"Onu tanıyan her birimiz kısacık da olsa, küçücük bir
parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup tanımayanlara ulaşacağız.
Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız hayalinizde o güzelim yüzünü."
Onu hep güzelim mavi
gözleri ve hüzünlü duruşuyla hatırlıyorum. Sarıya çalan kumral saçları ve pek
gülmeyen, bağırıp çağırmayan sakin ve ağırbaşlı haliyle biz şamatacı “kara
kafa”lar içinde nazar boncuğu gibiydi.
O köy irisi nahiyenin derme çatma ilkokulunda sıra
arkadaşımdı Cemil, başka bir alemden aramıza düşmüş gibiydi… Yıllar sonra 27
Ağustos 1977’te faşizmle girdiği çatışmadaki militan öne atılışıyla başka bir
dünyanın insanı olduğunu bir kez daha kanıtladı; içimizi kanatarak, ruhumuzu
coşturarak…
İlkokulun 4. ve 5. sınıflarını birlikte okuduk. Semiha
öğretmendi o iki yılda da öğretmenimiz. Semiha Kılıç, o da bir subay eşiydi.
Erzurum’un Kandilli kasabasında beş sınıflı Güvenç İlkokulu, subay çocuklarını
da köy çocuklarını da ‘eğitim-öğretim’ adına barındırıyordu. Kerpiç bir
binaydı, soğuktu ama okul soğukluğunu hiç hissettirmedi bize.
Cemil sıra arkadaşım mıydı pek hatırlamıyorum, büyük ihtimal
öyleydi. Çünkü subay çocukları subay çocuklarıyla, köylü çocukları köylüleriyle
otururlardı genellikle: Aynılar aynı yerde! Çocuk aklımızın bile sezebildiği bu
sınıfsal ve toplumsal ayrım hiç hoşumuza gitmezdi. Teneffüslerde hep köylerden
gelen çocuklarla oynadığımızı hatırlıyorum.
Bu sanki bir lütufmuş gibi onlar da bunu ödüllendirirlerdi
sık sık. Köyden lavaş ekmek ve çökelekleri bir öğretmenlere bir de ikimize
getirirlerdi. Cemil’de, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ayrımcı ve
ötekileştirici tabiatına isyanın ilk filizleri sanırım o yıllarda atılmıştı.
Kavraması, çözümlemesi ve safını belirlemesi ise daha sonraki yıllara kalmıştı.
Sınıfını ve onun olanaklarını reddetmiş, inandığı değerler ve idealler için
varolma yolunu seçmişti.
Kar yağdığında -Erzurum’un karı meşhurdur- okulun bahçesi
çamur içinde kalırdı. Garnizon binalarının önleri, subay lojmanlarının çevresi,
garaj ve askeri depoların girişleri metrelerce kar olurdu. Saatler boyunca kar
küreyen erlerin hissizleşmiş ellerini hala hatırlarım. Yirmili yaşlarda 40
yaşında gösteren köy yoksullarının elleri… Damarlı, nasırlı, bezgin. Annemizin
bize yaptığı gibi koynumuza sokup ısıtmak isterdik, yapamazdık. Erler,
kelimenin gerçek anlamıyla köleydiler, ordunun ve subayların her türlü işini,
angaryasını onlar omuzlardı.
Karlar erimeye başladığında, orada burada henüz erimemiş
karları herkesten önce kapmak için sonu gelmez bir koşuşturmaca başlardı
aramızda, çamurlar içinde debelenirdik. O bana göre daha “apartman çocuğu”
denebilecek bir yapıdaydı, narindi, duyarlıydı. Ben yanlış bir cinsiyetle
doğmuş gibiydim. İkimiz farklı bedenlerde varolsaydık sanki doğanın dengesine
daha uygun olurdu…
Sık sık hastalanırdı, ödevlerini ben götürürdüm. O ödevleri
defterine çekerken ben de o gün sınıfta olanları anlatırdım. Merakla dinlerdi.
Annesi kurabiye yapmış olur, bir yandan atıştırır bir yandan sohbet ederdik.
Kardeşlerine dair hiçbir iz kalmamış zihnimde…
Cemil’i kaybettiğimizi öğrendiğimde müthiş sarsıldım. Onun
devrimci olduğunu bile bilmiyordum. Babalarımız birer yıl arayla Ankara’ya
tayin olmuştu ve birkaç kez görüşmüştük sadece… Hani insana bir baş ağrısı
musallat olur ya hüzünden ya da coşkudan… İşte ikisini birlikte yaşadım.
Gözyaşlarım sadece onu yitirmiş olmanın üzüntüsüyle boşanmadı, aynı zamanda
büyük bir gurur ve coşku da duydum…
Cemil, İstanbul Okmeydanı’nda bir kamulaştırma eylemi
sırasında polisle girdiği çatışmada yaralanmasına rağmen çemberi yarıp izini
kaybettirmeyi başarmıştı. Parayı yoldaşlarına ulaştırmış. Göztepe’de tedavi
olduğu evi tespit eden ve başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı
faşistlerin bulunduğu, polislerin “Teslim ol!” çağrılarına silahıyla yanıt
vermiş. Uğur Gür’ü yaralamış fakat kendisi de yeniden yaralanmış. Daha sonra
içeri giren polisler onu oracıkta katletmişler…
Her gün yoldaşlarımızı, arkadaşlarımızı faşist namlularla
yolda, belde, izde, işkencede toprağa verdiğimiz Türkiye’nin o günkü ortamında
bu olağandı. Bana hâlâ şaşırtıcı gelen, has bir burjuva, yeminli bir devlet
elemanı ve gözünü iktidar hırsı bürümüş Nazif Oka gibi bir babanın evladı olup
da sosyalizm davası uğruna bu yiğitleşme, bu yüceleşmedir.
O andan başlayarak, birbirimizden koptuktan sonra neler yaşadığını,
nasıl şekillendiğini, böyle gözüpek bir askeri komutan olmak için nelerden
beslendiğini hep merak etmişimdir. Keşke bir süreliğine de olsa doğrulup bana
bunları anlatabilse…
Ruhunu burjuva devlete satmış Nazif Oka, oğlunun cenazesini
almaya bile gitmedi. Cemil’in fotoğraflarını evin her yanından kaldırttı. Uzun
yıllar sözünü ettirmediğini öğrendik. Ne yapsa boşuna! Onu tanıyan her birimiz
kısacık da olsa, küçücük bir parçası da olsa onu anlatacağız, onun sesi olup
tanımayanlara ulaşacağız. Tamamlayacağız bu tabloyu, canlandıracağız
hayalinizde o güzelim yüzünü. Hiç unutmayasınız diye…
Dipnot:[1] Nazif Oka, Elazığ, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş
illeri Sıkıyönetim Komutanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra HEMA yönetim kurulu
üyeliğinde bulundu.
(sendika.org
– 27 Ağustos 2024)