Lenin, 1998:19)

Hayvanların, toprağın ıslahı, tarımda uzmanlaşmanın ve iş bölümünün gelişmesine tekniğin eşlik etmesiyle beraber ürün değişimi yaygınlaşmış, çeşitlilik ve verimlilik önemli bir artış göstermiştir. Makinede buhar ve elektriğin kullanılmasıyla bu üretim dalında muazzam gelişmeler yaşanmış, bakteriyoloji tarıma uygulanmış, bitki fizyolojisine uygun yapay gübre kullanımı gelişmiştir. Bunların hepsi toplumun doğaya bağımlılığını, doğa karşısındaki acziyetini azaltmada önemli rol oynayan yadsınamaz ilerlemelerdir. Bunun başat aktörünün kapitalizm/burjuvazi olması, gerçekliği değiştirmez. Burjuvazinin gericileşip emperyalist karakter kazanmasıyla beraber toplumun ilerlemesine, üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümüne bütün olanaklarıyla engel olmaya başlaması tarihsel olarak oynadığı ilerici rolü inkâr etmek, hepten olumsuzlamak için, daha da kötüsü onun karşısına kutsamak ve kurtuluş gibi sunmak üzere küçük üretimi-mülkiyeti yerleştirmek için doğru, haklı bir gerekçe olamaz. Neden olduğu olumsuz toplumsal sonuçları, daha ileri ve üstün bir toplumsal düzenle, sosyalizm-komünizmle aşmanın gerekçesine dönüştürmek gerekirken kıyaslanarak değerlendirildiğinde korkunç derecede yıkıcı da olsa emperyalizme küçük üretimi tercih etmek, bu geri üretim ve mülkiyet biçimini kutsayıp bir direnç noktası görmekte ısrar tarihsel gericiliktir.

Kuşkusuz bu teoriler yeni değil, hemen her tarihsel dönemeçte “devrimci” bir çözüm olarak değişik biçimlerde savunulmaktadır. Bu görüşleri mümkün olduğunca eleştiri konusu yapıp mahkûm etmek ideolojik mücadelenin bir gereğidir.

Bundan hareketle “Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım” başlıklı Nisan Yayımcılık’tan çıkarılan kitaptaki görüşleri konu edeceğiz. Meselenin, özellikle son yıllarda önemli gelişmelerle beraber yoğun tartışılması, daha kapsamlı ele alınmayı gerektirdiğine kuşku olmasa da değerlendirmemizin sınırlı olacağını belirtmeliyiz.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK AMAÇ

“…büyük çiftliklerde şirketler tarafından yapılan endüstriyel tarıma karşı küçük aile üretiminin önemi Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırmayla kanıtlanmıştır. BM, 57 ülkede, bin civarında noktada yapılan bir araştırma sonucuna göre küçük aile üreticiliği ile yapılan tarımsal üretim endüstriyel tarım üretimiyle kıyaslandığında küçük aile üretimiyle yapılan üretim verimliliği endüstriyel tarım sanayi üretimine karşı ürün çeşitlerine göre yüzde 30 ile 70 arasında değişen oranlarda daha verimli olduğunu tespit etmiştir…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, Nisan Yayımcılık, s. 249)

Küçük meta üretimi kapitalizmin çekirdeğidir, onun büyüyüp gelişmesi yani büyük üretime dönüşmesi kapitalizmin zaferini pekiştirir. Büyük üretimin zaferi pekiştikçe küçük üretimin de sefaleti derinleşir. Küçük üretim her ne kadar kapitalizmin gelişiminin koşulu olsa da bu gelişim sadece küçük üretimin yıkımı pahasına olur. Kapitalizmin onun mahvına neden olması ne küçük üretimin savunulmasını gerektirir ne de kapitalizmin çekirdeği olan bu üretimi bir kurtuluş, bir çare gibi görmeyi. Kapitalizmi kötülüklerin sebebi ilan edip olumsuzlarken bağrında kapitalist ilişkileri taşıyan daha geri bir üretimi olumlamak tutarlı da değildir. Küçük üretim ne meta ilişkilerini ortadan kaldırma karakteri taşır ne de onun egemenliği kapitalizmin yol açtığı sorunların çözümünü sağlar. Onun varacağı yer sermayenin-metanın egemen olacağı bir burjuva toplumdan başka bir şey olmayacaktır. Emperyalizm küçük aile üretimini-mülkiyetini yıkıp proleterleşmeyi artırırken ve bu daha ileri düzeyde bir sınıfsal savaşımı proletaryanın görevi haline getirip büyük sosyalist üretimin koşullarını geliştirirken küçük burjuvanın savunduğu şey, geriye dönüp küçük aile üretimini inşa etmek, korumak olmaktadır. Bu bile onun proleter görüşten, ideolojiden yoksunluğunu gösterir. Küçük üretim sosyalizmin maddi koşullarını sağlayamayacağına, gelişmiş kapitalizm bu koşulları küçük üretime göre daha büyük ve geniş ölçüde sağlayacağına, proletarya için sınıf savaşımı olanağını her bakımdan daha ileri düzeye vardıracağına göre proleter bakış açısından bu ikisi arasında küçük üretim lehine bir tercih yapılamaz. Proletarya tarihsel ve iktisadi bakımdan toplumsal ilerlemeyle sonuçlanmış/sonuçlanan hiçbir durum karşısında ilerici hiçbir özellik taşımayan daha geri bir toplumsal üretim-ilişki biçimini diriltme taraftarı değildir, olamaz. Buna taraf olan da proleter karakterden yoksundur.

Küçük üretimin iktisadi açıdan giderek daha fazla geriletilmesi bizi büyük özel mülkiyetin büyük sosyalist mülkiyete dönüştürülmesi doğrultusunda daha tam bir kararlılık göstermeye zorlarken küçük mülkiyeti kutsama-koruma görevine soyunmak tam bir acziyet halidir. Engels küçük köylünün kaçınılmaz yok oluşunu gördüğümüzü; ama bunu çabuklaştırmakta hiç de yükümlü olmadığımızı, proletaryanın iktidarında büyük toprak sahipleri için gerçekleştirdiğimiz zorla kamulaştırmayı küçük köylüler için aklımızdan bile geçirmeyeceğimizi, onu olumlu örneklerle, büyük toplumsal üretimin toplumsal faydalarını pratikte göstererek ikna edeceğimizi söylerken temel yaklaşımımızı ifade ediyordu. Bu görüş temel bir anlayış olarak Marksistlerin tartışmasız ortak görüşüdür.

Sosyalist üretimin karşısında küçük üretimin kaçınılmaz yok oluşu kendiliğinden, hiçbir zorlama, zor alımı olmadan örnekler yoluyla iknaya dayalı iken kapitalizmde bu tam tersi şekilde gelişir, gerçekleşir. Biz nasıl ki onun kaçınılmaz yok oluşunu çabuklaştırmakla yükümlü değilsek kapitalizmin bunu çabuklaştıran gelişimini engellemekle de yükümlü değiliz. Bu bize rağmen gerçekleşen bir süreçtir ve proletarya bu yıkımın karşısında ancak büyük toplumsal mülkiyeti savunabilir. “Genel olarak konuşmak gerekirse, küçük mülkiyeti desteklemek gerici bir şeydir, çünkü böyle bir destek büyük ölçekli kapitalist ekonomiye karşı yöneltilmiştir ve sonuç olarak toplumsal gelişmeyi geciktirir ve sınıf savaşımını engeller ve örter. Ancak bu durumda biz, küçük mülkiyeti kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek istiyoruz; bu durumda küçük köylülüğü desteklemekle, sınıf savaşımının gelişmesine güçlü bir dürtü kazandırmış oluyoruz…” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, s. 38) Proletaryanın büyük amacı kendisiyle beraber bütün sınıfların kaçınılmaz yok oluşu doğrultusunda toplumun dönüştürülmesini sağlamaktır. Dolayısıyla kendisi dahil herhangi bir sınıfın kaçınılmaz yok oluşunu engellemek için özel bir amaç gütmesi onun kendi büyük amacına aykırıdır. Bu yüzden proletarya küçük üreticiyi kapitalizmden ancak kapitalizmi yok ederek kurtarabilir. Bu, aynı zamanda kapitalizmi üreten, ona dayanak teşkil eden küçük üretimin de sosyalist üretime örnekler yoluyla iknaya dayalı asimilasyonunu gerektirir.

Kapitalizm altında küçük üretimin korunmasının özellikle kapitalizmin egemen hale gelemediği Türkiye gibi ülkelerde üretici güçlerin gelişimi bakımından özel politikalarla ele almayı gerektirdiği de üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bu noktada problem (Lenin’in de belirttiği gibi onu kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek) onun hangi ilişkilerin gelişimine bağlandığını ayırt etmektir. Örneğin komprador burjuvazi ve toprak ağalarının mevcut ilişkilerini üretmeye hizmet edecek şekilde ele alınırsa ne üretici güçlerin gelişimine hizmet edebilir ne de egemen yarı feodal ilişkilerin-üretimin cenderesinden kurtulabilir.

Emperyalizmin tahakkümündeki egemen sınıfların, üretimin kendisini güçlendirmekten başka bir sonuç elde edilemez. Bu ilişkiler altında küçük üretimin korunması kapitalizmin gelişimine hizmet edecek kapitalist bir önlem olarak bile gerçekleştirilemez. Ancak proletarya onu bu yarı feodal gerici ilişkiler karşısında üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda kararlı bir şekilde teşvik edebilir, destekleyebilir ve o, ancak proletarya ile ittifak halinde bu boyundurluğu kırıp önündeki engelleri kaldırarak sefaletten kurtulabilir. Proletarya Partisi bu yaklaşımını özel taktikler, çalışmalar, kampanyalar vb. ile de güncel politikada somutlaştırabilir. (Yazının konusu olmadığından bu sorumluluğa genel bir vurgu yapmakla yetiniyoruz.)....devamı var

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim – 2


1 Eylül 2024

İNSANLIĞIN ORTAK DEĞERİ

Çalışmada tarım-gıda şirketlerinin egemen hale gelmesiyle 12 bin yıllık tarımın kadim üretim yöntemleri, tekniği ve hafızasının yok edildiği belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 21) Kapitalist üretimin, özellikle emperyalist nitelik kazanmasıyla beraber giderek toplum ve doğa aleyhine daha yıkıcı sonuçlara neden olduğu gerçektir. Bunun boyutları her gün daha iyi görülmekte ve onun artık her bakımdan aşılarak toplumsal mülkiyete geçmenin zorunluluğu, aciliyeti, önemi kendini yakıcı şekilde hissettirmektedir.

Emperyalizmin yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak ancak daha ileri bir üretim tarzıyla, önce sosyalizmle ve ancak onun sayesinde ulaşılabilir olmak üzere komünizmle mümkündür. Toplumlar daha ileri bir üretim tarzının ortaya çıkmasıyla, bu üretim tarzının mevcut ve eskimiş üretim tarzından üstün olup onun yerini almasıyla gelişerek bugünkü aşamaya varmıştır. Sonraki her toplumsal düzen önceki toplumsal bilgi ve kültür birikiminin ve bu birikimin ürünü koşulların içinden çıkarak daha ileri ve yeni bir toplum düzeni olarak kurulabilmiştir. Hiçbir toplumsal düzen kendinden öncekinden farklı bir toplumsal düzen olarak öncekinin tüm kültürel hegemonyasına son vermeden ve bunu sağlamak üzere kitlelerin desteğini almadan kurulmayı başaramamıştır. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle diyebiliriz ki 12 bin yıllık tarımın kadim yöntemleri, tekniği ve hafızası ne tek bir tarza-içeriğe sahiptir ne de tek bir toplumun ürünüdür. Salt ve yalıtılmış bir biçimde “teknik”, “hafıza”, “yöntem” değerlendirmesi yapmak apaçık idealizmdir. Kapitalizm dahil tüm toplumsal üretim mekanizmaları tarım üretimini kendi üretim tarzları içinde geliştirmişlerdir ve “kadim gelenek” bunlarda sürüp gitmiştir. Dolayısıyla bu gelenek ne homojendir ne önceki toplumlar kapitalizm karşısında homojen bir gelenek oluşturur ne de kapitalizmden önceki herhangi bir toplumsal düzenin tarımdaki rolü bütünüyle toplumların, doğanın yararına üretimleri koşullayan özelliklerdedir. Toplumsal ihtiyaçlar ve üretim tekniklerinin belirlediği üretim araçlarının gelişimi üretim tarzlarını doğurduğu her durumda toplumlar daha güçlü bir üretim düzeyine eriştiler ve bu geçmişin tüm birikiminden daha ileri bir seviye olarak toplumsal gelişmenin “yararına” olmuştur.

Tohum için “tüm insanlığın ortak malı” (age, s. 162) denirken de aslında aynı şey söz konusu. İnsan toplumunun üretimi bakımından ortak bir değeri temsil ettiği, etmesi gerektiği doğru; ama her şey gibi o da özel üretim ilişkilerine tabi üretimin bir parçasıdır. Bu ilişkilerden soyut bir değere sahip olması o ilişkiler tarafından belirlenmemesi ile mümkündür. Bu da özel mülkiyetin sonlandırılmasına bağlıdır, bundan bağımsız bir şeyi idealize etmek küçük burjuva düşünce dünyasının ham hayalidir. İnsanlığın yaşamı-üretimi bakımından hemen her şey ortak bir değer taşır. İnsanlığın üretim tekniği ve üretici güçlerin seviyesi emeğin ürünüdür. Onları ortak değer yapan ya da onlarda ortak olan değer bu emektir. Kadim ve daimî olan budur; ama bu emek belli toplumsal biçimlerle bu biçimleri belirleyen üretim ilişkilerine tabi bir özellikte var olmuş, nihayetinde “ücretli emek” olarak kapitalizmde de şekillenmiştir. Bu özel mülkiyet ilişkileridir ki emeğin bütün ortak değerlerini özel değere dönüştürerek gasbedilmesi olanağını yaratmıştır. Bu halde burada bu ilişkileri görünmez kıldığı ölçüde ortak değerden bahsetmek bu değerler üzerinde toplumun ortak bir tasarrufta bulunamadığı gerçeğini de görünmez kılar. Özel mülkiyet, toplumun ortak değeri olan her şeyi bu özellikten soyutlayarak gelişir ve ancak üretim araçları özel mülkiyet özelliğinden soyutlandığında ortak değer yoğunlaşmış olarak üst düzeyde bir merkezileşme ile topluma mal olabilir.

Özel mülkiyetin gelişmediği bir toplumda insan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet bilincine-birikimine sahip olmadığından buna ve toplumsal yaşamın onunla ilişkili üretimine bağlı bir hak kaybından bahsedilemezdi; haliyle insan, onun yokluğunu “yoksun bırakıldığı bir hak” olarak tarif edemezdi. Tarif edebilmesi için önce bunun koşulunun oluşması gerekirdi ve ancak yoksun bırakıldığı bir hak için insan mücadele edebilirdi, yani onun üretimine, bilincine sahip olduğu aşamada insan bunu konu edebilirdi. Bu ilkel komünal mülkiyetten özel mülkiyete doğru gelişim ile toplumun giderek ürettiği ortak değerlerden soyutlanmasıyla biçimlenen bir durumdur. Örneğin bu soyutlanma ile gen biliminin gelişmesinin sonucunda organizmaların genetiğini değiştirme koşuluna sahip olunması, insanın doğa karşısında bir ilerleme daha kaydetmesi demektir. Bilim-teknik emperyalistlerin mülkiyetinde olduğu sürece her ilerleme, toplumun-doğanın aleyhine sonuçlar üretecek olsa da insanlık için gerekli bilgiyi de içerir ve toplum söz konusu mülkiyet biçimini aştığında bundan doğan aleyhte sonuçlar ortadan kaldırabileceğinden bu ilerleme her şeye rağmen ilerlemedir. Toplum, bu imkânları sağlayan teknik koşulların toplumun aleyhinde değil lehinde kullanılmasını sağlamak için mücadele ederek onun toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırıp üretici güçlerin önünü sınırsızca açabilir. Toplumların tarihsel gelişimi her aşamada daha ileri düzeyde özel mülkiyeti geliştirerek veya her şeyi ona tabi kılarak üretim araçlarının merkezileştirilmesinin artan bir yoğunlukta gelişiminin sağlanması yönündedir. Bu ilerleme üretici güçlerin toplumsal gelişimine uygun olarak üretim araçlarının da toplumsal mülkiyete dönüştürülmesiyle üretici güçlerin özgürlüğünü sağlayabilir ve bu güçlerin ürettiği değerleri tamamen ortak kılabilir.

Kapitalizme kadarki bütün toplumların üretim tarzları daha az kusurlu özelliklere ve sonuçlara sahipmiş gibi kapitalizmin toplumsal devriminin her alanda onlara üstünlüğünün, sadece olumsuz sonuçlar nedeniyle görmezden gelinmesi kabul edilemez bir küçük burjuva yanılsaması-yanlışıdır. Marksizm bu yanlışa-yanılsamaya ne ortak olabilir ne de onu görmezden gelebilir. Çünkü bu aynı zamanda kapitalizmden daha ileri ve üstün bir toplum kurma amacına ve bu anlamda ilerici karakterine aykırıdır. Kapitalizmi, sadece olumsuz sonuçlarıyla konu edip küçük burjuva üretimi onun karşısında olumlamanın bir gerekçesine dönüştürenler doğrudan veya dolaylı olarak sosyalizmi de olumsuzlamış olmaktadırlar.

Tam da bu nedenle bu tezle ileri çıkanlar Marksist tarih görüşünün önemli ölçüde yanlış olduğunu, en iyisi eksik kavradığını ileri sürmüşlerdir!

GIDA EGEMENLİĞİ-GÜVENLİĞİ ÜRETİME EGEMEN OLMAKTAN GEÇER

“Gıda egemenliği endüstriyel kurumsal çiftliklere, toprağın merkezileştirilmesine ve liberalizasyona karşı, gıdayı temel insan hakkı görerek köylü tarımını ve ekolojik üretimi esas alan, doğal varlıkları koruyan bir yaklaşımla gıda ticaretinin yeniden düzenlenmesi dünya çapında açlığın ortadan kalkması ve toplumların demokratik bir şekilde barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesini talep eder.” (age, s. 178) Yazar, La Via Campesina’nın formüle ettiği bu görüşü savunmaktadır. Burada gene sorunun toplumsal üretimle, üretim ilişkileri vs. ile bağını görünmez kılan küçük burjuva ütopyacılığıyla karşı karşıyayız. Emperyalizmin üretim araçlarını merkezileştirmesi gelecekteki sosyalist üretimin maddi temellerini güçlendirmeye hizmet etse de bu ne kadar geç gerçekleşirse toplumlar o kadar büyük acılara, baskı ve sömürüye maruz kalır. Küçük üretim bunları sonlandırmak bir yana ebedi bir eziyete dönüştürmekten başka bir şey yapamaz. Gıda egemenliği-güvenliği adı altında savunulan şey bundan başka bir şey değildir aslında. Köylünün hangi üretim ilişkilerini yaşatacağı ve bununla toplumsal ihtiyaçların ne düzeyde karşılanacağı üretim ilişkilerinin ileriye doğru toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştireceği açıklanmıyor. Köylünün gıdaya-tohuma egemen olması pazara egemen olmasını sağlayamayacağı gibi onun sömürülmesini de engellemez, halkın ihtiyaçlarının yeterli, sağlıklı, güvenli şekilde karşılanmasının da garantisi olmaz.

Kamu güvencesi, sağlıklı, yeterli ve güvenli gıdaya erişim için temel alınarak, “tohumda egemenliği korumak gıda egemenliğini korumak” (age, s. 164) olarak savunuluyor. Burjuva-feodal devletin egemenliği altında bunun mümkün olmayacağı açıktır. Kamuculuk devletin sınıfsal karakterinden bağımsız bir şey değildir ve halk için temel bir güvence oluşturmaz. Kamuculuk gereğinden fazla önemseniyor. Halbuki tohumda egemenlik gıda egemenliği ile eşdeğer bir koşul değildir. Köylü tohumu kendi üretse, geleneksel tohumla üretim yapıyor olsa bile gıdada pazar koşulları üzerinde belirleyici bir rol kazanmaz. Tam da bu yüzden milyonlarca köylü, buna rağmen ne ürettiğinin karşılığını alabiliyor ne de köylüler ürettiklerinin pazarda satış koşullarını belirleyebiliyor. Üretimin, pazarın egemeni küçük üreticiler değildir, belirleyici olan komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci-tüccar sınıfıdır. Böyle olduğu için üreticiden üretim fiyatının hatta bazı dönemlerde maliyet fiyatının altında bir fiyatla alım yapılmakta, bunun 5 ila 10 katı fiyatla halka satılmaktadır. Geleneksel tohumla üretim yapıldığında da yani tohumdan tohum alındığında da köylülerin ciddi sorunlarla karşılaştıklarını, tohuma egemen olarak gıda, üretim pazar koşullarına da egemen olmadıklarını biliyoruz. Meseleleri tamamen üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinden bağımsız biçimde idealize etme hali gerçekte sorunları çözümsüz bırakmakla eşdeğerdir. Bütün bunlar sanki üretimin bütün ilişkilerini belirleyen bir halka gibi düşünülürse hem ilişkinin yanlış tarifi ile küçük üretimin savunulmasına kapı açılır hem de üretim ilişkilerine egemen olan üretim tarzı ve gerçekte hangi sınıfların egemen olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratılır. Gıda-tohum egemenliği/güvenliği toplumsal üretimin bütün olarak bir parçasıdır, dönüşümü de bununla birlikte tanımlanabilir. Bundan ayrı olarak kendi başına bir egemenlik/güvenlik savunusu toplumsal üretim tarzının mevcut ilişkilerinin tahkimatından öteye geçemez.

Toplumların barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesi savunusu da köylü tarımına, üretimine dayanan toplumların dahil özel mülkiyetli toplumların sınıflara ve sınıf mücadelesine dayalı yapısını bunların toplumsal dayanağını/ilişkilerini görünmez kılarak ve kitleleri sınıf mücadelesi konusunda aldatarak özel mülkiyet sorunu çözülmedikçe barış içinde bir arada yaşama savunusunu emperyalist burjuvaziye hizmet etmesi kaçınılmazdır. Özel mülkiyete dayalı emperyalist sömürü tahakküm sürdükçe toplumlar ancak buna karşı mücadele ile özel mülkiyeti ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlayabilir ve barış içinde hayatlarını/ilişkilerini sürdürebilirler. Böylece halkların karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelmede de sosyalist bir dayanışma geliştirilebilir. Toplumların demokratik temelde örgütlenmesi ve ilişkiler kurması her şeyden önce toplumsal üretim ilişkilerinin demokratik bir karaktere sahip olmasını gerektirir. Çünkü toplum için önemli olan maddi yaşamını sürdürebilmektir, bunu nasıl sürdürdüğü ise üretim ilişkilerine bağlıdır. Bu ilişkilerin demokratik, eşit olabilmesi toplumsal bakımdan bir sınıfın diğer sınıfları tahakküm altına alarak sömürmemesini gerektirir. Bunun temeli toplumsal mülkiyettir dolayısıyla öncelikle toplumların demokratik ilişkiler kurmasına eşit yaşamasına engel olan özel mülkiyetin olumsuzlanması/ortadan kaldırılması gerekir. Toplumlar bunu başarabildiği ölçüde üretimi demokratik temelde gerçekleştirebilir ve karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelebilirler. Köylü üretimi hem özel mülkiyete dayalı yapısı nedeniyle hem de toplumsal üretimi karşılayabilecek kapasiteye sahip olmaması nedeniyle toplumda demokratik ilişkileri egemen kılamaz. Bu üretim ya küçük özel niteliğiyle toplumsal ilişkilere sefil bir ebediyet kazandırabilir ya büyük özel mülkiyete dönüşerek bunu sürdürebilir ya da bütün bu sefaleti ile tarihsel yok oluşa sürüklenir. Bunlardan başka topluma sunacağı bir gelecek yoktur. Onun bütün olarak karşı olduğu şey büyük üretim ve toplumsal mülkiyettir. Toplumların bu yöndeki ilerlemesini küçük üretim araçlarının üretim güçleri sonsuz şekilde parçalayarak, kötüleştirerek tecrit ederek engeller, toplumu köylünün dar çıkarlarına hapseder.

Toprağın merkezileştirilmesi burjuva-feodal mülkiyetin egemenliğinde gerçekleşmesi nedeniyle toplumun aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bizim toprak dahi üretim araçlarının merkezileştirilmesinde olumsuzladığımız şey merkezileşme değildir, bu merkezileşmenin toplumsal mülkiyet aleyhinde olmasıdır. Bunun çözümü merkezileşen üretim araçlarını küçük mülkiyete bölerek toplumu küçük köylü mülkiyetiyle cezalandırmak değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete dönüştürerek ödüllendirmektir. Böylece hem köylüyü mahkûm olduğu üretim ilişkilerinden hem de toplumu bütün olarak bu ilişkilerden kurtarmak mümkün olur. Emperyalist tekellerin tarımı yıkıma uğratan, dejenere eden özelliği ciddi bir sorun olmakla beraber buna karşı çözüm köylü üretimini savunarak kapitalizmin tarımda yarattığı ilerlemeyi-dönüşümü büsbütün yadsımak olmamalıdır. Sosyalist üretim ne küçük üretimi temel alır ne de kapitalist üretimin kendisi, yararına ortaya çıkardığı maddi koşulları, ilerlemeyi yadsır. Aksine bu üretimin maddi koşullarını merkezileştiren gelişmelerini her şeye rağmen bir ölçü, basamak olarak önünde bulacak ve ondan toplumun çıkarları için yararlanacaktır. Mevcut olanı hepten reddetmek aslında toplumun birikimini, üretici güçlerin geldiği aşamayı daha geri bir üretim tarzıyla yadsımak, daha ileri olanı olumsuzlamaktır ki bu proleter bir bakış açısı değildir, küçük burjuva bakış açısıdır. Bu bakış açısı burjuva mülkiyeti üretmekten başka sonuç vermemiştir, vermeyecektir.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK SEFALET

Kitapta endüstriyel tarımın ürettiği gıdanın dünya nüfusunun sadece yüzde 30’una ulaştığı, buna karşılık nüfusun yüzde 30’unu oluşturan çeşitli küçük ölçekli üretim tarzlarının ise dünya nüfusunun en az yüzde 70’inin ana besin kaynağını sağladığı Mustafa Başoğlu’ndan aktarılıyor ve “… endüstriyel tarıma mecbur olunmadığı çok nettir…” denilerek bunun kapitalizmin aşırı, anarşik üretim yapısının somut ürünü olduğu belirtiliyor. (age, s. 22)

Kapitalizmin ürettiği tarımsal gıdaların nüfusun yüzde 30’una ulaşması kâr amaçlı üretimin sonucu olarak sadece tarımsal gıda için değil kapitalist üretimin bütünü için geçerli bir durumdur. Ancak problem verimlilik üzerinden bir karşılaştırma yapılarak küçük üretimin olumlanmasıdır. 8 milyardan fazla insanın yüzde 30’unun yani yaklaşık 2,5 milyar insanın nüfusun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılıyor olması küçük üretimin verimsizliğine, bu nedenle büyük bir nüfusun bağımlı haline işarettir. Bu nüfusun, 1/10’u ile bile rahatlıkla yapılabilecek üretim geri üretim tarzıyla/teknikleri ile daha büyük bir nüfusun bağlanmasına neden olmaktadır. Üstelik bu tarz ne toplumlar için ne de bu üretimi gerçekleştirenler için verimli, üretken, gelişimi koşullayan özelliklere sahiptir.

Üretici güçler böylesine gelişmişken toplumlar ihtiyaçlarını daha kısa zamanda, daha az emekle gerçekleştirebilecekken yaşamının, zamanının önemli bir kısmını ayırmakla kalmayıp maddi-manevi gücünü de alabildiğine tüketen, körelten koşullarda üretim yapması toplumun lehine bir durum değildir. Komünizmin toplumun maddi-manevi güçlerini özgürleştirmeyi amaçlayan yaklaşımına karşılık küçük burjuvazi bu güçleri her bakımdan köleliğe-sefalete sürükleyen koşulları idealize ediyor, emperyalist kapitalizmin yarattığı sonuçları böyle ortadan kaldırabileceğini sanıyor. Halbuki emperyalizmin üretim araçlarını daha yoğun bir tarzda merkezileştirmesi toplumun özel mülkiyete son vererek toplum yararına üretim gerçekleştirmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Bu şekilde sadece kölelikten, sefaletten kurtulmuş olmakla kalmayacak kendisi aleyhine olduğu kadar üretimin doğa aleyhine sonuçlarını da ortadan kaldırmanın olanağına kavuşacaktır. Küçük burjuvazi bu olanağı yadsımakla kalmıyor, şövalye ruhuyla toplumu bulunduğu noktadan daha geriye götürmeye soyunuyor.

Üretici güçlerin ileriye her ilerlemesi, toplumun üretim için gerekli emek zamanını azaltarak üretici güçlerin bağımlılığını sınırlamaya, giderek ortadan kaldırmaya, kısaca onu bütün engellerinden kurtarıp özgürleştirmeye hizmet eder. Büsbütün bunun aksi bir çalışmaya dayalı olan küçük üretim, üretici güçlerin özgür gelişimini engelleyerek yeteneklerini körleştirir, sınırlar, yozlaştırır. Üretim araçlarının sonsuz parçalanması, insan iş gücünün sınırsız israfı, üreticilerin tecrit olması, üretim koşullarının ve araçlarının gittikçe kötüleşmesi küçük üretimin ideal özellikleridir. Küçük burjuvazinin böyle bir erdemi topluma layık görmesi topluma layık bir erdem taşımamasındandır. Tam da bu yüzden hangi koşullarda nasıl gerçekleştirildiğini umursamaksızın neredeyse toplum nüfusunun 1/3’ünün yaklaşık 2,5 milyar insan nüfusunun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılaması muazzam bir şey, kurtuluş olarak görülüyor. Böylece bütün nüfusun ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla sayıda insanın küçük üretime bağlanması da kaçınılmaz hale gelecektir. Topluma vaat edilen şey özgürlük değil toplumun kendi kendini köleleştirmesidir.

“Son 20-25 yılda tarımsal üretimin neredeyse tamamı tarımsal tekelci şirketlerin eline geçmiş, gıda sektörü bütünüyle bu güçlerce kontrol edilir hal almıştır.” (age, s. 26)

Tekellerin bütün üretim alanlarındaki egemenliği tartışmasızdır. Yalnız belli ki yazarımızın kafası biraz karışık. Bir yandan dünyadaki nüfusun küçük üreticinin yüzde 30’unun yüzde 70’in ihtiyacının karşıladığını, büyük ölçekli üretim yapan işletmelerin (tekeller) nüfusun ihtiyacını yüzde 30’unu karşıladığını iddia ederken diğer yandan tarımsal üretimin neredeyse tamamen onların egemenliğine geçtiğini söylüyor.

Tekeller tarımsal üretimde de egemense bu üretimi de belirledikleri anlamına gelir. Dolayısıyla yüzde 70’i ihtiyacını karşılayan yüzde 30 da bu belirli belirlenime dahildir ve bağımsız olarak bir belirlenimde bulunma gücü yok demektir. Gene de yüzde 30 yüzde 70’in ihtiyacını karşılıyor olsa bile bu verimliliğin göstergesi olarak değerlendirilemez. Zira dünya aktif tarım nüfusu 1 milyar 300 milyonken toplam tarım nüfusu 3 milyardır. (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 15) Bu toplam nüfusun yarısına yakındır, yani yüzde 30’un yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığı iddiası hem aktif hem de toplam tarım nüfusu bakımından tartışılırdır. 400 milyonun 1 milyar kişiyi beslemesi durumunda (age, s. 15) aynı koşullara sahip aktif toplam tarım nüfusunun ancak 3 milyar nüfusu besleyebileceği, bunun da toplam nüfusun yüzde 70’ini değil, yüzde 40’ına yakınını kapsayacağı anlaşılır. Sonuçta aktif tarım nüfusu (bin 300) toplam tarım nüfusunu (3 milyar) besleyebiliyor, yani kendi kendine yetiyor. Verimlilik bu açıdan da tartışılır. Buna rağmen (verilerin doğruluğunu bir kenara bıraksak bile) yüzde 30’un ihtiyacının belli sayıda tekel tarafından karşılanması kıyas kabul etmez şekilde tekel üstünlüğünün kanıtıdır. Bunu 5-10 tekel sağlıyorsa bunun 2 katı bir tekelle, yaklaşık 2,5 milyar üreticinin ihtiyacını karşıladığı kadar bir nüfusun ihtiyacı karşılanacaktır. Yazarın küçük üretime duyduğu hayranlık onun defalarca kanıtlanmış olan geriliği, yetersizliği, verimsizliği ve kapitalist büyük üretim karşısında kaçınılmaz yok oluşunu kendi keyfince yadsımaktan başka bir şey değildir. 5-10 tekelin nüfusun yüzde 30’unun ihtiyacını karşılaması ne ki siz 2,5 milyar insanın yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığından ve bunun muazzam bir şey olduğundan haberdar değilsiniz herhalde diyerek bizi küçük üretimin üstünlüğüne ikna etmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ateş ederken silahı ters tuttuğu için sürekli kendini vuruyor. Bir yandan küçük üretimin üstünlüğünü savunurken diğer yandan onun sefaletini aktarıyor. “Türkiye şeker pancarı üretiminde dünyada beşinci, Avrupa’da da dördüncü sırada yer almaktadır. Dekar bazlı ürün verimliliğinde ise 21. sıradadır…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 138) “Şeker pancarı üreticisinin yüzde 51’inden fazlası 1-5 dekar, yüzde 29’u 5-10 dekar, yüzde 15’i 10-20 dekar, yüzde 2’si 50 dekarın üzerinde bir toprakta üretim yapmaktadır.” (age, s. 139) Buna dair bir değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyelim: Yazar küçük mülkiyet yapısının değiştiğinden vs. bahsedip 2000 yılında 10 hektar toprağı olan köylülerin oranının yüzde 85 olduğunu, bunun artık çok değiştiğini söylüyor. Ama şeker pancarı olsun, çay üreticisi olsun bunlarla ilgili verileri aktardığında şeker pancarı üreticisi oranlarında da görüleceği gibi aslında belirgin bir farklılık söz konusu değil. Öyle görünüyor ki yazar bulduğu verileri kendi görüşünü destekleyip desteklemediğine bakmaksızın kullanmış, analiz etme gereği duymamış. Öyle olunca da aleyhinde delillerle farkında olmadan kendini mahkûm etmiştir!

Üretimde 4 veya 5. sırada olup verimlilikte 21. sırada olunmasını yazar köylünün kaderiyle baş başa bırakılması ve gelişen teknolojik donanımdan yoksunlukla açıklıyor. Bu meselenin sadece bir yönüdür. Geniş bir alanda yapılan üretimi verimlilikte, üstelik kendisinden çok daha küçük alanlarda yapılan üretimden bu kadar geri olması üretim yapılan alanların verimliliği engelleyecek düzeyde küçük arazi parçalarına, mülkiyete bölünmüş olması, bu ölçekteki arazi üzerinde teknoloji, insan, toprak, hayvan vb. üretici güçlerin kalitesini artırma olanağının sınırlı olması, engellenmesindendir. Bunu hem emperyalizm ve devlet engellemekte hem de köylü bu dönüşüme tutucu tarzda karşı çıkmaktadır. Her ikisi de mevcut mülkiyet ilişkisinin korunmasından yanadır ama bundan asıl kazançlı çıkan emperyalizm ve devlettir. Köylü ne böyle büyük bir dönüşüm için yeterli sermayeye sahiptir ne de devlet ve emperyalizm böyle bir dönüşümün gerçekleşmesinden yanadır. Köylülerin aşağıdan yukarıya çıkma gücünün olmaması emperyalizm ve devletin yukarıdan baskısıyla da desteklenmektedir. Toprak mülkiyetinin yaygınlaşması, bölünmesi köylülüğün farklılaşmasının önkoşulu olsa da burada sorun, önkoşulları bulunmasına karşın köylülüğün farklılaşması ve tarımda kapitalizmin gelişmemesidir.

“Tarımda kapitalist gelişmenin ana hattı tam da yüzölçümü itibariyle küçük işletme kalan küçük işletmenin, üretimin boyutu, hayvancılığın gelişimi, kullanılan gübre miktarı, makine kullanımı vs. itibariyle bir büyük işletmeye dönüşmesinden ibarettir.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt XII, s. 331) Lenin kapitalist gelişmeyi, işletmenin yüzölçümünü değil niteliğini temel alarak ortaya koymamız gerektiğini göstererek belirleyici bir yaklaşım sunmuştur. Yazar ise bu kadar geniş bir arazi-toprak üzerinde yapılan üretimin, örneğin Hollanda’da toplamda Konya’nın yüzölçümüne eşdeğer bir alanda yapılan üretimden katbekat verimsiz, ürün değeri bakımından geri vb. olmasının nedenini kavramaktan uzak bir şekilde küçük mülkiyeti-üretimi savunuyor. Üretimde 4 veya 5. verimlilikte 21. olmasının aslında kendisinin savunduğu tezi boşa düşürdüğünü, bütün bunların Lenin’in saydığı koşullar bakımından kapitalist büyük (yüzölçümü olarak değil) işletmeye dönüşmediğinden kaynaklı olduğunu, küçük işletmenin üstünlüğünün ancak böyle bir niteliksel dönüşümle sağlanabileceğini görmüyor. Diğer yandan yazar endüstriyel tarımı (kapitalist tekelci tarım demek lazım) olumsuzlayıp küçük üretimi ona yeğledikten sonra küçük işletmenin geriliğini teknik donanımdan vb. yoksunlukla, bunların aslında kapitalist nitelik kazanamamış olmasıyla gerekçelendirmektedir. Yani bir bakıma olumsuzladığı şeyi olumsuzlayarak küçük işletmelerin içinde bulunduğu geriliği aşacağını önermektedir. Önerdiği şeyin küçük işletmelerin kapitalist dönüşümüne denk geldiğini, oraya varacağını kavramıyor.  Sanki bu küçük işletmelerin mülkiyet ilişkisi kapitalist bir nitelik taşımıyor ve kapitalizmden başka kendi kendine farklı bir üretim ilişkisi, toplumsal örgütlenme yaratabilirmiş gibi hayal ediyor. Bu da yazarın bu ilişkileri kavramakta ne kadar sığ düşündüğünü gösteriyor. Bu mülkiyet ilişkisi gene pazar ilişkilerine göre bir üretime tabi olarak pazar için üretim yapacağından rekabette ayakta kalabilmek için sürekli kendini bu ilişkilere daha iyi uyarlamak, yani daha çok kapitalistleşmek zorundadır. Bu zorunluluk onu kapitalist ilişkilerin merkezine yerleşmeye yöneltir. Böylece olumsuzlanan endüstriyel üretim bunlar için kaçınılmaz bir ilişki olarak devam eder. Yazarın unuttuğu şey küçük mülkiyet sahibinin amacının büyük mülkiyet sahibine dönüşmek olduğudur. Dolayısıyla özel mülkiyete dayalı küçük üretimin kapitalist ilişkiler içinde varacağı yer bu ilişkilere (yazarın yakındığı olumsuz sonuçlarına) karşıtlık değil bizzat bunların üretilmesi olacaktır. Bunların dışında özel bir ilişki üretilmesini beklemek, sanmak küçük mülkiyetin doğasını anlamamaktır ve zaten ancak bunu anlamayanlar ona büyük, özel bir misyon biçebilirler. Yazar “halklar tekellere mecbur değildir” diyor, evet değildir de bunun alternatifi de üretici güçlerin gelişimi sonucu aşılmış hem büyük kapitalist üretime hem de onu da aşacak sosyalist üretime hiçbir üstünlüğü bulunmayan küçük üretim değildir. Büyük kapitalist tekelci üretim ondan daha üstün, üretici güçlerin gelişimine koşut bir üretim tarzıyla aşılabilir ki bunun sosyalist üretim olduğu hiçbir Marksist için bilinmez değildir.

“… tarımsal küçük işletme her türlü aşırı istismarla ayakta kalır. Çiftçinin çalışma ve yaşama gücünün aşırı istismarı, hayvanların güç ve kalitesinin aşırı istismarı, toprağın üretici güçlerinin aşırı istismarı…” (age, s. 159) yazarın kutsadığı şey bu istismardır.

“Üretim araçlarının sonsuz parçalanması ve bizzat üreticilerin tecrit olması, insan iş gücünün korkunç israfı, üretim koşullarının gittikçe kötüleşmesi ve üretim araçlarının pahalılaşması küçük toprak mülkiyetinin zorunlu bir yasası”dır. (age, s. 167) Küçük üretimin neden çare olarak savunulamayacağı açıktır.

Bugünün koşullarında emperyalizmin köylüleri (küçük üretimi temsil eden bütün küçük mülk sahiplerini) biteviye daha ağır, yıpratıcı, sefil, aşırı istismara ve sömürüye dayalı bir üretime mahkûm ettiği özellikle bizimki gibi ülkelerde sayısız örnekle, olayla, ilişkiyle ortadadır. Böyle iken yazar sefaletin benimsenmesini bir erdem gibi sunuyor; oysa, yararlandığı kaynaklardan biri olan “Dünya Tarım Tarihi” kitabında bile yazar iddiasının aksini gösteren verileri görebilirdi. “Tarım emeğinin üretkenliğini, yılda çiftçi başına kaç kental tahıl ya da eşdeğer tahıl üretildiğine bakarak ölçebiliriz. Yarım yüzyıldan biraz daha fazla bir süre içerisinde, dünyanın en az rekabet edebilir olan, yani yalnızca el aletleriyle (çapa, bel, kazma, biçki bıçağı, orak…) yapılan tarımıyla, döneminin en iyi rekabet edebilir ve en iyi ekipmana sahip tarımı arasındaki üretkenlik farkının tavan yaptığını görüyoruz. Bu aralık XX. yüzyıl sonunda iki savaş arasındaki dönemde 1’e 10’dan, 1’e 2000’e yükseldi.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 13) “Dünyanın en az üretken tarımıyla (el aletleriyle yapılan tarım) en üretken tarımı (motorlaşmış ve makineleşmiş tarım) arasında yüzyılın başında 1’e 10 olan emek üretkenliği ilişkisi elliye katlanarak günümüzde yaklaşık 1’e 500’e ulaştı.” (age, s. 27)

Bunlara rağmen yazarın iddiasındaki ısrarını bir tür Monilovculuk sayabiliriz. Küçük aile üreticileri kendi yaşamlarında bu iddianın aksini o kadar acımasızca deneyimliyorlar ki yazarın onları kendi düş aleminde ne görüyorsa öyle göstermesine tanıklık etseler bu sefaleti gizleme çabasına öfkelenmekten kendilerini alamayacaklardır.

TOPLUMSAL MÜLKİYETİN ZORUNLULUĞU

“… Afrikalı tarımcıların yaklaşık yüzde 80’i; Asya ve Latin Amerika tarımcılarının yüzde 40-60’ı yalnızca el aletleriyle çalışmaya devam ediyor; aralarından yüzde 15-30’u hayvan çekişli tarım araçlarına ve yüzde 5’ten daha azı da motorlu araçlara sahip. Demek ki modern tarım dünyada henüz yaygınlaşmadı, diğer tarım biçimleri hala egemen ve hâlâ gelişmekte olan ülkelerin aktif nüfusunun çoğunluğunu kapsıyor.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 23) Tarım için yapılan bu kıyaslama sanayi için de yapılırsa benzer bir sonuca ulaşılacak ve küçük üretimin, yaygınlığı nedeniyle egemenliğinden bahsedilecektir. Ancak bu bir yanılgı olur; çünkü büyük ölçekli üretim de aynı şekilde yaygın değildir, belli ülkelerle ve tekellerle sınırlıdır, genelle kıyaslandığında da diğer üretim tarzlarıyla aynı ölçüde-oranda değildir. Gene de bu dünyada kapitalist emperyalist üretimin egemenliğini tartışılır kılan bir durum değildir. Belirleyici olan genel olarak bu üretim biçimi ve ilişkisidir. Mevcut eşitsizlik emperyalist kapitalizmin gelişiminin temel özelliğidir, bunu büyüterek ilerler.

Belirtildiği gibi henüz modern tarım yaygınlaşmış değil ve geri-küçük tarım üretim biçimleri yaygınlığını koruyor. Ancak bunlar nüfusun ihtiyaçlarını tamamıyla, yeterince karşılama konusunda hiçbir bakımdan yeterli olanağa, güce sahip değiller. “…temel gıda maddelerinin uluslararası fiyatı, dünyadaki köylülerin büyük çoğunluğunun kendi emekleriyle yaşamalarını ve üretim araçlarını yenilemelerini yani yatırım yapmalarını ve ilerlemelerini sağlamak için çok düşüktür.” (age, s. 17)

devam edecek…



KİTAP TANITIMI | Türkiye’de Tarım Adlı Kitabın Düşündürdükleri Üzerine


 KİTAP TANITIMI | Türkiye’de Tarım Adlı Kitabın Düşündürdükleri Üzerine
"Esrin Balcı'nın 2023 yılında çıkan “Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye'de Tarım” adlı kitabı da bunlardan biridir. Yazarın bu çalışması belki de ülkemizdeki sosyalist yayınevlerinin külliyatına giren, Türkiye tarımını inceleyen ilk ve tek kitap olabilir"
25 Aralık 2023


Nisan Yayımcılık son yıllarda devrimci mücadelenin cevap aradığı güncel ve genel sorulara dair camiadaki alışkanlıkların ötesine geçen kitaplar çıkartıyor. Esrin Balcı’nın 2023 yılında çıkan “Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım” adlı kitabı da bunlardan biridir. Yazarın bu çalışması belki de ülkemizdeki sosyalist yayınevlerinin külliyatına giren, Türkiye tarımını inceleyen ilk ve tek kitap olabilir.

Kitap 20 yıldan uzun süredir hapishanede bulunan, uzun yıllardır da ağırlaştırılmış müebbet olarak tek kişilik hücrelerde tutulan bir Tutsak Partizan’ın kaleminden çıktı. İçinden geçtiğimiz sürecin hapishanelerde yakın tarihin en sorunlu dönemi olmasının ortaya çıkardığı zorluklar dışında bir de, devrimci basında Türkiye tarımını işleyen kaynak kitapların olmaması nedeniyle kimi zorluklar yaşamıştır. Tüm bunları telafi eden ise kitaba yazarla aynı mekânları paylaşan yoldaşlarının sundukları desteklerdir.
Kitabı okurken yer yer onun kendi alanında bir ilk olmasının ortaya çıkardığı dezavantajlarla da karşılaşıyoruz. Özellikle politik yorumların teknik bilgi aktarımının biraz gerisinde kaldığı dikkatleri çekiyor.
Her makale için özenle derlenmiş tarihi ve teknik bilgiler, politik yorumlarla daha fazla sentezlenebilseydi kitabın okura katkısı daha da artmış olurdu. Belirtme ihtiyacı duyduğumuz bu ufak tefek eksikliklerin, kitabın tarımdaki temel sorunları ışık tutma özelliğinin zayıflamasına yol açmadığını da söylemeliyiz.
Kitapta izlenen tarihsel seyir Osmanlı döneminde 1838 Balta Limanı Antlaşması ile başlayan bağımlılık ilişkilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda 1923 İzmir İktisat Kongresi ile aynı şekilde korunarak yeniden dizayn edilişini tarihsel ve somut kaynaklara dayanarak gösteriyor.
Bunlar ülkedeki pek çok devrimci siyasal yapının ülkedeki bağımlılık ilişkilerinin başlama süreci hakkında yaşadığı ideolojik yanılgıyı tarım boyutu ile kanıtlıyor. Devamında ise, dünyada 20. yüzyıl ve sonrası boyunca değişen pek çok konjonktürel durum, savaşlar ve krizler boyunca bu bağımlılık ilişkilerinin nasıl güçlenerek sürdüğünü önümüze seriyor.
Özellikle 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları ile startı verilen neo-liberal sömürünün tarım kuruluşlarının özelleştirilmesi ve tarımın tam anlamıyla Emperyalist tarım tekellerince ele geçirilmesini günümüze kadarki örnekleri ile anlatıyor. Ayrıca ekolojik-tarım-gıda ilişkisinin önemi ve bu sorunların günümüzde aldığı biçimlerin çeşitli örnekleri kitapta karşımıza çıkıyor.

Sosyo-ekonomik yapı tahlilinin ve buna bağlı devrim program ve stratejilerinin kilit noktasında bu konuların bulunduğuna dair kitap önemli bir çağrı yapmış oluyor.
Özellikle “Neo-liberal süreçle içine girilen dönemde Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısında önemli değişimler olmuş, tarımsal üretim, dağılım, mülkiyet ilişkilerinde, örgütlenme şekillerinde gıda-şirket ilişkisinin egemenliği yarı-feodal yapıyı önemli ölçüde eritmiş, ilişki ağlarını çözmüştür. Küçük aile üretimi sözleşmeli tarım uygulamalarıyla kadim üretim yapısından ciddi boyutta uzaklaştırmıştır” (sayfa 28) ifadeleri her birimizin bu konuya yoğunlaşması gerektiğini hatırlatıyor.
Kitabın işlediği bir diğer konu ise 1950’lerle birlikte, sosyalist ülkeler ve dahil tüm dünyayı etkisi altına almış olan “Yeşil Devrim”dir. Günümüzdeki tarım kaynaklı ekolojik sorunların temelinde bulunan yeşil devrimin doğaya ve besin zincirindeki tüm canlılar gibi insanlara verdiği zararın ortadan kaldırılması için Agro ekolojik yaklaşımın alternatif olabileceğini tartışıyor.
Agroekolojik yaklaşımın ise klasik bir eskiye dönüşle sınırlı kalamayacağını, bu anlamdaki ütopik ve sistem içi çözümlerin yetersiz olacağını anlatıyor. Böylece MLM tarım ve ekoloji programı oluşturulurken, agroekolojik yaklaşımların bu programa uygulanmasının daha kapsamlı araştırma ve incelemeleri gerektirdiğini gösteriyor
Tüm dünyadaki muhalif ve devrimci çevrelerde olduğu gibi ülkemizdeki yaklaşımlarda da ekoloji konusunun bolca lafzı yapılıyor. Ancak bilimsel kriterlere ve özellikle de MLM esaslara uygulanmaksızın eklektik bir yaklaşımla yetiniliyor.
Özellikle de reformist öze dokunulacak derinlikte çalışmalardan pek bahsetmek mümkün değil. Tarım ve gıda bağlantısına yönelinmeksizin de gerekli politik ve stratejik içeriğe ulaşmak mümkün olmayacaktır. Esrin Balcı’nın çalışmasındaki derinlik bizlere, MLM tarzda araştırma-inceleme yapabilmek açısından bu boyutuyla da bir kaynak sunmuş oluyor.
Sınırlı bir içeriğe sahip olan Türkiye Tarımı kitabı elbette sadece bir başlangıçtır. Açtığı kapılarla kitaptaki her başlık bizleri daha kapsamlı çalışmalara yönlendiriyor.
Esrin Balcı tarafından açılmış bu yolu geliştirebiliriz. Kimbilir belki yazar da Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım kitabı ile sınırlı kalmayarak bizleri daha farklı çalışmalarla da buluşturacaktır.
Herkese iyi okumalar.
 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)