7 Eylül 2024 Cumartesi

Parlamenter Ahmaklık



Emekçi sınıfları isyana teşvik edecek ve bağımsız-komünist hattı kuracak birleşik-devrimci bir odak, yalnızca parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtmakla kalmaz. Aynı zamanda proleter devrimci siyaseti de toplum nazarında gerçek bir seçenek hâline getirebilir.

https:gazetepatika22.com/parlamenter-ahmaklik-157461.html


“Genel oy hakkını kullanmak -parlamentoyu değerlendirmek- silahlı devrim çağrısı yapılacak günü belirlemede mükemmel bir ölçüttür.” (1)

(Engels’in Paul Lafargue’ye yazdığı mektuptan)

“Parlamento çalışmaları, bazılarına bakan koltuğu sağlar, bazılarını ise hapishaneye, sürgüne, kürek cezasını çekmeye gönderir.” (2)

(Lenin, Sosyalizm ve Savaş)

Marx-Engels, Lenin ve Mao Zedong bütün siyasal yaşamları boyunca, işçi sınıfının bağımsız-devrimci çizgisini savundular ve bu devrimci çizgiyi savunurlarken, devrimci siyasal hatlarının hem “solu” ile hem de sağıyla mücadele ettiler.

Bilimsel komünizmin ustalarının bu ortaklığı, proleter devrimci iddianın başarısı için istisnasız bir “ayrıntıdır”.

Marx ve Engels bir yandan Gottschalk’a, Weitling’e, Proudhon’a ve Bakunin’e, yani “sol”a karşı mücadele ederken diğer yandan da Lassalle’a, Bernstein’a ve parlamenter ahmaklığa, yani esasen sağcılığa karşı mücadele ettiler.

Lenin Narodnizm’e, boykotçuluğa, maceracılığa, pasif çekimserliğe, “sol-komünizme” karşı mücadele bayrağı açtığı bir ortamda; aynı zamanda ekonomizme, Menşevizm’e, reformculuğa, parlamenter ahmaklığa, yani özünde sağcılığa karşı da amansız bir savaşım yürüttü.

Mao Zedong Uzun Yürüyüş’ten milli kurtuluş devrimine, sosyalist devrimden Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne dek, bu birbirinden ayrı dönemlerin hepsinde, hem Li Lisan ve Wang Ming çizgisiyle, yani “sol” ile hem de Lui Shaoqi ve Deng Şiaoping gibi sağ çizgilerle mücadele etti.

Proleter devrimci iddianın başarısı açısından komünist siyaset içindeki “sola” ve sağa karşı mücadele, burjuvaziye karşı verilen topyekun mücadele kadar önemlidir. En nihayetinde “sol” ve sağ ideolojik sapmalar, proleter devrimci siyaset içinde ortaya çıkmış burjuva fikirlerdir, “karşıt” gibi gözüken ama birbirlerini besleyen “düşman” kardeşlerdir.

Proleter devrimciliğin “sola” ve sağa karşı mücadelesi, bugün de, en az dün olduğu kadar canlı ve yakıcı bir meseledir.

***

Uluslararası devrimci-komünist hareketin yarım asrı aşkındır süren gerilemesi, geçen zaman içerisinde kasvetini daha da ağır hissettiriyor.

Son yarım asırlık süreçte, dünyada ve coğrafyamızda devrimi arayan geçici çıkışlar olsa da, son yarım asra damgasını vuran devrimci bir gelişme yaşanmadı. Bu süreçte çelişmenin yönünü esas olarak uluslararası gericilik belirledi.

Coğrafyamızda, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden 2000 cezaevi katliamlarına uzanan süreçte, proleter devrimci hareketler muntazam olarak zayıflarken, gericilik, zayıflayan devrimci hareketlerin aksine olağanüstü bir biçimde gücünü arttırdı. Özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra oluşan konjonktürde gerici-faşist devlet mekanizmasıyla devrimci hareketler arasındaki güç ilişkisi bütünüyle dengesizleşti.

Süreç; egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı savaşma yeteneklerini muazzam olarak geliştirdiği ancak buna karşı, devrimci hareketlerin eski mücadele yöntemlerinin de işlevsizleştiği ve artık işe yaramadığı bir zeminde ilerledi.

Proleter devrimcilik gelinen aşamada yalnızca fiziksel olarak değil, ideolojik-siyasal olarak da geriledi. Gerileme ve durgunluk dönemlerinde, fiziksel zayıflama ile birlikte ideolojik tasfiyenin/likidasyonun derinleşmesi de anormal bir durum değildir. Ancak bu aşamada önemli olan yeni devrimci yöntemleri ve araçları inşa ederken, bağımsız komünist hattı yeniden kurarken, devrimci hareketleri çürüten ideolojik sapmaları doğru tahlil etmek ve bu doğru tahlile uygun biçimde, ideolojik mücadeleyi hedefli olarak yürütmek esastır.

Bugün proleter devrimci siyaseti “içeriden” çürüten “sol” ve sağ siyasetler mevcuttur. Ancak “sol” ve sağ tasfiyeciliğin komünist çizgiye yönelttiği tehdit eşit değildir.  Güncel olarak, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki proleter devrimci çizgiyi tehdit eden başat tasfiyecilik “sol”dan değil, sağdan yükselmektedir. Geldiğimiz aşamada, birincil tehdit sağ tasfiyeciliktir, “sol” tasfiyecilik bugün talidir.

Özellikle kitle hareketinin gerilediği ve kitlelerle proleter devrimci hareketlerin bağ kurma sorunu yaşadığı bir konjonktürde, asıl tehdidin sağdan gelmesi de şaşırtıcı değildir.

Mao Zedong’un da yalın bir biçimde ifade ettiği gibi, zafer dönemlerinde “sol” sapmaya yenilgi dönemlerinde sağ sapmaya dikkat etmek, bağımsız-komünist hattın başarısı için belirleyici önemdedir. (3)

Günümüz sağ tasfiyeciliği; burjuva yasallığına sıkışan, burjuva seçimleri dışında hiçbir etkinliği olmayan ve hatta yalnızca burjuva muhalefetin çeperlerinde siyaset yapan bir siyasal çizgiyi temsil etmektedir.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da komünist ve demokratik siyaset “burjuva yasallığı” üzerinden, sistematik olarak reformcu bir çizgiye hapsolurken, geleneksel reformist sol ise burjuva muhalefetin organik bir parçasına dönüştü.

***

1848 Devrimleri sonrasında yaptıkları değerlendirmelerde, Marx ve Engels sözünü ettiğimiz bu kadim sağ çizgiye parlamenter ahmaklık ismini verdiler.

Parlamenter ahmaklık Marx ve Engels’in yakasını ömürleri boyunca bırakmadı. Marx ve Engels de proleter devrimciliğe kanser gibi illet olan parlamenter ahmaklığa karşı mücadeleden hiçbir zaman ödün vermediler.

Alman Sosyal Demokratları 1874’te %20 oy aldığında, Engels partinin önderlerini uyardı:

“Birkaç yıla kalmaz, oy hakkını sınırlayacak önlemlerin getirileceği neredeyse kesindir.” (4)

Bismarck Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni 1878’de yasaklayacaktı. Engels, Bismarck’ın yapacaklarını öngördüğü için, “Hepimiz biliyoruz ki, iş oraya vardığında, zora başvurmaksızın hiçbir şey kazanılmaz.” diyerek, partiyi uyardı.

Marx, Bismarck’ın saldırılarına zemin hazırlayan Reichstag tartışmasını yorumlarken, devrimci zor ve parlamenter yoldan toplumsal dönüşüm hakkında daha genel bir değerlendirme yaptı:

“Bir tarihsel gelişim, ancak, o sırada toplumsal iktidarı kullananlar tarafından ilerleyişi zorla engellenmediği sürece ‘barışçıl’ kalabilir.” (5)

Marx ve Engels bu dönem boyunca devrimci zoru yadsıyan ve kitlelerin isyanını esas almayan parlamenter ahmaklığa karşı amansız bir mücadele yükselttiler.

Engels 1884 seçimlerindeki başarıdan sonra Bebel’i şu şekilde uyardı:

“Sonunda kazanılacak sandalye sayısıyla şu anda o kadar ilgilenmiyorum… asıl önemli olan hareketin ilerlemekte olduğunun … (ve) işçilerimizin hükümet ve burjuvazi cephesinden gelen bütün hileleri, tehditleri ve zorbalığı azim, kararlılık ve her şeyden öte hicivle boşa çıkararak yürüdüğü yolun kanıtlanmasıdır.” (6)

Yine Engels 1884’te, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin şiddeti terk etmesi karşılığında üzerindeki yasağın kalkmasının mümkün göründüğü bir sırada, Bebel’e ilkelere sadık kalmayı öğütledi. Engels Bebel’e, “Hiçbir parti, eğer yalan söylemediyse, belli koşullarda silahlı direniş hakkını reddetmemiştir. Bu nihai haktan vazgeçebilen olmamıştır.” dedi. (7)

Erfurt Programı’nı değerlendirirken de Engels, “Komünist toplumun yumuşak, barışçıl bir yoldan kurulabileceği… inancının tamamen yanlış olduğunu kanıtlıyor.” diyerek, devrimci zor meselesinin tayin edici rolünü bir kez daha vurguladı.

Marx ve Engels’e göre burjuva seçimler, partinin devrimci zoru başarıyla kullanması için gereken güçleri toplayabileceği bir araçtı.

En nihayetinde, Marx ve Engels’in siyasal yaşamları boyunca mücadele ettikleri parlamenter ahmaklık, Alman Sosyal Demokratların bünyesinde yayılıp kanserleşti. Bernstein’larla birlikte istikrar kazanan parlamenter ahmaklık, birinci emperyalist savaşın arifesinde sosyal-şovenizme dönüştü.

***

Lenin önderliğindeki Bolşevikler de Marx ve Engels’in bıraktığı yerden proleter devrimci siyaset içinde boy veren sağcılığa, özel olarak da parlamenter ahmaklığa karşı amansız bir mücadele verdiler.

Lenin’e göre Batı Avrupalı partilerin, II. Enternasyonal önderlerinin “sosyalizme ihanet”lerindeki temel etken, burjuva parlamentarizminin ve burjuva yasallığın zorunlu kullanımını fetişleştirmeleri ve kriz anlarında zorunlu olan yasal olmayan örgütlenme ve ajitasyon biçimlerini unutmalarıydı.

Parlamentoyu kullanma meselesini Marx ve Engels gibi taktiksel düzlemde ele alan Lenin, parlamentoyu mücadele biçimlerinin en aşağısı olarak tanımlıyordu. (8) Parlamento mücadelesi kitle mücadelesine bağlı olmalıydı.  

Lenin III. Duma döneminde yazdığı bir mektupta şunları dile getirdi:

“Devrimci sosyal demokrasi, hiçbir koşulda, en ‘ideal’ burjuva demokrasilerinde bile, kendi parlamento grubunu, partinin doğal ikamesi olarak görmez. Böyle bir görüş son derece temelsizdir. Vekillerimizi diplomatlık etsinler diye değil, özel nitelikleri olan bir kürsüden ajitasyon ve propaganda yapsınlar diye, yani belli türde tamamlayıcı bir parti faaliyeti yürütmek amacıyla burjuvaların ve burjuva Kara Yüzlerin arasına yolluyoruz. Bir işçi partisinin parlamento grubu, seçimlerin yapıldığı temel burjuva şartların belli izlerini her zaman üzerinde taşır: Bütünsel olarak partiden daha ‘entelektüel’dir mesela, bu yüzden de parlamento grubunu, asla partinin ‘ikamesi’ gibi göremeyiz. Partinin parlamento grubu genelkurmaydan ziyade yardımcı bir birliğin dalıdır.” (9)

Marx ve Engels’in 1848’den çıkardıkları derslerden anladıkları ve Rusya’nın kendi devrim deneyimleri sonucunda Lenin; seçim ve parlamento arenalarının dışındaki mücadele arenalarının daha belirleyici olduğunu belirleyen bir siyasal hat çizdi.

Lenin süreci daha da anlaşılır hâle getirmek için “Devrimci proletaryanın parlamento-dışı mücadelede parlamento mücadelesinden karşılaştırılmaz biçimde daha güçlü olduğunu, Rusya bağlamında, tamamen doğruluyor.” diyerek, işçi ve köylü kitlelerinin devrimci ayaklanmasının parlamento çalışmasından üstün olduğunu açıkça vurguladı. (10)

Lenin yasal çalışma olanaklarının olduğu dönemlerde küçük burjuvazinin ve entelektüellerin partiye geldiğini, parlamentoya girerek makam elde ettiklerini ve hatta bu makam sahiplerinin partinin yürüttüğü yer altı çalışmasını mahkûm etme çabalarını bizzat yaşadı. Bunların yanında Lenin, devletin partiye operasyon yaptığı dönemlerde küçük burjuvazinin ve entelektüellerin partiden nasıl kaçtığını da gördü.

Partinin yenilgi dönemlerinde yasalcılık/parlamentoculuk, fiili olarak ideolojik tasfiyeciliğe/likidasyona dönüştü. Lenin bu dönemde partinin vekillerinin dikkatini burjuva anayasasının sınırlarına değil, kitlelerin seferber edilmesi ihtiyacına çekti. Lenin, partinin parlamento grubunun işçilerin iradesine bağlı olması gerektiğini vazgeçilmez bir devrimci ilke olarak savundu ve devrimci vekilin görevlerini şu şekilde özetledi:

“Sosyal demokrat parlamento üyelerinin konumlarını, sadece parlamentoda konuşma yapmak için değil, aynı zamanda parlamento dışında yer altı örgütüne ve işçilerin devrimci mücadelesine olası bütün yardımı sağlamak için kullanmaları gerektiği ve bu kitlelerin bizzat, kendi illegal örgütleri aracılığıyla, liderlerinin bu faaliyetlerini denetlemeleri gerektiği açıkça ve alenen ifade edilmelidir.” (11)

Lenin de Marx ve Engels gibi, burjuva parlamentonun kullanılmasını işçi sınıfının bağımsız-komünist hattının geliştirilmesi açısından, taktik bir araç olarak değerlendirdi. Esas olan emekçi kitlelerin isyanıydı, parlamento; kitlelerin devrimci taleplerini duyurmanın ve devrimci zorun kullanılacağı günü tayin etmenin aracıydı. Yer altı çalışması ve devrimci zor yadsınarak ele alınan bir parlamento meselesi, dolaysız bir biçimde reformculuğa ve ideolojik tasfiyeye yol açıyordu.

Komünist Birlik’ten I. Enternasyonal’e, II. Enternasyonal’den Komintern’e ve Bolşevik Partisi’ne uzanan süreçte, proleter devrimcilik defalarca parlamenter ahmaklıkla mücadele içinde sınandı.

Çin’in özgün sınıf mücadelesinden ötürü parlamento hiçbir zaman Çin’deki sınıf savaşımında siyasal bir araç olmadı. Stalin’in çok doğru bir biçimde saptadığı gibi, Çin’de silahlı devrim, silahlı karşı-devrime karşı savaştı. (12)

Mao Zedong’un önderlik ettiği Çin Komünist Partisi’nin sağ sapmalara ve tasfiyeciliğe karşı mücadelesi, Çin’in özgün koşullarında ortaya çıktı. Çin’de sağ sapma; gerek halk savaşında gerek Japon işgaline karşı milli savaşta gerekse de sosyalist iktidar altındaki sınıf savaşımında; burjuvaziye teslim olma, burjuvaziyle ittifakı abartma ya da yeni burjuvazi olma eğilimleriyle kendini gösterdi.

Bu nedenle Marx-Engels’in ve Lenin’in mücadele ettikleri, sağ sapmanın özel biçimi olan parlamenter ahmaklığa karşı mücadelede, Mao Zedong’tan ve Çin pratiğinden ders çıkaracağımız somut bir örnek bulunmamaktadır.

***

Hem tarihsel açıdan hem de güncel olarak, yenilgi döneminin en ağır hasarlarından sağ sapmanın/ tasfiyeciliğin özel biçimi olan parlamenter ahmaklık, komünist hareketin muhtelif kesimlerinde, kanserli bir hücre gibi dolaşıyor ve bütün bünyeyi sarmaya çalışıyor.

Kitleleri hareket ettirme iradesinden yoksun, emekçi kitlelere güvenmeyen, devrimci zoru yadsıyan, orta sınıf reformculuğuna ve komprador burjuvazinin muhalif seksiyonuna teslim olmuş olan sağ tasfiyeci çizgi; yalnızca reformcu-sosyalistleri değil, bütün bir proleter devrimci hareketi, ideolojik olarak hegemonyası altında tutmayı başarıyor.

Son cumhurbaşkanlığı seçimleri ve yerel seçimler değerlendirildiğinde parlamenter ahmaklığın bünyenin geniş bir bölümüne yayıldığı ve metastaz yaptığı görülüyor.

Döneme uygun, yeni yöntem ve araçlarla emekçi sınıflar içinde nüfuz eden; kitleleri belirli bölgelerde- özellikle büyük kentlerin çeperlerinde- devrimci isyana ikna edebilen, parlamentoyu kitlelerin devrimci isyanının bir aracı olarak ele alan ve yalnızca kendi gücüne, emekçi sınıflara dayanarak burjuva parlamentosunu değerlendirmeyi esas alan bir proleter devrimci irade, yaşanan bu tasfiye sürecini sonlandırabilir ve parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtabilir.

Bugün ihtiyaç olan, ne burjuva parlamentonun “sol” bir eğilimle bütünüyle yok sayılmasıdır ne de parlamentonun kutsallaştırılmasıdır.

Burjuva seçimlere katılım, esas olarak daha geniş kitlelere devrimci siyasetleri anlatabilmek ve kitleleri bütünsel bir mücadeleye hazırlayabilmek içindir.

Günün ihtiyacı, emekçi kitlelerin isyan kabiliyetini sabırla geliştirecek ve parlamento aracını da devrim için kullanmayı deneyecek, proleter devrimci bir odağın inşasıdır.

Emekçi sınıfları isyana teşvik edecek ve bağımsız-komünist hattı kuracak birleşik-devrimci bir odak, yalnızca parlamenter ahmaklık ablukasını dağıtmakla kalmaz. Aynı zamanda proleter devrimci siyaseti de toplum nazarında gerçek bir seçenek hâline getirebilir.

İşe, her burjuva seçim öncesi muntazam olarak komprador burjuva muhalefeti destekleme ve burjuva-demokratik siyasetin listelerinden vekil olma refleksi gösteren yapılarla araya net bir mesafe koyup, bu yapıların tasfiyeci çizgisini ideolojik olarak mahkûm ederek başlamakta fayda vardır.

Bağımsız-komünist siyaset, burjuva parlamentoya girecekse burjuva-demokratik ittifak güçlerine de dayanarak değil, emekçi halk içindeki gücüne dayanarak girmelidir. Kendi gücüne dayanmayan, kitlelerin devrimci enerjisi üzerinden yükselmeyen her hareket, burjuva parlamento içinde, burjuva egemenliğin sunduğu olanaklar karşısında, düzen içi bir düzleme savrulmayla karşı karşıya kalmaktadır. Son yirmi yıla bakınca, kitle bağları kopuk bir parlamenter temsilin devrimcileşmediğine dair onlarca örnek bulunduğu görülmektedir.

Proleter devrimci hareket her şeyden önce emekçi halka ve emekçi halk içinde inşa ettiği parlamento dışı mücadele araçlarına güvenmelidir.

Parlamenter ahmaklıktan kurtulmanın da yeni bir devrimci yol açmanın da başka bir çözümü yoktur.

Kaynakça

1-Demokrasi Savaşçıları Marx ve Engels, August H. Nimtz, Ç: Can Saday, sy. 371, Yordam Kitap, 1. Basım, 2012, İstanbul.

2-Sosyalizm ve Savaş, V.İ.Lenin, Ç: N.Solukçu, sy. 37, Sol Yayınları, 7. Basım, 2009, Ankara.

3-Mao Zedung Seçme Eserler-IV, sy. 176, Kaynak Yayınları, 2. Basım, 1993, İstanbul.

4-Demokrasi Savaşçıları Marx ve Engels, August H. Nimtz, Ç: Can Saday, sy. 370, Yordam Kitap, 1. Basım, 2012, İstanbul.

5-Age, sy. 370.

6-Age, sy. 372.

7-Age, sy. 372-373.

8-Lenin’in Seçim Stratejisi-II, August H. Nimtz, Ç: D. Tuna, sy. 74, Yordam Kitap, 1. Basım, 2018, İstanbul.

9-Age, sy. 54.

10-Age, sy. 199.

11-Age, sy. 170.

12-Mao Zedung Seçme Eserler-II, sy. 290, Kaynak Yayınları, 3. Basım, 1992, İstanbul. 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)