3.Bölüm :
Ulusal sorunda ve dolayısı ile Anadoluve
Kürdistan DHD sürecinde egemen ulus şovenizminden muzdarip inkârcı sağ
oportunizm, proletaryanın zayıf bir konumda olduğu siyasal coğrafyalarda her
zaman görülebilir. Ancak, inkârcı sağ oportunizmden daha ince ve kıvrak olan
ayrımcı sol oprtunizmi de fark etmek gerekir.
Kürt milli sermayesi, esas olarak
tarımın yarı feodal niteliğinden türeme tefeci tüccar sermayesi ve ticaret
sermayesi niteliği ile kendi pazarı etrafında büyük toprak mulkiyetine
yaslanmadan siyaset üretemez.
Büyük toprak mulkiyeti
ise Irak üstünden ya doğrudan emperyalizme ya da dolaylı olarak petrodoları temsil
eden Arap gericiliğine yaslanmadan kendisini var edemez. Böylesi ulusal ve
uluslar arası dinamiklere sahip bir milli mesele bir de tarımın yarı feodal
niteliği ile köylü sorunuyla iç içe geçmişken, bir taraftan kendi kaderini
tayin hakkı ilkesini ayrı bir devlet kurma siyaseti olarak mutlaklaştıran,
diğer taraftan DHD’ni Kürt köylülüğü ve proletaryasını Kürt ticaret burjuvazisi
ve onun yaltakçısı Kürt küçük burjuva entelektüelizmi aracılığıyla büyük toprak
mülkiyetine ve feodalizme yedekleyen siyasal anlayışlar, her şeyden önce
,sosyalizm iddasnda samimi olmadıklarını göstermektedirler.
Kürt köylülüğü ve
proletaryasının kendi ulusal egemenlerine yedeklendiği ve topraksız köylülükle
proletaryanın, yarı proletarya ve küçük burjuvazi karşısında azınlık konumunda,
üstelik de örgütsüz bırakıldığı bir siyasal toplumsal durum da kim hangi
sınıfsal dinamiklerden bir sosyalist devrim projesi üretebilir.
Köylülüğün,
proletaryadan ziyade yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisine farklılaşma
eğilimi gösterdiği bir siyasal coğrafyada, şehirler ,topraksız köylülüğün
nüfusun yüzde doksanını teşkil ettiği Çin devriminde olduğu gibi pasif güç
biriktirme alanları değil, kırdaki gerilla mücadelesi ile koordineli aktif
mücadele alanlarıdır. Bu olguda, esas- tali ayrımı bir koordinasyon sorunu
biçimini almaktadır ve zamana ve konjonktüre bağlı olarak yer değiştirme
eğilimi gösterir.
Üstelik, tarihsel kimlik ve aidiyet
sorunlarının da katıldığı ve köklü bir ulusal sorunun varlığında, bir taraftan
demokratik devriminin asgari programının üstünden atlayarak sosyalist devrim
tezleri üretirken, diğer taraftan ulusal sorunu soldan revize ederek ezilen
ulus burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetine kapı aralama anlayışları
,tıpkı doğmatik İbrahim Kaypakkaya savunuculuğu gibi Anadolu ve Kürdistan
sosyalist hareketinin aşması gereken zafiyetlerden biridir.
Buna karşılık, İbrahim
Kaypakkaya’nın doğmatik savunuculuğunu yapan siyasal yapı ise sosyo ekonomik
yapıda 1930’ların Çin’inde olduğu gibi topraksız köylülüğün belirleyici bir
konumda olmadığını, bu nedenle köylülüğün halk savaşına kitlesel olarak değil
tedricen politize olduğunu, yine aynı nedenle, kendilerinin sürdürdüğü
mücadelenin köylülüğün kitlesel katılımıyla gerçekleşen bir halk savaşı değil
pratikte öncü savaşının bir biçimine karşılık geldiğini, mücadelenin halk
savaşı biçimini alabilmesi için Kürt köylülüğü ve proletaryasının kendi
kaderini tayin hakkı kapsamında kitlesel olarak politize olduğu Kürt ulusal
mücadelesiyle birleşik bir karaktere bürünmesinin, coğrafyanın devrimci
dinamiklerinin dayattığı bir zorunluluğa karşılık geldiğini
görememektedir.
Anadolu ve
Kürdistan devriminin DHD sürecinde, uzunca bir süre, kırsalda gerilla
mücadelesinin stratejinin esasını oluşturması, halen, köylü sorununun varlığı
ve komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini belirlemesinden dolayı olduğu
gibi kırlarda devlet denetiminin şehirlere göre zorluğundan dolayıdır. Yoksa,
Tamamen kendine özgü tarihsel ve ekonomi politik süreçlerde gelişen Çin
devriminin Anadolu ve Kürdistan DHD surecine olduğu gibi ikame etme
anlayışlarının ne MLM ne de İbrahim Kaypakkaya’ nın siyasal mirası ile tutarlı
bir ilişkisi olmayıp, tamamen siyasal yetersizlik ürünü olan ve Kaypakkaya
sonrası coğrafyanın gerçeklerini görmekte başarısızlık ürünü,siyaseten iflas
etmiş kaba bir dogmatizmden başka bir şey değildir.
Böylesi bir dogmatizm
iflasını ilan ederken, bir zamanlar kökten karşı olduğu öncü savaşı
pratiğini halk savaşına ikame etmekte, Maoist Halk savaşını bir öncü savaşına
indirgeyerek pratikleştirmekte de bir sakınca görmemektedir.
Gramsci, 1919-1920'lerde İItalya'da komünist
hareketin yenilgisinden ve faşizmin kitle tabanında yaygınlaşmasından sonra
Marksist Leninist devlet kavramının içeriğini muhafaza ederek,doğudaki feodal
ve burjuva feodal devlet aygıtlarından farklı olarak, batıda burjuva ideolojisinin
emek kitlesi içinde çok daha derinlere kök salmasından hareketle, devletin
yalnızca egemen sınıfların baskı aracı olmadığı ama aynı zamanda egemen
sınıfların bir ideolojik ve kültürel hegemonya aracı olduğu tespitini yaparak,
batı Avrupa için daha uygun bir anti faşist mücadele araçları üzerine tezler
geliştirmeye yöneldi.
Gramsci ,kapitalist
toplumun üst yapısının, yani burjuva devletin, alt yapıdan, yani üretim
ilişkilerinden nispeten özerk bir ideolojik ve kültürel hegemonya yarattığını,
bu olguyla, burjuvazinin kendi sınıf iktidarını toplumun ezilen sınıfları
arasında derinleştirdiği tespitini yapıyordu.
Her ne kadar burjuvazinin bir üst yapı
argümanı olan devlet aracılığı ile ezilen sınıflar arasında yarattığı ideolojik
ve kültürel hegemonya birebir üst yapının bir fonksiyonu olarak değil, alt
yapıda, yani üretim iliklilerinde kapitalist toplumun temel çelişkisinin
yarattığı sınıfsal bölünme ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal iş bölümünün
üst yapıdaki görüntüsü olarak gelişen ve buradan ezilen sınıflara yine
kapitalist toplumun temel sınıf bölünmesi olan emek sermaye bölünmesi aracılığı
ile empoze edilen, ideolojik ve kültürel hegomonyanin kaynağı konusunda,
Gramsci ,olguyu tepetaklak ederek çözümlemek istemişse de vargı olarak tespit
ettiği ve burjuvazinin sınıf iktidarını toplumun ezilen sınıf ve katmanları
arasında meşrulaştıran ideolojik ve kültürel hegemonya, kapitalizmin
emperyalizm aşamasında, finans oligarşinin ekonomi politik eğilimlerinin ezilen
sınıflar arasında faşist ideoloji olarak yaygınlaşması bağlamında, burjuva
devlet kavramına dair irdelenmesi gereken yeni bir olgu idi.
Çünkü, batı Avrupa’nın
emperyal devlet aygıtları, sömürge ve yarı sömürgelerden aktardıkları
kaynaklarla bir işçi aristograsisi yaratmış ve burjuva ideolojik kültürel
argümanları emekçi sınıflar içinde derinleştirmişlerdi.
Gramsci, batıda ,Sovyet devriminde olduğu gibi
sosyalizm bağlamında hızla politize olan bir işçi sınıfının olmadığı ve burjuva
devletin ideolojik ve kültürel hegemonya ile ezilen sınıf ve tabakalara kadar
nüfuz ettiği tespitini yaparken haklı olmasına rağmen, batıda burjuva
devrimlerin tamamlandığı ve köylülüğün farklılaşma sürecinin sona erdiği ,buna
karşılık, Sovyet devriminin ise halen köylülüğün farklılaşma surecinin devam
ettiği bir coğrafyada gerçekleştiği gerçeğini fark edemiyor.
Köylülüğün farklılaşması
surecinin sürdüğü bir coğrafyada ,bir de emperyalist savaşın yarattığı ekonomik
ve moral tahribatın üstünde, köylülük gibi mevcut koşullarda farklılaşması
süren ve toplumun en hareketli tabakasını oluşturan bir sınıfın, giderek artan
oranda devrim saflarına ve proletaryaya katılma olgusu, Sovyet devriminde
kitlesel politizasyonun esas dinamiğini oluşturmaktaydı. Zaten, proleterleşme
süreci savaş koşullarında daha da hızlanmış ve büyük yıkımlar yasayan
köylülüğün yarattığı devrimci enerji Sovyet devriminde devrimin temel
dinamiklerinden birini yaratmaktaydı.
Buna karşılık, batıda köylülüğün farklılaşma
süreci tamamlanmış ve işçi sınıfı da yine emperyalizm marifeti ile sömürge ve
yarı sömürgelerden aktarılan emek sömürüsünden, nispeten, burjuvazi tarafından
nemalandırılarak pasifize edilmişken, mevcut sosyoekonomik formasyonda, batıda,
burjuva devletlerin ideolojik ve kültürel hegomanyasinin halk sınıfları
arasında derinlik yaratması ve faşizmin kitle tabanı bulabilmesi beklenmesi
gereken bir olgu idi. Burjuvazi ideolojik ve kültürel hegemonya aracılığı ile
sınıf iktidarını ezilen sınıflar arasında derinleştirip meşrulaştırırken lümpen
proletarya ve sınıf bilincinden yoksun halk tabakalarına tutunuyordu.
Gramsci, faşist
ideolojinin, batıda halk sınıfları arasında yaygınlaşmasına karsı, proleter
öncünün, cephe siyasetinden mevzi siyasetine geçmesi ve burjuvazinin ,burjuva
devletin hiyerarşik örgütlenmesini taklit eden dikey siyasal yapılarla faşist
ideolojinin kitleselleşmesine karşı ,yatay siyasal yapılanmalar ve kitle
örgütleri aracılığı ile burjuva devletin kuşatılacağı ve proletaryanın kendi
karşıt ideolojik hegomanyasinin yaratılacağı bir demokratik kitle örgütü
siyasetine bağlı mevzi mücadelesini benimsiyordu.
Maoizm, halkın birleşik
cephesinin, ancak halk savaşı stratejisine bağlı olarak bir ya da bir kaç
bölgede Kızıl Siyasi iktidarın kurulmasıyla gerçekleşebileceğini ,yoksa,
birleşik cephe siyasetinde proletaryanın önderliğinin yaratılamayacağını
söylerken haklıydı.Coğrafyamız koşullarında, yukarıda irdelenen sebeplerden
dolayı ,ne Kürt ne de Türk coğrafyasında DHD’nin bir MDD formatında gelişme
koşullarının mümkün olmadığı sosyopolitik şartlarda, Gramsci'nin cephe siyaseti
yerine önerdiği mevzi mücadelesi siyaseti güncelliğini korumaktadir.
Zaten, kendi
kaderini tayin hakkı kapsamında gelişen Kürt ulusal hareketinin ve yine
demokratik haklar bağlamında gelişme eğilimi gösteren kimlik , aidiyet ve inanç
özgürlükleri baglamindaki demokratik hareketlerle birlikte, sınıf mücadelesi,
her biri birbiriyle ilişkili, ancak ayni zamanda özerk bir nitelik gösteren
birer demokrasi sorunu olarak gelişme potansiyeli taşıyan ve bu nitelikleri ile
DHD’nin asgari programına niteliğini veren siyasal argumanlarin gelişme
seyri de eski tipte bir birlesik cephe siyasetinden çok bir mevzi mücadelesi
siyasetine ihtiyaç gösterirken, proleter öncünün demokratik kitle örgütleri
siyasetine ayrı bir önem vermesi ihtiyacı kendisini göstermektedir.
Coğrafyamızda,
devrim ve demokrasi sorunları ile ilişkisi içinde proleter öncülük iddiasında
olan çoğu siyasal yapının bir MDD siyaseti için yetersizlikler gösteren
sosyopolitik koşullarda ,sınıfsal dinamiklerden çok kimlik ve aidiyet
dinamiklerine bağımlılık gösteren örgütsel yapıların gelişme koşulları
düşünüldüğünde, sınıf dinamiklerini aktive edecek ve özellikle, köylülüğü kendi
coğrafyasının dışında proleterleşme eğilimi göstermesine rağmen ,ulusal ve
kimlik siyasetine daha uyumlu dikey siyasal yapılanmalarla kendi burjuvazisi ve
büyük toprak mülkiyetine siyasetine yedeklenen Kürt köylülüğü ve
proletaryasının, DHD surecinin sınıf dinamiklerinin ihtiyaçlarını
sorgulayabileceği, sınıf siyaseti ile ilişkilenebileceği, Kürt sorununda farklı
sınıfsal perspektifleri irdeleyip bağımsız bir sınıf siyaseti geliştirebileceği
yegâne demokratik mevziler olarak Demokratik Kitle Örgütlerinin çeşitlendirilip
yaygınlaştırılması ayrı bir önem arz etmektedir.
Çünkü,DKÖ’ler kitlelerin
mücadele okuludur ve Kürt dinamiklerinden yoksun bir DHD sürecinin Anadolu
coğrafyası için bir kısır döngüden başka bir şey ifade edemeyeceğini bilince
çıkarması gereken Komünist önderliğin, her şeyden önce, Kürt sorununun tarım ve
köylü sorunu üzerinden sınıf dinamiklerini açığa çıkaran ve sorunun Kürt
köylülüğü ve proletaryası menfaatine çözümüyle birlikte, mevcut dinamikleri
birleşik bir DHD sürecine seferber edebilecek bir politik perspektife sahip
olması, bu politik perspektifi pratiğe geçirecek uygun araç ve yöntemleri azami
bir özen ve çabayla yaşama geçirebilmesi gerekir.
Coğrafyamızda,
gerek sık tekrarlanan açık veya post modern darbe siyasetlerinin ya da
sosyoekonomik yapının kendi özgürlüklerinin bir sonucu olarak, sosyalizm
deneyimlerinin yenilgilerinin de yarattığı psikososyal koşullarında, kimlik ve
aidiyet sarmalında sıkışarak, giderek sınıf dinamiklerinden soyutlamakta olan
siyasal yapıların, kimlik ve aidiyet dinamiklerinden beslenen kastlaşmış
siyasal öncülüklerinin, kendi içinde de devrim ve demokrasi mücadelesinin dikey
siyaset perspektifini,kitlelerin yaratıcı dinamikleri zemininde gelişme olanağı
bulabileceği yatay siyasal mecralar ve kitle örgütleri perspektifi de DHD
surecinin sınıf dinamiklerini aktive eden bir mevzi mücadelesi perspektifinin
gelişmesine karşı ,siyasal öncülük iddiasındaki yapıların kimlik siyaseti
içinde sıkışmışlıklarının aşılabilmesi,Gramsci’nin, demokratik kitle örgütleri
zemininde, proletaryanın, devletin ve her bir farklı kimlik ve aidiyetin
ideolojik kültürel hegemonya siyasetine karşı, faşizmi,kendi öz yönetim
örgütleri aracılığı ile kuşatabileceği ve kendi kültürel siyasi hegemanyasini
yaratabileceği mevzi mücadelesi siyasetini yeniden güncelleştirme ihtiyacı
kendini göstermektedir.
Mevzi mücadelesi
siyaseti, Batı toplumlarında ve coğrafyamızda farklı nedenlerle de olsa
güncelliğini korumaktadır. Mevzi mücadelesi siyasetinden bileşik cephe
siyasetine geçişin ise ancak Kürt köylülüğü ve proletaryasının sınıf
dinamiklerini benimseyeceği ve böylelikle gerçek bir proleter öncünün teşekkül etme
koşullarının olgunlaşacağı süreçlerde, halk savaşı stratejisinin ileriki
aşamalarında gelişme eğiliminde olabileceği anlaşılmalıdır.
Fakat, bu türden bir
mevzi siyaseti, mevcut sendikalar ya da meslek örgütleri aracılığıyla yaşama
geçirilemez. Çünkü, coğrafyamızda, köylülüğün farklılaşmasından ortaya çıkan
proletarya ve yarı proletaryanın büyük çoğunluğu sendikalı değil, küçük ve orta
boy işletmelerde güvencesiz ve sendikasız olarak çalışmaktadır. Zaten, bu
nesnel durumun kendisi, batı Avrupa coğrafyasından farklı olarak, coğrafyamızda
ve benzer, diğer yarı sömürge coğrafyalarda, devletin ideolojik ve kültürel
hegamonyasının emekçi sınıflar arasında da derinlik kazanmasının en önemli
nedenini teşkil etmektedir.
Kürt ulusal hareketinin bugünkü ideolojik
argümanları, faşizmi askeri mevzilerde yıpratmış olmasına rağmen, ideolojik ve
kültürel hegemonya alanında, ulusal eksenli karşılıklı tez antitez zemininde
faşizmin ideolojik argümanlarını yenilemesine olanak tanıyan ve faşizmin dikey
hiyerarşik örgüt motiflerini taklit eden, dikey siyasal formlar etrafında
gelişmektedir. En son HDP projesi de bir dikey siyasal oluşum olup, biçimsel
olarak değilse de siyaseten kitlelerin aktif katılımı ve siyasal denetiminden
azade, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli göstermektedir.
Oysa, HDP benzeri bir siyasal oluşumu
demokratik kitle örgütleri zemininde yaratmak ve parti üyelik ölçütü olarak,
örneğin ,en az iki kitle örgütüne aktif üyelik şartı getirilerek, hem kitle
örgütlerini güçlendirmek hem de siyaseti dikey hiyerarşik formlardan azade
ederek gerçek anlamda demokratikleştirmek ve kitle inisiyatifini olanaklı hale
getirmek mümkündür ki örneğin, bugün, Küba'da sosyalist devlet yapısı içinde
herhangi bir yetkilendirme, bireyin, hangi kitle örgütlerinde ne kadar aktif
insiyatif aldığına dair fiili bir şarta bağlanmıştır.
Böylelikle, sosyalist
devlet aygıtının bürokratik eğilimlerle işgal edilmesine ve bürokratizme karşı
kitle örgütleri zemininde, kitle dinamikleri fiilen aktif hale getirilerek
devrimci pratik esaslarında önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bu örnek, gönüllük
temelindeki herhangi bir sözleşmeye bağlı olmayan komünist emek ile zorunlu
toplumsal iş bölümü arasındaki çelişkiyi bir sosyalist demokratizmin amaçlarına
uygun olarak çözmeye yönelik olumlu bir örnektir.
Castro ailesinin Küba
sosyalizmindeki konumundan hareketle onu küçük burjuva sosyalizmi olarak
yaftalayanlar, Castro ailesinin Küba sosyalizminin iç işlerinde neredeyse
sembolik bir rol oynadığını ama buna karşılık Küba'nın dış ilişkilerinde sosyalizmin
garantörü olarak, toplumun hemen hemen tamamı tarafından onaylanmış olan
simgesel bir işlevi, adeta, ilkel komünal toplumdaki bir kabile şefinin
herkesçe kabul gören bir saygınlığını temsil ettiğini fark
edememektedirler.
Engels'in, sınıflı toplumun
en ayrıcalıklı yetkelerle donatılmış bir devlet memurunun toplumsal
saygınlığıyla, bir kabile şefine karşı duyulan içten gelme saygıyı kıyaslarken
ifade etmeye çalıştığı gibi komünist toplumun bir prototipi olan ilkel
komündeki iş bölümünün tamamen toplumsal rıza temelinde şekillenmesine karşın,
sınıflı toplumda, devlet memurlarının bütün 'saygınlığı'nın, toplumsal bir rıza
temeli şöyle dursun, söz konusu toplumun ekonomi politiğinin hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan devlet zoruna dayandığı gerçekliğidir.
Kuşkusuz, biz şimdi, Küba
sosyalizminde Castro ailesinin konumuna ilişkin, onu bir kabile şefinin ilkel
komündeki toplumsal rızaya dayalı rolüyle benzeştirirken, bir sosyalist
paradigma için bu modelin mutlak ve zorunlu bir biçim oluşturduğunu değil ama
sosyalist demokratizmin olanak ve biçimlerini de geliştirecek olan kolektif
üretici güçlerdeki tarihsel gelişmeye bağlı olarak aşılacak olan ve aşılması
gereken, tarihsel zorunlulukların belirlediği somut bir olgu olarak
değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışıyoruz ki benzeri bir durum,
bugün, örgüt liderlerine, tıpkı ilkel komünde olduğu gibi bir kabile şefi gibi
''dayılık'' misyonu atfeden siyasal yapılar için de söz konusudur.
Burada, bir kabile
şefinin içten gelme saygınlığını temsil eden ''dayılık'' misyonu, tıpkı, Küba
sosyalizminde Castro ailesinin temsil ettiği rol gibi özel olarak devrimci
örgütü, genel olarak bütün toplumu devrimci mücadelenin ve sosyalist inşanın
görevlerine seferber eden birleştirici bir rol oynamaktadır ki bu rol, onu
gereksizleştirecek ve bir lider kültünü aşacak toplumsal şartlar ortaya
çıkmadığı sürece, gerek bir devrimci örgütün ve gerekse bir sosyalist
paradigmanın demokratizminin, onun karşısındaki engeller tarafından koşullanan
zorunlu tarihsel biçiminden başka bir şey değildir.Burada, şunu da söylemek
gerekir ki Stalin önderliğindeki proletarya dikdatörlüğüne ilişkin küçük
burjuva entelektüelizminin dillendirdiği eleştirilerle, Küba sosyalizminde
Castro ailesinin konumuna ya da bizdeki ''dayılık'' misyonuna getirilen
eleştiriler, tarihsel materyalizm biliminin gerektirdiği somut şartların somut
tahlilinden değil, burjuva demokratizminden ya da küçük burjuva
ütopyacılığından köken alan temelsiz ve dayanaksız iddea ve yaklaşımlardan
başka bir şey ifade etmemektedir.
Gramsci'nin tespitleri, sosyalizm
deneyimlerinin yenilgi nedenlerine dair de önem teşkil etmektedir. Küçük
burjuva entelektüalizmi ve onun bürokratik eğilimleri, kafa emeği ile kol emeği
arasındaki çelişkide, yönetsel sorunlar bağlamında, teknik bilgi ve birikimin
yönetsel mekanizmaları kolektivizmin ruhuna aykırı olarak, burjuva devlet
aygıtında olduğu gibi kendi varlığı ve inisiyatifine bağımlı tuttuğu dikey
siyasal yapılanmalarda kendisini ifade etmektedir.
Oysa ,emeği toplumsallaştırmış
sınıf olarak proletarya, tarihte sınıflı toplumlarda eşi benzeri görülmemiş
demokratik bicimler yaratmaya muktedir bir sınıftır ve toplumsal emeğin üretim
ve paylaşım dinamiklerini sonsuza kadar giderek daha yetkin bir biçimde
kolektifleştirme dinamiklerinden yoksun değildir. Proletarya, burjuvazinin
egemenlik aygıtı olan devletle mücadelesinde burjuva yöntem ve aygıtları taklit
etmemelidir. Yıktığı formların bir benzerini değil emeğin toplumsal niteliği
ile uyumlu ve kolektivizmin ihtiyaçlarına karşılık üretebilecek, olabildiğince
demokratik ,kitle inisiyatifinin yaratıcılığını aktive eden öz yönetim
formlarını yaratma mücadelesinde olmalıdır .
Fakat, burada, gerek
devrimci bir örgütün ve gerekse bir sosyalist paradigmanın demokratizmine
ilişkin olarak niyet edilen şeylerle, somut şartlarda var olan gerçekliğin
birbiri yerine ikame edilmemesi gerekir.
Örneğin, Lenin'in Ne
Yapmalı'da, henüz mücadele aşamasındaki bir devrimci örgütün demokratizmine
ilişkin yaklaşımıyla, Devlet Ve İhtilal'de iktidarı ele geçirmiş olan bir
komünist partisinin demokratizmine yaklaşımı farklıdır.
Lenin, henüz mücadele aşamasındaki illegal bir
devrimci örgütün demokratizminin biçimini belirliyen şeyin, tamamen devrimci
mücadelenin zorunlulukları olduğunu ve dolayısıyla, bu aşamada, bir devrimci
örgütün demokratizminin, her şeyin günlerce tartışıldığı ve eleştiri
özgürlüğünün hakim olduğu bir liberalizme indirgenemeyeceğini söylerken ne
kadar gerçekçi ve haklıysa, iktidardaki bir komünist partisinin, demokratizmi
olabildiğince geliştirmek, bunun biçimlerini aramakla yükümlü olduğunu, çünkü,
tek başına alındığında hiç bir demokratizmin bize sosyalizmi vermemesine
rağmen, demokratizmin, hiç bir zaman tek başına amaç olarak ele
alınamayacağını, onun olası biçim ve yöntemlerinin komünist partisinin
karşısındaki tarihsel sorunların niteliği tarafından belirlendiğini ve
dolayısıyla, iktidardaki bir komünist partisinin demokratizm arayışlarının da
ancak sosyalist ekonomi politikle ilişkisi içinde, birbirini karşılıklı olarak
geliştiren bir anlayış temelinde değerlendirilmesini söylerken de bir o kadar
haklıdır.
Demokratizm sorununu ve
bunun biçimlerini, onu çevreleyen tarihsel koşullar ve zorunluluklardan
yalıtılmış bir biçimde tek başına bir amaç olarak ütopik bir biçimde
değerlendiren anlayışların yaklaşımı, Stalin önderliğindeki proletarya
dikdatörlüğüne, bugünkü Küba sosyalizmine ya da devrimci örgütlerdeki
''dayılık'' misyonuna yaklaşımlarıyla aynı minvalde, somut şartların somut
tahlilinden uzak, ütopik küçük burjuva entelektüel gevezeliklerden başka bir
şey ifade etmemektedir.
Demokratizm sorununu tek
başına bir amaç olarak değerlendiren anlayışların, söz konusu demokratizmin
biçimini de belirleyen tarihsel zorunluluklar karşısında üstlendikleri herhangi
bir sorumluluk dahi yokken, biçim üzerinde sürdürdükleri tartışmaların devrimci
mücadelenin sorunlarına ilişkin olarak hiç bir değeri ve anlamı olmadığı gibi
herhangi bir sorumluluk taşımadıkları halde, kendilerini her şeyi her biçimde
eleştirmeye yetkili görenlerin, bu yetkiyi nereden aldıklarını da sormak
gerekir ki böylelerinin tarih karşısındaki pozisyonu, ordusuz komutanların
durumundan farklı değildir.
Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri
bağlamında bürokratizm sorununa dair değerlendirmelerin merkezine konulması
gereken şey ise bir lider kültü eleştirisinin ötesinde, bürokratik
eğilimleri yaratan, üretim ilişkilerine eski toplumdan tarihsel bir zorunluluk
olarak devretmiş olan burjuva ekonomi politiği ve hukukunun kalıntılarına
karşı geliştirilmesi gereken mücadele yöntem ve biçimleridir ki bir
sosyalist paradigmanın demokratizminin biçim ve içeriğini belirleyen şey de bu
sorunların niteliğinden başka bir şey değildir.
Özellikle, iktidardaki bir komünist parti için
demokratizm sorununa yaklaşımın, partinin de içinden çıktığı toplumsal yapıyı
kuşatan tarihsel zorunluluklar bağlamında çelişkili bir birlik olduğu
gerçekliğinden hareketle, Maoist ''yüz çiçek açsın, yüz çiçek yarışsın''
şiarının parti ve üretim ilişkilerinin çelişkilerine uyarlanmasını esas alan bir
içeriğe sahip olması gerekir.Çünkü, iktidardaki bir komünist partisinin
sosyalist inşanın teorik-pratik ihtiyaçlarına ilişkin sorunsalı, mücadele
aşamasındaki bir devrimci örgütten çok daha kapsamlı ve çetrefillidir. Bu
nedenle, mücadele aşamasındaki bir devrimci örgüt için olumlu ve yeterli bir
işleve karşılık gelen ''dayılık'' ya da liderlik kültü, bir sosyalist
paradigmanın inşasına ilişkin sorunsallar karşısında yetersiz kalacaktır.
Genel olarak MLM
siyasetin, özel olarak Kaypakkayacı geleneğin aşması gereken olgulardan biri de
her çelişkiyi parti aygıtı aracılığıyla çözmeye çalışma yaklaşımıdır. Oysa,
Sovyet devriminde bile, Sovyetler, başlangıçta Menşevikler tarafından kurulan
yatay kitle örgütleri olmalarına ve kuruluş felsefesinde narodnik köy komünleri
olmasına rağmen Şubat devriminden sonra Leninistlerin insiyatifinde Ekim
devriminde tayin edici bir rol oynamışlardır.
Kuşkusuz, politik özne
olarak Komünist Partisi, her türden toplumsal çelişkiye yaklaşımın odağında
olmalıdır. Fakat, politik özne, toplumsal çelişkilere yaklaşımında yön
belirleyici misyonunu yerine getirirken, kitle dinamiklerini etkin bir biçimde
yaşama geçirme yeteneğine daha yatkın olan yatay kitle örgütlerini toplumsal
çelişkilere yaklaşımının olmazsa olmaz bir argümanı olarak kullanabilmeyi ve
kitlelerle kitle örgütleri aracılığıyla tutarlı ve güçlü bağlar geliştirebilme
kültürünü de yaşanmış devrim deneyimlerinden hareketle daha fazla öne
çıkarabilmeli ve her toplumsal çelişkiye doğrudan parti aygıtı üzerinden çözüm
arama alışkanlıklarını da aşmalıdır.
Sosyalizmin bir toplumsal
proje olarak yeniden güncelleşme sorunu, her sedyen önce sosyalizm
deneyimlerinin yenilgilerinden çıkarılacak dersler etrafında, her coğrafyanın
ekonomi politik siyasal özgünlüklerine göre geliştirilmelidir.Bu bağlamda,
DKÖ’ler, bizim gibi yarı sömürge coğrafyalarda sık sık tekrarlanan faşist
darbelere karşı dayanıksız olsa da şimdiye kadar yapılmış hiçbir faşist
darbenin, tamamen militarist yöntemlerle iktidarını sürdüremeyeceği, en azından
burjuva klikler arasındaki demokrasiye ihtiyaç duyduğundan kısmi demokratik
hakları uzun süre rafa kaldıran militarist yöntemlerle iktidar edemeyeceği de
bir gerçekliktir. Burjuvazi, emperyalizm, proleter devrimler ve karşı devrimler
çağında bir devlet biçimi olarak faşizme ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, emek
sömürüsünü realize edebilmek ve kendi klikleri arasındaki ilişkilere demokratik
bir nitelik verebilmek için de kısmi demokratik haklara da o kadar ihtiyaç
duymaktadır.
Evet, bu ,burjuva
egemenliğinin bir paradoksudur ama bu paradoksun temellerinde varlığını
sürdürebilmek için emek gücü metasına yaşamsal bir ihtiyaç duyan kapitalizmin
ekonomi politiğinin çelişkileri vardır.
Son olarak, coğrafyamızın
devriminin sorunlarını çözebilme yeterliliğinde olan bir politik öncünün
yaratılabilmesi sorununun Kapakkaya geleneğinin birliğine indirgenmesi
yönündeki yaklaşımları da doğru ve gerçekçi bulmadığımı belirtmek
isterim.Bugün, eğer, sosyalist halk savaşı perspektifini savunan bir siyasal
yapıyla DHD perspektifini doğmatik bir hatta da olsa savunan başka bir
Kaypakkayacı geleneğin birleşebilmesi mümkün görünüyorsa, örneğin, işçi
örgütlenmesini esas alan siyasal yapılarla ve hatta Çayancı öncü savaşı
sürdüren siyasal yapılarla da söz konusu Kaypakkayacı geleneklerin bir
parti birliği oluşturabilmesi ve kendi alanlarında uzmanlaşmış ve derinleşmiş
parti birimleri haline gelen farklı siyasal yapıların bir tek siyasal öncü
içinde, ortak bir siyasal program etrafında birleşmesi de pekala mümkündür.
İki çizgi mücadelesi gibi
yöntemsel bir silaha sahip olan Maoist geleneğin, özünde komünist olan ve fakat
farklı mücadele biçimlerini öne çıkaran siyasal hareketlerle güçlü bir politik
özne yaratabilmek amacıyla birlik oluşturabilme yeteneği ve esnekliği de
olmalıdır.
Unutmayalım ki Leninist politik öncü de bir
zamanların narodniklerinin farklılaşması ve bir tek politik öncü içinde
birleşmesiyle yaratılabilmişti.Kürt Özgürlük Hareketi ise Orta Doğu
bataklığında boğulmamak ve emperyalist hegemonyayı aşabilmek için Kürt
feodalleri ve ticaret burjuvazisinden, köylük ve proletaryaya kadar çıkarları
birbirine karşıt olan sınıfları bir araya getirmeye çalışan ulusal birlik
siyasetinden ziyade, Anadolu devriminin dinamiklerine, yarın, bugün olduğundan
daha fazla muhtaç olduğunun ne kadar bilincine varabilirse, kendi
handikaplarını aşmada o kadar erken ve çabuk mesafe kaydedebilecektir.
Yine, Kürt Özgürlük Hareketi, Komünistler
dışında, gerek Kürt ulusu içindeki farklı sınıf ve tabakalarla, ( örneğin, KYB
gibi ) gerekse, farklı devlet ve hareketlerle siyasal konjonktürün ihtiyaçları
ve zorunlulukları esasında ittifaklar yapabilir.
Fakat, bu ittifaklardan
hiç biri Kürt sorunun, özellikle, onun asıl mücadele eden kitlesini oluşturan
Kürt köylülüğü ve proletaryasının menfatine kalıcı bir çözüme ulaşabilmesi için
yeterli olmayacaktır. Başka bir ifadeyle, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız
nesnel olgulardan dolayı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının nihai bir
çözüme ulaşabilmesi, Türkiye ve Kürdistan demokratik devriminin birbirini zorunlu
olarak koşullayan ortak zaferinin gerçekleşmesine bağlıdır.
Kürt sorununa ilişkin
olarak İbrahim Kaypakkaya'nın sezgisel öngörüleri o kadar derinliklidir ki daha
ortada silahlanmış bir Kürt Ulusal Hareketi dahi yokken, Kürt sorunun gelecekte
alabileceği olası biçimlere dair yaptığı faraziyelerde, örneğin, Kürt Ulusal
Mücadelesinin, Türkiye'deki devrimci mücadeleden daha fazla geliştiği bir
siyasal konjonktürde Kürt Ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma, ayrı
bir devlet kurma yönünde kullanmasının Türkiye'deki DHD sürecinin menfaatine
olabileceğini söylerken, Komünist bir siyasal önderliğe sahip olan ya da
Türkiye devrimin komünist öndeliği ile birlikte hareket eden bir Kürt Ulusal
Hareketini esas almaktadır.
Tarım ve köylü sorununun
çözülmemiş olması, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmamış olması,
tarımda emeğin kendisinin metalaşmadığı aile emeği üzerine kurulu yarı
feodal küçük ve orta ölçekli tarla tarımının belirleyiciliğinde, sermaye
birikiminin üretim süreci dışında, dolaşım sürecinde, tefeci tüccar sermayesi
biçiminde gerçekleşmesi, yarı feodal üretim ilişkileri ile halk sınıfları
arasındaki çelişkiyi baş çelişki haline getirirken, Kürt ulusal sorununun,
özünde, burjuva demokratik bir hak mücadelesi olan kendi kaderini tayin hakkı
kapsamında, Kürt köylülüğü ve proletaryasının büyük bir kesimini yedeklemiş
olması, coğrafyanın devrim sürenci DHD süreci olarak belirlemektedir.
( sosyo ekonomik yapının
ayrıntıları için bknz: Vasfi Nadir Tekin-Zincirin Halkası )
Kürt ulusal sorunu,
ister ikinci bir baş çelişki ya da isterse başlıca çelişkilerden en önemlisi
olarak belirlensin,DHD sürecinin üzerinden atlanarak doğrudan bir sosyalist
devrim mücadelesini programlaştırmak, bir taraftan, DHD’nin tarihsel
olarak öne çıkardığı görevleri savsaklamak, diğer taraftan, sosyalist devrimi
mümkün hale getirebilecek DHD sürecinde kazanılması gereken mevziler (Kürt
ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki yasal ya da fiili kazanımları
gibi) bağlamındaki mücadelenin ihtiyaçlarını ve ittifaklarını ihmal ederek,
sosyalist devrim perspektifini de muğlaklaştırmak anlamına gelir.
Çünkü, olası bir
sosyalist devrim perspektifi, ancak, kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva
demokratik bir hak mücadelesi için politize olmuş Kürt köylülüğü ve
proletaryasının devrimci enerjisini, öncelikle, birleşik bir DHD mücadelesine
ve bununla ilişkili olarak, Kürt ulusal sorununun nihai çözümü için faşist
devlet aygıtını tasfiye edecek bir sosyalizm mücadelesine seferber edecek bir
DHD süreci yaşanmadan, gerek sınıf dinamikleri ve gerekse ittifaklar cephesi
bağlamında muğlak kalmaya mahkum, pratik bir işlevi olmayan ölü bir paradigma
olarak kalacaktır.
Çünkü, ‘’tarım
kapitalistleşti, artık köylü sorunu yok,dolayısıyla, devrimin temel gücü
köylülük değil işçi sınıfıdır; milli burjuvazi kompradorlaştı, dolayısıyla
devrimci bir niteliği kalmadı; Kürt sorunun muhatabı da Kürt ulusal
hareketidir’’ tesbitleri üzerinden, doğrudan sosyalist devrim paradigmasına
varırsanız, devrim için elinizde ücretlerin iyileştirilmesi, sendikal haklar
gibi ekonomik demokratik mücadele sınırlarını aşamayan işçi dinamiklerinden
başka bir şey kalmaz.
Oysa, proletarya,
yalnızca işçi sınıfından ibaret değil, yarı proleterler,işsizler ordusu ve
yoksul köylülüğünde dahil olduğu geniş bir cephedir. Hele bir de tarihsel
derinliği olan bir ulusal sorun ve inançsal kimlik sorunlarının yaşandığı bir
yarı sömürge coğrafya, yarı feodal üretim ilişkilerinin yarattığı sorunlarla
alev alev yanan bir yanardağa benzer. yukarıdaki gibi tesbitlerle
doğrudan sosyalist devrim paradigmaları üretmekle, kendi ellerinizle, hem
DHD’nin ve hem de sosyalist devrimin bütün sınıf ittifaklarını budayıp
proletaryayı faşizme karşı silahsız ve çırılçıplak bırakmış olursunuz.
Oysa devrim, sınıf
çelişki ve dinamiklerinin ürünü olan bir toplumsal olgudur. Devrim, politik
öznenin giydiği ve kumaşında toplumun bağrındaki bütün çelişkilerin
nakış nakış işlenmiş olduğu ateşten bir gömlektir; ateş olmadan köz
olmaz.
Sonuç olarak, İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik
savunusu da şu ana kadar programlaşmış revizyonlarından herhangi biri de İyi
Kaypakkayacılığın ölçütü değildir. İyi Kaypakkayacılığın ölçütü, coğrafyanın
devrimci dinamiklerini amaca uygun olarak harekete geçirebilecek ve koordine
edebilecek olan, kesintisiz bir biçimde sosyalist devrimle birbirine bağlanan
bir DHD programıdır.
Böyle bir programın ise
komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini şekillendiren yarı feodal üretim
ilişkileriyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki olarak
belirlerken, başlıca çelişkilerden en önemlisi olan Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkı kapsamındaki mücadelesi bağlamında, Kürt dinamiklerini,
Kürt milli burjuvazisinden Kürt köylülüğü ve proletaryasına kadar örgütlü bir
güç haline gelmiş Kürt hareketini birleşik bir mücadele perspektifiyle
DHD’ne yedekleyebilecek içeriğe sahip olması ve bu içeriği pratikleştirmesi
gerekir.
Çünkü, İbrahim
Kaypakkaya’nın Kürt sorununa verdiği özel önem, bu sorunun DHD ile olan derin
ilişkisinden ve Kürt dinamikleri olmaksızın Anadolu coğrafyasının ne DHD
sürecinin ne de sosyalist devrim aşamasının tam olarak gerçekleşmesinin
olanaksızlığından dolayıdır. İbrahim Kaypakkaya’da sezgisel olan bu
gerçekliğin, bugünkü takipçileri tarafından bilince çıkarılması ve pratiğe
geçirilmesi, kuşkusuz, İyi Kaypakkayacılığın olmazsa olmaz ölçütü olacaktır.
Bu bağlamda, Bugünkü Kürt
Ulusal Hareketi, Kürt köylülüğü ve proletaryasını büyük oranda mücadeleye
yedeklemiş ve mücadelesini sahip olduğu üs bölgeleriyle stratejik denge
aşamasına yakın bir aşamaya taşımışken, Türkiye ve Kürdistan devriminin politik
öznesi ideasındaki bir Komünist Partisinin faşizme ve emperyalizme karşı
mücadeleyi, kendi güç ve olanaklarına karşılık gelen stratejik savunma
aşamasında karşılamaya çalışmasının, gerek askeri ve gerekse siyasal bir
tutarlılığı yoktur.
Kaypakkayacılığın bu
doğmatik kavranışı, coğrafyanın devriminin ihtiyaçlarıyla hiç bir biçimde
örtüşmediği gibi Kürt Ulusal Hareketiyle ittifak ve mücadele birliği
sorununun, taktik ihtiyaçların ötesinde, coğrafyanın devrim sürecini bir üst
aşamaya taşıyacak olan stratejik bir zorunluluk olduğunu kavrayamayan ve kendi
kaderini tayin hakkının desteklenmesini, devrim mücadelesinin
zorunluluklarından soyutlayarak kağıt üzerinde bırakan bir siyasal
kavrayışızlığın , teorik sığlığın ve öngörüsüzlüğün ürünüdür.
-----------------------------------------------Fikret Karavaz