29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin “sosyalist” kamuflajlı emperyalist bir devlettir. Kerem Yıldırım

Sosyalist Siyasette Filistin Meselesine Yönelik İdeolojik Sapmalar

Hem emperyalistler arasındaki hem de emperyalist işgale karşı mücadele edenler arasındaki çelişmeleri doğru tahlil ve tasnif etmek, emperyalist kapitalizme karşı komünist seçeneğin güçlenmesi açısından yaşamsaldır.

 Hakikat çelişmedir. Hakikatin çelişmelere dayanması şeyler arasındaki farklara dayanır. Şeyler arasındaki farkların uzlaşmaz hâle gelmesine karşıtlık denir. Diğer bütün çelişmeleri ardından sürükleyen birincil/başat çelişme ise baş çelişmedir. Baş çelişme, karşıtlığa dönüşmüş temel çelişmeyi değiştirmez ancak temel çelişmenin ele alınmasında yön verici niteliğe sahip, çelişmenin özel bir biçimidir.

Sınıflar mücadelesi toplumsallaşma pratiğinin esasıdır. Sınıflar mücadelesi; gerek egemen sınıflar içindeki farklı eğilimlerin mücadelesi gerekse de egemen sınıflar ile ezilen sınıflar arasındaki mücadeleler olarak karşımıza çıkar.

Kapitalizmin dünyalılaşmasıyla birlikte sınıflar mücadelesinin temel çelişkisi burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkidir. Kapitalist ilişkileri ve kapitalist özel mülkiyeti tasfiye edecek sınıf, kapitalistleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan işçi sınıfıdır.

Kapitalizmin yirminci yüzyılın başında tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte, kapitalizmin temel çelişmesi değişmedi ancak Batı’da yükselen emperyalist burjuvazi, dünya genelinde kurduğu sömürü mekanizması sayesinde Batılı işçi sınıfına emperyalist sömürüden “pay” verdi. Bu durum İngiltere’de, Kıta Avrupa’sında ve Kuzey Amerika’da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlığın silikleşmesine neden oldu. Çünkü Batı emperyalist burjuvazisi “içeride” yaşadığı krizi kapitalizmin henüz gelişmediği sömürge ve yarı sömürge coğrafyalara taşıdı.

Krizin dünyanın ezilen coğrafyalarına taşınması uluslararası kapitalizmin temel çelişmesini değiştirmese de, karşıtlığın ve çelişmelerin daha karmaşık bir hâle bürünmesine yol açtı.

Bu karmaşık durumun en önemli başlıklarından biri de ulusal sorundu. Emperyalistleşen Batı burjuvazisi dünya pazarında egemenlik yarışını sürdürürken, sömürülen dünyadaki ulusal baskı siyasetini daha da arttırdı. 1917 Ekim Devrimi Avrupa’nın en geri ülkesinde emperyalist zinciri kırarak emekçi iktidarını kurdu.

Ekim Devrimi’nin en ayırt edici yanı ise Çarlık Rusya’sının ulusal baskı zincirini de kırmasıydı. Devrim, ulusal meseleyi ulusal eşitlik temelinde çözen ve Çarlık dışında yaşayan ezilen uluslara da ilham olan bir iradeyi temsil etti.

Emperyalist baskı ve sömürü ile ezilen dünya arasındaki çelişme baş çelişme hâline geldi. Batı’da silikleşen temel çelişkinin belirginleşmesi de, emperyalizmin zayıf halkalarındaki-ezilen dünyadaki- zincirin kırılmasına bağlıydı.

Sosyalist iktidarlar; Ekim Devrimi’nden Çin Sosyalist Devrimi’ne ve sonrasına uzanan bütün süreçlerde, özellikle Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’na dek, ulusal meselelerin eşitlik temelinde çözülmesinde ve emperyalist işgallere karşı mücadelelerde, büyük ölçüde olumlu bir rol oynadılar. Sosyalist iktidarların etkin olduğu ve ağırlığını hissettirdiği bir dünyada ulusal mesele de devrimci bir siyasal hatta çözüme kavuşma olanağı buldu.

Bu arada şu hakikati de teslim etmek gerekiyor. Siyasal pratik içinde sosyalizmin her türlü ulusal meseleyi sorunsuz çözdüğü iddiasında değiliz. Ancak genel bir yönelim olarak, ulusal hareketler emperyalizme ve ulusal baskıya karşı mücadelelerinde sosyalist iktidarlardan güç alan, emperyalist zinciri kırma noktasında, bugünle kıyaslandığında belirgin bir biçimde emperyalizmle uzlaşmaya uzak bir siyasal eğilim içindeydiler.

Filistin meselesi de bu genel eğilimden muaf değildir. Hatta Filistin meselesini tam da bu tarihsel arka plan eşliğinde konuşmak, hakikati ele alırken boşluk bırakmamanın da güvencesidir.

Filistin meselesi, ikinci emperyalist savaş sonrası “Yahudi sorununun” Batılı emperyalist burjuvazi eliyle Orta Doğu’ya taşınmasıdır. Bu meseleye karşı sosyalist mücadelenin etkin olduğu bir dünyada, özellikle 1970’li yıllarda, İsrail işgalciliğine karşı yürütülen ulusal savaşta kızıl rengin belirginliği şüphesiz bir gerçekti.

Bu gerçeklik sosyalizmin yenilgisi ve emperyalist dünyanın Müslüman coğrafyayı anti-komünist kuşatmasından sonra değişti. Dünün mevcut gerçekliği siyasal özneler açısından bugün zıddına dönüştü. Siyasal özneler açısından durum değişse de, İsrail işgali gerçeği değişmediği gibi, yeni emperyalist paylaşım aşamasında daha da karmaşıklaşan ve kurumsallaşan bir zemine oturdu.

***

Sosyalizmin son yarım asırlık yenilgisi dünya solunda olduğu kadar Türkiye solunda da önemli ideolojik sapmaların oluşmasına yol açtı.

12 Eylül faşist darbesi ve 2000’deki cezaevi katliamları devrimci hareketin yalnızca fiziksel tasfiyesine yol açmadı. Bu tarihsel kırılmalar aynı zamanda ideolojik tasfiyenin de önünü açan olumsuz bir süreç yaşanmasına neden oldu.

Komünistlerin ulusal meseleye ve emperyalist savaşa yaklaşımı da yaşanan ideolojik tasfiye süreçlerinden nasibini aldı. Kitlelerle bağı zayıflayan devrimci hareketler, dünyada komünist bir merkezin olmamasının da yarattığı “kıblesizlikle” sağa ve “sola” savrulan siyasal çizgilere yöneldiler.

Bu savrulmaları Filistin özelinde ele almadan önce, meselenin anlaşılmasını kolaylaştırması açısından başka örneklere de yer vermekte fayda olduğunu düşünüyoruz.

Yakın bir geçmişte olan Rusya emperyalizminin Ukrayna’yı ilhak etmesi çarpıcı bir önektir. Öncelikle NATO’nun Ukrayna’da faşist Zelenski hükümetini destekleyip, Rusya’ya karşı kışkırtması da Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak etmesi de emperyalist savaş emaresidir. Bu savaş NATO ile Rusya emperyalizminin savaşıdır. Tehdit kapasitesi ve saldırganlık eğilimi açısından hâlâ ABD’nin başının çektiği emperyalist blok baş emperyalist bloktur. Ancak Rusya emperyalizmi de yeni ve gelişen emperyalisttir. Komünistlerin görevi baş emperyalistin saldırganlığını esas alıp, karşıdaki yeni emperyalist blokun önemli öznelerinden olan Rusya’ya yedeklenmek değildir. Komünistler için esas olan bağımsız sınıf/komünist siyasetinin korunmasıdır. Ukrayna hem NATO güdümünden hem de Rusya ilhakından kurtulmalıdır. Rusyalı ve Ukraynalı emekçilerin çıkarına olan; emperyalist savaşta taraf olmak değil, her türlü emperyalist tehdide karşı mücadele etmektir.

Benzer durum Filistin için de geçerlidir. Filistin meselesinde burjuva-“laik” bir okuma ile ilerici ve gerici tanımı yapmak, bu okuma üzerinden de Hamas düşmanlığını körüklemek, en nihayetinde dolaylı bir İsrail olumlaması yapmak, düzen içi ve gerici bir tutumdur. Türkiye solunun CHP etkisi altındaki kesimlerinde ve demokratik siyasette bu gerici yaklaşımın izleri vardır. Hatta bu çizgi uluslar arası konumlanma açısından baş emperyalizmi ve işgali dolaylı olumlamasından ötürü karşı devrimci bir niteliğe de sahiptir. Bu nedenle Filistin meselesindeki hatalı yaklaşımların en tehlikelisidir.

Hamas, Filistin iç siyaseti açısından gerici bir burjuva partisidir. Anti-komünist “yeşil kuşak” tedrisatının ürünüdür, kadın düşmanıdır, uzlaşmacıdır. Ancak İsrail işgaline karşı mücadelesi ileri ve demokratik niteliktedir. Bu konuda esas olan İsrail işgalinin gayri meşruluğudur. Batılı emperyalist bloğun hamiliğinde Filistin’i işgal eden İsrail haksızdır. İsrail işgaline direnen bütün Filistinli siyasal güçler haklı ve meşrudur. Çünkü Filistin’deki baş çelişme İsrail işgali ile işgale karşı direnen güçler arasındadır.

Bir başka yanlış çizgi ise Hamasçılıktır, Hamas’ın İsrail tarafından öldürülen liderini “şehit” olarak kabul etmektir. Öznelerinin ideolojik-sınıfsal pozisyonu yadsınarak ele alınan bir ulusal hareket değerlendirmesi, komünistleri burjuvazinin kuyruğuna takar. Komünistler Filistin’in işgaline karşı direnen bütün işgal karşıtı güçleri meşru görürken, bu güçlerin ideolojik-sınıfsal aidiyetlerini göz ardı edemezler. Bu tutum esasen bağımsız komünist hattın hiçleşmesine, ideolojik tasfiyeye yol açar. Hamas’ın işgal koşulları altındaki çift karakterli ideolojik rolü gözden kaçırılmamalıdır. Hamas ideolojik-sınıfsal aidiyetleri gereği İsrail işgaline karşı göreli ileri, Filistin iç siyasetinde ise gerici bir pozisyondadır.

Bugün pek görünür olmasa da, Filistin meselesinde bir başka yanlış çizgi de, Filistin direnişine yönelik yeni emperyalist bloğun olumlanmasıdır. Bu yanlış ve tasfiyeci çizgi özetle; Batı emperyalist bloğuna ve İsrail işgaline karşı Çin sosyal-emperyalizminin başını çektiği yeni emperyalist bloğu hoş görerek, ABD emperyalizmine karşı Çin’i destekliyor.

Bugün Filistin meselesinin güncel anlamı, yeni emperyalist savaşın düello alanlarından da birine dönüşüyor olmasıdır.

Çin “sosyalist” kamuflajlı emperyalist bir devlettir.

Çin hammadde ve enerji tedarikini karşılamak için hem Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’ya hem de Avrupa ve Avustralya’ya büyük yatırımlar yaptı. Keza Çin, 2017 yılında ABD’yi geride bırakarak en büyük ham petrol ihracatçısı konumuna yükseldi.

1990 yılından beri yayınlanan ve elde edilen gelirlere göre dünyanın en büyük 500 şirketinin listelendiği Fortune 500’ün verilerine göre, listeye giren Çinli şirket sayısı ABD’li şirket sayısını geçtiğimiz üç senede geride bıraktı.

Çin’in Orta Doğu yatırımları her geçen gün artıyor, Çin devleti geçen mayıs ayında ise Orta Doğu’ya altı savaş gemisi konuşlandırdı.

Özetle, güncel açıdan Filistin meselesi aynı zamanda ABD emperyalizmi ile Çin sosyal-emperyalizmi yarışı açısından bir muhabere alanı olma niteliği de taşıyor.

Filistin meselesi üzerinden Çin’in olumlanmasının sinsi ve tehlikeli boyutu ise Çin devleti tarafından beslenen bazı “sol” çevrelerin, Çin sosyal-emperyalizmini “sosyalist” olarak pazarlamasıdır.

Bu açıdan da bağımsız komünist hatta ısrar etmek ve emperyalistler arası paylaşım kavgasına değil emperyalist savaşa/işgale karşı taraf olmak, komünist siyaset açısından asli ideolojik ilkedir.

Ele alacağımız son yanlış çizgi ise İsrail işgaline karşı Filistin ulusal davasını haklı görüp, Kürdistan’daki işgale karşı sessiz kalan çizgidir. Filistin ulusunun işgale karşı tutumu ne kadar haklı ise, Kürt ulusunun da işgale ve ilhaka karşı ulusal eşitlik mücadelesi o denli haklıdır. Filistin ulusal davasının yanında tavır almaktan çekinmeyenler, Kürt meselesinde dolaylı olarak Türk burjuva devletinin yanında konumlanıyorlar. Bu çizgi sosyal-şovenist çizgidir ve ideolojik tasfiyeciliğin de en katmerli biçimidir.

Komünistler; Kürt ulusal sorununa üşüşen emperyalistlerden de uzlaşmacı ulusal dinamikten de bağımsız bir komünist hatta ve uzlaşmaz bir devrimci çizgide ısrar etmelidir.

Son tahlilde; emperyalist işgalleri koşulsuz bir biçimde haksız görmekle, emperyalist işgallere ve ilhaklara karşı direnen siyasal güçleri haklı görmekle işgale karşı direnen burjuva siyasal öznelere yedeklenmek birbirine karşıt iki çizgiyi temsil etmektedir.

Her türlü emperyalist işgal ve ulusal baskı gayri meşrudur. İşgale karşı direnen bütün siyasetler haklıdır.

Baş emperyalist bloğa karşı çıkarken yeni gelişen emperyalist bloğu olumlamak komünist hattan, işçi sınıfının devrimci çizgisinden ideolojik sapmadır, tasfiyeciliktir.

İşgale karşı mücadele eden uzlaşmacı-burjuva özneleri koşulsuz sahiplenerek, bağımsız komünist hattın yadsınması da ideolojik sapmadır, tasfiyeciliktir.

Hem emperyalistler arasındaki hem de emperyalist işgale karşı mücadele edenler arasındaki çelişmeleri doğru tahlil ve tasnif etmek, emperyalist kapitalizme karşı komünist seçeneğin güçlenmesi açısından yaşamsaldır.

Bir yandan emperyalist işgale karşı en geniş birleşik cepheyi savunacağız, diğer yandan da anti-emperyalizmin en tutarlı formu olan komünist siyasetin bağımsız hattını inşa edeceğiz. Emperyalist işgale ve ulusal soruna karşı güncel komünist görev budur.

 https://gazetepatika22.com/sosyalist-siyasette-filistin-meselesine-yonelik-ideolojik-sapmalar-157268.html

 

27 Ağustos 2024 Salı

OYA AÇAN | Cemil Oka: Çocukluğumun Duru Damlası_27 Ağustos 2024

"Onu tanıyan her birimiz kısacık da olsa, küçücük bir parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup tanımayanlara ulaşacağız. Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız hayalinizde o güzelim yüzünü."

 Onu hep güzelim mavi gözleri ve hüzünlü duruşuyla hatırlıyorum. Sarıya çalan kumral saçları ve pek gülmeyen, bağırıp çağırmayan sakin ve ağırbaşlı haliyle biz şamatacı “kara kafa”lar içinde nazar boncuğu gibiydi.

O köy irisi nahiyenin derme çatma ilkokulunda sıra arkadaşımdı Cemil, başka bir alemden aramıza düşmüş gibiydi… Yıllar sonra 27 Ağustos 1977’te faşizmle girdiği çatışmadaki militan öne atılışıyla başka bir dünyanın insanı olduğunu bir kez daha kanıtladı; içimizi kanatarak, ruhumuzu coşturarak…

İlkokulun 4. ve 5. sınıflarını birlikte okuduk. Semiha öğretmendi o iki yılda da öğretmenimiz. Semiha Kılıç, o da bir subay eşiydi. Erzurum’un Kandilli kasabasında beş sınıflı Güvenç İlkokulu, subay çocuklarını da köy çocuklarını da ‘eğitim-öğretim’ adına barındırıyordu. Kerpiç bir binaydı, soğuktu ama okul soğukluğunu hiç hissettirmedi bize.

Cemil sıra arkadaşım mıydı pek hatırlamıyorum, büyük ihtimal öyleydi. Çünkü subay çocukları subay çocuklarıyla, köylü çocukları köylüleriyle otururlardı genellikle: Aynılar aynı yerde! Çocuk aklımızın bile sezebildiği bu sınıfsal ve toplumsal ayrım hiç hoşumuza gitmezdi. Teneffüslerde hep köylerden gelen çocuklarla oynadığımızı hatırlıyorum.

Bu sanki bir lütufmuş gibi onlar da bunu ödüllendirirlerdi sık sık. Köyden lavaş ekmek ve çökelekleri bir öğretmenlere bir de ikimize getirirlerdi. Cemil’de, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ayrımcı ve ötekileştirici tabiatına isyanın ilk filizleri sanırım o yıllarda atılmıştı. Kavraması, çözümlemesi ve safını belirlemesi ise daha sonraki yıllara kalmıştı. Sınıfını ve onun olanaklarını reddetmiş, inandığı değerler ve idealler için varolma yolunu seçmişti.

Kar yağdığında -Erzurum’un karı meşhurdur- okulun bahçesi çamur içinde kalırdı. Garnizon binalarının önleri, subay lojmanlarının çevresi, garaj ve askeri depoların girişleri metrelerce kar olurdu. Saatler boyunca kar küreyen erlerin hissizleşmiş ellerini hala hatırlarım. Yirmili yaşlarda 40 yaşında gösteren köy yoksullarının elleri… Damarlı, nasırlı, bezgin. Annemizin bize yaptığı gibi koynumuza sokup ısıtmak isterdik, yapamazdık. Erler, kelimenin gerçek anlamıyla köleydiler, ordunun ve subayların her türlü işini, angaryasını onlar omuzlardı.

Karlar erimeye başladığında, orada burada henüz erimemiş karları herkesten önce kapmak için sonu gelmez bir koşuşturmaca başlardı aramızda, çamurlar içinde debelenirdik. O bana göre daha “apartman çocuğu” denebilecek bir yapıdaydı, narindi, duyarlıydı. Ben yanlış bir cinsiyetle doğmuş gibiydim. İkimiz farklı bedenlerde varolsaydık sanki doğanın dengesine daha uygun olurdu…

Sık sık hastalanırdı, ödevlerini ben götürürdüm. O ödevleri defterine çekerken ben de o gün sınıfta olanları anlatırdım. Merakla dinlerdi. Annesi kurabiye yapmış olur, bir yandan atıştırır bir yandan sohbet ederdik. Kardeşlerine dair hiçbir iz kalmamış zihnimde…

 Cemil’in babası da benim babam gibi subaydı. Onun babası Nazif Oka[1], çelik pırıltılı gözleri, kapalı ince dudakları ve azametli duruşuyla gelecekte nasıl lanetli bir rol oynayacağını adeta hayal edebileceğiniz bir kurmay subaydı. Çocuk aklım ve duygularımla o zamanlar da sevmezdim onu ama sonraları nefret eder oldum. O bizim sınıf düşmanımızdı, bunu yaşamıyla ortaya koydu.

Cemil’i kaybettiğimizi öğrendiğimde müthiş sarsıldım. Onun devrimci olduğunu bile bilmiyordum. Babalarımız birer yıl arayla Ankara’ya tayin olmuştu ve birkaç kez görüşmüştük sadece… Hani insana bir baş ağrısı musallat olur ya hüzünden ya da coşkudan… İşte ikisini birlikte yaşadım. Gözyaşlarım sadece onu yitirmiş olmanın üzüntüsüyle boşanmadı, aynı zamanda büyük bir gurur ve coşku da duydum…

Cemil, İstanbul Okmeydanı’nda bir kamulaştırma eylemi sırasında polisle girdiği çatışmada yaralanmasına rağmen çemberi yarıp izini kaybettirmeyi başarmıştı. Parayı yoldaşlarına ulaştırmış. Göztepe’de tedavi olduğu evi tespit eden ve başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı faşistlerin bulunduğu, polislerin “Teslim ol!” çağrılarına silahıyla yanıt vermiş. Uğur Gür’ü yaralamış fakat kendisi de yeniden yaralanmış. Daha sonra içeri giren polisler onu oracıkta katletmişler…

Her gün yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı faşist namlularla yolda, belde, izde, işkencede toprağa verdiğimiz Türkiye’nin o günkü ortamında bu olağandı. Bana hâlâ şaşırtıcı gelen, has bir burjuva, yeminli bir devlet elemanı ve gözünü iktidar hırsı bürümüş Nazif Oka gibi bir babanın evladı olup da sosyalizm davası uğruna bu yiğitleşme, bu yüceleşmedir.

O andan başlayarak, birbirimizden koptuktan sonra neler yaşadığını, nasıl şekillendiğini, böyle gözüpek bir askeri komutan olmak için nelerden beslendiğini hep merak etmişimdir. Keşke bir süreliğine de olsa doğrulup bana bunları anlatabilse…

Ruhunu burjuva devlete satmış Nazif Oka, oğlunun cenazesini almaya bile gitmedi. Cemil’in fotoğraflarını evin her yanından kaldırttı. Uzun yıllar sözünü ettirmediğini öğrendik. Ne yapsa boşuna! Onu tanıyan her birimiz kısacık da olsa, küçücük bir parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup tanımayanlara ulaşacağız. Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız hayalinizde o güzelim yüzünü. Hiç unutmayasınız diye…

Dipnot:[1] Nazif Oka, Elazığ, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş illeri Sıkıyönetim Komutanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra HEMA yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.

(sendika.org – 27 Ağustos 2024)

 

26 Ağustos 2024 Pazartesi

ANOKRONİZM NEDİR? ANOKRONİZMİN TÜRKİYE’DE TARİH OKUMASI VE SOL BİLİNÇ ÜZERINDEKİ TEZAHÜRLERİ_26 Ağustos 2024

“1- Değişik çağları birbirine karıştırma, bir olayın çağıyla ilgili yanılma; örneğin Fatih’in Papa’yla telefonla görüştürülmesi bir anakronizmdir.”

“2- Çağdaşlığa, çağdaş yaşama ayak uyduramama, günü geçmiş törelere bağlılık.” (TDK’den alıntı)

Bu noktada tarih disiplininin bilim dalını bir gözden geçirelim ve üzerine bir açıklama ve analiz ile doğruya bir yol almaya çalışalım.

Buna göre tarih disiplini ve gelişmelerini birde yaşanmışlıklarla ele alalım. Eğer birincil kaynaklara dayandırılmıyorsa, ortaya konan bu çalışmanın roman gibi, kurgusal bir içerikten farkı kalmaz. Birincil kaynaklara dayandırılmayan eserleri referans alan yorumlarsa farklı kulvarlara kayabilir ve genelde günümüzde sömürücü devletlerin egemenine uygun değerlendirilir. Anakronizm etkili olduğu toplumlar ise genelde gericiliğe yelken açarlar ve benliğini kendine has yanlış gelişen kültürlerle donatırlar.

Türkiye’de Türk toplumu da (Daha doğrusu Türkleşen toplum) bu noktada kültürel bir yığınla hatalı ve yanlış gelişmiştir:

– Paylaşım ve sınıf mücadelesi…

– Ezilen ulus ve azınlıklara yaklaşımı…

– Azınlık ve ezilen inançlara bakışı…

– Soykırım ve katliamlara yaklaşımı…

– Farklı dillere davranışı…

– Devlete, hükümete ve partilere biçtiği roller…

Tarihsel gelişmeler ve yaşanmışlıklara bakış açıları Anakronizm etkili olarak gelişmiştir. Mütosları ile sahte bir tarih ile sürekli övünüp durulur ve yeni kuşaklara da hep yanlış aktarılır. Anakronist kişi, nesne veya olayların kendi gerçek zaman ve mekanlarından kopartılıp farklı bir çerçeveye oturtulmasını sağlar devlet aklı olarak.

Anakronizm; edebiyatta kasıtlı olarak abartı, propaganda, komedi veya şok amacıyla da kullanılıyor. Devlet medyası destekli yazar, sanatçı veya icracı; teknoloji, terminoloji ve dil; gelenek ve tutumlar ve hatta farklı tarihsel dönemler arasında günümüzde Burjuvazinin çıkarına gelen bir sahte gündemlerle sahte tarihler yaratılır.

Özellikle Kurtuluş Savaşı, devlet oluşumu, ekonomik gelişmeler ve bunlara bağlı siyasetçileri de halka farklı yansıtarak yanlış bir tarihle sahte kahramanlar yaratmış durumdalar.

Soykırımlarla başlayan ve İngiliz emperyalizminin desteğiyle oluşturdukları tarihten bugüne her alanı yalan dolan bir süreç işlettiler, devlet militarizmine ve baskısına uğramamak için.

Sömürülenler sömürmediğini, inanmayanlar inandıklarını, devleti bilmeyenler devletçi olduklarını, farklı dil konuşanlar sırf Türkçe bildiklerini ve Türk olmayanların Türk olduğunu kanıtlama durumu şu an mevcut.

Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Çerkezler vb.leri kripto bir yaşamla, Kürtler ise din ve inançlar üzerinden kardeşliği sağlama durumu ile, Aleviler Müslümanlığın özü ispatı uğrayışıyla, devletli yer edinme durumunda.

Anakronizm, bir kere bir toplumda etkili oldu mu hükümeti de muhalefeti de onun çerçevesinden çıkması çok güç bir hal alıyor ve sistemin dişlisi olmaktan çıkamıyor maalesef.

İlerici bölgelerde ileri ve gerici bölgelerde geri yöntemler faşizan saldırılarla hep geliştirilmekte.

Feodalizm ve vahşi kapitalizm döneminde kurulan devrik TC devletinin hata, eksik ve sömürülerini genelde Komünistler sanatta, kültürde ve mücadelelerle eleştirmiş ve karşı koydukları için hapis, işkence, katliam ve katliama en çokta onlar uğramıştır ülkede. Tüm ileri olan şiir, edebiyat, sanat ve siyasette genelde Komünistler sayesinde gelişmiştir. Anakronik yöntem ve araçlarla kendi ne idiği belli olmayan burjuvaları kahramanlaştırırken, komünistleri ise korkulacak düşman kişilikleri olarak halka lanse ettirip kabullendirdiler de maalesef.

Oysa ilerici halkın ve kamillerimizin gözünde tarih çok farklı anlatılıyor: “Bu topraklarda mimarinin, ticaretin, paylaşımın, dillerin ve inançların kutsallığı, farklılığın bir zenginlik olduğu; toprağın ve tüm canlıların değeri, tarihsel gelişmeler çok farklı olduğudur. Kahramanlığın güçte değil, sevgiden ve hoş görüden geçtiğidir. Yiğitliğin ezileni ve yoksulu korumaktan geçtiğidir. Halkların birliğinin ve kardeşliğinin kutsal olduğu gerçekliği ve mücadelesinin gerçek tarihsel gelişmeler olmasının altını çiziyorlar.”

Anokronizmin bir diğer tezahürü de sol, sosyalist, devrimci çevreler de, güncel politik inşa süreçlerinin mimarı olarak, sıklıkla göreve çağrıldığı bir çok durum da görülmelidir. Duygu, düşün, ideolojik, politik örgütsel pratikte, bunların belirlediği yönelim de geçmiş tarihle hiç bir konvansiyonel/ organik bağı olmayan bir çok politik öznenin anokronizm eliyle geçmiş anlatı ve bunu tamamlayan kimi sembollerle günü kurtarmaya çalışmaları bunun en somut görünür halidir.

Güncel siyasetin sistem içi üretim ve tüketimin de giderek tekleşen, reel politik içinde bir birine karışarak bir birine dönüşen politik yapıların, kullandıkları sembol dil ve onun konuşturduğu geçmiş hafıza anlatısı, her bir yapının konsilide ettiği tabanı üzerinde geçmişi bugünle bağlayan adeta bir tür ilizyona dönüştürmektedir.

Kaypakkaya geleneğinin kimi parçaları da dahil, bir bütün olarak 72 devrimci kopuşunu kendisine referans alan politik kesimlerin, geçmişle geriye düşen bir kopuşla, çıkış öncesi sistemsel çerçevede ki bir pratikte aynılaşmaları, anokronizm eliyle “şanlı geçmiş”in bugüne bakışı çarpıtan, onu kendi çıplak gerçekliği içinde görülmesini engelleyen manipülasyonla paralel her bir yapının “kemikleşmiş” kitlesini sorgulamayan, salt tabi olan bir yerden kendisinde tutmaya devam etmesini sağlamaktadır.

Bu politik kesimlerin, geçmiş anlatı ve onunla örtüşen sembollerini çıkardığınız da geriye kalan “bakiye”nin “aslın da yok bir birinden farkları” diyen bir hakikatle ortaklaştıkları, güncel güçten ve çaptan düşmüş “cüsseleri”nin geçmişin devrimci “ruhuyla” ikame edildiği rahatlıkla görülecektir.

Ne ki, anokronizmin güncelle tarihi, olması gerekenle olanı bir birine dolayarak insan zihnin de yarattığı “sahte gerçek” dün’le yarın’ı “bugün”le bölenlerin dilinde, gerçek tarihsel bağlamıyla alakasız bir yerde duran “dün bizimdi, gün bizimdir, yarın da bizim olacak” sloganıyla gerçeği “şanlı anlatı ve iddia” sihiriyle gizlemeyi başarmaktadır.

Sonuç olarak uzun bir zamandır uzak durulan, el sürülmeyen felsefe alanın da ideolojik perspektif ve doğru tarihsel rotayla yeniden bilincin kollarını sıvayıp mesaiye koyulması gelinen yerde daha fazla ertelenmeyecek kadar elzem bir yerde duruyor.

Kedilerin miyav seslerini, aslan kükreyişi olarak duyurmalarına düşünsel ayar oluşturan tüm tarih, anlatı ve bilinç çarpıklıklarına son verecek tarihsel maddeci diyalektik dünya görüşünün post modern tarih sökümünü durduracak ideolojik tahkimat da burdan yapılacak kazıyla sağlanacaktır.

Bir bütün olarak yeni gelişmeleri, eski doğrular üzerinden çözümlere kavuşturmak diyalektiğe uymayabilir. Kendisini yenileyemeyenin, toplumu yenilemeside pek imkanlı olmaz. Toplumsal muhalefet anın sorunlarını, gelecek vizyonlarıyla ve reel yapılanmalarıyla ancak materiyel niteliğe bürünür.

Geçmişi doğru analiz etmeyen tezler, ancak antiteze teslim olur ve sentezler hükmünü bulamaz.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi kapitalizmi ve emperyalizmi hedefleyen burjuvazisi, anakronizm tarihi yaratarak gerçek tarihi çarpıtarak kamuya kabullendirdi.

İbrahim Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu beş temel belge bu noktada en ciddi teorik itirazdı ve halen bir çok konu noktasında ciddi itirazlara muhtaç durum mevcut.

Ezilen toplumu anakronizm hastalığından, sömürü ve talan siyasetinden kurtarmak, ancak ciddi planlı örgütsel bir sınıf partisinin, doğru kadrolarla ve doğru perspektiflerle, başaracağı gerçekliği söz konusu.

https://www.devrimcidemokrasi3.org/anokronizm-nedir-anokronizmin-turkiyede-tarih-okumasi-ve-sol-bilinc-uzerinde-ki-tezahurleri/


 


 

KADINLARIN BİRLİĞİ | Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -1-2

Emperyalistler arası çelişkiler derinleştikçe, ekonomik kriz ağırlaştıkça vb. bu sistemin sarıldığı en temel dayanaklardan birinin ırkçılık-faşizm olduğunu biliyoruz. Zira bunun, sistemin alametifarikalarından biri olduğunu birçok -acı- deneyimiyle elbette biliyoruz. Şu anda yine tam da böyle zamanlardan geçtiğimizi söylüyoruz.

 Bu tehlikeye dair önlemler almaktan bahsediyoruz, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişini izlerken, Avrupa Parlamentosu’ndan çeşitli Avrupa ülkelerinin kendi seçimlerine odaklarımızı çeviriyoruz vs.

Ancak bir izleyici olmaktan öteye geçerek meseleye daha yakından ve elbette (köşemizin formatına uygun olarak) kadınlar cephesinden bakmalıyız. Zira faşizmin, ırkçılığın, emperyalist bir savaşın vs. en çok da kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik nasıl bir yıkım olduğu genel doğrusunu söylerken, yükselen ırkçı-faşist hareketlerin nasıl da yaygın bir şekilde kadınları içerdiğini, peşine takabildiğini görmezden gelebiliyoruz.

Hatta kadınların ve LGBTİ+ların “doğası gereği” sanki ırkçılığa-faşizme karşı olması gerektiği gibi önyargılar dahi “sol” kesimde yaygın bir kanıdır. Kadınların bu hareketler içindeki etkinliğini görmezden gelen, tarihten öğrenmeyen, meseleye yüzeysel bakan (faşizm kadınlar için yıkımsa kadınlar faşizme karşı olmalıdır gibi anti-bilimsel yaklaşımlar gibi) anlayışlar zehirli bir yılan gibi faşizmin kadınlar içindeki yayılımını da görmezler elbette.

Tarihten öğrenmek derken, örneğin Adolf Hitler’in etrafındaki güçlü kadın figürlerinin, Nazi rejiminin ve Hitler’in ideolojik ve kişisel çevresinde önemli roller oynadığını unutmamak gerekir. Bu kadınlar, genellikle propagandada, ideolojinin yayılmasında veya kişisel ilişkilerde etkili olmuşlardı.

Örneğin, Berlin’in düşmesinden bir gün önce, 29 Nisan 1945’te Hitler ile evlenen ve ertesi gün onunla birlikte intihar eden Eva Braun’u, savaşı kaybettiklerinde altı çocuğunu ve kendisini öldürerek Nazi ideolojisine olan bağlılığını gösteren Magda Göbbels’i, Hitler’in propaganda filmlerinin yönetmeni olarak ün kazanan Leni Riefenstahl’ı, Nazi rejiminin kültürel politikalarında önemli katkılarda bulunan Winifred Wagne’ı, Nazi partisi üyelerinin yüzde 40’ını oluşturan Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği’ni, onun kurucusu-lideri Gertrud Scholtz-Klink’i, Mussolini’nin yakın çevresinde yer alan etkili bir kadın ve onun sanat danışmanı olan Margherita Sarfatti’yi, Angelica Balabanoff’u ve Hitler ve Mussolini’nin peşinden giden milyonlarca kadını görmezden gelerek ya da kandırılmış olduklarını düşünerek bir değerlendirme yapmak hem tarihe, hem bilime hem de kadınları özne gören bakış açısına son derece terstir.

Tarihi bir yana koysak dahi, bugün özellikle Avrupa’da ırkçı-faşist partilerin yönetim kademelerindeki kadınları da görmezden gelemeyiz, değil mi? O zaman daha derinlikli bir bakış açısına, kadınların neden bu partilerde yer aldığı sorusunu yanıtlayan bir perspektife ihtiyacımız mevcuttur.

Baştan belirtmek gerekir ki, bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor. Geleneksel “değerlerin” korunması ve ailenin rolünden, güvenlik ve düzen ihtiyacına, eğitim ve bilinç seviyesinden, kadına atfedilen sadakat, fedakarlık gibi toplumsal cinsiyete dayalı özelliklerin bu partiler tarafından yoğun bir şekilde kullanılmasına kadar bir dizi faktörden bahsedebiliriz.

Diğer yandan ırkçı-faşist partilerin, halkın anlayabileceği basit sloganlarla (Büyük Almanya, Büyük İtalya, Güçlü, Büyük ve Yeni Osmanlı) duygulara hitap edebilmesi, dünya çapında devrimci, komünist mücadelenin geri çekilmiş olması, savaş ve ekonomik kriz nedeniyle yoğun bir göç-mülteci akınının yaşanması ve bunun ortaya çıkardığı ve ırkçı propagandayla beslenen “güvenlik” sorunu, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte büyüyen geçim derdi vb. argümanlar, bu parti ve örgütlerin temel argümanlarını oluşturmakta ve bir karşılık da bulmakta.

Bu meselenin ayrıntısına bir sonraki bölümde devam edeceğiz…

(Devam edecek)

Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -2-

 

Son yıllarda, emperyalist savaş tehlikesinin zemininin güçlenmesine paralel, dünya genelinde ırkçı hareketlerin ve partilerin dikkat çekici boyutta güçlendiğine vurgu yapmış, bu yükselişin, sadece belirli demografik gruplarla sınırlı kalmadığını, kadınları da içine aldığını gördüğümüzü ifade etmiştik.

Peki, kadınlar neden bu tür hareketlere katılıyor? Bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor.

İlk olarak, geleneksel değerlerin korunması ve aile rolü üzerinde durmak gerekiyor. Irkçı partiler (en klasikleri olan Hitler ve Mussolini’nin kadınlara yönelik propagandalarında da görüldüğü üzere), politik platformlarını sıklıkla aile ve geleneksel değerler üzerine inşa ederler. Bu tür partiler, toplumsal düzenin korunması gerektiğini ve bu düzenin temelinin aile olduğunu savunur.


Zira, aile, toplumsal cinsiyet rollerinin en belirgin şekilde yaşandığı ve öğretildiği yerdir ve kadınlar (çoğunlukla), annelik ve ev içi rollerle özdeşleştirildikleri için, aile ve geleneksel değerlerin korunmasını kendileri ve toplumları için hayati görürler.

Toplumsal kurtuluş ve dolayısıyla kadınların özgürlük mücadelesinin “derin” ve “bilinmeyen” sularına dalmaktansa, statükoyu koruduğunu söyleyen ırkçı partilerin “güvenli” ve “bildik” limanları toplumsal cinsiyet rollerinin şekillendirdiği kadınlar için daha tercih edilebilir bir durum yaratır/yaratabilir.

Diğer yandan ırkçı partiler, yabancı düşmanlığı ve göç karşıtlığı üzerinden aile kurumunun tehdit altında olduğunu iddia ederken, göçmenler ve farklı kültürel grupların varlığı, bu partilerin retoriğinde aile yapısının bozulması ve geleneksel değerlerin erozyona uğraması olarak gösterilir.

Irkçı partilerin söylemleriyle büyütülen bu yapay tehdit algısı, “ailesinin ve özellikle de çocuklarının” korunmasını en önemli görevi olarak kabul eden/ettirilen kadınlar üzerinde güçlü bir etki oluşturabilmektedir.

Dikkat edilirse, ırkçı partilerin genellikle kadınların ekonomik ve sosyal statüsünü iyileştirecek politikalar önermediği rahatlıkla görülebilir. Çünkü, milyonlarca kadın ailelerini ve değerlerini koruma içgüdüsüyle, ekonomik vaatlerden ziyade ideolojik söylemlere odaklanmakta, bu da ırkçı partilerin kadınların tam anlamıyla boyun eğdirme, köleleştirme politikalarına desteği ortaya çıkarmaktadır.

Kadınlar ayrıca ekonomik krizin boyutlanarak uluslararası boyutlara ulaştığı ve bir savaşa yol açma ihtimalinin belirdiği koşullarda, yani belirsizlik dönemlerinde mevcut düzenin korunması için daha muhafazakar ve korumacı bir tutum sergileyebilir.

Diğer yandan, ırkçı-faşist parti ve gruplar, propagandalarını inşa ettikleri, alabildiğine basit ifadelerle ve sunduğu doğrudan çözüm yöntemleriyle geniş ve yoksul halk kitleleri içinde kolaylıkla kitleselleşebilmekte.

Pandemi döneminde oluşan belirsizlik, kaygı, gelecek endişesi vb. ortamda ırkçı-faşist partilerin özellikle Avrupa’da “aşı karşıtlığı” üzerinden geliştirdikleri hareketlilik bu duruma en iyi örneklerden biri olsa gerek. Hatırlanacağı gibi ırkçılar bunu yaparken kendisine “sol” diyen birçok kesim ise “zorunlu aşı”yı yani “devletin, insanların vücuduna zorla, yani iradesi dışında müdahalesini” savunuyordu!!!

Bir diğer nokta, kadınların erkeklere oranla televizyonla ilişkisinin daha yoğun olması, televizyon kanallarının prime time’larının özellikle kadınları ideolojik olarak şekillendirme ve sistemin ihtiyaçlarına göre rollerini-görevlerini kavratmada önemli bir işlev üstlendiğine de vurgu yapmalıyız.

Sosyal medya ama daha çok da televizyon gibi daha kolay ve dünyanın hemen her yerinden ulaşılabilir olan alanın ırkçı-faşist propaganda için etkili bir şekilde kullanılması da kadınların bu propagandaya maruz kalma ve etkilenme oranını yükselten bir başka faktör olarak sayılabilir.

Ataerkil yapının, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yaşama geçirdiği toplumsal cinsiyet rollerini doğru bir şekilde değerlendirmenin önemine burada bir vurgu yapmadan geçemeyiz.

Kadını tanımlayan, “fedakar, sadık, barışçıl, destekleyici, koruyucu, uyumlu” gibi olumluluk içerdiği yanılsamasını yaratan özelliklerini doğru bir şekilde tahlil etmeliyiz. Bu olumlu özelliklerin toplumsal kurtuluş ve kadın özgürlük mücadelesine etkin bir şekilde yansıtılmadığı koşullarda aynı zamanda faşizmin güçlü bir tabanını oluşturduğunu, oluşturabileceğini de bilmeliyiz.

Sadakatin bağımlılığı, koruyuculuğun muhafazakarlığı, uyumluluğun boyun eğmeyi vb. içerdiğini dikkate alarak meseleye yaklaşmalıyız.

Bu karmaşık ve çok boyutlu gerçekliği anlamak, kadınların ırkçı hareketlere katılımının nedenlerini daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. (Bitti)

 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kadinlarin-birligi-kadinlarin-irkci-hareketlere-katilimi-karmasik-ve-cok-boyutlu-bir

 

 

 

22 Ağustos 2024 Perşembe

TÜRKİYE VE K. KÜRDİSTANLI SOLCULARA YÖNELİK BAYRAK ELEŞTİRİSİ_Halil Gündoğan_22.08.2024

Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar. Harika bir durum… Fakat oldum olası bizim devrimcilerimizin kendi uluslarının bayrağıyla sorunları var. Bunu anlayamıyor ve doğru da bulmuyorum. Bu bayrak bir ulusun bayrağı. Devrimciler, mensubu oldukları ulusun ulusal değerlerine karşı olmamalı.” mealinde bir değerlendirmede bulundu.

 

Sayın Yanardağ’ın eleştirisinin iyi niyetli olduğundan kuşku duyulmasa da fakat isabetli olmadığını söylemek, kesinlikle doğru olacaktır. Çünkü hem bazı kavram ve sembolleri, süreç içerisinde yüklendikleri somut anlam ve rollerden ayrıştırarak, soyut bir şekilde ele almak doğru olmayacaktır ve hem de her ülke solcu, komünist ve devrimcilerini, her konuda bire bir aynı “doğru”lara sahip olmadıklarından; bu tür konularda yapılacak mukayeseler kantarında tartmak, kaçınılmaz olarak sorunlu olacaktır.

 

Bilinir ki ulus ile ulus-devlet aynı şeyler değildir. Özetle Ulus; genelde aynı etnik kökene dayanan, “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” olarak tanımlanırken; her ne kadar da kâğıt üzerinde “bağımsız ve denge unsuru” olarak tanımlanırsa da ama nesnel yaşamda asla böyle olmayan ulus-devlet ise, aynı topraklar (ülke) üzerinde yaşayan o ulusal topluluğu, sermaye sahibi burjuva sınıfı adına yöneten idari bir aygıttır. 


Böyle olunca da hem ta başından beri devleti temsil eden ve hem de sonraki süreçlerde devlet ile özdeşleşmiş olan kültürel değer yargıları başta olmak üzere birçok sembol ve simge artık o aşama itibariyle yönetilen pozisyonda olan geniş emekçi kesimlerinin ortak değerleri olma vasfına sahip olamazlar. Halkın gözünde, onların tamamı olmasa dahi, büyük bir çoğunluğu baskıcı, sömürücü, adil olmayan diktatör bir devleti temsil ettiğinden, doğal olarak bunlar artık o “ortak ulusal değerler” kapsamında değerlendirilemezler.

 

Kaldı ki “Türkiye” denilen bu “ülke” sadece bir ulusun üzerinde yaşadığı tek bir ülke olmayıp, gönüllü birliktelik ve entegrasyonla değil, zorla ilhak edilmiş K. Kürdistan’ı da içeren iki ülke ve iki ulustan (ve de daha pek çok azınlık milliyet ve inançlardan) oluştuğundan; doğallığıyla, zorba egemen ulusu temsil eden o devletinin değer ve sembolleri, kaçınılmaz olarak, diğerinin “ortak değerleri” olarak kabul görmez.

 

Haklı olarak kabul görmez, çünkü sıradan bir Kürdün gözünde, tüm sembol ve değerleriyle o devlet, Kürdün anadilini bile yasak eden, soyunu onlarca kez kıyımlardan geçiren, evlerini köylerini defalarca başına yıkan, akla gelebilecek her türlü kötülüğü kendisine reva gören, her türlü ulusal hakkından mahrum bırakan, bir ulus olarak iradesini kabul etmeyen vb. daha pek çok zorbalığı temsil eder. Bayrak da “İstiklal Marşı” da meclisteki, askerdeki, okuldaki yemin de hepsi bu ırkçı-tekçi-inkârcı faşist devleti temsil eder. Aynı şekilde diğer ulusal azınlıklar ve inanç toplulukları için de böyledir.

 

Bütün bunlar, çok daha fazlasıyla bir komünist, sosyalist ve hatta tutarlı bir demokrat için de böyledir. Dolayısıyla da burada eleştirilmesi gereken Türkiye ve K. Kürdistanlı devrimci, sol-sosyalist ve komünistlerin bu son derece doğru ve isabetli tavır alışları değil; kendisine demokratım, sol-sosyalistim ve komünistim deyip de böyle davranmayanlar/davranamayanlar olmalıydı sayın Yanardağ. Maalesef ki sosyal şoven bir yorumda bulundunuz ve bu size hiç mi hiç yakışmadı.
 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ_Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine_3__FİKRET KARAVAZ

3.Bölüm :  

Ulusal sorunda ve dolayısı ile Anadoluve Kürdistan DHD sürecinde egemen ulus şovenizminden muzdarip inkârcı sağ oportunizm, proletaryanın zayıf bir konumda olduğu siyasal coğrafyalarda her zaman görülebilir. Ancak, inkârcı sağ oportunizmden daha ince ve kıvrak olan ayrımcı sol oprtunizmi de fark etmek gerekir. 

Kürt milli sermayesi, esas olarak tarımın yarı feodal niteliğinden türeme tefeci tüccar sermayesi ve ticaret sermayesi niteliği ile kendi pazarı etrafında büyük toprak mulkiyetine yaslanmadan siyaset üretemez.

 

Büyük toprak mulkiyeti ise Irak üstünden ya doğrudan emperyalizme ya da dolaylı olarak petrodoları temsil eden Arap gericiliğine yaslanmadan kendisini var edemez. Böylesi ulusal ve uluslar arası dinamiklere sahip bir milli mesele bir de tarımın yarı feodal niteliği ile köylü sorunuyla iç içe geçmişken, bir taraftan kendi kaderini tayin hakkı ilkesini ayrı bir devlet kurma siyaseti olarak mutlaklaştıran, diğer taraftan DHD’ni Kürt köylülüğü ve proletaryasını Kürt ticaret burjuvazisi ve onun yaltakçısı Kürt küçük burjuva entelektüelizmi aracılığıyla büyük toprak mülkiyetine ve feodalizme yedekleyen siyasal anlayışlar, her şeyden önce ,sosyalizm iddasnda samimi olmadıklarını göstermektedirler.

 

 

Kürt köylülüğü ve proletaryasının kendi ulusal egemenlerine yedeklendiği ve topraksız köylülükle proletaryanın, yarı proletarya ve küçük burjuvazi karşısında azınlık konumunda, üstelik de örgütsüz bırakıldığı bir siyasal toplumsal durum da kim hangi sınıfsal dinamiklerden bir sosyalist devrim projesi üretebilir. 

 

 

  Köylülüğün, proletaryadan ziyade yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisine farklılaşma eğilimi gösterdiği bir siyasal coğrafyada, şehirler ,topraksız köylülüğün nüfusun yüzde doksanını teşkil ettiği Çin devriminde olduğu gibi pasif güç biriktirme alanları değil, kırdaki gerilla mücadelesi ile koordineli aktif mücadele alanlarıdır. Bu olguda, esas- tali ayrımı bir koordinasyon sorunu biçimini almaktadır ve zamana ve konjonktüre bağlı olarak yer değiştirme eğilimi gösterir.

 

 Üstelik, tarihsel kimlik ve aidiyet sorunlarının da katıldığı ve köklü bir ulusal sorunun varlığında, bir taraftan demokratik devriminin asgari programının üstünden atlayarak sosyalist devrim tezleri üretirken, diğer taraftan ulusal sorunu soldan revize ederek ezilen ulus burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetine kapı aralama  anlayışları ,tıpkı doğmatik İbrahim Kaypakkaya savunuculuğu gibi Anadolu  ve Kürdistan sosyalist hareketinin aşması gereken zafiyetlerden biridir.  

  

 

Buna karşılık, İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik savunuculuğunu yapan siyasal yapı ise sosyo ekonomik yapıda 1930’ların Çin’inde olduğu gibi topraksız köylülüğün belirleyici bir konumda olmadığını, bu nedenle köylülüğün halk savaşına kitlesel olarak değil tedricen politize olduğunu, yine aynı nedenle, kendilerinin sürdürdüğü mücadelenin köylülüğün kitlesel katılımıyla gerçekleşen bir halk savaşı değil pratikte öncü savaşının bir biçimine karşılık geldiğini, mücadelenin halk savaşı biçimini alabilmesi için Kürt köylülüğü ve proletaryasının kendi kaderini tayin hakkı kapsamında kitlesel olarak politize olduğu Kürt ulusal mücadelesiyle birleşik bir karaktere bürünmesinin, coğrafyanın devrimci dinamiklerinin dayattığı bir zorunluluğa karşılık geldiğini görememektedir.  

 

 

  Anadolu ve Kürdistan  devriminin DHD sürecinde, uzunca bir süre, kırsalda gerilla mücadelesinin stratejinin esasını oluşturması, halen, köylü sorununun varlığı ve komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini belirlemesinden dolayı olduğu gibi kırlarda devlet denetiminin şehirlere göre zorluğundan dolayıdır. Yoksa, Tamamen kendine özgü tarihsel ve ekonomi politik süreçlerde gelişen Çin devriminin Anadolu  ve Kürdistan DHD surecine olduğu gibi ikame etme anlayışlarının ne MLM ne de İbrahim Kaypakkaya’ nın siyasal mirası ile tutarlı bir ilişkisi olmayıp, tamamen siyasal yetersizlik ürünü olan ve Kaypakkaya sonrası coğrafyanın gerçeklerini görmekte başarısızlık ürünü,siyaseten iflas etmiş kaba bir dogmatizmden başka bir şey değildir.

 

 

Böylesi bir dogmatizm iflasını ilan ederken, bir zamanlar kökten karşı olduğu  öncü savaşı pratiğini halk savaşına ikame etmekte, Maoist Halk savaşını bir öncü savaşına indirgeyerek pratikleştirmekte de  bir sakınca görmemektedir.    

  

 

 Gramsci, 1919-1920'lerde İItalya'da komünist hareketin yenilgisinden ve faşizmin kitle tabanında yaygınlaşmasından sonra Marksist Leninist devlet kavramının içeriğini muhafaza ederek,doğudaki feodal ve burjuva feodal devlet aygıtlarından farklı olarak, batıda burjuva ideolojisinin emek kitlesi içinde çok daha derinlere kök salmasından hareketle, devletin yalnızca egemen sınıfların baskı aracı olmadığı ama aynı zamanda egemen sınıfların bir ideolojik ve kültürel hegemonya aracı olduğu tespitini yaparak, batı Avrupa için daha uygun bir anti faşist mücadele araçları üzerine tezler geliştirmeye yöneldi.

 

Gramsci ,kapitalist toplumun üst yapısının, yani burjuva devletin, alt yapıdan, yani üretim ilişkilerinden nispeten özerk bir ideolojik ve kültürel hegemonya yarattığını, bu olguyla, burjuvazinin kendi sınıf iktidarını toplumun ezilen sınıfları arasında derinleştirdiği tespitini yapıyordu.  

  

 Her ne kadar burjuvazinin bir üst yapı argümanı olan devlet aracılığı ile ezilen sınıflar arasında yarattığı ideolojik ve kültürel hegemonya birebir üst yapının bir fonksiyonu olarak değil, alt yapıda, yani üretim iliklilerinde kapitalist toplumun temel çelişkisinin yarattığı sınıfsal bölünme ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal iş bölümünün üst yapıdaki görüntüsü olarak gelişen ve buradan ezilen sınıflara yine kapitalist toplumun temel sınıf bölünmesi olan emek sermaye bölünmesi aracılığı ile empoze edilen, ideolojik ve kültürel hegomonyanin kaynağı konusunda, Gramsci ,olguyu tepetaklak ederek çözümlemek istemişse de vargı olarak tespit ettiği ve burjuvazinin sınıf iktidarını toplumun ezilen sınıf ve katmanları arasında meşrulaştıran ideolojik ve kültürel hegemonya, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, finans oligarşinin ekonomi politik eğilimlerinin ezilen sınıflar arasında faşist ideoloji olarak yaygınlaşması bağlamında, burjuva devlet kavramına dair irdelenmesi gereken yeni bir olgu idi.

 

Çünkü, batı Avrupa’nın emperyal devlet aygıtları, sömürge ve yarı sömürgelerden aktardıkları kaynaklarla bir işçi aristograsisi yaratmış ve burjuva ideolojik kültürel argümanları emekçi sınıflar içinde derinleştirmişlerdi. 

   

 Gramsci, batıda ,Sovyet devriminde olduğu gibi sosyalizm bağlamında hızla politize olan bir işçi sınıfının olmadığı ve burjuva devletin ideolojik ve kültürel hegemonya ile ezilen sınıf ve tabakalara kadar nüfuz ettiği tespitini yaparken haklı olmasına rağmen, batıda burjuva devrimlerin tamamlandığı ve köylülüğün farklılaşma sürecinin sona erdiği ,buna karşılık, Sovyet devriminin ise halen köylülüğün farklılaşma surecinin devam ettiği bir coğrafyada gerçekleştiği gerçeğini fark edemiyor.

 

Köylülüğün farklılaşması surecinin sürdüğü bir coğrafyada ,bir de emperyalist savaşın yarattığı ekonomik ve moral tahribatın üstünde, köylülük gibi mevcut koşullarda farklılaşması süren ve toplumun en hareketli tabakasını oluşturan bir sınıfın, giderek artan oranda devrim saflarına ve proletaryaya katılma olgusu, Sovyet devriminde kitlesel politizasyonun esas dinamiğini oluşturmaktaydı. Zaten, proleterleşme süreci savaş koşullarında daha da hızlanmış ve büyük yıkımlar yasayan köylülüğün yarattığı devrimci enerji Sovyet devriminde devrimin temel dinamiklerinden birini yaratmaktaydı. 

   

 Buna karşılık, batıda köylülüğün farklılaşma süreci tamamlanmış ve işçi sınıfı da yine emperyalizm marifeti ile sömürge ve yarı sömürgelerden aktarılan emek sömürüsünden, nispeten, burjuvazi tarafından nemalandırılarak pasifize edilmişken, mevcut sosyoekonomik formasyonda, batıda, burjuva devletlerin ideolojik ve kültürel hegomanyasinin halk sınıfları arasında derinlik yaratması ve faşizmin kitle tabanı bulabilmesi beklenmesi gereken bir olgu idi. Burjuvazi ideolojik ve kültürel hegemonya aracılığı ile sınıf iktidarını ezilen sınıflar arasında derinleştirip meşrulaştırırken lümpen proletarya ve sınıf bilincinden yoksun halk tabakalarına tutunuyordu. 

  

Gramsci, faşist ideolojinin, batıda halk sınıfları arasında yaygınlaşmasına karsı, proleter öncünün, cephe siyasetinden mevzi siyasetine geçmesi ve burjuvazinin ,burjuva devletin hiyerarşik örgütlenmesini taklit eden dikey siyasal yapılarla faşist ideolojinin kitleselleşmesine karşı ,yatay siyasal yapılanmalar ve kitle örgütleri aracılığı ile burjuva devletin kuşatılacağı ve proletaryanın kendi karşıt ideolojik hegomanyasinin yaratılacağı bir demokratik kitle örgütü siyasetine bağlı mevzi mücadelesini benimsiyordu. 

  

Maoizm, halkın birleşik cephesinin, ancak halk savaşı stratejisine bağlı olarak bir ya da bir kaç bölgede Kızıl Siyasi iktidarın kurulmasıyla gerçekleşebileceğini ,yoksa, birleşik cephe siyasetinde proletaryanın önderliğinin yaratılamayacağını söylerken haklıydı.Coğrafyamız koşullarında, yukarıda irdelenen sebeplerden dolayı ,ne Kürt ne de Türk coğrafyasında DHD’nin bir MDD formatında gelişme koşullarının mümkün olmadığı sosyopolitik şartlarda, Gramsci'nin cephe siyaseti yerine önerdiği mevzi mücadelesi siyaseti güncelliğini korumaktadir. 

  

  Zaten, kendi kaderini tayin hakkı kapsamında gelişen Kürt ulusal hareketinin ve yine demokratik haklar bağlamında gelişme eğilimi gösteren kimlik , aidiyet ve inanç özgürlükleri baglamindaki demokratik hareketlerle birlikte, sınıf mücadelesi, her biri birbiriyle ilişkili, ancak ayni zamanda özerk bir nitelik gösteren birer demokrasi sorunu olarak gelişme potansiyeli taşıyan ve bu nitelikleri ile DHD’nin  asgari programına niteliğini veren siyasal argumanlarin gelişme seyri de eski tipte bir birlesik cephe siyasetinden çok bir mevzi mücadelesi siyasetine ihtiyaç gösterirken, proleter öncünün demokratik kitle örgütleri siyasetine ayrı bir önem vermesi ihtiyacı kendisini göstermektedir.  

  

  Coğrafyamızda, devrim ve demokrasi sorunları ile ilişkisi içinde proleter öncülük iddiasında olan çoğu siyasal yapının bir MDD siyaseti için yetersizlikler gösteren sosyopolitik koşullarda ,sınıfsal dinamiklerden çok kimlik ve aidiyet dinamiklerine bağımlılık gösteren örgütsel yapıların gelişme koşulları düşünüldüğünde, sınıf dinamiklerini aktive edecek ve özellikle, köylülüğü kendi coğrafyasının dışında proleterleşme eğilimi göstermesine rağmen ,ulusal ve kimlik siyasetine daha uyumlu dikey siyasal yapılanmalarla kendi burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetine siyasetine yedeklenen Kürt köylülüğü ve proletaryasının, DHD surecinin sınıf dinamiklerinin ihtiyaçlarını sorgulayabileceği, sınıf siyaseti ile ilişkilenebileceği, Kürt sorununda farklı sınıfsal perspektifleri irdeleyip bağımsız bir sınıf siyaseti geliştirebileceği yegâne demokratik mevziler olarak Demokratik Kitle Örgütlerinin çeşitlendirilip yaygınlaştırılması ayrı bir önem arz etmektedir. 

 

 

Çünkü,DKÖ’ler kitlelerin mücadele okuludur ve Kürt dinamiklerinden yoksun bir DHD sürecinin Anadolu coğrafyası için bir kısır döngüden başka bir şey ifade edemeyeceğini bilince çıkarması gereken Komünist önderliğin, her şeyden önce, Kürt sorununun tarım ve köylü sorunu üzerinden sınıf dinamiklerini açığa çıkaran ve sorunun Kürt köylülüğü ve proletaryası menfaatine çözümüyle birlikte, mevcut dinamikleri birleşik bir DHD sürecine seferber edebilecek bir politik perspektife sahip olması, bu politik perspektifi pratiğe geçirecek uygun araç ve yöntemleri azami bir özen ve çabayla yaşama geçirebilmesi gerekir. 

 

 

  Coğrafyamızda, gerek sık tekrarlanan açık veya post modern darbe siyasetlerinin ya da sosyoekonomik yapının kendi özgürlüklerinin bir sonucu olarak, sosyalizm deneyimlerinin yenilgilerinin de yarattığı psikososyal koşullarında, kimlik ve aidiyet sarmalında sıkışarak, giderek sınıf dinamiklerinden soyutlamakta olan siyasal yapıların, kimlik ve aidiyet dinamiklerinden beslenen kastlaşmış siyasal öncülüklerinin, kendi içinde de devrim ve demokrasi mücadelesinin dikey siyaset perspektifini,kitlelerin yaratıcı dinamikleri zemininde gelişme olanağı bulabileceği yatay siyasal mecralar ve kitle örgütleri perspektifi de DHD surecinin sınıf dinamiklerini aktive eden bir mevzi mücadelesi perspektifinin gelişmesine karşı ,siyasal öncülük iddiasındaki yapıların kimlik siyaseti içinde sıkışmışlıklarının aşılabilmesi,Gramsci’nin, demokratik kitle örgütleri zemininde, proletaryanın, devletin ve her bir farklı kimlik ve aidiyetin ideolojik kültürel hegemonya siyasetine karşı, faşizmi,kendi öz yönetim örgütleri aracılığı ile kuşatabileceği ve kendi kültürel siyasi hegemanyasini yaratabileceği mevzi mücadelesi siyasetini yeniden güncelleştirme ihtiyacı kendini göstermektedir.

 

 

Mevzi mücadelesi siyaseti, Batı toplumlarında ve coğrafyamızda farklı nedenlerle de olsa güncelliğini korumaktadır. Mevzi mücadelesi siyasetinden bileşik cephe siyasetine geçişin ise ancak Kürt köylülüğü ve proletaryasının sınıf dinamiklerini benimseyeceği ve böylelikle gerçek bir proleter öncünün teşekkül etme koşullarının olgunlaşacağı süreçlerde, halk savaşı stratejisinin ileriki aşamalarında gelişme eğiliminde olabileceği anlaşılmalıdır. 

 

Fakat, bu türden bir mevzi siyaseti, mevcut sendikalar ya da meslek örgütleri aracılığıyla yaşama geçirilemez. Çünkü, coğrafyamızda, köylülüğün farklılaşmasından ortaya çıkan proletarya ve yarı proletaryanın büyük çoğunluğu sendikalı değil, küçük ve orta boy işletmelerde güvencesiz ve sendikasız olarak çalışmaktadır. Zaten, bu nesnel durumun kendisi, batı Avrupa coğrafyasından farklı olarak, coğrafyamızda ve benzer, diğer yarı sömürge coğrafyalarda, devletin ideolojik ve kültürel hegamonyasının emekçi sınıflar arasında da derinlik kazanmasının en önemli nedenini teşkil etmektedir. 

   

 Kürt ulusal hareketinin bugünkü ideolojik argümanları, faşizmi askeri mevzilerde yıpratmış olmasına rağmen, ideolojik ve kültürel hegemonya alanında, ulusal eksenli karşılıklı tez antitez zemininde faşizmin ideolojik argümanlarını yenilemesine olanak tanıyan ve faşizmin dikey hiyerarşik örgüt motiflerini taklit eden, dikey siyasal formlar etrafında gelişmektedir. En son HDP projesi de bir dikey siyasal oluşum olup, biçimsel olarak değilse de siyaseten kitlelerin aktif katılımı ve siyasal denetiminden azade, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli göstermektedir.

 

 

 Oysa, HDP benzeri bir siyasal oluşumu demokratik kitle örgütleri zemininde yaratmak ve parti üyelik ölçütü olarak, örneğin ,en az iki kitle örgütüne aktif üyelik şartı getirilerek, hem kitle örgütlerini güçlendirmek hem de siyaseti dikey hiyerarşik formlardan azade ederek gerçek anlamda demokratikleştirmek ve kitle inisiyatifini olanaklı hale getirmek mümkündür ki örneğin, bugün, Küba'da sosyalist devlet yapısı içinde herhangi bir yetkilendirme, bireyin, hangi kitle örgütlerinde ne kadar aktif insiyatif aldığına dair fiili bir şarta bağlanmıştır.

 

Böylelikle, sosyalist devlet aygıtının bürokratik eğilimlerle işgal edilmesine ve bürokratizme karşı kitle örgütleri zemininde, kitle dinamikleri fiilen aktif hale getirilerek devrimci pratik esaslarında önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bu örnek, gönüllük temelindeki herhangi bir sözleşmeye bağlı olmayan komünist emek ile zorunlu toplumsal iş bölümü arasındaki çelişkiyi bir sosyalist demokratizmin amaçlarına uygun olarak çözmeye yönelik olumlu bir örnektir. 

 

Castro ailesinin Küba sosyalizmindeki konumundan hareketle onu küçük burjuva sosyalizmi olarak yaftalayanlar, Castro ailesinin Küba sosyalizminin iç işlerinde neredeyse sembolik bir rol oynadığını ama buna karşılık Küba'nın dış ilişkilerinde sosyalizmin garantörü olarak, toplumun hemen hemen tamamı tarafından onaylanmış olan simgesel bir işlevi, adeta, ilkel komünal toplumdaki bir kabile şefinin  herkesçe kabul gören bir saygınlığını temsil ettiğini fark edememektedirler. 

  

 

Engels'in, sınıflı toplumun en ayrıcalıklı yetkelerle donatılmış bir devlet memurunun toplumsal saygınlığıyla, bir kabile şefine karşı duyulan içten gelme saygıyı kıyaslarken ifade etmeye çalıştığı gibi komünist toplumun bir prototipi olan ilkel komündeki iş bölümünün tamamen toplumsal rıza temelinde şekillenmesine karşın, sınıflı toplumda, devlet memurlarının bütün 'saygınlığı'nın, toplumsal bir rıza temeli şöyle dursun, söz konusu toplumun ekonomi politiğinin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan devlet zoruna dayandığı gerçekliğidir.  

 

 

Kuşkusuz, biz şimdi, Küba sosyalizminde Castro ailesinin konumuna ilişkin, onu bir kabile şefinin ilkel komündeki toplumsal rızaya dayalı rolüyle benzeştirirken, bir sosyalist paradigma için bu modelin mutlak ve zorunlu bir biçim oluşturduğunu değil ama sosyalist demokratizmin olanak ve biçimlerini de geliştirecek olan kolektif üretici güçlerdeki tarihsel gelişmeye bağlı olarak aşılacak olan ve aşılması gereken, tarihsel zorunlulukların belirlediği somut bir olgu olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışıyoruz ki benzeri bir durum, bugün, örgüt liderlerine, tıpkı ilkel komünde olduğu gibi bir kabile şefi gibi ''dayılık'' misyonu atfeden siyasal yapılar için de söz konusudur.

 

Burada, bir kabile şefinin içten gelme saygınlığını temsil eden ''dayılık'' misyonu, tıpkı, Küba sosyalizminde Castro ailesinin temsil ettiği rol gibi özel olarak devrimci örgütü, genel olarak bütün toplumu devrimci mücadelenin ve sosyalist inşanın görevlerine seferber eden birleştirici bir rol oynamaktadır ki bu rol, onu gereksizleştirecek ve bir lider kültünü aşacak toplumsal şartlar ortaya çıkmadığı sürece, gerek bir devrimci örgütün ve gerekse bir sosyalist paradigmanın demokratizminin, onun karşısındaki engeller tarafından koşullanan zorunlu tarihsel biçiminden başka bir şey değildir.Burada, şunu da söylemek gerekir ki Stalin önderliğindeki proletarya dikdatörlüğüne ilişkin küçük burjuva entelektüelizminin dillendirdiği eleştirilerle, Küba sosyalizminde Castro ailesinin konumuna ya da bizdeki ''dayılık'' misyonuna getirilen eleştiriler, tarihsel materyalizm biliminin gerektirdiği somut şartların somut tahlilinden değil, burjuva demokratizminden ya da küçük burjuva ütopyacılığından köken alan temelsiz ve dayanaksız iddea ve yaklaşımlardan başka bir şey ifade etmemektedir. 

   

 

 Gramsci'nin tespitleri, sosyalizm deneyimlerinin yenilgi nedenlerine dair de önem teşkil etmektedir. Küçük burjuva entelektüalizmi ve onun bürokratik eğilimleri, kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkide, yönetsel sorunlar bağlamında, teknik bilgi ve birikimin yönetsel mekanizmaları kolektivizmin ruhuna aykırı olarak, burjuva devlet aygıtında olduğu gibi kendi varlığı ve inisiyatifine bağımlı tuttuğu dikey siyasal yapılanmalarda kendisini ifade etmektedir.

 

Oysa ,emeği toplumsallaştırmış sınıf olarak proletarya, tarihte sınıflı toplumlarda eşi benzeri görülmemiş demokratik bicimler yaratmaya muktedir bir sınıftır ve toplumsal emeğin üretim ve paylaşım dinamiklerini sonsuza kadar giderek daha yetkin  bir biçimde kolektifleştirme dinamiklerinden yoksun değildir. Proletarya, burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devletle mücadelesinde burjuva yöntem ve aygıtları taklit etmemelidir. Yıktığı formların bir benzerini değil emeğin toplumsal niteliği ile uyumlu ve kolektivizmin ihtiyaçlarına karşılık üretebilecek, olabildiğince demokratik ,kitle inisiyatifinin yaratıcılığını aktive eden öz yönetim formlarını yaratma mücadelesinde olmalıdır . 

 

 

Fakat, burada, gerek devrimci bir örgütün ve gerekse bir sosyalist paradigmanın demokratizmine ilişkin olarak niyet edilen şeylerle, somut şartlarda var olan gerçekliğin birbiri yerine ikame edilmemesi gerekir.

 

Örneğin, Lenin'in Ne Yapmalı'da, henüz mücadele aşamasındaki bir devrimci örgütün demokratizmine ilişkin yaklaşımıyla, Devlet Ve İhtilal'de iktidarı ele geçirmiş olan bir komünist partisinin demokratizmine yaklaşımı farklıdır.

 

 Lenin, henüz mücadele aşamasındaki illegal bir devrimci örgütün demokratizminin biçimini belirliyen şeyin, tamamen devrimci mücadelenin zorunlulukları olduğunu ve dolayısıyla, bu aşamada, bir devrimci örgütün demokratizminin, her şeyin günlerce tartışıldığı ve eleştiri özgürlüğünün hakim olduğu bir liberalizme indirgenemeyeceğini söylerken ne kadar gerçekçi ve haklıysa, iktidardaki bir komünist partisinin, demokratizmi olabildiğince geliştirmek, bunun biçimlerini aramakla yükümlü olduğunu, çünkü, tek başına alındığında hiç bir demokratizmin bize sosyalizmi vermemesine rağmen, demokratizmin, hiç bir zaman tek başına amaç olarak ele alınamayacağını, onun olası biçim ve yöntemlerinin komünist partisinin karşısındaki tarihsel sorunların niteliği tarafından belirlendiğini ve dolayısıyla, iktidardaki bir komünist partisinin demokratizm arayışlarının da ancak sosyalist ekonomi politikle ilişkisi içinde, birbirini karşılıklı olarak geliştiren bir anlayış temelinde değerlendirilmesini söylerken de bir o kadar haklıdır. 

  

 

Demokratizm sorununu ve bunun biçimlerini, onu çevreleyen tarihsel koşullar ve zorunluluklardan yalıtılmış bir biçimde tek başına  bir amaç olarak ütopik bir biçimde değerlendiren anlayışların yaklaşımı, Stalin önderliğindeki proletarya dikdatörlüğüne, bugünkü Küba sosyalizmine ya da devrimci örgütlerdeki ''dayılık'' misyonuna yaklaşımlarıyla aynı minvalde, somut şartların somut tahlilinden uzak, ütopik küçük burjuva entelektüel gevezeliklerden başka bir şey ifade etmemektedir. 

  

 

Demokratizm sorununu tek başına bir amaç olarak değerlendiren anlayışların, söz konusu demokratizmin biçimini de belirleyen tarihsel zorunluluklar karşısında üstlendikleri herhangi bir sorumluluk dahi yokken, biçim üzerinde sürdürdükleri tartışmaların devrimci mücadelenin sorunlarına ilişkin olarak hiç bir değeri ve anlamı olmadığı gibi herhangi bir sorumluluk taşımadıkları halde, kendilerini her şeyi her biçimde eleştirmeye yetkili görenlerin, bu yetkiyi nereden aldıklarını da sormak gerekir ki böylelerinin tarih karşısındaki pozisyonu, ordusuz komutanların durumundan farklı değildir. 

  

 

 Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri bağlamında bürokratizm sorununa dair değerlendirmelerin merkezine konulması gereken şey  ise bir lider kültü eleştirisinin ötesinde, bürokratik eğilimleri yaratan, üretim ilişkilerine eski toplumdan tarihsel bir zorunluluk olarak devretmiş olan burjuva ekonomi politiği ve hukukunun kalıntılarına karşı  geliştirilmesi gereken mücadele yöntem ve biçimleridir ki bir sosyalist paradigmanın demokratizminin biçim ve içeriğini belirleyen şey de bu sorunların niteliğinden başka bir şey değildir. 

  

 

 Özellikle, iktidardaki bir komünist parti için demokratizm sorununa yaklaşımın, partinin de içinden çıktığı toplumsal yapıyı kuşatan tarihsel zorunluluklar bağlamında çelişkili bir birlik olduğu gerçekliğinden hareketle, Maoist ''yüz çiçek açsın, yüz çiçek yarışsın''  şiarının parti ve üretim ilişkilerinin çelişkilerine uyarlanmasını esas alan bir içeriğe sahip olması gerekir.Çünkü, iktidardaki bir komünist partisinin sosyalist inşanın teorik-pratik ihtiyaçlarına ilişkin sorunsalı, mücadele aşamasındaki bir devrimci örgütten çok daha kapsamlı ve çetrefillidir. Bu nedenle, mücadele aşamasındaki bir devrimci örgüt için olumlu ve yeterli bir işleve karşılık gelen ''dayılık'' ya da liderlik kültü, bir sosyalist paradigmanın inşasına ilişkin sorunsallar karşısında yetersiz kalacaktır. 

  

 

Genel olarak MLM siyasetin, özel olarak Kaypakkayacı geleneğin aşması gereken olgulardan biri de her çelişkiyi parti aygıtı aracılığıyla çözmeye çalışma yaklaşımıdır. Oysa, Sovyet devriminde bile, Sovyetler, başlangıçta Menşevikler tarafından kurulan yatay kitle örgütleri olmalarına ve kuruluş felsefesinde narodnik köy komünleri olmasına rağmen Şubat devriminden sonra Leninistlerin insiyatifinde Ekim devriminde tayin edici bir rol oynamışlardır.

 

Kuşkusuz, politik özne olarak Komünist Partisi, her türden toplumsal çelişkiye yaklaşımın odağında olmalıdır. Fakat, politik özne, toplumsal çelişkilere yaklaşımında yön belirleyici misyonunu yerine getirirken, kitle dinamiklerini etkin bir biçimde yaşama geçirme yeteneğine daha yatkın olan yatay kitle örgütlerini toplumsal çelişkilere yaklaşımının olmazsa olmaz bir argümanı olarak kullanabilmeyi ve kitlelerle kitle örgütleri aracılığıyla tutarlı ve güçlü bağlar geliştirebilme kültürünü de yaşanmış devrim deneyimlerinden hareketle daha fazla öne çıkarabilmeli ve her toplumsal çelişkiye doğrudan parti aygıtı üzerinden çözüm arama alışkanlıklarını da aşmalıdır. 

  

 

Sosyalizmin bir toplumsal proje olarak yeniden güncelleşme sorunu, her sedyen önce sosyalizm deneyimlerinin yenilgilerinden çıkarılacak dersler etrafında, her coğrafyanın ekonomi politik siyasal özgünlüklerine göre geliştirilmelidir.Bu bağlamda, DKÖ’ler, bizim gibi yarı sömürge coğrafyalarda sık sık tekrarlanan faşist darbelere karşı dayanıksız olsa da şimdiye kadar yapılmış hiçbir faşist darbenin, tamamen militarist yöntemlerle iktidarını sürdüremeyeceği, en azından burjuva klikler arasındaki demokrasiye ihtiyaç duyduğundan kısmi demokratik hakları uzun süre rafa kaldıran militarist yöntemlerle iktidar edemeyeceği de bir gerçekliktir. Burjuvazi, emperyalizm, proleter devrimler ve karşı devrimler çağında bir devlet biçimi olarak faşizme ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, emek sömürüsünü realize edebilmek ve kendi klikleri arasındaki ilişkilere demokratik bir nitelik verebilmek için de kısmi demokratik haklara da o kadar ihtiyaç duymaktadır.

 

Evet, bu ,burjuva egemenliğinin bir paradoksudur ama bu paradoksun temellerinde varlığını sürdürebilmek için emek gücü metasına yaşamsal bir ihtiyaç duyan kapitalizmin ekonomi politiğinin çelişkileri vardır. 

  

 

Son olarak, coğrafyamızın devriminin sorunlarını çözebilme yeterliliğinde olan bir politik öncünün yaratılabilmesi sorununun Kapakkaya geleneğinin birliğine indirgenmesi yönündeki yaklaşımları da doğru ve gerçekçi bulmadığımı belirtmek isterim.Bugün, eğer, sosyalist halk savaşı perspektifini savunan bir siyasal yapıyla DHD perspektifini doğmatik bir hatta da olsa savunan başka bir Kaypakkayacı geleneğin birleşebilmesi mümkün görünüyorsa, örneğin, işçi örgütlenmesini esas alan  siyasal yapılarla ve hatta Çayancı öncü savaşı sürdüren siyasal yapılarla  da söz konusu Kaypakkayacı geleneklerin bir parti birliği oluşturabilmesi ve kendi alanlarında uzmanlaşmış ve derinleşmiş parti birimleri haline gelen farklı siyasal yapıların bir tek siyasal öncü içinde, ortak bir siyasal program etrafında birleşmesi de pekala mümkündür.

 

İki çizgi mücadelesi gibi yöntemsel bir silaha sahip olan Maoist geleneğin, özünde komünist olan ve fakat farklı mücadele biçimlerini öne çıkaran siyasal hareketlerle güçlü bir politik özne yaratabilmek amacıyla birlik oluşturabilme yeteneği  ve esnekliği de olmalıdır.

 

 Unutmayalım ki Leninist politik öncü de bir zamanların narodniklerinin farklılaşması ve bir tek politik öncü içinde birleşmesiyle yaratılabilmişti.Kürt Özgürlük Hareketi ise Orta Doğu bataklığında boğulmamak ve emperyalist hegemonyayı aşabilmek için Kürt feodalleri ve ticaret burjuvazisinden, köylük ve proletaryaya kadar çıkarları birbirine karşıt olan sınıfları bir araya getirmeye çalışan ulusal birlik siyasetinden ziyade, Anadolu devriminin dinamiklerine, yarın, bugün olduğundan daha fazla muhtaç olduğunun ne kadar bilincine varabilirse, kendi handikaplarını aşmada o kadar erken ve çabuk mesafe kaydedebilecektir.

 

 Yine, Kürt Özgürlük Hareketi, Komünistler dışında, gerek Kürt ulusu içindeki farklı sınıf ve tabakalarla, ( örneğin, KYB gibi ) gerekse, farklı devlet ve hareketlerle siyasal konjonktürün ihtiyaçları ve zorunlulukları esasında ittifaklar yapabilir.

 

Fakat, bu ittifaklardan hiç biri Kürt sorunun, özellikle, onun asıl mücadele eden kitlesini oluşturan Kürt köylülüğü ve proletaryasının menfatine kalıcı bir çözüme ulaşabilmesi için yeterli olmayacaktır. Başka bir ifadeyle, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız nesnel olgulardan dolayı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının nihai bir çözüme ulaşabilmesi, Türkiye ve Kürdistan demokratik devriminin birbirini zorunlu olarak koşullayan ortak zaferinin gerçekleşmesine bağlıdır.  

   

 

Kürt sorununa ilişkin olarak İbrahim Kaypakkaya'nın sezgisel öngörüleri o kadar derinliklidir ki daha ortada silahlanmış bir Kürt Ulusal Hareketi dahi yokken, Kürt sorunun gelecekte alabileceği olası biçimlere dair yaptığı faraziyelerde, örneğin, Kürt Ulusal Mücadelesinin, Türkiye'deki devrimci mücadeleden daha fazla geliştiği bir siyasal konjonktürde Kürt Ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma, ayrı bir devlet kurma yönünde kullanmasının Türkiye'deki DHD sürecinin menfaatine olabileceğini söylerken, Komünist bir siyasal önderliğe sahip olan ya da Türkiye devrimin komünist öndeliği ile birlikte hareket eden bir Kürt Ulusal Hareketini  esas almaktadır. 

   

 

Tarım ve köylü sorununun çözülmemiş olması, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmamış olması, tarımda emeğin kendisinin metalaşmadığı aile emeği üzerine kurulu yarı feodal  küçük ve orta ölçekli tarla tarımının belirleyiciliğinde, sermaye birikiminin üretim süreci dışında, dolaşım sürecinde, tefeci tüccar sermayesi biçiminde gerçekleşmesi, yarı feodal üretim ilişkileri ile halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki haline getirirken, Kürt ulusal sorununun, özünde, burjuva demokratik bir hak mücadelesi olan kendi kaderini tayin hakkı kapsamında, Kürt köylülüğü ve proletaryasının büyük bir kesimini yedeklemiş olması, coğrafyanın devrim sürenci DHD süreci olarak belirlemektedir.

 

( sosyo ekonomik yapının ayrıntıları için bknz: Vasfi Nadir Tekin-Zincirin Halkası )

 

Kürt ulusal sorunu,  ister ikinci bir baş çelişki ya da isterse başlıca çelişkilerden en önemlisi olarak belirlensin,DHD sürecinin üzerinden atlanarak doğrudan bir sosyalist devrim mücadelesini programlaştırmak,  bir taraftan, DHD’nin tarihsel olarak öne çıkardığı görevleri savsaklamak, diğer taraftan, sosyalist devrimi mümkün hale getirebilecek DHD sürecinde kazanılması gereken mevziler (Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki yasal ya da fiili kazanımları gibi) bağlamındaki mücadelenin ihtiyaçlarını ve ittifaklarını ihmal ederek, sosyalist devrim perspektifini de muğlaklaştırmak anlamına gelir.  

  

 

Çünkü, olası bir sosyalist devrim perspektifi, ancak, kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak mücadelesi için politize olmuş Kürt köylülüğü ve proletaryasının devrimci enerjisini, öncelikle, birleşik bir DHD mücadelesine ve bununla ilişkili olarak, Kürt ulusal sorununun nihai çözümü için faşist devlet aygıtını tasfiye edecek bir sosyalizm mücadelesine seferber edecek bir DHD süreci yaşanmadan, gerek sınıf dinamikleri ve gerekse ittifaklar cephesi bağlamında muğlak kalmaya mahkum, pratik bir işlevi olmayan ölü bir paradigma olarak kalacaktır.

 

Çünkü, ‘’tarım kapitalistleşti, artık köylü sorunu yok,dolayısıyla, devrimin temel gücü köylülük değil işçi sınıfıdır; milli burjuvazi kompradorlaştı, dolayısıyla devrimci bir niteliği kalmadı; Kürt sorunun muhatabı da Kürt ulusal hareketidir’’ tesbitleri üzerinden, doğrudan sosyalist devrim paradigmasına varırsanız, devrim için elinizde ücretlerin iyileştirilmesi, sendikal haklar gibi ekonomik demokratik mücadele sınırlarını aşamayan işçi dinamiklerinden başka bir şey kalmaz.  

  

 

Oysa, proletarya, yalnızca işçi sınıfından ibaret değil, yarı proleterler,işsizler ordusu ve yoksul  köylülüğünde dahil olduğu geniş bir cephedir. Hele bir de tarihsel derinliği olan bir ulusal sorun ve inançsal kimlik sorunlarının yaşandığı bir yarı sömürge coğrafya, yarı feodal üretim ilişkilerinin yarattığı sorunlarla alev alev yanan bir yanardağa benzer.  yukarıdaki gibi tesbitlerle doğrudan sosyalist devrim paradigmaları üretmekle, kendi ellerinizle, hem DHD’nin ve hem de sosyalist devrimin bütün sınıf ittifaklarını budayıp proletaryayı faşizme karşı  silahsız ve çırılçıplak bırakmış olursunuz.

 

Oysa devrim, sınıf çelişki ve dinamiklerinin ürünü olan bir toplumsal olgudur. Devrim, politik öznenin giydiği ve kumaşında toplumun bağrındaki  bütün çelişkilerin  nakış nakış işlenmiş olduğu ateşten bir gömlektir;  ateş olmadan köz olmaz. 

  

 

 Sonuç olarak, İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik savunusu da şu ana kadar programlaşmış revizyonlarından herhangi biri de İyi Kaypakkayacılığın ölçütü değildir. İyi Kaypakkayacılığın ölçütü, coğrafyanın devrimci dinamiklerini amaca uygun olarak harekete geçirebilecek ve koordine edebilecek olan, kesintisiz bir biçimde sosyalist devrimle birbirine bağlanan bir DHD programıdır.

 

Böyle bir programın ise komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini şekillendiren yarı feodal üretim ilişkileriyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki olarak belirlerken, başlıca çelişkilerden en önemlisi olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki mücadelesi bağlamında, Kürt dinamiklerini, Kürt milli burjuvazisinden Kürt köylülüğü ve proletaryasına kadar örgütlü bir güç haline gelmiş Kürt hareketini  birleşik bir mücadele perspektifiyle DHD’ne yedekleyebilecek içeriğe sahip olması ve bu içeriği pratikleştirmesi gerekir.

 

Çünkü, İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt sorununa verdiği özel önem, bu sorunun DHD ile olan derin ilişkisinden ve Kürt dinamikleri olmaksızın Anadolu coğrafyasının ne DHD sürecinin ne de sosyalist devrim aşamasının tam olarak gerçekleşmesinin olanaksızlığından dolayıdır. İbrahim Kaypakkaya’da sezgisel olan bu gerçekliğin, bugünkü takipçileri tarafından bilince çıkarılması ve pratiğe geçirilmesi, kuşkusuz, İyi Kaypakkayacılığın olmazsa olmaz ölçütü olacaktır.

 

Bu bağlamda, Bugünkü Kürt Ulusal Hareketi, Kürt köylülüğü ve proletaryasını büyük oranda mücadeleye yedeklemiş ve mücadelesini sahip olduğu üs bölgeleriyle stratejik denge aşamasına yakın bir aşamaya taşımışken, Türkiye ve Kürdistan devriminin politik öznesi ideasındaki bir Komünist Partisinin faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi, kendi güç ve olanaklarına karşılık gelen stratejik savunma aşamasında karşılamaya çalışmasının, gerek askeri ve gerekse siyasal bir tutarlılığı yoktur.

 

 

Kaypakkayacılığın bu doğmatik kavranışı, coğrafyanın devriminin ihtiyaçlarıyla hiç bir biçimde örtüşmediği gibi Kürt Ulusal Hareketiyle ittifak ve mücadele birliği  sorununun, taktik ihtiyaçların ötesinde, coğrafyanın devrim sürecini bir üst aşamaya taşıyacak olan stratejik bir zorunluluk olduğunu kavrayamayan ve kendi kaderini tayin hakkının desteklenmesini, devrim mücadelesinin zorunluluklarından soyutlayarak kağıt üzerinde bırakan bir siyasal kavrayışızlığın , teorik sığlığın  ve öngörüsüzlüğün ürünüdür.  

-----------------------------------------------Fikret Karavaz 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)