15 Şubat 2025 Cumartesi

Emperyalist Sistemin Yıkıcı Kaosu Başladı_ yusufkose_14 Şubat 2025 Cuma

Emperyalist Sistemin Büyük Kaosu Başladı…….Faşist Trump iktidara gelir gelmez, başkanlık seçimlerinde söylediğini uygulamaya soktu. 

Birincisi gümrük tarifelerini yükselteceğini, ikincisi, uluslararası bir çok kurumdan ve anlaşmalardan çıkacağını vaad etmişti ve gelir gelmezde uygulumaya başladı.

DSÖ çıktı ve Paris anlşamasından ABD’nin imzasını geri çekti. Birinci döneminde de bunları yapmıştı. Şimdi, birinci başkanlık döneminden farklı olarak Çin dışında hemen hemen bütün emperyalist ülkelerden ithal edilen malların gümrük vergilerini yükseltti. Kanada, Meksika, Çin, AB vb. Ülkelere ve gümrük verigilerini tavizsiz bir şekilde uygulayacağını açıkladı. En büyük ithalatı da AB’den yapıyor.

 Emperyalist ekonomik sistemin, üretimin uluslararsılaşmasının yaygınlaştığı ve esas hale gelmiş niteliği ile „içe kapanma“ niteliğiyle çelişir ve sistemin kendi içindeki varolan çelişmeleri keskinleştirme eğilimini içinde taşımaktadır. Bu durum, emperyalist sistemin kaosunun artacağını göstermektedir.

ABD emperyalizmi neden bu yola girdi?

ABD hala dünyanın en büyük emperyalist bir ülkesidir. Ancak, ekonomik olarak gerilemesi söz konusu ve net sermaye ve mal ithalatçısı bir ülkedir. Ülkedeki ekonominin büyük bir bölümü ithal ürünlerle döndürülmektedir. Faşist Trump bunu tersine çevirmek istiyor. „Make Amerika great again“ derken, ABD’yi 1980 öncesi döneme, ticaret fazlası verildiği dönemine götürmek istiyor. Bugün, ABD ekonomisini, esasta, borç ve iç tüketimi artırarak sağlıyor.

 

ABD’nin dış borcu1 36 trilyon ABD dolarının üstünde. GSYİH ise yaklaşık 30 trilyon ABD doları. Borcun GSYİH’ya oranı %123. Bu borcun içine özel şirketlerin (tekellerin) borcu dahil değil edilmemiştir. Yani, ABD ekonomisi borçla büyüyor ve borçla yürütülüyor. ABD emperyalizmi esas gücünü, ABD dolarının uluslararsı para olmasıdır. (ABD dolarını elinde bulunduran her kişi, sahip olduğu dolar kadar ABD ekonomisine katkıda bulunuyor.) Ancak o da giderek aşınmaktadır. Avro’nun payı %21. Ve dünya Bankası (DB) verilerine göre doların piyasadaki varlığı her geçen gün erirken, rezev işlem hacmi bugün ortalama %58,2‘ye gerilemiştir.2 Bu da ABD emperyalizmin saldırganlaştıran etmenlerden biridir.

 

Eurosatat’ın 2022 verilerine göre, dünya ihracatının %17,6'sını, ithalatın ise %12,7'sini Çin yaparken (toplam dünya ticaret hacminin yüzdesi %30,3), AB'nin payı ise, iharacatta %13,2, ithalattaki payı ise %14,8 (toplam %28). ABD ise, sırasıyla iharacattaki payı %10,1, (bazı kaynaklar ABD’nin dünya toplam ihracatındaki payını %8,49 olarak gösteriyor.) ithalattaki payı ise %15,8 (toplam %25,9). AB içinde ise, İharacat ve ithalatta öne çıkan ülkeler Almanya (%7,4), Hollanda (%4,0), Fransa (%2,8)'dır.3 ABD’nin ithal ürünlerinde Türkiye’nin payı %4‘dür. Dünyanın çeliğinin yarısını (%49) Çin üretiyor.

 

AB, ABD’ye 512 milyar dolarlık mal sataraken, ABD’den 350 milyarlık mal alıyor. Trump bu verilerden hareketle, AB ülkelerine silah harcamalarını GSYİH’nın %5‘ine çıkarmalarını istiyor. NATO’nun yükünün (silah, asker ve maddi) %/76‘sını ABD karşılıyor.4 Tüccar Trump, bu nedenle „biz sizin silahlı bekçiniz ... ve enayi değiliz“ diyor.

 

ABD’nin ticaret açığı 1 trilyondan fazla iken, Çin’in ticaret fazlası yaklaşık 1,5 trilyon ABD doları kadardır.5 ABD, BRICS üyelerine yaklaşık 250 milyar dolar ihracat yaparken, onlardan 650 milyar dolarlık ithalat yapıyor. Trump, ABD emperyalizminin emperyalist sistem içindeki en büyük rakibi ve „stratejik düşmanı“ Çin’in bir üretim üssü olmasını elinden alarak ABD’yi dünyanın (uluslararası tekellerin) üretim üssü yaparak eski gücüne varmak istiyor ve bu nedenlede, başta Çin olmak üzere AB, Kanada, Meksika ve diğer emperyalist ülkelere (şimdilik Avusturalya hariç) yüksek gümrük vergisi uygulamaya başladı. Özellikle Çelik ve Almüniyum’da %25‘in üzerinde ek gümrük vergisi getirileceğini açıkladı.

 

Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasıyla üretim, ucuz işgücü potansiyelinin yoğun olduğu Asya’ya kaymıştır. Özellikle 21. yüzyılın başından itibaren Başta Çin olmak üzere, Hindistan, Endenozya, Malezya, Singapur, Vietnam, Tayland, G. Kore, Tayvan, Filipinler uluslararası tekellerin üretim üsleri haline gelmiştir. Trump, bunu tersine çevirmek istiyor.

Faşizm Tehlikesi

Trump faşist yönetimi ABD ekonomisinin yeniden büyütmek ve elbette dünyaya bütünüyle hükmetmek ve rakip emperyalistleri geriletmek istiyor. Ancak bunu yaparken, işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini büyüterek ve geliştirerek değil, tam tersi, onlar üzerinde baskıları ve sömürüyü artırarak yampaya çalışacaktır. Ücret artışı ile kapitalist ekonomik büyüme, sermayenin alabildiğine büyüdüğü, merkezileştiği ve emperyalist çelişmelerin, emperyalist savaşı tetiklediği ve uluslararası alanda faşist yönetim dalgasının yükseldiği ortamda olası değildir. 

Tersine, ABD faşist yönetimi, faşizmi, uluslararası alana yaymaya ve faşist partileri desteklemeye çalışıyor. Ve faşist partilerin gelişmesi için ülkelerin hükümetlerine açıktan baskı yapıyorlar, çeşitli yaptırımlarla tehdit ediyorlar. İngiltere ve Almanya buna örnektir. Emperyalist tekeller için göstermelik „demokrasi“ gösterileri, özellikle 2008 büyük krizden bu yana çoktan sona erdi. Çünkü uluslararası emperyalist sermayenin birikimi ve merkezileşmesinin boyutu yıkıcı bir duruma geldi.6

 

Faşist Trump, ABD’de faşist bir diktatörlük kurmak istiyor. Ve bu nedenlede başta işçi sınıfına saldırıyı yoğunlaştıracaktır. ABD’li tekellerin “ First Amerika“sı, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletildiği bir ortamı kaldırmaz, tersine bu tür haklar onlara çok „lüks“ gelmektedir. Ancak, son yıllarda daha fazla sendikalaşan ve mücadeleye atılan ABD işçi sınıfı, kolay kolay faşist Trump yönetimeine boyun eğmeyecektir. Dişe diş mücadele ederek kazanan taraf, hiç kuşkusuz ABD işçi sınıfı olacaktır. Krize giren ise, ABD emperyalist ekonomisi olacaktır.

 

ABD, büyük bir tüketim üssü olduğu kadar üretim üssü değildir. Bu nedenle uluslararası tekellerin ihraç pazarı alanıydı. Faşist Trump ve arkasındaki teknoloji tekelleri ve diğerleri, ABD’nin ithal değil ihracat üssü olması için, üretimi artırmak istiyorlar. Üretimin artması ve mal ihraç üssü olması için, genç ve yoğun ucuz işgücüne gereksinim var. Bu da yaşlanan ve giderek (işgücü nüfusunu üretememek, artık kapitalizmin genel bir eğilimi olmuştur) gerileyen ABD nüfusunda değil, dışardan gelen göçmen işçilere gereksinimi var.

Faşist Trump her ne kadar ırkçı anlayışıyla göçmen düşmanlığı yapsada, göçmen işçiler çalışrıtılmadan „first america“ hayal olacaktır. Bunu ABD tekelci burjuvazisi çok iyi biliyor.7 Devletin en kontrollü alanlarında dahi bilerek ve isteyerek (ucuz işgücü ve her türlü sosyal haklardan yoksun olduğu için) „kaçak“ göçmen çalıştıran büyük sermaye grupları tekeller, göçmen düşmanlığı ve ırkçılık yaparak işçi sınıfını bölme politikası izlemektende geri durmuyorlar. Faşist Trump, bu kan emici tekeci haydutların, ırkçı ve işçi düşmanı en karakterize temsilcisi (ve Hitlerin modern faşist versiyonu) olarak leş kargalığına soyundu.

Savaşla Kurulan „Emperyalist Kurumlar“, Savaşla Yıkılır

Uluslararası alanda emperyalistler tarafından oluşturulan BM, DSÖ, DTÖ ve diğerleri, savaşlarla bozulmuşlar ve yine savaşlarla kurulmuşlardır. Günümüzün bu örgütleri 2. emperyalist paylaşım savaşından sonra kurulmuştur. 1. paylaşım savaşının arkasından o sürecin egemen emperyalistlerince kurulan milletler cemiyeti, Alman emperyalizmi tarafından tanınmayarak yıkılmıştı ve 2. dünya savaşı patlak vermişti. Bugün ise ABD emperyalizmi „kurumları“ tanımıyor. Bu da, emperyalistler arası zoraki uzlaşamanın sona erdiğini göstermektedir.

 

Savaşla kurulan emperyalist kurumlar savaşla yıkılır. Bu emperyalist sistem içinde yazılı olmayan bir kuraldır. Çünkü „kurumlar“ın varlığı, pazar paylaşımında, belli bir anlaşmanın sağlanmasının „rıza“ göstergesidir. Bugün bunu, Trump başkanlığındaki ABD emperyalizmi bozmuştur. Her ne kadar daha „BM tanımıyorum“ demediysede, BM bağlı kurumlardan çıkıyor. Uluslararası Paris iklim anlaşmasından çıktı. DTÖ’nün koyduğu „ticarette eşitlik“ kuralına uymuyor. Oysa. Çin’i (2001 sonunda resmen üye oldu) DTÖ’ne almak için ne çaba harcamışlardı.

 Şimdi, DTÖ’nün en ateşli savunucusu Çin, en büyük düşmanı da ABD oldu. Emperyalistlerde kural, kendi çıkarları herzaman önceliklidir. Çıkarlarına ters geliyorsa, uyulması gerekmiyor. Gerekirse savaşla yıkılıp, yeni „paylaşım rıza“sı için yeni kurallar konur. Bu da, ancak, yeni bir emperyalist savaşla gerçekleşebilir. Gidişatta bu yöndedir. Emperyalist savaş hızla tırmanıyor. ABD emperyalizmi, daha şimdiden Kanada, Panama, Görland ve Gazze’ye göz koymuş durumda.8

 

ABD’nin bu saldırganlığı ve „kural“ tanımamazlığı, AB ile de arasını açacaktır. AB emperyalistleri daha şimdiden sert tavırlar almaya başladı. Bu da, yeni emperyalist kutuplaşmaları ve kamplaşmaları doğuracağı benziyor. Emperyalist sistem şimdi herzamankinden daha büyük bir kaos ve belirsizlik içindedir. Emperyalist sistem, kendi içindeki bu kaosu savaşla çözme eğlimi içindedir. Bu nedenlede, hızla savaşa hazırlanıyorlar. Emperyalist savaş ve faşizm tehlikesi eğilimi açık bir tehdit olarak dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların karşısında durmaktadır. Doğanın tahribatı ise, artık hiç bir emperyalist ülke ve tekelin umrunda ve gündeminde değildir. Dikakate bile almıyorlar.

Bütün bunlar emperyalist sistemin büyük kaosunun başladığının göstergeleridir. Buna karşı ise; uluslararası işçi sınıfının emperyalizme ve faşizme karşı direnişi ve ezilen halkların mücadelesi birleşerek yürütülmesinin koşulları ise her zamankinden daha fazladır. Kaçınılmaz olarak emperyalist savaş tehlikesine ve uluslararası faşizme karşı uluslararası direniş yaygınlaştırma perspektifiyle hareket edilmelidir. Kapitalist-emperyalist sistem yıkılıp sosyalizm kurulmadan insanlık ve doğa varlık yokluk tehditi altındadır. 15.02.2025

  1https://fiscaldata.treasury.gov/americas-finance-guide/national-debt/

2ttps://www.statista.com/chart/33804/united-states-brics-trade/

3Erostat 2022

4ttps://www.tagesschau.de/investigativ/ndr-wdr/usa-nato-sicherheit-informationen-100.htm

5ttps://wits.worldbank.org/countrysnapshot/en/WLD

6Bunun ekonomik ve siyasi nedenlerini öz olarak 20 temmuz 2024 tarihli “Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç“ başlıklı makalemde açıklamya çalışmıştım. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kapitalist-toplumsal-bir-kirilma-ve-yeniden-tarihi-yeni-bir-toplumsal-surec

7Bkz. Yusuf Köse, Dijitalleşme ve İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih, Nisan 2023, El Yayınları

8Halil Gündoğan yoldaşın sendika org.daki bu konudaki yazısının okunmasını öneririm. https://sendika.org/2025/02/emperyalist-sistem-kurulu-hukuki-nizamini-yitirerek-icten-cokmustur-7

 

Barış ve demokrasi talebi, öngörülen “Türk-Kürt İttifakı” ile karşılanabilir mi?_Halil Gündoğan_15.02.2025

Türk Devleti’nin “beka sorunu”: Bölünme histerisi

Malum olduğu üzere Türk Devleti, bölgesel gelişmelerden devşirdiği “beka sorunu” üzerinden, kendince bir takım strateji ve taktikler belirlemiş durumda. “Beka sorunu” olarak addettiği şeyin temelinde ise; bölünüp-parçalanma korku ve riski yatıyor. Gerçi bu, yeni peydahlandıkları bir korku da değil; asırlık bir korku. Binlerce kez “artık bir daha baş kaldıramazlar” dedikleri Kürtlerin bir gün, o “bölünmez vatan” dedikleri kanlı vatanlarına kattıkları K. Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan edeceklerinden duydukları histerik korku…

 

Bir emperyalist proje olarak büyük Kürdistan senaryosu

Emperyalist devletlerin Büyük Ortadoğu Projesi uyarınca Bölgede hız kazanan yeni operasyonlar, bu ölümcül korkuyu tekrardan aktüel hale getirmiş oldu. İsrail’in geleceğini ve güvenliğini merkez alan ve Bölgenin haritasını esastan değiştirmeyi hedefleyen bu yeni paylaşım, hiç kuşkusuz ki Türk Devleti’ni de doğrudan ilgilendiriyor. İlgi odağının merkezinde ise Tabii ki yine Kürtler var: 1. Dünya savaşı sonrası Kürt yurdunu dört parça olarak farklı devletlere pay eden aynı emperyalist haydut devletler, bugün de bu dört parçayı bir araya getirip, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması hesapları peşindeler.

 

Aslında tabii ki işgal ve ilhakçı pozisyonunun var ettiği açmazlarıdır Türk Devleti’ni böylesi kırmızı alarmla harekete geçiren şey. Ve işte tamamen bu sebepledir “bin yıllık kardeşlik” nostalji söylemleri ve “iç barışımızı sağlayalım” ve “Bölgedeki emperyalist hesapları Kürt-Türk İttifakı ile boşa çıkaralım” feryat figanları.

 

Tabii bunun olurunun yolu, özellikle üç parçadaki Kürt iradesini ve keza belki en az bunun kadar belirleyici durumda olan ABD ve İsrail’i ikna edebilecek “cazip” teklif ve argümanlar ortaya koymalarına bağlı.

 

“Kürt-Türk İttifakının” gerçek mahiyeti

Öngörülen “Türk-Kürt İttifakı”, bazılarının algıladığı ve sunduğu biçimiyle asla sadece Türk Devleti ile K. Kürdistan Kürtleri arasındaki bir ittifak değildir. Bu ittifak tamamen “dış hatlar” merkezli olup, diğer parçalardaki Kürtlerin tamamının Türk Devletiyle ittifakının ifadesidir. Öcalan ve Erdoğan’ın vurgularında ki “emperyalist devletlerin Bölgesel oyunlarını boşa çıkarma” (mealen) söyle mi de zaten tamamen buna yöneliktir.

 

Bölge yeniden dizayn edilmek isteniyor

“Bölge haritasının yeniden çizilmesi” demek, mevcut devlet sınırlarının geçersiz ilan edilip, toprakların yeniden paylaşılmasıyla, ilave yeni devletlerin oluşturulması demektir. Mevcut güç denkleminde İran’ın tamamen devre dışı tutulduğu bir durumda; Bölge’nin şekillendirilmesinde kartlar, mecburen İsrail ve Türk Devleti üzerinden karılmak durumunda.

 

Türk Devleti’nin stratejik hesapları ve kurgusu

Türk Devleti’nin bütün hesabı da işte bu paylaşımda elini güçlendirecek unsurlar oluşturmak üzerine kurulu. Aksi takdir de hem İsrail’in Bölge’nin tek lider gücü olmasının önüne geçemeyecek ve hem de K. Kürdistan’ın da “İsrail-Kürt İttifakına” katılmasının yolunu açmış olacak.

 

“Kürt-Türk İttifakı” ile amaçlanan asıl şey

Türk Devleti’nin acilen oluşturmaya çalıştığı “Kürt-Türk İttifakı” işte tamamen bu Bölgesel stratejik hesapların bir ihtiyacıdır. Tabii böylesi bir ittifak ile Erdoğan’ın tahtında en azından bir dönem daha oturma “kişisel özel hesabı” güttüğü de artık herkesin malûmu…  Yani yoksa dertleri gerçekten de “iç ve dış Kürtlerin” ulusal haklarını tanıyarak, onlara saygılı davranarak “iç ve dış barışı” oluşturarak kardeşçe yaşama arzusu değil.

 

Öcalan ile Devletin stratejik buluşma noktası

Türk Devleti’nin “Kürt-Türk İttifakı” ile meramı ve muradı böyleyken; ilginçtir, Kürt iradesi adına Devletin muhatap seçtiği Öcalan’ın meram ve muradı da Türk Devleti’ninkiyle esasen buluşup, örtüşüyor: Onun derdi de esasen Türk Devletinin, “iç barışından alacağı güçle bölgenin lider devleti olması” şeklindedir. Nitekim DEM Parti heyetinin ikinci görüşmesinin ardından Partinin bir yetkilisi şu açıklamada bulunacaktı: “Görüşmeden çıkan sonuca göre Öcalan İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye yönelik emperyalist emellere kapı kapatacak bir modelin inşası için büyük bir mesai harcıyor.” (https://m5dergi.com/genel/imrali-gorusmelerinin-perde-arkasi-sizdi-ya-benim-cozumum-ya-da-abdnin/ )

 

Gerek olguların gerek Devletin ve gerekse Öcalan’ın ifade ettiği “Kürt-Türk İttifakı”, görüleceği gibi, tamamen Türk Devleti’nin Bölgesel denklemde güçlü bir şekilde yer alması ve böylece “yeni paylaşımda” en azından Kürt yurdunun diğer parçalarının, federatif bir modelle de olsa, Türk Devleti çatısı altında merkezileşmesini sağlama projesinden başka bir şey değildir.

 

Mevcut koşullarda bu projenin hayat bulması, tabiatı gereği, elbette Kürtlerin ulusal demokratik haklarının bir ölçüde karşılanması ön koşulunu gerektirecektir. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabı, elbette Türk Devleti, içine pek sinmeyecek olsa da bu tavizleri vermeyi kabullenecektir. Nitekim kabullenmiş olmasa Öcalan’ın kapısını bu denli yol eylemezdi, değil mi?

 

Barış ve demokrasi aldatmacası

Burada sorun, özellikle de Öcalan ve Kürt siyasal hareketinin diğer pek çok öznesince, bu projenin “ülke ve bölgede barış, demokrasi ve kardeşliğin yolunu açacak” şeklinde dillendirilen söylemlerdir… Öncelikle altını kalınca çizmek gerekiyor ki bu söylemler tamamen safça bir iyi niyet ve kuru bir safsatadan ibarettir.

 Neden böyledir?

Çünkü mevcut denklemde Kürt ulusal sorununun kısmi çözümünü sağlayan dinamikler, devlete demokratikleşmeyi dayatan ve onu adım atmaya zorlayan iç demokrasi dinamikleri değil; parçalanma tehdidi ve emperyal hevesli dış dinamiklerdir. Dolayısıyla da burada zorunlu bir neden sonuç denklemi söz konusu olmadığından; Kürt ulusal sorununun kısmi çözümünü sağlayacak böylesi bir adım, rejimi otomatik olarak demokratikleşme adımları atmaya da zorlamayacaktır. Tam aksine, tam gaz daha fazla otoriterleşecektir. Bu, İslamo-faşist ideolojik bir tercih olduğu kadar, ama esasen de içte ekonomik ve sosyal, dışta ise giderek daha bir yoğunlaşan bölgesel ve küresel savaş tehdidi gibi koşulların dayattığı zorunlu bir gereklilik “seçeneksizliğidir.”

 

Bu gerçekliği göz ardı eden ve bunu bulanıklaştıran her söylem ve tutum, besbelli ki en başta çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye ve K. Kürdistan halkının bilincinin sahte vaatlerle manipüle edilerek; faşist Türk Devleti’nin ve özelde de İslamo-faşist Erdoğan iktidarının kendisini yeniden tahkim etmesine hizmet edecektir.

 

Kürt Siyasal Hareketinin tarihi sorumlulukla karşı karşıya

Bu durumda Kürt Siyasal Hareketi adına yetki kullanacaklara açıkça şunu söylemek gerekiyor: Kürt-Türk ittifakı mı kuracaksınız, buyurun kurun.  Keza ezilen bağımlı bir ulus olarak kendi temel ulusal haklarınızdan vaz geçip, kısmi haklarla yetinerek, egemen ulusun egemenlik haklarını tanıyarak onu Bölgenin lider ülkesi mi yapmak istiyorsunuz, buyurun yapın. Bütün bunlar, ulusal bir hareket olarak nihayetinde sizin kendi tercihleriniz olacaktır.

 Ama sakın bütün bunlarla Türkiye’de, K. Kürdistan ve Bölgede barış, kardeşlik ve demokrasinin tesis edilmesinin yolunu açmaya çalıştığınızı, emperyalistlerin oyununu boşa çıkaracağınızı (ki olurda “Kürt-Türk İttifakının ön gördüğü proje yaşam bulursa, bu yine tamamen ABD ve İsrail’in oluruyla mümkün olacaktır) söylemeyin.

 Halka bu kötülüğü yapmayın.

 Sizin desteğinize muhtaç olduğu bu koşullarda bile bunca pervasızca bir saldırganlıkla tüm muhalifleri ezmeye, yıllar öncesinin Gezi Hareketinin intikamını almaktan geri durmayan bu iktidarın ömrüne ömür kattığınız daha serbest koşullarda neler yapacağını kestirmek zor olmasa gerek.                     

 ..................................................







Halil Gündoğan-Biyografi

Halil Gündoğan, 1958 yılında Dersim’de doğdu. 12 Eylül Darbesi’nden sonra 1981 yılında gözaltına alındı ve üç aylık işkenceli sorgulardan sonra tutuklandı.

Sonra hapishaneden alınarak tekrar 37 gün daha işkenceli sorgulardan geçirildi.

TKP(ML)-TİKKO davasından idam cezası istemiyle yargılandı.

1988 yılında 28 arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak firar etti.

Kısa bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde kaldıktan sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a döndü. Altı yıllık gerilla yaşamından sonra 1995 yılında Erzincan’da tekrar tutsak düştü. İki kez idam cezası istemiyle DGM tarafından yargılandı, Müebbet ağır hapis cezasına çarptırıldı.

Yazar Hapisteyken,

Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)

Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)
MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm 

Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)

Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)

Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-III

Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)

Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)

İsimli kitapları basıldı. Bitirilmiş ve basılmayı bekleyen kitapları da mevcut.

Gündoğan, 30 yıllı aşkın hapisliğin ardından Ekim 2018 tarihinde cezası biterek serbest bırakıldı.

 

13 Şubat 2025 Perşembe

Utanç, Yüzleşme, Onur ve Algül Umutlu__Zorunlu/Gerekli Bir Açıklama/Değerlendirme:10 Subat 2025-Kazım Gündoğan-Zafer Yilmaz


Bu Uzun Metin Radikal Siyasal Mücadele Sürecinde Yaşananlar/Yaşadıklarım Hakkındadır. Sayfa Arkadaşlarımın Bir Kısmını Doğrudan  Ilgilendirmedigini Biliyorum. Bu Nedenle Onlardan Özür Dileyerek  Paylaşıyorum.

Yoldaşım/Dostum Zafer Yilmaz Ile Birlikte Bizi Hedefe Koyarak Yargısız Infaza Tabi Tutan  Karanlık Akıla Karşı Kişisel/Siyasal Tarihimize Bir Not, Kollektif  Siyasal Bellegimize Bir Işık Birakmak İstedik...

 

 Utanç, Yüzleşme, Onur ve Algül Umutlu 

 

Politik yaşamım boyunca düşünmeye, sorgulamaya ve özellikle yazmaya önem verdim. Her insan mutlaka yazmalı yaşadıklarını, tanıklıklarını ve düşündüklerini. Bunu hem bireyin düşünsel gelişimine hem de toplumsal/siyasal belleğin oluşmasına katkı bakımından çok değerli bulurum. Beni bilenler bilir; her yerde ve her  koşulda yazmaya çalıştım ve ilişkide bulunduğum her insanı yazmaya teşvik ettim. Bildiğim, tanıdığım birinin bir yazısı, makalesi, kitabı veya bir eseri hemen ilgimi çeker, bakarım. Özellikle kadın arkadaşların yazdıklarını daha da önemserim.

 

Son yıllarda çok değişik çevrelerden olduğu gibi, benim de içinden geldiğim „Kaypakkaya geleneği“nden bazı arkadaşlar kitaplar yazdılar. İyi ki yazıyorlar. Bazılarının içeriğine katılmasam da, yaşadıkları dönemi kendilerince belgelemelerinin önemli olduğunu düşünürüm.  Ancak önemli gördüğüm her şeyin aynı zamanda değerli olduğunu söyleyemem.

 

Bir yazı, makale, kitap veya başka bir eseri değerli kılan temel bazı kriterler vardır. Bunlar; seçilen konu, konunun araştırılması, onu oluşturan/oluşturacak olan verilerin toplanması; toplanan verilerin analitik tarzda incelenerek rafine hale getirilip teyit edilmesi; verileri ortaya çıkaran zaman ve mekan diyalektiğinin doğru kurulması, dili, üslubu... Elbette yazım ve basım sürecindeki teknik nitelik, amaç ve hedefin doğru belirlenmesi gibi konular da önemlidir. Ama çok daha önemlisi, yazarının bilimsel bir yönteme, etik değerlere ve dolayısıyla hakikate sadakatidir.

 

Yazılanlara bu görüş açısıyla bakıldığında, bazılarının bu kriterleri dikkate almadığını ya da bunlara yakın olmadığını üzülerek görüyoruz. Bazı kişilerde yaşadıkları yenilgi sürecinin travmalarıyla yüzleşmek yerine, sürekli bir “suçlu” arayışı veya bütün suçları bir „hain“bulup ona yüklemek, kendini merkeze yerleştirip rolünü abartmak ya da ilgili süreçteki  kendi sorumluluğunu görünmez kılıp “suç”lardan arınmak/”yük”lerden kurtulmak çabası çok belirgin olarak ön plana çıkmaktadır. Devrimci/sosyalist yapıların yenilgi süreci ve sonrasına ait yaşanmışlıkları kollektif bir iradeyle değerlendirip ortak bir hafızaya dönüştürememiş olması kuşkusuz ki başlı başına bir sorundur. Bu boşluktan-zaaftan yararlanıp son derece keyfi ve hiç de etik olmayan yöntemlerle “tarih yazma ”ya soyunmak ise özellikle incelenmesi gereken bir konudur.

Kendi tarihlerine kinle, öfkeyle, nefretle bakanların ve bir tarihsel dönemden intikam almak için yola çıkanların, kişisel hesaplaşma amaçlı yazanların hiçbir fikri ve vicdani duruşu, değeri olmaz! Bu yola başvuranların genellikle kendisiyle yüzleşmeyi başaramadıkları kimi utançları ya da travmaları vardır. Kendisinin de içinde olduğu bir süreci anlatmaya, yazmaya, eleştirmeye çalışan bir insanın uyması gereken ilk ahlaki kural, hiçbir yanılsamaya düşmeden, yapay kurgulara sığınmadan, işe öncelikle kendi gerçekliğinden başlaması olmalıdır. Gerçeğe, etik kurallara sadakatle önce kendini, sonra başkalarını anlatmalı insan...

 

 Denilebilir ki, gerek kişisel, gerekse toplumsal bakımdan yenilgi yaşamış her birey değişik oranlarda travmalıdır. Travmalı bireylerin en belirgin özelliği ise, parçalanmış ve yaralı bir duygu ve zihin dünyasına sahip olmalarıdır. Bu parçalanmışlık durumu olayların, olguların bütünlüklü ve sistematik olarak hissedilememesine, sağlıklı değerlendirilmemesine yol açar. Travmalı ve yüzleşmeyi başaramamış kişiler genellikle parçada düşünür, anlık duygularla hareket eder ve zamanla gerçeklikten kopup kendini aklama adına kurgusal bir “var oluş stratejisi” geliştirir.  “Gerçekliğin ölümü”ne doğru atılmış çok riskli bir ilk adımdır bu aslında. Travmalı bireylerin en büyük korkusu, gerçeklerle yüzleşmektir. Bu nedenledir ki onlar için en güvenilir ve korunaklı yer tam da gerçeğin inkârı olmaktadır. Değindiğim gibi, inkara sığınarak gerçekleri yok sayanlarda travmalarına neden olan sürecin/sorunların, olayların bütünlüklü nedenlerini genellikle kendi dışında arama eğilimi çok güçlüdür.  Bu yüzden de, kendileri hariç, herkese kontrolsüzce saldırabilir onlar. Oysa gerçeklikle yüzleşebilseler kendilerini daha iyi tanıyabilir, daha sağlıklı analizler yapar ve ayakları yere basan sahici anlatılarda bulunabilirler. İnkarın yarattığı kendiyle barışık olmama hali kin, öfke, nefret gibi kötücül duygulardan arınamamaya ve dolayısıyla iyileşememeye neden olur. Travmaya neden olan “yenilgi” durumu, gerçekle yüzleşememe hali kişiler açısından bir “utanç” kaynağıdır aynı zamanda. Utanç duygusundan kurtulmak kolay değil elbet. Fakat yüzleşme bilinci ve olgulara her koşulda onurlu bir yaşam felsefesiyle yaklaşılması halinde bu olanaklıdır. Ancak bu halde utanç onura dönüştürebilir...

 

Bu görüş açısıyla etrafa bakıldığında bireylerin, toplumların, örgütlerin ve devletlerin inkar politikalarının temelinde utancın travması ve yüzleşememe olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Esas konumuza gelirsek; yakın zamanda Algül Umutlu tarafından “Kaypakkaya Geleneği“inden yoldaşımız Hasan Hakkı Erdoğan’la   kisa bir süre yasanmis “duygusal ilişki”sinden hareketle, O’nun yakalanmasını ve  işkencede öldürülmesini anlatma iddiasıyla  “Hoşça Kal Abla“ isimli bir kitap yazıldı. Kitap yazılmadan önce dijital medyada tartışmaların yapıldığını dostlarımdan öğrenmiştim. Bu tartışmaların bir kısmına bakabildim.  Ancak kitabı okumadan bir değerlendirme yapmanın doğru ve etik olmadığını düşündüğüm için yazmadım. Nihayet gecikmeli olarak kitabı edindim ve okudum. (Okuduktan sonra anlamakta zorlandığım konulardan biri de,  Kaypakkaya geleneğini  bildiğini düşündüğüm, hatta hapishanelerde tutulmuş, işkence görmüş, politik bir duruşu olduğunu bildiğim bazı kişilerin dijital medyada A. Umutlu ’ya övgüler dizmeleri  oldu. Buna şaşırmadım desem doğru olmaz...)

Kitaba dair görüşlerimi yazmanın bir gereklilik hatta zorunluluk olduğunu düşündüm. Zira kitaba konu olan tarihsel dönemin ve yaşanan olayların doğrudan öznelerinden biriydim.  Şayet A. Umutlu kitabı  yazarken o dönemin doğrudan tanıklarını dinleyip bunu göz önünde bulundursaydı, belki de hem bu yazıya ihtiyaç kalmayacak hem de doğru ve ahlaki değerlere uygun bir süreç anlatımı olacaktı. Tabi amaç buysa! Ne yazık ki A. Umutlu bundan kaçınmış ve kendince başka bir amaç belirlemiş. Bir tanıtım toplantısında, “Aslında yazma diye bir şeyim yoktu. Çözülmüş insanların direnmiş havası ve elinde sopalarla gezmeleri beni rahatsız etti ...” ( Ege 78’liler Sanat ve Edebiyat Grubu dijital medya paylaşımından)   diyerek kitabın esas yazılış nedenin H. Hakkı’yı anlatmak değil,  O’nu kullanarak birileriyle hesaplaşmak olduğunu açıkça  görüyoruz.  Peki bu hesaplasma kim adina yapiliyor? A. Umutlu ile yasadigimiz kisisel bir sorun yok. Ben hic tanismis degilim. Zafer ile benim ; ikimizin ortak yani bu gelenegin degerleriyle yasamaya calisan, düsün alaninda degisik mevzilerde üretimlerde bulunan ve kamuoyu tarafindan bilinen  insanlar olmamiz.  O’nun ve onu yönlendirenlerin derdinin bu oldugunu düsünüyorum.  Yoksa 40 yil sonra ve hic bir kisisel sorunumuz olmayan bir insanin nasil bir derdi olabilir ki?  Bu nedenle de H. Hakki Erdoğan’ı överken, onun uğruna mücadele ettiği ahlak, vicdan, adalet gibi temel pek çok sosyalist değeri düpedüz ayaklar altına alıyor. Bir yandan H. Hakkı’yı övüp oradan itibar devşirmeye çalışırken, diğer yandan işkenceci polislerin fezlekesi ve sıkıyönetim savcılarının iddianamelerinden devşirdiği, hatta oralarda bile olmayan uydurma bilgilerle hedefe koyduğu “kendisini rahatsız  eden kişiler”e yönelik yargısız infaz ve itibar suikastine soyunuyor  olmasinin baska bir izahati var midir?

Yıllarca devrimcilerin  yargılandığı mahkemelerde Avukatlarımız savunmalarını  “ işkence altında alınmış ifadeler/fezlekelere dayanarak hazırlanan iddianameler hukuki bir dayanak olarak gösterilemez  ve bunlarla bir yargılama yapılamaz, bu ifadeleri meşru kabul etmiyoruz”  görüşü üzerinden kurarlardı. Oysa A. Umutlu gibi bazı “Avukat”lar şimdi  polis fezlekelerini meşrulaştırma yoluna giderek, onları  kendi “yeni fezleke”lerine dayanak yaparak, devrimcileri yargılamak için kullanıyor. Bu ne utanç verici bir durum...  (Bu arada yıllarca devrimcilerin avukatlığını yapmış ve sürecleri bilen Avukatlarin bu utanç verici durum karşısındaki tavrını da merak ediyorum…)

 

Şayet niyeti bir yargısız infaz ve itibar suikastı olmayıp o süreci objektif anlatma ve  tarihe rafine edilmiş bir bellek bırakma, sosyalist değerleri, Kaypakkaya geleneğinin değerlerini sahiplenme, koruma ve yanlışları objektif anlatma kaygısı  olsaydı; polis fezlekelerine itibar etmez ve oradan  beslenmezdi.   Bu kitabın yazımına dair girişimini öğrendiğimde kendisine katkı yapabileceğim  düsüncesiyle  yazdığım ve yanıtını aldığım şu mesaja uygun bir yol izlerdi.

 

Ben: “ Sevgili Algül Yasemin, H. Hakki Erdoğan hakkında yazdıklarınızı okudum. Yıllar sonra da olsa yazmanız anlamlı...  O sürecin tanığı, (belki sanığı) olarak yazdıklarınızı tartışmalı ve sorunlu buldum... O operasyonda gözaltına alınan ilk kişi benim.

Hasan Hakkı’nın yakalanması, işkence ile katledilmesi sürecini benden dinlemek ve öğrenmek isterseniz haberleşelim...                                                                                                                                                   Tel:   ....                                                                                                                                                                           Esenlik dilerim.                                                                                                                                                       Kazım Gündoğan “

 

Yanıt: “Sizin olduğunuzu biliyorum, iddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum. Yeni geçti elime. Canlı tanıkları da var olayın, onlar da yazıyorlar kendi sayfalarında. Yarın Türkiye’ye gidiyorum, dönüşte kitaplaştıracağım dosyayı. O zaman konuşsak daha iyi. Ama benim açımdan çok net olaylar. Kişisel bir olay olarak da görmüyorum; sorun çizgi sorunu bence.

Görüşmek üzere, iyi akşamlar”

 

Ben: “Yazmanız iyi fikir... Sürecin muhataplarından biri olarak konuşmak isterim elbet. Deniz Yılmaz yazmış ama kişisel öfkeyle... Dönüşte aramanızı beklerim. İyi yolculuklar.”

Yanıt: “Elbette konuşuruz daha sonra, teşekkür.”  (1 Ekim 2021 )

 

Algül Umutlu bu yazışmamızdan sonra ne aradı, ne de yazdı. 2024 yılında söz konusu kitap çıktı. Görüyoruz ki kitapta Kaypakkaya geleneğinin bir sürecini yargılamaya, bir kaç arkadaşı hedefe koyarak ve H. Hakkı öyküsünü kullanarak “H. Hakkı iyidir ama yoldaşları haindir,  örgütü kötüdür” kurgusuyla özellikle hedefe koyduğu kişiler hakkında bir algı yaratmaya  karar vermiş. Bunu da yalan söyleyerek, şaibe yaratarak ve gerçekleri çarpıtarak yapmış. Oysa tarafsız ve objektif bir bakış açısıyla  böyle önemli bir konuyu yazmaya soyunan bir insan “ilgili tarafları” dinler, nesnel verileri toplar ve ona göre yazardı. Elbette yorumları farklı olabilir. Ancak somut verileri çarpıtıyorsanız veya yok sayıyorsanız ya da olmayan şeyleri varmış gibi gösteriyorsanız, burada çok ciddi bir ahlaki sorun ve kötücül bir niyet var demektir. Peki, dava dosyasını bile kırk yıl sonra ancak okuyabildiğini söyleyen ve kendine “demokrat, devrimci “diyen  bir insan bunu neden yapar?

Kanaatimce yüzleşemediği gerçekler ve yaşadığı utanç vardır. Veya başka bir kişilik problemi ya da kişisel-öznel bir derdi/hesabı vardır.

 

Önce Gerçeğin Bilgisi...

 

12 Eylül askeri faşist darbesi nedeniyle toplumsal muhalefetin bastırıldığı, devrimci örgütlerin ciddi darbeler aldığı, çoğunun dağıtılıp neredeyse örgüt olma vasfını dahi yitirdiği koşullarda yaşıyorduk.  Bir militanı olmaktan onur duyduğum “Partimiz” de ciddi darbeler almıştı. Buna rağmen merkezi yapısını korumaya çalışan ve gerilla mücadelesiyle faşizme karşı mücadelesini kesintisiz sürdüren devrimci örgütlerden biriydi. Ancak çok kan kaybettiği için pek çok zaafı ve açmazı da bünyesinde barındırıyordu. Bizler de bu yapıyı ayakta tutmaya çalışan; geleneğimize ve değerlerimize bağlı genç, deneyimsiz ama kararlı ve cüretkâr militanlardık. Özellikle de şehirlerde neredeyse yılda birkaç operasyona birden uğruyor, ama direniş hattını terk etmiyorduk...

 

Nitekim kaçınılmaz hale gelen operasyonlardan biz de payımıza düşeni almıştık.

 

Yukarıda Yasemin Algül’e gönderdiğim mesajda da belirttiğim üzere, söz konusu operasyonda çantamda bildirilerle ilk yakalanan kişi bendim, bu doğru. Henüz 21 yaşında genç ve deneyimsiz bir militandım. Ağır işkencelere karşı kendimce bir direniş hattı örmeye çalıştım. Hiçbir yoldaşımı yakalatmamaya, örgütüm hakkında bilgi vermemeye kararlıydım. Düşmana verdiğim tek ifade, “Ben işçiyim ve bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum, örgütle ilişkim yok“ şeklindeydi. Bunun üzerine durum, “madem böyle, nerede kaldığını söyle sana inanalım “yönlü bir baskılanmaya dönüşünce, ben de “daha önce konfeksiyondan tanıdığım bir arkadaşımla Kavacık’ta bir evde kalıyordum. Ancak oradan ayrıldım. Şimdi sağda solda, arada akrabalarımda kalıyorum“ yönünde bir ifade oluşturdum. Kavacık’taki evi (kitapta geçtiği haliyle Saksı Çiçeği, eşi ve Ankaralı’nin kaldığı ev. Bu evi onlara ben bulmuştum. Ben de Kavacık’ta bu evden birkaç sokak ötede bir öğrenci arkadaşımla kalıyordum. Yani gerçekte kaldığım evi ve arkadaşımı vermedim…  Komite sorumlumuz ‘Ankaralı’ nın çözülmesine ve negatif telkinlerine rağmen, komite üyelerini, alt örgütsel ilişkileri ve kitle bağlarını vermedim... Üzerimde çıkan bir adresten, politik olmayan bir iş arkadaşım evinden alınmış ve siyasi şubeden serbest bırakılmıştı.) vermemin nedeni, oradaki yoldaşlarımın bir süre önce başka bir eve taşındığını ve bu  evin artık boş olduğunu bilmemdi. Yani boşaltılmış evi  vererek, kendimce planladığım bir direniş çizgisini sürdürecek ve polisin amacını boşa çıkaracaktım...

Ne yazık ki süreç böyle ilerlemedi. Polis “boş ev“e giderek oradan ev eşyalarını taşıyan kamyonun şoförüne ulaşıyor ve devamında da arkadaşların  taşındıkları  Kozyatağı tarafındaki yeni evi tespit ediyor. Bu evde kalan arkadaşlar (Deniz, Zafer, Hamdi) göz altına alınıyor.  Bu arkadaşlardan biri olan “Ankaralı“(Hamdi) sorguda çözülerek H. Hakkı’nın randevusunu veriyor ve  H. Hakkı böyle yakalanıyor...

 

Durum bu kadar açık olduğu ve bunu o evde yakalanan her üç arkadaş da (Deniz Yılmaz, Zafer Yılmaz, Hamdi Eroğlu,) bildiği halde, A. Umutlu gerçeğin bu bilgisini dahi  çarpıtarak, sanki taşındıkları yeni evi ben biliyormuşum ve iradi olarak polise verdiğim yönünde  bir anlatıma başvuruyor.  “Saksı Çiçeği”nin (Deniz Yılmaz) kurgusal anlatımlarına dayandırarak veya ondan yansıtıp beni kastederek, “O anda anlar;  onun kendilerini veren kişi olduğunu?“... “Demek ki evi veren sendin ha, artist kılıklı, der kendi içinden.“ (Sf:51)  Başka bir yerde de, “Sen değil misin evimin adresini polislere verip, örgüte yönelik bu operasyonun başlatılmasına sebep olan...“ (Sf: 52)  Yine devamında beni kastederek,  “Evini vereni bulmuştu da, …“ diyor. (Sf. 53)

Bu yöndeki anlatımların birinde de şöyle yazıyor: “Kendisine devrimciyim diyen birisi gözaltına alınır alınmaz, evlerinde kalmadığı halde‚ ben bu evde kalıyorum der mi?“ (Sf.187) deyip  gerçeği defaten çarpıtiyor ve açiktan yalan söylüyor.

A. Umutlu sadece Kozyatağı’ndaki evin bulunması ve bana dair çarpıtmalar ve şaibelerle yetinmiyor. Aynı yöntemi H. Hakkı’nın kaldığı Esenler‘deki evin -Enişte’nin evi- deşifre olmasıyla ilgili anlatılarında da sürdürüyor ve yine düpedüz hileli yöntemlere ve yalanlara başvuruyor. Kırk yıl sonra herkesin her şeyi unuttuğunu sanıyor olmalı ki burada da esas olarak Zafer’i, ama dolaylı olarak da beni kastederek kurgu yapmaktan geri durmuyor. Bir yanıyla „evi kimse bilmiyordu“ derken, öte yandan Enişte’ye  şunu söyletiyor:  “Ama sen yakalandıktan sonra -H. Hakkı’yı kastediyor Bn.- 48 saat bile geçmeden aradan, polis nereden buldu beni?“ (Sf. 74)  Devamla “Eski mahalledeki konu komşu, evi taşıyan kamyoncu derken bulmuşlar yeni adresi“ (Sf.75) diyerek lafı dolandırıyor. Sonra da esas hedefe koyduğu Zafer’i kastederek “İçlerinde sana en yakın olanı, hem de en çok güvendiğin birisi“  diyerek  ortamı kirletmeye, gerçekleri karartmaya  devam ediyor.

 

H. Hakkı’ya da şunu söyletiyor A. Umutlu: “Gözaltına alındığımdan itibaren hep nerede oturduğumu sorup duruyordunuz bana. Baktınız benden bir cevap alamadınız, benimle birlikte alınanlara yüklendiniz bu defa. Normal şartlarda onlardan da bir sonuç çıkması mümkün değildi aslında. Kimse bilmez ki benim oturduğum evi. Ama içlerinden birisi adresi bilmese de tahmin etti demek ki Eniste’nin yanında kalıyor olabileceğimi. Zaten bir kere telaffuz edildikten sonra Enişte’nin adı, gerek yok ki açık adres vermeye!”(Sf. 91)

Burada da “... hem de en çok güvendiğin birisi” diyerek Zafer’i ama “içlerinden birisi”, diyerek operasyonda göz altına alınan diğer arkadaşları zan altında bırakma çabasını sürdürüyor. Anlaşılacağı gibi, “kurgu yapıyorum” yalanının ardına saklanarak, H. Hakkı’nın yoldaşlarını onun ağzından suçlamak için adeta her yola baş vuruyor. Belirtelim ki, onca yargılama süreci de dahil, bu” evin semtinin polise verilme”si iddiası bu güne kadar hiç gündeme gelmemiştir ve pek çok mesnetsiz iddia gibi bu iddia da ilk kez bu kitapta yer almıştır.

 

Varsayalım A. Umutlu bu ev ile ilgili gerçeği bilmiyor, ama öğrenmek istiyordu. Peki, neden o sürecin esas muhataplarıyla görüşüp kuşkularını onlara anlatma ve görüşlerini alma ihtiyacı duymadı? Eğer bir insanın süreci veya durumu objektif anlatma iddiası varsa, ilk yapması gereken şey;  o süreçteki bütün bileşenlerin bilgisi/görüsüne, tanıklığına ve belgelerine başvurmak olmalıydı. Bundan ısrarla kaçınmış olmasının nedeni ne olabilir acaba?

 

Tüm bu süreçlerin öznelerinden biri ve onlarca polis operasyonunu doğrudan ya da dolaylı yaşayan/bilen biri olarak şu soruyu sorup, birlikte yanıt arayalım: H. Hakkı yakalandıktan iki gün sonra polis Enişte’nin evini nasıl öğrenmiş olabilir?

Birincisi; daha önce kaldığı ev biliniyorsa, gerek o mahalleden sürdürülecek bir iz, gerekse çalıştığı yer bilindiği için iz takip edilerek Esenler ’deki ev bulunabilir.  Teorik olarak bu mümkün. Ancak buna dair elimizde somut bir bilgi yok.

İkincisi; Esenler ’deki evi Enişte ’ye bulanlar bir açık vermiş olabilir. Buna dair de elimizde bir veri yok.

Üçüncüsü ve en önemli olasılık, “ağır ceza avukatı” olarak bir iki önemli davaya bakan ve dahası, Komünist dergisi bulundurmak/çoğaltmak iddiasıyla gözaltına alınıp serbest bırakılarak denetim altında tutulan, takip edilen A.  Umutlu (“birkaç aydır gelip gidiyordu evlerine, ...”) (Sf; 76) üzerinden bu ev biliniyor olabilir.  Düşünün ki, H. Hakkı sorgudayken gecenin bir saatinde ve “hiç kimsenin bilmediği” bir ev basılıyor, Enişte gözaltına alınıyor ve o sabah A. Umutlu bu eve bir kez daha geliyor. H. Hakkı’nın yakalandığını “Abla”dan öğrenince de, hiçbir engelle karşılaşmadan çekip gidiyor.  Oysa herkesin bildiği üzere, polis sıradan bir militanın evini bile bastıktan sonra bir süre orayı gözetim altında tutar. Yani bilindik tanımlamayla orada “karakol kurar.”  Ama kurmamış ya da kurmuş, ama A. Umutlu’yu almamış. Burada iki yeni soru sorulabilir: İlki; polis bu evde neden  karakol kurma ihtiyacı duymadı veya A. Umutlu’yu neden  almadı? İkincisi; bu ev eskiden biliniyorsa, H. Hakkı neden o evden daha önce alınmadı?

Bu önemli sorulara yanıt arayalım.

 

Düşmanın Kim, Onu Tanıyor musun?

 

Peki, neden karakol kurmadı ve A. Umutlu’yu almadı? (Burada önemle vurgulamak isterim ki; A. Umutlu hakkında “işbirlikçi” vb. yönünde bir ithamda bulunmuyorum. Sadece sorular soruyor ve nesnel gerçekliğin bilinmesine, konuların değişik açılardan ele alınmasına  katkıda bulunmak amacıyla durum tespiti yapmaya çalışıyorum.)  Bu soruyu yanıtlayabilmek için, polisin çalışma tarzını incelemek ve operasyonların hedeflerini bilmek gerekir. Tabi bu başlıbaşına bir konu. Ancak şunu söylemek gerekir ki çoğu zaman polis sunduğu bilgi kırıntıları ve bilinen geleneksel operasyon tarzlarını öne çıkararak,  esas amacını ve yöntemlerini gizler. Örgütleri ve bireyleri manipüle eder. Böylelikle operasyonların politik ve örgütsel nedenleri gerçekte perdelenir ve bilinmez kılınır. Oysa her operasyon sadece bir “yakalama, etkisiz hale getirme, zayıflatma” durumu değil, esas olarak örgütü “dizayn etme, kontrol altına alma, yön verme “ vs yöntemlerle “kabul/kontrol edilebilir düzeyde tutma”yı amaçlar. Kimin ne zaman ve nasıl alacağı bir planlama sorunudur çoğu zaman. Dolayısıyla her an kontrol altında olan, istediği zaman bulabileceği ve üzerinden örgüte ulaşabileceği kişileri genellikle serbest bırakır veya gözaltına bile almaz. Düşmanın bu düşünme ve çalışma tarzı bilinmeden, operasyonların nedenleri ve sürdürülüş biçimleri anlaşılamaz.  İşte bu nedenlerle Enişte’nin evinin A. Umutlu nedeniyle bilinmesi, operasyonda gözaltına alınmış olan birinin vermesi ihtimalinden çok daha yüksektir...

 

Bu gerçeklik ve adalet anlayışımız bize; böyle bir tabloda takip, kontrol, denetim altında olan kişilerden çok, örgütün ve kadroların illegalite kuralları ve çalışma tarzının sorgulanması gerektiğini gösterir. Bu özgülde soru şudur: A. Umutlu o evi neden ve nasıl biliyor? Zorla, hileyle gitmedi ya...  İllegal bir parti kadrosu, kaldığı eve rahatlıkla denetlenebilir legal pozisyondaki bir kişiyi neden götürür? Yanıtlanması gereken esas soru budur. Yoksa denetimde olanı suçlu ilan eder, hatta A. Umutlu’nun yaptığı gibi yargısız infazlara tabi tutar, etik değerlerimizi kirletmiş oluruz. Böylelikle sorunu kendi dışımızda görür ve moda olduğu üzere “hainler”le açıklamaya çalışırız.  Oysa bu özgülde  kabahatin önemli bölümü, ilkesizliklerimiz ve zaaflarımız nedeniyle bizdedir...

 

 İnsan Haddini Bilmeli; Ahlaklı ve Adaletli Olmalı…

 

Algül Umutlu ya bilinçli biçimde veya gerçekte düşmanı hiç tanımayan, politik/örgütsel deneyimi olmayan biri olarak boyundan büyük işlere kalkışmış ve birilerini “kahraman” diğer herkesi “hain” gösterme sıradanlığına düşmüştür. Bu bakımdan da yazdığı senaryo objektif olarak düşmana hizmet eder niteliktedir.

A. Umutlu bu kurgulamayı yaparken öylesine acemi davranmış ki, insan şaşırıp kalıyor. Her şeyden önce, geleneğe ve geleneğin literatürüne, kültürüne oldukça uzak olduğunu temel bazı konuları anlatırken hemen açık ediyor. Sözgelimi H. Hakkı’yla avukatlık bürosundaki ilk tanışma kurgusu gerçek anlamda üçüncü sınıf bir kovboy filminin senaryosu seviyesinde. Şu yazdığına bakar mısınız: “Fazla uzatmamış birkaç ay sonra damlamıştı büroya. ‘TİKKO’cuyum ben’ diyerek girmişti konuya. ‘Örgütüm TKP/ML adına geldim buraya. Biliyorsunuz bir sürü arkadaşımız şu an cezaevinde, onların dava dosyaları hakkında bilgi almak için geldim, ihtiyaçları nedir, bize ne düşer, bilmek isterim.’ “(Sf. 33)

 

Şimdi soruyorum; bırakalım örgütlü insanlarını, sıradan taraftarlarını, bu partinin geleneğini bilen herhangi biri, bir kadronun herhangi bir yerde, hele de yeni görüştüğü insanlara kendini böyle tanıttığına denk gelmiş midir? Bu saçma anlatıya doğruluk payesi verecek ya da buna inanacak biri var mi? Bu kadar abes, gerçek dışı bir şey olabilir mi? Bu hareketin mensupları için böyle bir tarz mümkün mü? H. Hakkı’yı tanıyanlar, onun böylesine gösterişçi, kaba ve kovboyvari bir kadro olmadığını da iyi bilirler. Bu vasatlık bize, A Umutlu’nun kurguladığı senaryonun gerçekliği, Parti’yi ve kadrolarını hangi seviyede gördüğü ve nasıl yansıtmak istediği hakkında çok önemli fikirler vermektedir. Dahası, H. Hakkı duyarlılığı nedeniyle ilgili kitabı alıp okuyanların aklıyla da adeta dalga geçmektedir A. Umutlu.

 

Peki, buna hakkı var mı onun? Bu ahlaki bir tutum mu? Bu vasatlık neden?

Bir yanıyla H. Hakkı yoldaşı savunuyor, yüceltiyor gibi duruyor, ancak öte yandan onun uğruna yaşamını verdiği ideolojik, politik ve etik değerleri ayaklar altına alarak üzerinde pervazsızca tepiniyor.

H. Hakkı’nın üyesi olduğu bir partisinin, bu partinin bir irade ve işleyişinin olduğunu A. Umutlu’nun veya ona akıl verenlerin biliyor olması gerekir.  Dolayısıyla parti iradesi -eksiği ve fazlasıyla- bütün süreçleri, o süreçlerdeki olayları, kişileri ele alır, araştırır ve bir sonuca varır.  Bizim yakalanma sürecimiz ve Hasan Hakkı olayında da benzer bir süreç yaşanmıştır. A. Umutlu’nun bu süreci anlayabilmek ve anlatabilmek için öncelikle politik yapının kollektif iradesinin değerlendirmeleri, kararları ve o süreci yaşayanların vereceği bilgiler yerine, düşmanın hangi yöntemlerle elde ettiği çok iyi bilinen polis fezlekelerine, uydurulmuş rivayetlere dayanarak yeni fezlekeler yazma misyonunu yüklenmiş olması hem düşündürücü, hem de  utanç vericidir.

 

Keza; bir operasyon sonrası insanlar tutuklanmış ise, hapishanedeki “Parti iradesi”, değilse dışarıdaki irade tarafından bunun nedenleri, niçinleri araştırılır. Yakalanan kişiler bu irade tarafından sorgulanır ve bir karar verilir.  Bu karara uygun olarak kişilerle ilişkinin seviyesi belirlenir...

 

Tutuklanan arkadaşlar olarak bizler de hapishanedeki Parti iradesine yaşadıklarımızı, tanıklıklarımızı, düşüncelerimizi anlattık. Parti iradesi benim işkencede örgütsel ilişkilerimi vermemiş olmamı direnme, ama “boş evi” vermiş olmamı ise “kısmi çözülme” olarak değerlendirdi.  Evet, Parti iradesinin kararı böyle... Fakat A. Umutlu bu iradeyi de yok sayarak, objektif olarak kötücül bir iradenin yargıçlığı/cellatlığı görevini üstlenerek, haddi ve hakkı olmadan parti tarihini ve bireyleri “hain ”ilan edip yeniden yargılamaya/infaza soyunuyor. Bunu yaparken hiçbir değere bağlı kalmamasını, son derce keyfi ve hoyratça davranmasını anlamakta zorlanıyor insan... Merak ediyorum, onu bu kadar şuursuz ve kötülük mekanizmasının parçası haline getiren şey ne olabilir?

 

Aynı yargısız infaz mekanizmasını, yaşamını yitirmiş ve kendini savunamayacak durumda olan Murat Sever için de işletiyor. Evet, bir parti kadrosu olarak Murat Sever yakalanıyor ve bilgi verme düzeyinde çözülüyor. Ama örgütlü yoldaşlarını yakalatmıyor. Oysa yakalatabileceği pek çok organik ilişkisi, randevusu var. Kaldı ki Murat’in bu durumu o dönemde parti iradesi tarafından ele alınmış ve Murat bunu bütün açıklığıyla anlatmış, buna göre bir karar verilmiştir. A. Umutlu bugün hangi hakla, hukukla, yetkiyle bunu “yeniden yargılama ”ya dönüştürme misyonu üstleniyor ve Murat Sever’i “hain” göstermeye kalkışıyor? Bu adaletsizliğin, bu ahlaksızlığın, bu hadsizliğin bir nedeni olmalı…

 

Son zamanlarda moda oldu. Yıllar önce yaşanmış, dönemin “Parti irades”iyle ele alınmış ve  çözülmüş sorunlar/konular bazı şaibeli  odaklar tarafından servis edilen “fezlekeler ”üzerinden yeniden tartıştırılıyor.  Elbette bir süreç veya o sürece dair konular tekrar konuşulabilir, tartışılabilir. Ancak bu bir kollektif akılla ve dersler çıkarmak, deneyimlerden yararlanmak ve yüzleşmek için yapılır. Bedeller ödenerek yaratılan bu değerler birilerinin kişisel ihtirasları, siyasal ve ideolojik hesaplarının malzemesi haline getirilemez, kötücül amaçlar için araçsallaştırılamaz…  Ne yazık ki örgütlerin parçalanmış iradesini, zayıf olan belleğini fırsat bilerek kendini örgüt iradesi yerine koyan bazı travmatik kişilikler, yaşadıkları utancı örgüte ve değerlere saldırarak örtmeye çalışıyor...   Elbette bu başlıbaşına bir sorundur; geçiyorum...

 

Utanç, Yüzleşme ve Onur...

 

Elbette benim kendimle olan kişisel hesaplaşmam kollektif iradenin hakkımda aldığı “kısmi çözülme” değerlendirmesinden daha ağırdı. Dolaylı da olsa bir operasyona ve yoldaşlarımın yakalanıp işkence görmesinde, bir yoldaşımın öldürülmesinde payım olmuştu. Bu benim için bir utançtı ve bununla yaşayamazdım. Bu yüzden inkara sığınmadım, mazeret üretmedim. Hiçbir şeyi kendi dışımda görmedim. Ne vardıysa bende vardı; Utanç da, onur da bendeydi...  Bu durumu aşmanın yolu, yaşadıklarımı bilince çıkarmak ve onlarla yüzleşip mücadeleye devam etmekti. Yoldaşımız M. Zeki Şerit’ in izinde yürüdüm. Dersler çıkararak ve kendimi yenileyerek yoluma devam ettim, hala da ediyorum. Bugüne kadar, biri gerilla bölgesi (Artvin) olmak üzere toplam dört kez daha tutsak düştüm. En ağır işkencelere maruz kaldım. (Bunları bu güne kadar hic anlatmadım  ve kendimi buradan varetmeye de çalısmadım. Zira mücadele yaşamımızın dogal süreçleridir. ) Ve hiçbirinde, bırakalım ifade vermeyi, ismimi dahi söylemedim. İşkencelere karşı açlık grevleri yaparak  ve susma hakkımı kullanarak, hapishanelerde direnerek, yaşadığım utancı onura, direnişe dönüştürdüm.  Açıklıkla söyleyebilirim ki; yüreğimde sızı var, ama alnımda leke yoktur. Son yakalanmamız (1996) ve  yargılandığımız davada mahkeme heyeti Nezahat’a ve bana, “Poliste açlık grevi yapmak ve ifade vermeme tavrı  bunların örgütün ilkelerine bağlı olduklarını göstermektedir. Kanaatimizce örgüt üyesidirler...” gerekçesiyle 12.5 yil ceza verdi ve ceza yargıtay tarafından da onaylandı. Dava dosyaları ve avukatlar tüm bu süreçlerin tanıklarıdır.

 

İnsan yanlışları, utançlarıyla hesaplaşarak ve yüzleşerek ruhsal ve zihinsel sağlığını, etik değerlerini koruyabilir. Bu yüzleşmeyi yapamayanlar hastalanır, çürür ve kötülük üreterek var olmayı bir yaşam biçimi haline getirirler... Bu durum onları karanlık odakların kullanışlı aparatları olmaya da elverişli hale getirir...

 

Çözülme, İhanet ve Direniş...

 

Biz çözülme, ihanet ve direniş kavramlarını hiçbir zaman dar anlamda ele almadık. Devlet ve kapitalist sistemin bütün değerlerine, ideolojik aygıtlarına ve şiddet mekanizmalarına karşı çözülmemek ve sosyalist bir yaşam felsefesi ve mücadele bilinciyle direnmek...

 

İşkencehanelerde işkenceye dayanamamak ve çözülmek meşru değil elbet, ancak insani bir zaaftır. Dolayısıyla her çözülme ihanet değildir. İhanet, başlayan çözülme sürecinin iradi olarak sürdürülmesi, düşmana teslim olmak ve onun safına geçmektir. Devrimci/sosyalist hareketin tarihinde her iki durum için de zengin örnekler vardır. Sözgelimi yoldaşlarımızdan M. Zeki Şerit bunun en bilinen örneklerdendir. İlk yakalamada çözülür. Yoldaşları ona “hain” demez. Tam tersine, bu zaafını aşması için ona destek olurlar.  O da bu utancıyla yüzleşip mücadelenin, direnişin sembol isimlerinden biri haline gelir ve tarihe geçer. Tarihimiz hakkında biraz bilgi sahibi olanlar bunun sayısız örneklerini de bilirler.

Öte yandan Vecdi Tapşin  ve   Mehmet Altintaş  isminde birileri de vardır tarihimizde. Polis sorgusunda çözülür ve ardından düşmanin safına geçerler. Bu yüzdendir ki onlar, tarihimizde ihanetin sembol isimleri olarak hain ilan edilir ve bilinirler. Bizleri  Vecdi Tapşin’larla,     Mehmet Altintaş’larla aynılaştırmaya çalışan bu kirli yöntemin sahipleri  eger kişilik bozuklugu yoksa  başka türlü tanimlanmayi hak ederler.  Düşmanın cephaneliğinden devşirilmiş argümanlarla tarihimizi ve değerlerimizi kirletmeye çalışmak utanç vericidir... Bu utanca sessiz kalınamaz…

 

Öte yandan işkencede direnmesine rağmen, hapishanede direnmeyen, hapishanede direnip dışarı çıktığında sisteme direnemeyen, burjuva-feaodal toplumun değerlerine yenik düşerek sıradanlaşan, hatta sistemin pisliklerinin üreticisi haline gelen kişilerin durumunu da kötü bir çözülme olarak değerlendirmek gerekir. Şayet bir insan kendine devrimci/sosyalist diyor, ama mülkiyetçi  sistemin ahlaki, kültürel değerlerini yaşamda referans alıp onun bir parçası haline geliyor ise bunun daha kapsamlı bir çözülme olduğu söylenebilir.

 

Sözgelimi “Saksı Çiçeği” (Deniz Yılmaz) poliste direndi. Elbette bu takdir edilecek, saygı duyulacak  bir tutumdu. Peki sonra nasıl yaşadı? Şimdi kitapta 40 yıl sonra “hain”diye lanse edilmeye çalışılan “eski eşi”yle  (Zafer Yılmaz) yıllarca birlikte yaşadı. Demek ki uzun süre bir “hain”le yaşamayı  sorun görmedi...

Sonra eşi ondan ayrılmak isteyince, en olmadık yöntemlere başvurarak ayrılmak istemedi. Bugün ayrılık nedeniyle oluşturduğu kin ve nefret duygusuyla, onu 40 yıl sonra “hain” ilan ederek intikam almaya çalıştı/çalışıyor.  Soralım;  madem “hain”di, onca yıl neden birlikte yaşadın veya onun “hain” ligini neden gizledin? Şimdi ne oldu da “ifşa” ediyorsun? Oysa biliyoruz ki o dönem Parti iradesi Zafer’in o operasyonda durumunu“işkence tavrı iyi, direnme” olarak değerlendirmişti.

 

Bu gerçekliğiyle Deniz Yılmaz poliste direnmiş, ama yaşamda devrimci/sosyalist değerlere yabancılaşıp çözülmüş ve sistemin değer yargılarıyla yaşayan siradan  bir kişiliğe dönüşmüştür.

 

“Sevgili Kontenjanı”ndan İtibar Devşirmek...

 

H. Hakkı’nın uğruna yaşamını verdiği devrimci değerleri ve parti iradesini biz yoldaşları  (zaaflarımız olsa da) olarak yaşamımız pahasına savunup pratiğe uygulamaya çalışırken, bedel öderken, bu değerlerle ilişkisi bilinmeyen ve sadece bir dönem H. Hakkı’nın sevgilisi olmuş (ki sonra ayrılmışlar ve bundan ne kitapta ne de başka bir yerde hiç bahsedilmiyor)  A. Umutlu diye biri çıkıyor bu tarihi hoyratça yargılama, parti iradesinin hain demediği parti militanlarına “hain” diyerek kendini irade yerine koyma hadsizliği ve edepsizliğinde bulunuyor. Buradan da H. Hakkı’yı savunduğu, sahiplendiği iddiasıyla itibar devşirmeye çalışıyor.  H. Hakkı’nın uğruna yaşamını verdiği değerleri; parti iradesinin kararları, adalet anlayışı, etik değerler, verilen mücadele, ödenen bedeller tam bir saygısızlıkla ayaklar altına alınıyor. Bu tutumla H. Hakkı’nın sahiplenilip yüceltilemeyeceği çok açıktır. “H. Hakkı iyiydi, kahramandı, ama partisi, yoldaşları kötü ve haindi” retoriği basit bir kurnazlığın, kötücüllüğün  ürünü olabilir ancak.

 

  “Gula Sor”( 8 Mart 1982)(Sf. 193)  gibi güzel bir şiire konu olmak elbette çok hoş bir duygudur. Bunu korumak ve bununla övünmek de en doğal hakkıdır O’nun. Ama bunu birileriyle politik, ideolojik veya kişisel hesaplaşmanın malzemesi olarak kullanarak “sevgili kontenjanı”ndan itibar devşirmeye ve başkalarına yönelik itibar suikastine girişmeye kalkmak olacak iş değil... Kabul edilemez bir durumdur bu... Elbette meselenin bu yönüne girmek istemezdim. Ama kendini buradan var etmeye ve bizi “hain” göstermeye çalışan, en hafif deyimiyle şımarık, hadsiz  ve saygısız birinin gerçekliğinin bilinmesinin önemli olduğu kanısındayım.

 

Biliniyor ki “ Gula Sor” dönemi hem A. Umutlu açısından, hem de H. Hakkı açısından kapanmış ve bir ayrılık yaşanmıştı.  H. Hakkı’nın hayatında başka bir insan vardı artık. O ayrılık döneminde H. Hakkı tarafından yazılan başka bir şiir daha vardir. “Nasıl Oldu” (20 Aralık 1983) (Sf. 201) başlıklı bu şiir bize farklı bir gerçekliği anlatıyor. Bu şiire konu olan “eski sevgili” kim olabilir acaba? Öte yandan A. Umutlu bu dönemi neden saklıyor ve tüm süreçlerde “sevgili”ymiş  imajı yaratıyor? 

 

Senin Gerçekliğin Ne?

 

Peki, sen kimsin? Kendi anlatımına göre, 1982 yılında TKP/ML örgütünün illegal yazılarını ve sadece parti üyelerine verilen “Komünist” dergisini çoğaltmak için alıyorsun ve bu belgelerle yakalanıyorsun. 45 gün göz altında tutulduktan sonra serbest bırakılıyorsun. (Sf: 35,36)  Bu konuda herhangi bir davanın açılıp açılmaması bir yana, sıkıyönetim sürecini ve siyasi polisin çalışma tarzını, devrimci yapılara yönelik operasyonlarını bilen her insan, bu anlatının pek çok soru işareti barındırdığını bilir. Basit birkaç bildiri ile yakalanan ben “örgüt üyeliği”den sorgulanıyor, yargılanıyor ve sonuçta 12,5 yıl hapisle cezalandırılıyorum. Aynı dönemde H. Hakkı, devrimci faaliyetleri yüzünden işkence de katlediliyor. Ama “Komünist” dergileriyle ve başka parti yazılarıyla yakalanan sen 45 gün sonra serbest bırakılıyorsun...

 

Peki, neyin karşılığında? Ya bir anlaşma karşılığında (ki böyle bir iddiada bulunamam), ya polisin özel bir planı dahilinde (ki bu en güçlü olasılık) ya da devlet içinde seni koruyan çok güçlü bir „Dayı”nın olması durumunda... En iyi ihtimalle güçlü bir „Dayı”nın etkisiyle bırakılmış ol.  Peki, polis “Komünist” dergisi verilecek kadar „güven duyulan“ bir kişiyi rahat bırakır mı? Bu dergiyi kendisine veren kişi ya da kişileri merak edip iz sürmez mi?  Bu izleri sürüp örgüte ulaşmak için bir çalışması olmaz mı? Örgüte ulaşıp “denetim” altında tutmaz mı?  Bunun sayısız örneklerinin bilgisi belleğimizde duruyor.  Peki, sen bir istisna olarak takip edilmemiş veya denetimde tutulmamış olabilir misin? “Barış Derneği” gibi yasal bir kurumda yöneticilik yaptığı iddiasıyla baro başkanının bile tutuklanıp yıllarca yargılandığı bir dönemde “Avukatlık Ruhsatın” bir güvence olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Diğer bütün zamanları bir yana bırakalım.

1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının temmuz ayında, Kartal’da herkesin bildiği bir mekanda ve bazı “legal insanlar”ın katılımıyla “nişan gecesi” yapıyorsunuz. Sen, yakalanmış, serbest bırakılmış ve takip altında olan, her şeyi denetlenen bir kişi olarak, illegal örgütün illegal kadrosuyla sürekli görüşüyorsun.

Onun kaldığı evlere (Enişte’nin evi) gidiyorsun, kalıyorsun. Bunları, seni “şaibeli” ilan etmek, suçlamak için yazmıyorum, bir durum tespiti yapıyorum. Böylesi bir durumda polis seni denetimde tutmayacak, takip etmeyecek, öyle mi?

Sonra da „Enişte’nin evini kim verdi? “diye soru soracak ve o evi hiç bilmeyen, hatta Enişte’yi tanımayan arkadaşları itham edecek, onları zan altında bırakacaksın! Yapma! Bu hem polisi hiç tanımamaktır, hem doğru değildir, hem de ahlaki ve vicdani değil.

 

Peki, sen bir avukat olarak bugüne kadar H. Hakkı ve onun değerleri için ne yaptın? Onun gözaltına alındığını öğrendin; bir avukat ve “sevgili” olarak ne yaptın? İşkence de öldürüldü, bir avukat olarak ne yaptın? Bak, senin “hain” dediklerinin her biri şikâyet dilekçeleri verdi. Katiller hakkında bir dava açıldı ve tüm tehditlere, baskılara rağmen işkencecileri teşhis etti ve onların yargılanmasını sağladı.  Haydi bunlar tehlikeli konulardı ve sen uzak durdun ya da “koşulların uygun” değildi! Bari evine gidip geldiğin Enişte’nin perişan olan ailesine, “H. Hakkı’nın Ablası”na destek olsaydın. Onu bile yapmamış bir insan olarak şimdi (40 yıl sonra) H. Hakkı’yı sahiplenme iddiasıyla ortalığa çıkıp onun yoldaşlarını “hain”likle suçlama cüretini gösteriyorsun. İnsanda biraz edep, vicdan, ölçü olur yahu...

 

Aslında bu senin utancın ve travman. Zira “sevgili” olarak, avukat olarak, demokrat bir insan olarak H. Hakkı’ya, seni evinde barındıran Enişte ve ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olmanın utancı ve travmatik dışa vurumu...

Bunları yapmadığını biliyor ve iç dünyanda kendini sorguluyorsun. Ancak kendi gerçekliğinle yüzleşme cesaretin ve etik duruşun olmadığı için inkara sığınıyorsun. Başkalarını suçlayarak ve saldırganlaşarak, kendini korumaya çalışıyorsun. Senin utancın, Deniz Yılmaz’ın kin ve intikam duygusu ile bir araya gelince, ortaya işte böylesi bir “şaheser” çıkıyor. Meselenin özü budur...

 

Sonuç olarak; A. Umutlu, her insanın hataları, yanlışları, hatta suçları olabilir. Sen kendinde olanı görmüyor olabilirsin. Senin görmeni sağlayacak uyarılar, öneriler yapılmamış olabilir.  Ama kötü şeyler yapılarak ortaya iyi şeyler çıkarılamaz. Sen kötü bir şey yaptın. H. Hakkı’ya ve onun uğruna yaşamını feda ettiği değerlere karşı biraz olsun saygın varsa, sürdürdüğün bu hasmane ve gayri ahlaki tutumdan vazgeçmeni, utancınla yüzleşmeni, yaptığın yanlışların özeleştirisini verip haksızlık ettiğin insanlardan ve yalana/ yanlışa maruz bıraktığın okurlardan kamuoyu önünde özür dilemeni; kitabının olası yeni baskısında bunları düzelterek kendinle yüzleşmeni, utancından kurtulmanı ve iyileşmeni öneririm...

 

10 Subat 2025-Kazım Gündoğan-Zafer Yilmaz....

--------------------------------------------

 Sevgili Arkadaşlar, Dostlar,Kazım Gündoğan_25.02.2025

Zorunlu bir açıklama ve değerlendirme yazısına dair çeşitli yorumlar yapıldığını, mesajlar yazıldığını gördüm. Gözümden kaçanlar olabilir ama hepsini okudum.

Bu yorumlarda iki farklı yaklaşım dikkatimi çekti:

Birincisi, olayları, olguları ve süreçleri bütünlüklü bir tarih bilinci, adalet, vicdan ve etik değerler çerçevesinde ele alan yaklaşımlar. Böyle bir sorgulama çabası ve bilincin oluşması, şimdiye kadar yazılanların ve söylenenlerin daha sağlıklı değerlendirilmesine katkı sunacaktır diye düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, açıklamanın amacına hizmet ettiğini söyleyebilirim.

İkincisi, yazılanları sadece olaylar ve kişiler üzerinden değerlendiren, duygusal tepkilerle sınırlı kalan ve derinlikten yoksun yaklaşımlar. Bu tür yaklaşımların başlı başına bir analiz konusu olduğunu belirtmekte fayda var. Elbette bazı duygusal tepkileri anlayabiliyorum. Örneğin, H. Hakkı gibi bir yoldaşa duyulan sevgi ve saygı, birçok kişinin olayları sorgulamasının önüne geçiyor. Ancak bu, aklı ve sorgulamayı devre dışı bırakan, sadece duygusal bir sahiplenmeye dayanan bir tablo ortaya çıkarıyor. Bu durum, hakikatin üstünü örtmek isteyenlere zemin hazırlıyor.

Örneğin, ben A. Umutlu’ya, “Böyle bir kitap çalışması yapman önemli, ama o süreci yaşayan biri olarak anlatmak isterim” diye bir mesaj yazıyorum. Ancak kendisi bana, “İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum... Ama benim açımdan her şey çok net” diye yanıt veriyor. Olayları değerlendirdiğim ikinci gruptaki yaklaşımlar arasında, kimse şu soruyu sormuyor:

"Arkadaş, sen kitap yazıyorsun ama konunun asıl muhataplarıyla görüşmüyorsun. 40 yıl sonra eline geçmiş polis fezlekesi ve iddianameyi okuyorsun ve buradan hareketle ‘benim için her şey çok net’ diyorsun. Yani düşmanın belgelerine dayanarak ‘net’ bir görüş oluşturuyorsun. Bu, ne objektif ne adil ne de ahlaki.”

Bu gruptakilerin neredeyse hiçbiri bu soruyu sormuyor. Ya analiz yapma yetenekleri yok ya da yaşadıkları sosyal ve siyasal süreç onları düşünsel olarak geriye düşürmüş. Son derece üzücü bir tablo...

Devam edecek olursak; A. Umutlu, “Benim kitap yazmamı istemedi” dediğinde, kimse şu basit soruyu sormuyor:

"Ya arkadaş, bak sana mesajında ‘Yıllar sonra da olsa kitap yazman önemli’ diyen biri, nasıl olur da senin yazmana karşı çıkabilir?”

Bu sorular sorulmadığında, ortada bir akıl tutulması ve sığ bir bakış açısı olduğunu görmek kaçınılmaz oluyor. Ve bu durum, şu anlama geliyor:

"Evet, ben de düşmanın iddianamelerini okuyarak herkesi ve her şeyi yargılayabilirim, tüm sosyalist değerleri ayaklar altına alabilir, hedef aldığım kişi ve kurumları kolayca mahkum edebilirim." Farkinda olmadan böyle bir dejenerasyonun parcasi olmak kacinilmaz hale geliyor.

Dahası, utanmadan “Ben aradım, konuştum” yalanını söylüyor. Ama kimse “Peki neden bilmediğin, yaşamadığın bir konuda, yaşayanın ve bilenin anlattıklarını değil de kendi uydurduğun şeyleri yazıyorsun?” diye sormuyor. Ne yazık ki bu, bir duruş ve kavrayış meselesidir...

Öte yandan, bizim gelenekle doğrudan bir bağı olmayan sevgili H. Hayri Ateş’in mesajında dile getirdiği bakış açısının herkes için bir düşünme vesilesi olmasını umuyorum.

„Sevgili Kazım Hocam, Açıkçası çok üzüldüm ve inanılmaz huzursuz oldum. ‘İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum... Ama benim açımdan çok net olaylar. Kişisel bir mesele olarak da görmüyorum; bence bu, bir çizgi sorunu.’

Adı geçen kitabın yazarının bu sözleri karşısında dehşete düştüğümü belirtmek isterim. Darbe dönemi savcılarının iddianameleri ve işkence altında alınmış ifadelerden yola çıkarak böylesine kesin bir hüküm vermesi, tek kelimeyle zalimce. İnsanlık açısından izahı mümkün olmayan bir tutum.

Adaletli bir dünya hayali kuranların, önce kendilerinin adil olması gerekir. Hislerimi açıkça ifade etmeliyim ki, senin paylaşımından alıntıladığım bu sözler, düzenin savcı ve hâkimlerinin yaklaşımını aratmayacak bir gaddarlık içeriyor. Kaldı ki düzenin hukuk sistemi bile şeklen de olsa birkaç aşamalı bir savunma hakkı tanıyor, yerine göre tanıklık yapma hakkı veriyor. Evet, şeklen de olsa bu bir realite."*

Ayrıca, hayatını kişisel yenilgiler, başarısızlıklar, savrulmalar, tutarsızlıklar, üretimsizlikler ve ahlaksızlıklarla geçiren, dijital medya dışında hiçbir varlık gösteremeyen bazı kişiliklerin yazdığı mesajlara yanıt vermeyi anlamlı bulmuyorum.

Arkadaşlar, bu konuda hiçbir şey yazmayarak suskun kalabilirdim. Ancak başta kendimle ilgili olmak üzere hakikatin bilinmesi ve tarihe not düşülmesi gerektiğini düşündüğüm için yazdım; görevimi yaptım. Bu, benim kişisel meselem değil. Bu geleneğin sürdürücüsü iddiasında olan politik organizasyonlar var. Konunun asıl muhatabı onlardır ve bir açıklama yapma sorumluluğunu taşımaları gerekirdi. Bu da ayrı bir konu...

Bir de değinmeden geçemeyeceğim: “Sevgili kontenjanı” ifadesi üzerinden cinsiyetçi bir söylemde bulunduğum iddia ediliyor. Hayır, arkadaşlar. Bu, zorlama ve biçimsel bir yorumdur. Bu konudaki hassasiyetimi bilen bilir.

40 yıl boyunca hiçbir şey yapmamış biri, sırf birilerinin gerçek yüzünü göstermek, onlarla hesaplasmak ( ne adina, kim adina yapiyorsa artik) adına kitap yazıyorsa ve H. Hakkı’yı övmeye çalışırken onun değerlerini ve yoldaşlarını değersizleştirmeye uğraşıyorsa, her türlü iftira ve yalanla düşmanın paslı silahlarını kullanıyorsa, bu kişi kim olursa olsun sahtekârdır, ahlaksizdir. Kadın veya erkek fark etmez...

Arkadaşlar, 40 yıl sonra kendimi işkencecilerin elinde tekrar kıyıma uğramış gibi hissettim. Düşmanın elindeki elektrik manyetosuyla yaptığı işkenceyi anlıyorum elbet. Ama 40 yıl sonra, kendine devrimci diyen birinin yalan ve iftiralarla bize yaptığı işkenceyi anlamakta zorlanıyorum. Bunun bir nedeni olmalı… Bunu yapan kişi ya hasta ya da birileri tarafından kullanılıyor olmalı. Baska bir aciklamasini göremedim.

Son olarak, ben A. Umutlu ile kişisel bir hesaplaşma yapmak yerine tarihe bir not düşmek istedim. Yazıda tek hata, bir yerde geçen “1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının Temmuz ayında, ...” parantez icinde kullandigim bu bilgidir. Bundan dolayı okurlardan özür dilerim.

Gerisi, Tarih Bilinci, Adalet, Vicdan, Hakikat, Yüzleşme, Utanç ve Onur kavramlarını duygu ve düşünce dünyasında taşıyanlara kalmıştır…

25.02.2025

Kazim Gündogan


12 Şubat 2025 Çarşamba

TKP-ML 'den MKP' YE Yanıt__2. Kongre Kararlarıyla Partiyi ve Devrimi Örgütleyelim!


 

2. Kongre Kararlarıyla Partiyi ve Devrimi Örgütleyelim!

[Açıklama: Bu broşür kısa bir süre önce 2. Kongresini yaptığını açıklayan TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesi ile yapılan söyleşidir.]

– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

–  TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.

– Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

 Aslında biz teşekkür ederiz. Günümüz dünyasında kapitalist emperyalistler, enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halkları üzerinde sadece zor aygıtlarıyla hakimiyet kurmak istemiyor. Aynı zamanda kitle iletişim araçlarını kullanarak da enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının mücadelesi üzerinde ideolojik bir tahakküm kurmak istiyorlar. Bırakalım komünist ideolojiyi, radikal devrimci her pratiğin tartışılır hale getirildiği ve neredeyse her devrimci çalışmanın yasal sınırlar içine hapsedilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu anlamıyla partimizin ve devrimci hareketlerin görüşlerinin enternasyonal proletaryaya ve ezilen dünya halklarına doğrudan ulaştırılmasını çok önemsiyoruz. O nedenle bir kez daha teşekkür ederiz.

– Kısa bir süre önce Partinizin 2. Kongresi’ni gerçekleştirdiği açıklandı. Kongrenin kararlarına ve özellikle almış olduğunuz yeni kararlara dair sorularımız elbette olacak. Ancak öncelikle Kongrenizin nasıl bir süreçte toplandığını sormak istiyorum.

 Bu sorunuza iki yönlü cevap verebilirim. Birincisi, 2. Kongremiz, Doğu Avrupa ve Ortadoğu başta olmak üzere emperyalistler ve onların bölgesel güçlerinin açıktan savaştığı, bu anlamıyla yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin yoğunlaştığı ve buna bağlı olarak Türk hakim sınıflarının durumdan vazife çıkararak sınır içinde ve dışında faşist saldırılarını artırdığı bir süreçte toplandı. Bu süreç, faşizmin devrimci ve komünist harekete azgınca saldırdığı, başta Kürt ulusal özgürlük hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesi olmak üzere, kendisine biat etmeyen ve mücadele eden her örgütlenmeye yönelik katletme ve tutuklama saldırılarının yoğunlaştığı bir zaman dilimiydi. Dolayısıyla devrimci ve komünist hareket başta olmak üzere faşizmin uygulamaya koyduğu politikalara itiraz edip mücadele edenlere yönelik yoğun bir teslim alma ve tasfiye etme saldırılarının sürdürüldüğü bir süreçte toplandı 2. Kongremiz.

İkincisi ise, Kongremiz normal koşullarda bir yıl önce yapılacaktı. Ancak 6 Şubat 2023 tarihinde Maraş merkezli yaşanan depremler kongremizin ertelenmesine neden oldu. Biliyorsunuz bu depremlerin Türkiye’de ve Kuzey Suriye’de oldukça yıkıcı etkileri oldu. On binlerce insanın katledildiği, yüzbinlerce insanın yaralandığı ve milyonlarca insanın en temel haklarından biri olan barınma hakkından mahrum edildiği bir süreçte partimiz, halkımıza yaşatılan bu katliam karşısında bütün gücüyle işçi sınıfı ve emekçi halkımızın yanında olmaya çalıştı, harekete geçti. Doğallığında bu objektif durum, 2. Kongremizin planlanan tarihte yapılmasını engelledi. Ancak her şeyde olduğu gibi çelişkinin iki yönü burada da devreye girdi. Olumsuzluk içinde olumluluk diyebiliriz buna. Kongremizin objektif olarak ertelenmesi diğer yandan parti irademizin Kongre gündemlerini daha fazla tartışabilmesine neden oldu. Sonuçta belirlenen tarihte kongremiz, parti irademizin ürünü olarak şekillendi.

– Kongrenizi ertelenmek zorunda kaldığınızı ancak bu olumsuzluğu bir olumluluğa çevirdiğinizi mi söylüyorsunuz?

– Evet. Faşizm koşullarında mücadele eden partimiz açısından bu tür örgütsel süreçlerin uzaması güvenlik risklerini de beraberinde getirmektedir. Partimizin kendi tarihsel tecrübesinde bizzat yaşadığı deneyimler de bunu göstermektedir. Özellikle bu tür süreçlerde düşman; partimizin “birlik-mücadele-daha üst birlik” çizgisinin başarıyla uygulanmasını engellemek için daha yoğun saldırmaktadır. Çünkü düşman, partimiz açısından kongre ve konferans süreçlerinin, eleştiri ve özeleştiri silahımızın işletildiği, eksik ve hatalarımızın değerlendirilerek daha ileri adımlar atmamızın gerekçesi yapılacağının bilincindedir. Bu nedenle özellikle kongre ve konferans süreçlerinde, düşmanın saldırılarına maruz kaldığımız dönemler oldu. Düşmanın bu saldırılarında birçok yoldaşımızın tutuklanmasının yanında aralarında önder kadrolarımızın da olduğu delege ve savaşçı yoldaşlarımızı ölümsüzlüğe uğurladık. Bu tarihsel tecrübe, partimizin örgütsel hafızasında bir deneyim olarak vardır.

Öte yandan partimizin bu tür örgütsel pratikleri denildiğinde genellikle üzerinde çok durulmayan bir noktanın altını çizelim. Kongre ve konferans süreçleri, TKP-ML açısından sadece düşmanın partimize amansızca saldırması değil aynı zamanda kendi içinde demokrasiyi en üst düzeyde işletmesi açısından da önemlidir. Denilebilir ki TKP-ML, bu konuda örnek ve farklı bir yerde durmaktadır. Bu, TKP-ML açısından onu “özel” kılan yönlerden biridir. Partimizin, İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinden sonra yeniden kendini örgütlediği 1. Konferans’ında ilk yaptığı görevlerden biri parti tüzüğünü oluşturmak olmuştur. Bu tarihten sonra her konferans ve kongre sürecinde önderliklerinin pratiğini değerlendirmiş, kararlar almış, gelişen süreç içinde de parti tüzüğünü ihtiyaçlar temelinde güncellemiştir.

Bu anlamda partimiz, halk demokrasisinden bahsederken kendi içinde de proleter demokrasiyi uygulamada ısrarcı olmuştur. Yarım asrı aşan faşizme karşı mücadele tarihinde, bir yandan düşmanla mücadelesini kesintisiz sürdürürken, diğer yandan kendi içinde de proleter demokrasiyi uygulamayı önemsemiştir. Bu, TKP-ML’yi TKP-ML yapan özelliklerinden biridir diye düşünüyoruz. Bu nedenle partimiz açısından önemlidir kongre ve konferans süreçleri…

Partimiz, 2. Kongre sürecinde de belirlenen gündemler doğrultusunda çıkartılan Merkezi Tartışma Organımız Parti Birlikleri aracılığıyla tartışmış ve alt kongrelerini gerçekleştirmiştir. Alt kongrelerde seçilen delege yoldaşların katılımıyla da 2. Kongresini başarıyla gerçekleştirmiştir. Kongremizin başarısının parti tarihimiz açısından -özellikle belli gündemler açısından- tarihsel önemde olduğunu düşünüyoruz. Bu tespitimizin, önümüzdeki süreçte partimizin sınıf mücadelesinde göstereceği pratikle daha iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

– Uluslararası kamuoyunda kafa karışıklığı yaratan bir duruma da açıklık getirirseniz iyi olur diye düşünüyoruz. Partiniz 53 yıllık bir parti, ancak sadece iki kongre gerçekleştirmiş olması ilgi çekiyor.

– Az önce ifade etmeye çalıştığım gibi partimizin gerçekleştirdiği konferansların önemli bir kısmı aslında gündemleri itibariyle kongre olarak değerlendirilebilecek örgütsel çalışmalardır. Özellikle ilk dönem konferanslarımız olmak üzere partimizin daha önce gerçekleştirdiği konferanslarda ideolojik meselelerden, örgütsel sorunlara kadar bir dizi gündeme dair tartışma yürütmüş ve kararlar almıştır. Ne var ki bu çalışmalarımız kongre olarak değil konferans olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlama da en büyük neden partimizin uzun bir süre Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısına dair bir analiz yapmaması ve buradan hareketle bir senteze ulaşmayıp, parti programını oluşturmamasıdır.

Partimiz 1. Kongresinde parti programını oluşturdu. 2. Kongresinde ise Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısını analiz etti. Bu sonuçlardan hareketle parti programını yeniden güncelledi. Önümüzdeki süreçte de partimiz belli konulara özgülenen gündemlerle konferanslar yapma anlayışına sahiptir.

– Kongrenizin gündemlerine dair halkımıza ve devrimci kamuoyuna ne söylemek istersiniz?

– Kongremizde Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı analiz edildi ve belli bir senteze ulaşıldı. 2. Kongremiz başlı başına bu gündemin tartışılması açısından bile önemliydi. Ancak bu gündeme geçmeden önce öncelikle 1. Kongre ile 2. Kongre arasında parti merkezi önderliğinin faaliyetini değerlendirdiğini ifade etmek isterim. Kongre irademiz, 2. Kongre öncesinde parti iradesine sunulan faaliyet raporu üzerinden yapılan değerlendirmeyle, merkezi önderliğin olumluluklarını ve olumsuzluklarını ortaya koydu, tartıştı ve dersler çıkardı.

İkinci olarak Kongre irademiz, dünyada ve Türkiye’de durum başlığını tartıştı. Bu gündem özellikle kapitalist emperyalist sistemin içinde bulunduğu durum ve emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olan Türkiye açısından önemliydi. Nitekim günümüzde emperyalist tekellerin temsilcisi devletler arasındaki çelişkilerin keskinleştiği, yer yer silahlı çatışmalara evrildiği ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin fazlasıyla belirginleştiği bir ortamda, emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu duruma dair bir tartışma yürütmek hem gerekli hem de önemliydi. Diğer yandan bu gündemi tartıştığımız günlerde ve sonrasında da hem dünyada hem ülkemizde bir dizi önemli tarihsel olaylar yaşandı. Yani öyle özel bir konjonktürden geçiyoruz ki, söz daha ağzımızdan çıkarken eskimiş dahi olabiliyor. Ama tüm bunlar meselenin özüne dair tespitlerimizi, analizlerimizi elbette değiştirmiyor.

Yine uluslararası alanda yaşanan gelişmelerin doğrudan doğruya TC devletini etkilediği ve Türk hakim sınıflarının bu gelişmelerden vazife çıkartıp, işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik “Orta Vadeli Program” adı altında yeni bir ekonomik saldırı politikasını devreye soktuğu bir ortamda kongremizin, Türk hakim sınıflarının bu saldırısını analiz ettiğini ifade edebilirim. Kapitalist emperyalist sistemin yarı sömürgesi ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB emperyalistlerinin askeri saldırganlık örgütü olan NATO’nun bir üyesi olan TC devletinin, başta Ortadoğu olmak üzere coğrafyamızda devreye soktuğu askeri saldırganlığın nedenleri ve sonuçları üzerinde durmak özellikle önümüzde süreç açısından önemlidir.

TC devletinin, Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkımıza yönelik faşist saldırganlığının arttığı koşullarda; bu saldırganlığın sadece sınır içinde değil de sınır dışında da uygulamaya konulduğu, başta Suriye’nin kuzeyi olmak üzere, Irak Kürdistanı’nda da Kürt ulusunun kazanımlarına yönelik askeri faşist saldırganlığının yanında Dağlık Karabağ’ın işgal edilmesinde İsrail’le birlikte Azerbaycan’a aktif askeri destek verildiği bir ortamda, TC devletinin bölgesel olarak bu işgal ve ilhak siyasetinin nedenleri üzerinde durarak, bu faşist saldırganlığa karşı devrimci bir çizgi ortaya koymak son derece önemliydi.

TC devletinin ülke içinde halkımıza, sınır dışında da bölge halklarına yönelik bu saldırganlığı aynı ekonomik politik zemin üzerinden yükselmektedir. Kurulduğu günden itibaren emperyalizmin yarı-sömürgesi olan TC faşizmi, kapitalist emperyalizmin krizinden ve emperyalist tekeller arasında sertleşen pazar mücadeleleri sürecinden kendi yararına bir sonuç çıkarmaya çalışmaktadır. Gelinen aşamada AKP-MHP faşist ittifakının sözcülüğünde TC faşizmi, “iç cephe”yi tahkim ederek başta Ortadoğu olmak üzere, mevzilerini tahkim etmek, hakimiyetini güçlendirmek istemektedir. Bu amaçla başta Kürt sorunu olmak üzere, her türden çelişkinin üzerine faşist terörle yönelmektedir.

TC faşizmi, “iç cephe”yi tahkim etmek adına ekonomik krizi işçi sınıfı ve emekçi halkın üzerine fatura etmek için emperyalist mali sermayenin kayyumu olarak “İngiliz Mehmet”‘i ekonominin başına geçirmiştir, ve Orta Vadeli Program adı altında, işçi sınıfı ve emekçileri daha da yoksullaştıracak, işsizliği artıracak bir program uygulamaktadır.

Türk hakim sınıfları açısından bu programın başarısı aynı zamanda işçi sınıfı ve halkın her türlü demokratik ilerici talebinin bastırılmasından geçmektedir. Başta Kürt ulusu olmak üzere çeşitli azınlık milliyetlerin, başta Aleviler olmak çeşitli azınlık inançların demokratik talepleri faşist terörle yanıtlanmaktadır. Kürdistan illerinde belediyelere yeniden kayyum atanmakta, “seçme ve seçilme hakkı” kağıt üzerinde bile yürürlükten kaldırılmaktadır.

AKP-MHP iktidarı döneminde can güvenliği ortadan kalkan kadın ve LGBTİ+ların talepleri ve mücadelesi şiddetle bastırılmaktadır. Ürettiklerinin karşılığını alamayan ve bu nedenle geçim zorluğu çeken köylülük, son süreçte yollara düşerek, eylem yaparak tepkisini göstermişse de kapitalist rant uğruna yaşam ve üretim alanları uluslararası maden şirketlerine peşkeş çekerek doğa ve çevre katliamına maruz kalmaktadır. Artan faşist baskı, gençliği geleceksizleştirmeyle karşı karşıya bırakmaktadır.

AKP-MHP iktidarının sınır dışında ve özellikle Suriye savaşında izlediği işgalci ve saldırgan politika sonrasında milyonlarca göçmen, Türkiye kapitalizminin ucuz iş gücü olarak konumlandırılmıştır. Suriyeliler başta olmak üzere göçmenler; ırkçılığın ve şovenizmin körüklenmesinin aracı olarak kullanılmaktadır.

Çelişkilerin giderek keskinleştiği ve sınıf mücadelesinin şiddetlendiği coğrafyamızda, başta partimiz olmak üzere düzen dışı devrimci hareketin halk kitleleriyle olan ilişkilerinin gerilediği koşullarda, faşizmin işçi sınıfı ve halka yönelik topyekün saldırısının şiddeti atmaktadır. Devrimci durum giderek olgunlaşmaktadır.

Bu koşullar altında 2. Kongresini toplayan partimiz; uluslararası alanda ve coğrafyamızda hakim sınıfların içinde bulunduğu durumu tartışmış ve partimizin önümüzdeki süreçte izleyeceği yönelime dair çeşitli kararlar almıştır.

Kongre irademiz, bu yoğun gündemlerinin yanında Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısının analiz edilmesinden hareketle Türkiye devriminin niteliği ve yoluna dair de bir tartışma yürüttü ve çeşitli kararlar aldı. Yine bu tartışmaların ürünü olarak parti programında çeşitli değişikliklere gitti. Kongremiz ayrıca Avrupa Konferansı, TİKKO Konferansı’nın kararlarını tartıştı ve onayladı. Komünist Kadınlar Birliği’mizin 1. Kongresi’nde karar altına alınan KKB program ve tüzüğünü tartıştı ve resmileştirdi. Bunun yanında partimizin çeşitli örgütsel sorunlarını da tartıştı.

Kısaca kongre gündemlerimizi bu şekilde özetleyebilirim.

Emperyalistler arasında süren rekabetin temelinde pazarlara hakim olma gerçeği yatmaktadır!”

– 2. Kongre gündemlerinizin oldukça yoğun olduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda özellikle sizin de bahsettiğiniz yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesi belirlemesi üzerinde durmak istiyorum. Partinizin bu konudaki görüşleri nedir?

– Partimiz bu gündemi detaylı olarak tartıştı ve dünyadaki gelişmelerin giderek karmaşık ve çatışmalı bir hal aldığı, ezenler ile ezilenler arasındaki çelişkilerin giderek derinleştiği tespitini yaptı. Bu gündeme dair kongremizin karar açılımı ayrıca kamuoyuyla paylaşılacaktır. Yine de kısaca yanıt vereyim.

Emperyalistler ve işbirlikçilerinin, dünya halklarının ve ezilen ulusların haklı ve meşru bir zeminde gelişen mücadelelerini bastırmak için uyguladıkları askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal politikaların kısa ve uzun vadede istedikleri sonucu üretemeyeceği ortadadır. Çünkü, emperyalist kapitalizmin dönemsel olarak daha da derinleşen krizleri, sınıfsal temeldeki çatışmalar için nesnel bir zemin oluşturmaktadır.

Günümüzde yüzlerle ifade edilebilecek bir avuç zengin, dünya servetinin önemli bir bölümünü elinde bulundurmaktadır. Ve her kriz döneminde bu asalak azınlık, servetine servet katmaktadır. Buna karşın işçi ve emekçilerin alım gücü ise gün geçtikçe düşmektedir. Sömüren ve sömürülenlerin arasındaki açının bu denli derinleştiği dünyada “ekmek yoksa barış da yok” şiarının güncel bir olgu haline gelmesi kaçınılmazdır. Yerküremizin farklı kıtalarında bölgesel düzeyde yaşanan çatışmalar, kendiliğinden gelişen kitle hareketleri bu nesnel tablonun doğrudan sonucudur.

Gelinen aşamada emperyalist kapitalist sistem iki ana emperyalist kampa bölünmüş durumdadır. Bir taraftan ABD-İngiltere ve Avrupalı emperyalistler, diğer tarafta Çin ve Rusya emperyalistleri bulunmaktadır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasından günümüze bu cephece değişen tek şey, emperyalist katillerin pozisyonudur. Zira emperyalist canavarlar, pazarların yeniden bölüşümü için Asya, Afrika kıtaları başta olmak üzere yerküremizin her sahasında kan akıtmaya, enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halkları için yoksulluk ve sefalet tablosunu derinleştirmeye devam ediyor.

Her şeyden önce emperyalistler arasında süren rekabetin, var olan çelişkilerin temelinde pazarlara hakim olma gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla emperyalistler arasındaki ilişkilerde, çelişki ve çatışma hali süreklidir. Elbette ki bloklaşma temelinde kimi emperyalist güçler arasında uzlaşmalar ve ittifaklar da sağlanmaktadır. 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’ne veya genel manada sosyalist kampa karşı ABD ve AB emperyalistlerinin ekonomik ve askeri olarak oluşturdukları ittifakların bir bölümü hala devam etmektedir. Modern revizyonistlerin ihanetiyle dağılan sosyalist kampa rağmen iktisadi temelde IMF ve Dünya Bankası, askeri olarak da NATO hala varlığını sürdürmektedir. Eski hegemonyacı gücünde belli zayıflamalarda olsa da ABD emperyalizmi, İngiltere ile sıkı müttefiklik ilişkisi içinde, bu emperyalist güçlerin baş aktörüdür. Rusya ve Çin emperyalistlerinin öncülüğünde oluşan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne karşı farklı kıtalarda yeni askeri ve ekonomik ittifaklar oluşturmaktadır. ABD özellikle Asya Pasifik’te genişleyen Çin’in hareket alanını daraltmak için her türlü tedbire başvurmaktadır. Japonya ve Güney Kore ile oluşturduğu “Üçlü Ortaklık” da bu anlayışın ürünüdür. Bir savaş örgütü olan NATO’nun genişletilmesi için yürütülen tüm çabalar da bu eksenlidir.

Dünya hızla bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklenmektedir. Hükümetler kendi içinde buna göre düzenlemeler yapmakta, dışişleri, “savunma”, içişleri ve adalet bakanları, sözcüleri vb. en gerici, ırkçı, faşist, saldırgan olanlardan oluşturulmaktadır. İşçi ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlükleri gasp edilmekte, gerici faşist yasalar çıkarılmaktadır. Silah fabrikaları ise tam kapasite çalışmakta; savaş uçakları, füze, drone, tank, top, mermi, patlayıcı fabrikaları artırılmaktadır. Stratejik bölgelere askeri güçler ve araçlar, cephane kaydırılmakta, NATO genişletilmeye devam edilmektedir. NATO bünyesinde ortak tatbikatlar daha fazla yapılmaktadır.

Ekonomik alanda da savaşa göre düzenlemeler yapılmakta, savaş bakanlıkları oluşturulmaktadır. Milliyetçilik, ırkçılık, göçmen ve yabancı düşmanlığı artırılmakta; göçmenlere yönelik uygulama ve hizmetlere erişim her geçen gün zorlaştırılmakta hatta bir kısmı geri gönderilme veya üçüncü bir ülkeye (Afrika’ya) gönderilme ile tehdit edilmektedir. Bunların yanısıra ilerici, devrimci, sosyalist ve komünist hareketler üzerindeki baskı da artmaya devam etmektedir.

Emperyalist ekonomilerin sıçramalı ve dengesiz gelişmesi, aşırı üretim ve sermayenin yoğunlaşması, yeni pazarlar, enerji ve hammadde kaynaklarını ve yollarını kontrol altına alma ve rakiplerini etkisizleştirme hamleleri çelişkileri artırmakta ve dünyayı yeni bir paylaşım savaşına doğru hızla sürüklemektedir.

Somut olarak Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali ve ABD-İngiltere ve Avrupalı emperyalistlerle Rusya ve Çin emperyalistlerinin savaşının yanında Ortadoğu ve Kafkaslar’da yaşanan çatışma ve savaşlar bu pazar paylaşım savaşının öncü çatışmalarıdır. Emperyalistlerin tüm müdahalelerinin arkasında pazarlarını, etki alanlarını genişleterek içine düştükleri krizlerden çıkma gerçeği yatmaktadır. En basit tanımıyla savaş demek, daha çok silahlanma demektir. İsrail’in saldırganlığı, Suriye, Ukrayna vb. ülkelerde yaratılan işgal ve çatışmalar, yalnız bu ülkelerin silahlanmasına değil bir bütün olarak bölge ülkelerinin silahlanmasına yol açmıştır. Bu da beraberinde emperyalistlerle olan bağımlılık ilişkilerinin daha da derinleşmesini getirmiş; diğer bir anlatımla ekonomi başta olmak üzere çok yönlü ve kapsamlı olarak büyük yıkımlara, göçlere, düşünsel-ahlaki-kültürel yozlaşma ve çürümelere yol açmıştır/açmaktadır.

Elbette ki her tarihi dönemde, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde asıl olan rekabettir. Tekellerin çıkarlarıdır. Bu rekabette gerileyen, hegemonyasını yitiren ülkeler olduğu gibi iktisadi ve askeri açıdan öne çıkan yeni emperyalist ülkeler de olmaktadır. Bugün de yerküremiz böylesi bir sürece tanıklık etmektedir. ABD emperyalizmi ve kimi müttefiklerinin tüm çabalarına rağmen Çin emperyalizminin dünya pazarlarındaki etkinliği giderek yükselmektedir.

Yaşanan tüm gelişmelere ve nicel değişimlere rağmen, çağımız hala emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Bugün yerküremizin farklı kıtalarında emperyalistler arasındaki rekabetten kaynaklı yaşanan işgal ve çatışmalar, oluşan farklı bloklaşmalar tam da Lenin yoldaşın işaret ettiği gibi “pazarların yeniden bölüşüm hamleleri”nin doğal sonucu ve ürünü olarak yaşanmaktadır.

Emperyalist tekellerin artan rekabetinin, emperyalist tekellerin sözcüsü devletler arasında yeni ittifak ilişkilerine ve kamplaşmalarına yol açtığı, emperyalist kamplar arasında çelişkinin keskinleştiği bir sürecin içindeyiz. Emperyalist tekeller arasındaki çelişki, kimi bölgelerde “vekalet savaşları” üzerinden sürdürülse de Rusya’nın Ukrayna işgalinde olduğu gibi yer yer açıktan askeri çatışmalara da evrilmektedir.

Emperyalist tekeller arasında çelişkinin keskinleşmesi yeni bir emperyalist paylaşım savaşına hazırlığı da içermektedir. Henüz emperyalist tekeller arasındaki güç dengesi ve rekabetin boyutu açıktan topyekûn yeni bir paylaşım savaşına ihtiyacı önlese de, kapitalizmin ekonomik krizinin süreklileşmesi, dahası kapitalist kâr oranlarının düşmesi   ve esas olarak pazar için rekabet gibi nedenler, emperyalist tekeller arasında pazar için paylaşım savaşını (Üçüncü Dünya Savaşı) tetikleyecek potansiyel taşımaktadır. Bu anlamıyla, yeni bir paylaşım savaşı ihtimali güçlü bir olasılık dahilindedir.

Bu bağlamda 2. Kongremiz uluslararası duruma ve gelişmelere dair kısaca şu değerlendirmeleri yapmıştır.

Birincisi; dünyada ekonomik kriz giderek genişlemektedir. 2008 yılında başlayan kriz, kısa süreliğine yönetilmeye çalışılsa da emperyalist sistem, ekonomik krizini atlatabilmiş değildir. Pazarların yeniden paylaşılması mücadelesi derinleşmektedir. Kapitalist emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, hakimiyet ve üstünlük mücadelesi hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir.

İkincisi; gelinen aşamada emperyalistler arası bloklaşma ve saflaşma daha da belirgin hale gelmiştir.  ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği bir blok; Çin sosyal emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi bir diğer bloku oluşturmaktadır.

Üçüncüsü; süreğen krizini çözemeyen emperyalist ülkeler, krizlerini savaşla çözme yönünde attıkları adımlarını hızlandırmıştır. Emperyalist paylaşım savaşı tehlikesi giderek artmaktadır. Emperyalist güçler, askeri olarak her geçen yıl silahlanmaya ve savaşa daha fazla ağırlık vererek hazırlanmaktadırlar. Faşist partilerin iş başına gelmesi, ırkçılığın giderek tırmanması, yabancı ve göçmen düşmanlığının artması, demokratik ve sosyal haklarda sınırlandırmalar, anti-demokratik yasaların ardı ardına çıkartılması yeni bir paylaşım savaşına hazırlık olarak değerlendirilmelidir.

Dördüncüsü; dünyadaki ve Ortadoğu’daki gelişmeler açık olarak göstermiştir ki, savaşın baş kışkırtıcısı ABD ve İngiliz emperyalizmidir.

Beşincisi; emperyalist savaşa karşı dünya çapında ve kıtalarda anti-emperyalist cephelerin kurulması komünist, devrimci ve tüm savaş karşıtı güçlerin önemli gündemlerinden biri haline gelmiştir.

Sonuç olarak bu gelişmelerin ışığında uluslararası düzeyde keskinleşen temel çelişkileri şu şekilde tanımlamak mümkündür:

1- Emperyalizm ile ezilen uluslar ve ezilen halklar arasındaki çelişki

2- Emperyalist ülkelerde burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki

3- Emperyalistler arası çelişki

4- Dünya çapında temel çelişki emek sermaye çelişkisidir. Bu çelişkiden kaynaklı dünya çapında baş çelişki ise emperyalizmle ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişki, kapitalist ve emperyalist ülkelerde ise baş çelişki, proletarya burjuvazi arasındaki çelişkidir.

– Emperyalistler arasında giderek artan çelişkinin coğrafyanıza somut etkileri nedir?

– Partimizin de mücadele yürüttüğü coğrafya, emperyalistlerin, “böl ve yönet, çatıştır, zayıflat” politikalarının yüz yıldır sürdüğü ve bundan sonra da sürdürmek istedikleri bir coğrafyadır. Ortadoğu’nun stratejik konumu, enerji kaynaklarının yoğunluğu vb. bu bölgeyi, emperyalistler arası rekabet mücadelesinin odağı haline getirmiştir.

Onlarca yıl Osmanlı’nın hakimiyeti altında kalan bölge, Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin bölgeye yerleşmesinden bugüne çatışmanın merkezi durumundadır. İngiltere Filistin, Irak, Ürdün’ü; Fransa ise Lübnan ve Suriye topraklarını işgal etmiştir. Körfez bölgesi ve Mısır’da ise hakimiyeti sağlayan yine İngiliz emperyalistleri olmuştur. Emperyalistler, nüfusu öncelikle küçük devletçikler şeklinde böldüler. Sonra ise “Kral”, “Şeyh”, “Emir”, “Prens” vb. bölgeye has “diktatör” ünvanlı uşakları vasıtasıyla çıkarlarını korumayı amaçladılar. Tüm bu karşı devrimci politikalar, “böl-yönet” siyasetiyle harekete geçirildi. Etnik, dinsel, mezhepsel ve hatta aşiretsel temelde şekillenen bu yönetimler, her fırsatta birbirini boğazlamaya hazır hale getirildi. Bu politikalar neticesinde öncelikle Arap olmayan halklar baskı altına alındı. Ve yine emperyalistler eliyle Kürdistan coğrafyası, dört parçaya bölündü. Önceki yüz yılın başında emperyalistler ve bölge gericileri tarafından yaratılan bu devasa sorun yumağı, yeni yüzyılda daha karmaşık bir hal almış durumdadır.

Filistin halkını yerinden yurdunda eden, Kürdistan coğrafyasını dört parçaya bölen, yakın tarihimizde Irak’ı, Afganistan’ı, Suriye’yi, Libya’yı işgal ve iç çatışmalarla kan gölüne çeviren, yüz binlerce insanı göç yollarına düşüren emperyalist kapitalist sistemin kâr hırsı, faşist ve ırkçı zihniyetidir. Yüz yılı aşan bu tarihi süreçte, emperyalistlerin, uşak yönetimlerinin uygulamış olduğu sömürü ve zulüm politikaları, derin bir yoksulluğa, yıkım ve savaşlara yol açmıştır. Yoksulluğun-yıkımın, inkarcılığın ve soykırımının olduğu her yerde yalnız acılar yaşanmamaktadır. Aynı zamanda ezilen halkların ve ulusların soylu direnişleri de tarihin sayfalarında yerini almaktadır. Filistin halkının İsrail Siyonizmine, Kürt ulusunun egemenliği altında olduğu faşist ve gerici devletlere karşı yürütmüş olduğu mücadele, diğer bölge halklarının, baskı altında olan mezhep ve inanç gruplarının mücadeleleri için bir umut yaratmıştır.

Biraz önce de söylediğim gibi Ortadoğu, tarihi boyunca yerküremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişki ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar, hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinden toplumsal çürüme, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür. Burada dinin rolü oldukça büyüktür. Dinsel bağnazlık, her türlü ilerici gelişmeye ket vurmuştur.

Dolayısıyla devrimcilerin, sosyalistlerin ulusal, dinsel-mezhepsel çelişkilerin yoğun olarak varolduğu bu bölgede, ezilen halkların birleşik mücadelesini, sınıfsal temeldeki kardeşliğini sağlıklı bir temelde inşa etmeleri için öncelikle “dinlerin kardeşliği”, “İslam, barış dinidir” vb. sosyal yaşamda hiçbir karşılığı olmayan gerçek dışı fikirlere karşı da net bir tutum almaları gerekir. Aynı durum, diğer din ve inanç grupları için de geçerlidir.

Ortadoğu’da, Filistin ve Kürt sorunu dün olduğu gibi bugün de varlığını korumaya devam ediyor. Siyonist İsrail devleti, bölge halkları nezdinde genel olarak kabul görmemektedir. Bununla birlikte İsrail’in bölgedeki en iyi müttefiki ise Türk devletidir. Hatırlanacağı gibi Arstahk’da Ermeni halkına dönük saldırılarda da TC, Azerbaycan’ın faşist iktidarı ve İsrail Siyonizmi ile kol kolaydı. Azerbaycan’a milyar dolarlık silah satan, militarist güçlerini eğiten İsrail devletidir. Türk hakim sınıfları, bir yanda Filistin davasına sahip çıktıklarını iddia ederken diğer yanda Siyonizmle kol kola girerek Ermeni halkına karşı cinayet işlemeye devam etmektedir.

TC’nin ABD uşaklığı, İsrail suç ortaklığı kimilerinin iddia ettiği gibi derin yaralar almış değildir. Dahası Putin-Erdoğan “dostluğu” da ABD karşıtlığı üzerine inşa edilmemektedir. Bu dostluk, karşılıklı tavizleri ve mahkumiyeti içeren bir çıkar ilişkisidir.

ABD ve batılı emperyalist güçlerin Rusya’ya uygulamış oldukları çok yönlü ve kapsamlı ekonomik ambargonun, saldırıların ağır bir maliyeti söz konusudur. Rus egemen sınıfları, kendilerine dayatılan bu kuşatma politikasını, Azerbaycan ve TC aracılığıyla kısmen de olsa boşa çıkarmaya çalışmaktadır. Bundan dolayıdır ki, faşist TC devletinin Ukrayna’da Zelenski yönetimine dolaylı yollardan, Suriye’deki cihatçı çeteci gruplara açıktan sundukları desteği, Rus egemenleri içine sindirebiliyor.

Elbette ki, Rusya, Çin ve dahası İran da boş durmamıştır. İktisadi anlamda Çin bölgedeki etkinliğini giderek artırıyor. İran’ın desteklediği ve farklı isimler altında örgütlenmiş olan Şii milis grupları, Suriye, Irak vb. ülkelerde süren çatışmalarda, “Direniş Ekseni” adı altında aktif taraf konumunda yer almıştır. Ancak Filistin ulusal direnişinin Aksa Tufanı hamlesinden sonra İsrail siyonizmi, ABD ve İngiliz emperyalizmi bölgede yoğun bir karşı saldırıya girişti. Önce Gazze ardından Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırılar gerçekleştirildi. İsrail ile İran arasında yaşanan karşılıklı saldırılar sonrasında, Suriye’de selefi cihatçı çeteler iktidara getirildi. Suriye’de İran ve Rusya’nın etkinliği geriletildi. İsrail ve ABD emperyalizminin, NATO’nun etkinliği arttırıldı. Suriye’de yaşanan bu iktidar değişikliğinde TC devletinin rolüne de işaret etmek gerekir. TC devleti selefi cihatçıları açıktan destekledi. Bölgede İsrail siyonizminin en büyük düşmanlarından biri olan Suriye BASS rejiminin devrilmesini sağladı. Bu anlamıyla batı emperyalizminin bölgede ileri karakolu olan İsrail’in güvenliğini sağladı. TC devletinin bu rolü oynamasında NATO üyesi bir devlet olmasının payı olmasının yanında bölgede özellikle Kürt ulusunun bir kazanım elde etmesinin kendi iktidarı açsısından tehdit unsuru olarak görmesi belirleyicidir. Kürt ulusunun kendi ulusal haklarını kazanması TC devletinin parçalanma korkusunu tetiklemektedir. Bu birincisi.

İkincisi, bölgede Arstahk sorunu da gündemdeki yerini belli oranda koruyacaktır. Çünkü TC ve Azerbaycan egemen sınıflarının yeni hedefi, Zengezur Koridoru’dur. Bu koridorun açılması, TC ve Azerbaycan egemen sınıflarının ortak arzusudur. Ama bu hamle aynı zamanda İran devletini de rahatsız etmektedir. Eğer TC ile Azerbaycan egemenlerinin bu hamlesi gerçeğe dönüşürse, o zaman Ermenistan ile İran devleti arasındaki kara bağlantısı da kesilmek durumunda kalacaktır.

Sonuç olarak, Arstahk işgaline kısmen yukarıda da ifade etmeye çalıştığım objektif koşulların da etkisiyle Rusya egemenlerinin yeşil ışık yakması, Ermeni halkının bir kez daha yerinden yurdundan edilmesine neden olmuştur ki, bu da 1915 Ermeni Soykırımı’nın devamı niteliğindedir.

Yine bu saldırılar, Ermenistan ile Rus egemenleri arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine yol açabilme ihtimalini barındırmaktadır. ABD emperyalizmi ise bu durumu fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır.

Batılı emperyalistlerin Arstahk işgaline karşı cılız olarak çıkarmış oldukları sesin ise hiçbir anlamı yoktur. Gerçek olan şu ki, onlar için öncelikli olan Ermeni halkı değil Azerbaycan petrolü ve gazıdır. Dolayısıyla Rusya bağımlılığından kurtulma karşılığında, tarihte halklara karşı işlemiş oldukları suçlara yeni bir kanlı halkanın daha eklenmesi, bu haydutların ahlaki-vicdani durumuna oldukça uygundur. Bu nedenle batılı emperyalist devletlerin sözcülerinin Aliyev ve Erdoğan’ın kanlı ellerini sıkması şaşırtıcı değildir.

– Az önce değindiniz. İsrail, Filistin Ulusal Direnişi’nin 7 Ekim 2023’de gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı Hamlesi”ne karşılık olarak Filistin ulusuna yönelik soykırım saldırılarına ve ardından da Lübnan Hizbullahı’na yönelik saldırılara başladı. İsrail’in bu ve diğer yandan özellikle İran’la karşılıklı saldırıları “bölgesel bir savaş” tehlikesi yorumlarının artmasına neden oldu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

– Ortadoğu coğrafyasında emperyalist tekelci sermayenin “ileri karakolu” olarak kurulan Siyonist İsrail devleti, başta Filistin halkı olmak üzere bölge halkları için bir tehdit unsuru olmaya devam ediyor. Filistin toprakları üzerinde yapay bir devlet olarak kurulan İsrail devleti, Ortadoğu coğrafyasında emperyalizmin çıkarlarını savunan Siyonist gericiliğin temsilcisi olarak giderek artan bir şekilde, Filistin topraklarını işgal ve ilhak siyaseti izlemektedir. Siyonist İsrail, gerici Arap rejimleriyle girdiği savaşlarda işgal ettiği toprakların yanısıra, Filistinlilerin yaşadıkları toprakları “yerleşim bölgesi” ilan ederek katliam, baskı ve tutuklama terörüyle Filistinlileri göçe zorlamaktadır.

Siyonist devlet gelinen aşamada Batı Şeria denilen ve Filistinlilerin hakimiyetinde olduğu bölgede “Yahudi yerleşim”ler kurarak adım adım ilhak etmektedir. 2.5 milyon Filistinliyi Gazze Şeridi denilen bölgede, açık hava hapishanesini andıran koşullarda, denetim altında tutarak ambargo uygulamakta ve dönem dönem terör saldırıları düzenlemektedir.

Filistin ulusal direnişi, Siyonist İsrail’in bu saldırılarına 7 Ekim 2023’te “Aksa Tufanı” adını verdiği bir saldırıyla yanıt verdi. Hamas’en en büyük gücü oluşturduğu, aralarında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) gibi devrimci örgütlerin de olduğu 12 parti ve örgütün, Gazze’den işgal edilmiş İsrail’in topraklarına yönelik gerçekleştirdiği saldırıda, aralarında “Yahudi yerleşimci” denilen sivillerin de olduğu yüzlerce Siyonist asker öldürüldü ya da esir alındı. Filistin direnişinin bu saldırısı, teknolojik üstünlüğe dayalı ve her şeye hakim İsrail devleti ve onu destekleyen batılı emperyalist kapitalist devletlerde şok etkisi yarattı. Bu şokun ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik havadan ve karadan gerçekleştirdiği saldırı sonrasında on binlerce insan katledildi, yaralandı ve yüzbinlerce insan yaşadıkları yerlerden zorla göç ettirildi.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batılı emperyalistlerin koşulsuz ve şartsız destek verdiği İsrail’in, Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırıma varan saldırıları karşısında, emperyalist kapitalist devletler ve başta bölgedeki Arap rejimleri olmak üzere gerici devletler, açıktan ya da İsrail’le başta ticaret olmak üzere her türlü ilişkiyi sürdürerek kapalı bir şekilde destek verirken dünya halkları, Filistin halkının yanında durdu. Başta emperyalist kapitalist merkezler olmak üzere, dünya hakları sokaklara çıkarak İsrail’in katliam saldırılarını kınadı.

Filistin direnişi, 7 Ekim saldırısı ve ardından İsrail’in katliamlarıyla bir kez daha bölge ve dünyada gündem olurken Filistin ulusal direnişinin en önemli zaafı olarak öne çıkan, direnişin ağırlığının Hamas gibi İslamcı, şeriatçı örgütlerden oluşmasıdır. Nitekim tam da bu nedenle Siyonist ve emperyalist propaganda aygıtları, İsrail’in katliamlarını, “kendini savunma hakkı” olarak meşrulaştırmaya çalıştı.

Hamas ve İslami Cihad gibi gerici ve şeriatçı örgütlerin ideolojik konumlanışları ve dahası bölge gerici devletleriyle ilişkilerinin boyutu, Filistin ulusal direnişinin haklılığı ve meşruluğuna gölge düşüremez. Kuşkusuz Filistin ulusunun ezilen mazlum bir ulus olarak zulme başkaldırısı, isyanı ve direnişi meşrudur. Ancak bu direnişi sadece ve sadece “din temelli bir cihat” olarak ele almak, başta Filistinli Hıristiyan ve diğer dini inançlara sahip olan Filistin ulusal direnişinin zaferini imkansız kılacaktır.

Filistin ulusal direnişinin zaferi kendi özgücüne dayanması, emperyalistler ve bölge gericileri arasındaki çelişkilerden yararlanma siyasetinin ise emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerinin kendi çıkarları için kullanma politikasının bir aracı haline gelmemesine bağlıdır. Şimdiki durumda Filistin ulusal direnişinin, Hamas öncülüğünde Gazze merkezli “din referanslı” muhtevaya ve dahası İran gerici molla rejiminin “direniş ekseni” adını verdiği ve esasen kendi gerici iktidarını koruma politikasının “ön cephe”lerde karşılama stratejisinin ürünü olan politikasının aracı haline dönüşme tehlikesi bulunmaktadır.

Ve esasen İran’ın Filistin ulusal direnişi karşısında tutumu tamamen pragmatisttir. İran, ABD emperyalizmi ve Siyonist İsrail rejimine düşmanlığı nedeniyle, Filistin ulusal direnişine destek vermektedir. İran gerici molla rejimi, ABD emperyalizminin stratejik hedeflerinden biri olduğunun bilincindedir. Bu nedenle kendisine yönelecek her tehlikeyi kendi sınırları dışında karşılamak amacıyla “direniş ekseni”ni örgütlemiştir.

ABD emperyalizminin bölgedeki asıl hedefinin İran olduğu bir sır değildir. ABD’nin şimdiki durumda İran’a doğrudan saldırmamasının nedeni, İran’ın “büyük lokma” olmasından kaynaklıdır. ABD ve “batı emperyalizmi” tıpkı Suriye’de olduğu gibi, koşulları oluştuğunda ya da fırsatı bulduğunda İran’a saldıracaktır. Gerici İran molla rejimi, bu gerçeğin farkında olduğu içindir ki başta nükleer silah elde etmek olmak üzere çeşitli adımlar atmaktadır. Bu adımlar arasında, bölgede anti-ABD misyonuyla bir “direniş ekseni” örgütlemek varken, ABD emperyalizminin rakibi Rusya ve Çin’le ekonomik ve askeri ilişkilerini derinleştirmek vardır. İran’ın Rusya’yla bölgesel düzeyde işbirliğinin yanında Çin sosyal emperyalizmiyle yaptığı anlaşmalar da bu kapsamda değerlendirilmelidir.

İran’la Çin arasındaki anlaşma, emperyalist tekeller arası rekabette Ortadoğu’da son yıllarda ABD emperyalizminin karşısında Çin sosyal emperyalizminin etkinliğini artırmasının ürünüdür. Son yıllarda bölgede Çin’in etkinliği artmaktadır. 22 Ağustos 2023 tarihinde Güney Afrika’da yapılan BRICS toplantısına, yeni üye olarak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Mısır ve Etiyopya’nın kabul edilmesi ve en az 40 ülkenin üye olmak için sıraya girmesi, Çin emperyalizminin bölgede etkinliğini göstermesi bakımından önemliydi.

Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyasının önümüzdeki yıllarda da emperyalist tekeller arasındaki rekabette yeni savaşların ve çatışmaların yaşanacağı bölgeler olması özelliği devam edecektir. Emperyalist tekeller arasındaki rekabetin sonucu olarak atılan adımlar bu gerçeğe fazlasıyla işaret etmektedir.

Feodal kalıntılar var olmakla birlikte kapitalizm hakim hale gelmiştir!”

– Kongrenizi gerçekleştirdiğinizi ilan ettiğiniz açıklamada Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısına dair de bir analiz yaptığınızı duyurdunuz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

– Evet son derece önemli olan bir gündeme işaret ettiniz. Partimizin Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısını analiz ettiği çalışmaları, peyderpey kamuoyuna sunacağını belirtelim. Burada sorunuza yanıt olarak kısaca şunları söyleyebilirim.

Sosyo-ekonomik yapı değerlendirmesi, bir ülke devriminin strateji ve taktik mücadele biçimlerini belirlemede temel bir yerde durmaktadır. Bu konuda partimizin eksik kaldığını ifade etmek gerekir. Bu eksiklik, partimizin konuya dair teorik yetmezliğinden çok ekonomik sosyal yapı analizinin önemini kavramamasından kaynaklıdır. Bu nedenledir ki, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ölümsüzleşmesinden sonra partimiz, çeşitli gerekçelerle ülkemizin sosyal ve ekonomik yapısına dair tartışma yürütmemiştir.

1978 yılında Parti 1. Konferansı sonrası, Partinin 1. Kongresi için önemli bir hazırlık yapılmasına rağmen, dönemin merkez komitesinin süreci iyi yönetememesinden kaynaklı olarak planlanan kongre gerçekleştirilememiş, 1980 Askeri Faşist Darbesi’yle de süreç tamamen geriye düşerek uzun sayılabilecek bir dönem partinin temel sorunları çözülememiştir.

Tüm komünist partilerin mücadele yürüttükleri ülkelerde, ilk yaptıkları, ülkenin sosyo-ekonomik yapısını tahlil etmek olmuştur. Lenin, Rusya’nın ekonomik durumunu tahlil ederek devrimin niteliğini ve yolunu çizmiş; Mao, Çin toplumunun ekonomik ve siyasi yapısını çözümleyerek devrim aşamasını ve devrimin yolunu belirlemiştir.

Kaypakkaya yoldaş da partimizi kurduğunda, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik tahlilini yaparak devrimin ilk aşamasını Demokratik Halk Devrimi, devrimin yolunu da Halk Savaşı olarak belirlemiş; sınıfları tahlil etmiş ve devrimin düşman ve dostlarını bu tahlille ortaya koymuştur.

Sosyo-ekonomik yapı tahlilinde esas almamız gereken veri, sömürünün nasıl gerçekleştiğidir. Diğer bir ifadeyle, incelenen toplumsal formasyonda sömürünün hakim olarak hangi biçimde gerçekleştiğinin tespit edilmesidir. Bu tespit edildikten sonra, o toplumda yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişki de tanımlanıp çözümlenecektir. Bu nedenle doğrudan üreticilerle, üretimin koşullarına hakim olanlar arasındaki ilişkiyi anlamak gerçekte ekonomik ve sosyal yapının üzerinde yükseldiği temeli tanımlamak demektir.

Biliniyor ancak yine de ifade edelim: Özel mülkiyet sahipliğine dayalı sınıflı toplumlarda sömürü çeşitli biçimlerde gerçekleşmiştir. Köleci toplumda köle sahibi kölenin emeğini, feodal toplumda feodal beyler serflerin emeğini sömürerek varlıklarını sürdürmüştür. Feodal toplumun çökmesiyle ortaya çıkan modern burjuva toplumunda da sömürü sürmüştür.

Feodal üretim tarzının yerini alan kapitalist üretim tarzı, ücretli işçilerin kapitalistler tarafından sömürülmesine dayanır. Kapitalist üretim tarzını, tam olarak anlamak için her şeyden önce kapitalist düzenin meta üretimine dayandığını bilmek gerekir. Kapitalist üretim biçiminde, üretim ilişkilerinin temeli, ücretli işçilerin sömürülmesine dayanır.

Partimizin sınıflar mücadelesine önderlik ettiği Türkiye toplumunun önceli Osmanlı, merkezi feodal bir toplumdu. Üretim, esas olarak toprağa dayalıydı. Osmanlı İmparatorluğu, geniş bir coğrafyaya hükmetmesi aynı zamanda işgal ettiği yerlerden gasp ederek getirdiği değerlerle belli bir sermaye birikimine sahip olsa da, burjuva bir devrimin yapılmamış olması ve 1800’lerin başında dönemin kapitalist ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın denetimine girmesi ve yarı sömürge yapıya evrilmesi vb. kapitalizmin gelişiminin önünde engel oluşturdu. Emperyalistlerin yarı-sömürgesi olan Osmanlı burjuva sınıfı, feodal sistemi yıkamadığı için bir sanayi devrimi gerçekleştiremedi. Kapitalizm cılız olarak Osmanlı toplumuna girmiş olsa da bu daha çok tüketime yönelikti.

Osmanlı toplumu, 15. ve 16. yüzyıllarda gelişmiş denilebilecek bir ticarete sahipti ve kent-küçük üretiminde manifaktür sermayenin ilk filizleri gelişmeye başlamıştı. Eğer yabancı kapitalizmin sömürgeci ticareti ve sonradan da emperyalist sömürgeciliğin talanına maruz kalmasaydı, kuşkusuz kendi iç çelişkileri neticesinde kapitalist bir topluma dönüşebilirdi. Avrupa’da doludizgin gelişmekte olan ticaret kapitalizmi, daha 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu belli başlı pazarlarından biri durumuna getirmişti. Osmanlı topraklarına yayılan Fransız ve İngiliz metaları, para ekonomisini kıyılardan başlayarak içlere doğru yaymıştı. Meta ihracatının karşılığı, esas olarak kıymetli madenlerle ödeniyordu. Karşılığı altın para ile ödenen değişim, kısa zamanda Osmanlı merkezi feodal devletinin hazinesini tüketmekteydi. Ama yabancı metaların tüketimi azalmak bir yana sürekli artıyordu. Bu durum, bir yandan imparatorluğun borçlanmasını ve bu borçları sağlayan yabancı ve onun içteki ajanları vaziyetindeki banker tefeci sınıflarının gelişmesini getirirken diğer yandan Osmanlı devletini, köylülerin ürettiklerinin daha büyük bir bölümüne el koymaya zorluyordu.

Ancak genel olarak feodalizmin üretim hacmini artırması mevcut üretim ilişkileri içinde imkansızdı. Çünkü feodal ekonomi, kullanım değeri üretimi temelinde kurulmuştur. Köylülük üzerinde, onların üretim tarzını değiştirmeden gerçekleşen amansız sömürü, kısa zamanda, Osmanlı merkezi feodal toplumunun belkemiğini oluşturan tımar sisteminin çökmesine yol açmıştır.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından geriye kalan topraklar üzerine kuruldu. Lozan’da emperyalizmin yarı-sömürgesi statüsü resmi olarak kabul edildi. Emperyalistler bunun karşılığında, dörde bölünen Kürdistan topraklarının bir bölümünü, Türk devletinin ilhak etmesine göz yumdular.

29 Ekim 1923 tarihinde kuruluşu ilan edilen Türkiye’nin ekonomik yapısı, yarı-feodal bir statüde kalarak emperyalistlerin yarı-sömürgesi oldu. İzmir İktisat Kongresi, ülkenin ekonomik yapısının nasıl olacağını ve emperyalizmle olan bağını bu şekilde karara bağladı. Emperyalizme bağlı ekonomik bir statüde ve oldukça cılız durumdaki komprador burjuvazi ve toprak ağaları, devlet imkanlarıyla palazlanmaya başladılar. Kemalist iktidar döneminde burjuvazi, sermayesinin güçsüzlüğü nedeniyle devlet olanaklarını kullanarak sermaye birikimini sağladı.

Demokrat Parti, (DP) hükümete geldiğinde ekonomik ve politik ilişkileri esas olarak ABD ile geliştirdi. Ve ülkeye sermaye girişinin önündeki engelleri önemli ölçüde kaldırdı. Bu süreç, emperyalist tekellerin komprador burjuvaziyle kurduğu ilişkilerle ülke içindeki hegemonyasını daha da geliştirdiği bir dönemdir. Truman Doktrini ve Marshall Programı çerçevesinde, sermayenin önündeki bürokratik engellerin kaldırılması DP tarafından bir devlet politikası olarak yürürlüğe konuldu. DP, 1954 yılında Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası çıkarttı. Bu yasayla, emperyalist tekeller ülkede istedikleri gibi yatırım yaparak ve ticareti geliştirerek, ekonomiyi denetim altına almış oldular. DP bununla da kalmadı, çıkartılan Petrol Yasası ile emperyalist tekellerin ülkede petrol aramasına da kapı açmış oldu. Bunu Madencilik Yasası izledi. Madencilik Yasası’yla özel girişimciliğin önü de açılmış oldu. Bu yıllarda TC, Kore Savaşı’na katılmış ve karşılığında da NATO’ya girebilmiştir. Böylece Almanya, Fransa vb.nin yanısıra ABD emperyalizminin de yarı-sömürgesi olmuştur.

DP döneminde, komprador burjuvazi ve toprak ağaları önemli ölçüde palazlandılar. Tarımda makineleşmenin gelişmesiyle toprakların önemli bir bölümünün işlenmesi sağlandı ve bu sayede toprak ağalarının sermaye birikimi daha da arttı. Üretimin artması, iç pazarı belli ölçüde canlandırsa da emperyalizme bağlı bir ekonomik kalkınmanın uzun vadede istikrarlı bir rotada ilerlemesi mümkün değildi. Nitekim 1950 yılı ortalarında izlenen tarım politikası nedeniyle iç tüketim karşılanamaz duruma geldi. OECD ülkelerine olan borç 162.5 milyon dolara ulaşmış durumdaydı. Ve “kalkınma” için gerekli olan donanım ve hammadde ithal edebilmek için sürekli dövize ihtiyaç duyuluyordu.

1960’lı yıllar, Keynesçi ekonomik politikaların benimsendiği yıllardır. Bu ekonomik kalkınma model sonucu kamu alanında ekonomik yatırımlar arttı. Ayrıca bu dönem, “planlama”nın önemsendiği bir dönemdi. Emperyalist devlet iktisatçılarının hazırladığı ekonomik planlar, yarı-sömürge ülke hükümetlerinin önüne konuluyor ve bununla da kalkınmanın sağlanacağı şeklinde vaatlerde bulunuluyordu. Bu gelişmelerin ardından 1961 yılında çıkartılan bir kanunla, Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmıştır.

Tüm yarı-sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de “kalkınma planlarının” hayata geçirilmesi, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlardan bağımsız, kendi iç dinamiğiyle olmuyordu. Tüm bu planlar, emperyalist sermayenin geri dönüşümünün garantisi esas alınarak yapılmaktaydı.

1960 askeri darbesinden sonra darbenin “demokratik bazı hakları getireceği” algısı yaratılmış ancak kitle hareketinin zorlamasıyla bir takım demokratik kırıntıların anayasaya konulduğu bu süreç de fazla uzun sürmemiştir. 1971 Askeri Darbesi, 1961 Anayasası’nda yer alan bu kısmi demokratik hakları tümüyle rafa kaldırmıştır.

1978 yılında TC içinden çıkılmaz büyük bir ekonomik kriz içindeydi. Uygulanmaya çalışılan hiçbir program, ekonomiyi düzeltmeye çare olmamıştı. 1979 yılında sadece bir ekonomik kriz başgöstermemiş, süreç aynı zamanda bir yönetememe krizi ile birleşerek ilerlemiştir. Yükselen devrimci durum işçi grevleri, öğrenci direnişleriyle birleşerek kitleleri sokağa dökmüştür.

Aynı süreçte emperyalist sermayenin uluslararası işbölümünü yeniden düzenlemesine paralel, yarı sömürgelerde bu düzenlemeye göre yeniden örgütlenmiş, emperyalizmin yarı sömürge pazarlarından biri olan Türkiye ekonomisi de bu sürece göre “yeniden yapılandırılmış”tır.

12 Eylül 1980 faşist darbesi bir yandan gelişen kitle hareketini bastırmak diğer yandan ise “yeniden yapılandırma programı”nı hayata geçirmek için gerçekleştirildi.  Darbe ile hem ekonomik hem siyasal alanda işçi sınıfı ve tüm emekçilerin aleyhinde kararlar alındı ve baskı daha da artırıldı. Mevcut sistem, neo-liberalizm kisvesiyle yeniden organize edilirken, emperyalistler ve Türk hakim sınıflarının çıkarları esas alındı. Bunun için işçiler, köylüler, küçük üreticiler, memurlar ile komünist ve devrimci örgütler, Kürt ulusal hareketi, demokrat yapılar, sendikalar, aydınlar vb. hedef alındı. Daha açık bir deyimle hem sınıfsal hem de ulusal baskı doruğa çıkarıldı.

20. yüzyılın ikinci yarısının sonlarından itibaren emperyalist sermayenin uluslararası alanda işbölümünü yeniden düzenlemesi aralarında Türkiye’nin de olduğu yarı sömürge pazarlarda belli değişikliklere yol açtı. Yarı sömürge pazarlarda uygulamaya konulan politikalar, bu ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarında önemli değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Deyim yerindeyse emperyalist sermayeye bağımlı yarı sömürgelilik koşulları güncellendi ve yeniden üretildi. Bu güncellenme ve yeniden üretime paralel, yarı-sömürge yarı-feodal ekonomik yapı farklılaştı.

Kuruluşundan itibaren yarı-feodal, yarı-sömürge, ekonomik ve sosyal yapıya sahip Türkiye toplumunda yarı-feodal üretim ilişkileri baskın durumdayken, süreçle birlikte yarı-sömürge koşulların derinleşmesi ve feodal ilişkilerin çözülmesi beraberinde emperyalizme bağımlı kapitalizmi (komprador kapitalizmi) geliştirmiştir. Yarı-feodal üretim ilişkileri tasfiye edilmemekle birlikte zayıfladı ve hakim olma vasfını yitirdi. Günümüz Türkiye’sinde feodal kalıntılar halen var olmakla birlikte kapitalizm hakim hale gelmiş durumdadır.

Yaşanan süreç sadece ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmemiş aynı zamanda doğrudan üreticilerin koşullarında da belli değişimler yaşanmasına neden olmuştur. Örneğin Türkiye’de 1927 yılında küçük işletmeler de dahil olmak üzere toplam işletme sayısı 65.245’tir. Bunun % 43.59’u tarım, evcil hayvanlar, balık ve av ürünleri sanayidir. Burada çalışanların sayısı 256.855’tir. Dokuma sanayi, toplam işletmelerin % 14.34’ünü teşkil etmektedir. Çalışanların sayısı ise 548.025’tir. Maden sanayinde çalışanlar 19.232 kişi ve işletme sayısı ise 556’dır. Kereste ve ürünleri sanayi ve yan ürünleri sanayinde 7.986 işletme bulunmakla birlikte bu sektörde 24.264 kişi çalışmaktadır. Tarım ve dokuma sanayinde ise gerek işletmelerin gerekse çalışanların sayısı toplamın % 50’sine yakındır.

2021 yılına gelindiğinde Türkiye’de sanayi sektöründe 6 milyon 143 bin kişi (% 21.3) istihdam edildiği açıklanmıştır. Tarım ve sanayi alanları arasında fark 1 milyon 195 bin kişi sanayi lehine gelişim göstermiştir. Bu durum Türkiye toplumunun şehirleşme oranıyla uyumludur ve süreç içinde kapitalist üretim ilişkilerini geliştiğine işarettir.

Türkiye toplumunda tarım alanında uygulanan emperyalist politikaların sonucunda tarımsal üretim ve ilişkiler hızlı biçimde çözülürken, bu çözülme sonucunda şehre göç eden iş gücü, kısmi olarak sanayi alanında ve ağırlıklı olarak hizmet sektörü ve dönemsel olarak da inşaat sektöründe istihdam edilmektedir.

Türkiye toplumunu yaşadığı değişime ve dönüşüme dair sayısız örnek verebilirim. Ancak bu veriler yeterlidir sanırım. Biraz önce ifade ettiğim gibi, partimizin sosyo-ekonomik yapının analizine dair yapmış olduğu çalışmalar kamuoyuyla paylaşılacaktır.

– Yarı-feodal, yarı-sömürge yapının süreç içinde yarı-feodal üretim ilişkilerinin çözülerek yarı-sömürge yapının daha da güçlendiğini, kapitalizmin hakim hale geldiğini ifade ettiniz. Bu, yarı sömürge yapı ve hakim hale gelen kapitalizmin niteliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

– Türkiye’de kapitalizmin gelişimi, ülkenin kendi iç dinamikleriyle olmamıştır. Sermaye birikimi, diğer kapitalizm yoluna giren ülkelerden farklı olarak emperyalizmin denetiminde ve sömürüsünde gelişen bir yol izlemiştir. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, bir yandan sermaye güçsüzlükleri nedeniyle ilk birikimi, devlet olanaklarını kullanarak gerçekleştirirken diğer yandan da emperyalizmle geliştirdikleri ilişki sonucu, emperyalizmin ülke içindeki acenteleri olarak komprador bir sınıf olarak gelişmeye başladılar.

Türkiye koşullarında burjuvazi ilk birikimini Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı gibi yağma ve çökme üzerinden sağlarken, sermayesinin güçsüzlüğü nedeniyle devlet olanaklarını fazlasıyla kullandı. “Devlet eliyle burjuvazi yaratmak” denilen ve “milli sermaye” gibi propagandalarla sürdürülen bu süreç, gerçekte burjuvazinin sermaye güçsüzlüğü nedeniyle devlet imkan ve olanaklarını kendi ilk birikimini gerçekleştirmek, sömürüsünü sürdürmek için kullanması olarak şekillendi. Burjuvazi, devlet olanaklarını kullanarak palazlandı. Kemalistler, 1923’ten sonra buna oldukça ağırlık verdiler. Devlet teşvikleri, ihaleler ticaret burjuvazisi için büyük bir olanak sağlıyordu. Osmanlı’dan devralınan bir sermaye birikimi güçsüz olduğu için burjuvazi daha çok ticaret yoluyla gelişip büyümeye başladı. Emperyalizmle yapılan anlaşmalarla, Türk ticaret burjuvazisi, emperyalistlerin ülke içindeki acentesi olarak kompradorlaştı. Komprador burjuvazi ve emperyalistlerin ülke içindeki temsilcileri, emperyalist ülke tekelleriyle kurdukları ortaklıklar ve emperyalist tekellerden aldıkları malları satarak son derece kârlı bir ticarete dönüştürdü ve sermaye edinmeye başladı.

TC devletinin kuruluşu ve Kemalist iktidarın ilk dönemlerinde komprador burjuvazi, İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle ilişkilerini sürdürürken, 1935’lerden itibaren Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini yapmıştır. Komprador burjuvazi, önceleri emperyalist ülkelerden mal getirip satarak zengin olan ticaret burjuvazisi, bu sefer montaj sanayiye geçerek daha büyük bir kazanç elde etmeye başladı. Daha önce bütün olarak getirilen mallar, montaj sanayiine geçilmesiyle parça parça alınarak kurulan orta düzeyde fabrika ve atölyelerde birleştirilerek satılmaya başlandı.

Tarım alanında makineleşmenin gelişmesi, üretim alanlarının genişlemesini de birlikte getirdi. Böylece ticarete ve bankacılığa doğru bir sermaye aktarımı da gerçekleşti. Komprador burjuvazinin gelişip güçlenmesinde tarım alanından yapılan sermaye aktarımları oldukça etkili olmuştur.

Bir toplumsal yapı, bağrında meta ekonomisi taşıyorsa, bu toplum, süreç içinde kendi kendine yeterli kapitalist bir ekonomi haline gelebilecektir. Ülkemizde feodalizmin tasfiye edilmesi bir burjuva devrimle mümkün olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, merkezi feodal bir sistemdi. Rüşeym halinde de olsa gelişen kapitalizm, yukarıdan emperyalizm tarafından önü kesildiği için kendi iç dinamikleriyle gelişme şansı bulamamıştır. Tersine feodal üretim ilişkileri korunmuş ve emperyalizmin sömürüsünün sürgit devamı için yeni koşullara göre yeniden üretilmiştir. Bu durum Kemalistlerin önderliğinde kurulan TC için de geçerli olmuş yarı-feodal üretim ilişkileri uzun bir süre hakimiyetini korumuştur. Ancak süreç içinde yarı-feodal üretim ilişkileri çözülmüş, kapitalist üretim ilişkileri hakim hale gelmiştir.

Bu noktada önemli olan soru, yarı-feodal ilişkilerin nasıl çözüldüğüdür. Ülkemizde emperyalist sermayenin, ülkenin en ücra köşesine kadar girdiği ve tüm üretim birimlerini etkisi altına aldığı 100 yıllık bir sürecin sonunda yarı-feodal sistemi sancılı da olsa bir çözülmeye doğru ittiği açıktır. Ancak bu, tüm feodal kalıntıların tasfiye olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer yandan bu toplumsal yapı, feodal sistemin kendine yeterli doğal ekonomisinin temellerini yıkmıştır.

Emperyalist sermayenin ve ona tabi olan Türk devletinin uygulamaya koyduğu bu politikalar, daha önceki yıllarda kırsal alanda üretim ilişkisinin -yani feodal ekonominin- ağır ve sancılı bir şekilde de olsa giderek çözülmesi sürecini görülmemiş bir şekilde hızlandırmıştır.

Emperyalist sermaye, kendi iç çelişkileri ile kapitalist gelişim sürecinin ilk aşamasında olan Türkiye’de bu süreci iki zıt yönde etkilemiştir.

Birinci olarak, emperyalist sermaye doğal ekonomiyi sarsarak, yerel pazarları birleştirerek, proletaryayı yaratarak, meta dolaşımını ve giderek meta üretimini yaygınlaştırarak ve 1970’ler sonrasında olduğu gibi doğrudan sanayi yatırımlarına başvurarak yıkıcılık görevini üstlendi. Böylece kapitalist gelişim sürecini kendisine tabi ve bağımlı hale getirmiştir. Kapitalist gelişimin objektif şartlarını hızlandırmıştır.

Öte yandan emperyalist sermaye Türkiye’de hammaddeleri talan ederek, borçlandırarak, biriken ilk sermayeyi çekip götürerek, var olan üretim ilişkilerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirip yeniden üreterek ve ulusal bir sanayinin gelişmesini engelleyerek kapitalizmin gelişmesinin önüne dikilmiştir. Toplumsal emeği, kendi denetiminde olan bu geri üretim ilişkileri içine hapsetmeye çalışmıştır.

Emperyalist sermayenin bu iki zıt yönlü etkisi, kendi iç çelişkisidir. Bu iç çelişki, emperyalist sermayenin sömürüsü altındaki yarı-feodal, yarı-sömürge Türkiye toplumunu da doğrudan doğruya etkilemiş, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısında niteliksel değişimlerin yaşanmasına (objektif olarak) neden olmuştur. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin hakimiyeti çözülmüş, komprador kapitalist üretim ilişkileri ekonomik ve sosyal yapıda hakim hale gelmiştir.

Bu süreç, emperyalist kapitalizmin sömürünün doğal, kaçınılmaz ve kendiliğinden bir sonucu olarak yaşanmıştır. Bu gerçeği İbrahim Kaypakkaya yoldaş da Lenin’in Emperyalizm kitabından yaptığı alıntılarla genel olarak ifade etmektedir. Kaypakkaya yoldaş, Türkiye gibi ülkelerde emperyalist sömürünün feodal ilişkileri doğal, kaçınılmaz ve kendiliğinden bir şekilde çözdüğünü ve gelişen kapitalizmin ise emperyalizme bağımlı komprador bir kapitalizm olduğunu ifade etmektedir.

Burada bir noktanın altını önemle çizmek gerekir. Türkiye’de yarı-feodalizmin çözülmesi tespitinin yapılması “emperyalizme ilericilik” atfetmek değildir. Tam tersine yaşanan emperyalist sermayenin “karakteri ve amacı” doğrultusunda sömürüsünü arttırma ve genişletmesine yol açmıştır. Bu ise objektif olarak “kapitalizmin gelişmesi ve feodal ilişkilerin kısmen çözülmesi, emperyalist sömürünün işleyişinin “doğal, kaçınılmaz ve kendiliğinden doğan sonucu” olarak ortaya çıkmıştır.

Kaypakkaya’nın bu çözümlemesi beraberinde emperyalist sermayenin sömürüsünü artırmak için amacıyla attığı her adımın (aralarında sanayi sermayesi başta olmak üzere doğrudan sermaye yatırımlarının yoğunlaşması vb.) kapitalizmin gelişmesine neden olacağına işaret etmektedir. Bu gelişme, emperyalist sermayenin özellikle doğrudan sanayiye yatırılan yatırımlarının büyüklüğüne ve yoğunluğuna paraleldir. Diğer bir ifadeyle emperyalist sermaye sömürüsünü artırmak için daha fazla yatırım yaptıkça, tali olarak da kapitalizmi geliştirmiştir. Gelişen bu kapitalizm ise emperyalizme tabi, komprador kapitalizm olmuştur.

Türkiye’de yarı-feodalizmin çözülmesi ve komprador kapitalizmin gelişimi ise Türk hakim sınıfların kendi aralarındaki ilişkileri de etkilemiştir. Yarı-feodal üretim ilişkilerinin tasfiye edilmemekle birlikte zayıflaması, Türk hakim sınıfların devlet iktidarındaki politik konumlanışını da belirlemiştir. Komprador bürokrat burjuvazi ve büyük toprak ağaları iktidarında, toprak ağalarının etkisi zayıflamış, komprador bürokrat burjuvazinin ağırlığı artmıştır.

Komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağaları iktidarında, emperyalist sermayenin yarı-sömürge Türkiye pazarına yönelmesi, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine paralel tefeci tüccar sermayesinin sanayi sermayesiyle daha fazla bütünleşmesine neden olmuştur. Bu ise hakim sınıf iktidarı içinde komprador bürokrat burjuvaların etkinliğini artırmıştır. Ancak bu durum Türk hakim sınıf klikleri içinde çelişkileri ortadan kaldırmamıştır. Özellikle komprador bürokrat burjuvaların her birisinin doğrudan bağımlılık ilişkisi olduğu emperyalist sermaye tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri bu çelişkinin zeminini oluşturmuştur. Öte yandan günümüz koşullarında ekonomik olarak komprador kapitalizm hakim olmasına rağmen hala feodal kalıntılar varlığını ve etkisini sürdürmektedir.

Devrimizin niteliği Demokratik Halk Devrimi olmakla birlikte özü toprak devrimi değildir!”

– Ekonomik sosyal yapıda yaşanan değişim ve dönüşüme paralel Türkiye’de “devrimin niteliği” ve “devrimin yolu” konusunda ne gibi değişiklikler oldu? Bu konuda partinizin görüşleri nedir?

– Bir devrimin başarısı için o ülkenin sosyal ve iktisadi yapısının doğru bir temelde ele alınması zorunludur. Bu konuda yapılacak yanlış veya yetersiz değerlendirmeler, devrimin niteliği, hedefleri, mücadele biçimleri ve görevleri gibi birçok konuda gerçeklerle uyumlu olmayan sonuçlara varmayı kaçınılmaz hale getirir.

Türkiye devriminin niteliğini belirlemek için SBKP ve ÇKP gibi zafer kazanmış devrim süreçlerine bakmak önemlidir. Pek tabi ki bu devrimleri incelerken dogmatik-şabloncu yaklaşımlara düşmemek için var olan nesnel koşulların doğru bir analiz etmek gerekir.

Gerek Rus devrimi ve gerek Çin devrimi süreci, günümüz Türkiye devrimi açısından değerlendirildiğinde benzerlikler ve farklılıklar taşımaktadır. Günümüzde Türkiye toplumu ne dönemin Rusya’sı ne de Çin’idir. Yarı-sömürge ve iktisadi yapıda kapitalizmin hakim olduğu Türkiye devriminin niteliği Demokratik Halk Devrimi olmakla birlikte özü toprak devrimi değildir. Proletarya önderliğinde gerçekleşecek olan Demokratik Halk Devrimi, ülkemizin demokratikleşmesini-siyasal özgürlüğünü hedefleyecektir. Bu anlamıyla anti-emperyalisttir. Başta ulusal sorun olmak üzere kadın sorununu, baskı altında olan dinler ve inançlar sorununu, azınlık milliyetler sorununu vb. demokratik hak ve özgürlüklerle ilgili tüm sorunları çözmeyi hedeflemektedir. Ve giderek sosyalizmin inşa sürecinde derinleşerek ilerleyecektir.

Unutmamak gerekir ki, çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Bu çağda, burjuvazi ilerici rolünü yitirmiştir. Dolayısıyla yukarıdaki deneyimlerde de görüldüğü gibi tüm demokratik görevler ancak proletarya önderliğinde yürütülecek Demokratik Halk Devrimi’yle gerçekleştirilebilir.

Bu durumda şu sorulara yanıt aramamız gerekir: Bugün Türkiye ve Türkiye Kürdistanı coğrafyasında yukarıdaki deneyimlerde ifade edilen ve geniş yığınların istemleri haline gelen demokratik talepler var mıdır? Bu soruya “evet” yanıtını verebiliriz. Başta emperyalizmden kurtuluş ve Kürt ulusal sorunu olmak üzere, kadın sorunu, din ve vicdan özgürlüğü sorunu vb. gibi Demokratik Halk Devrimi’yle çözüme kavuşacak birçok görev karşımızda durmaktadır. Bu bir.

İkincisi, Türkiye’de iktisadi yapıda tam da Rusya’da olduğu gibi hakim olan üretim ilişkisi, kapitalist üretim ilişkileridir. Ancak ekonomik, kültürel, din-inançsal bakımından bir önceki toplumun feodal kalıntıları da önemli oranda varlığını korumaya devam etmektedir.

Ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin, kadın hareketinin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sürmekte; din ve vicdan özgürlüğü talepleri gündemdeki yerlerini korumaktadır. Kısacası ülkenin emperyalizmden kurtuluşu ve toplumun demokratikleştirilmesi işçilerin, köylülerin, emekçilerin, bir bütün ezilen halkın öncelikli sorunudur.

– Yarı-sömürge kapitalist ülkelerde Demokratik Halk Devrimi mümkün müdür?

 Mümkündür. Türkiye’nin iktisadi olarak kapitalist bir ülke olması, Demokratik Halk Devrimi’ni geçersiz kılmaz. Çünkü; birincisi Türkiye, yarı-sömürge bir ülkedir. Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele, devrimin ana görevlerinden biridir. İkincisi Türkiye’de burjuva anlamda bir demokratik devrim gerçekleşmemiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyeti, Demokratik Halk Devrimi’nin görevlerini daraltmıştır ama bu devrimin gerekliliğini ortadan kaldırmamıştır.

Özetlersem şu görevler karşımızda durmaktadır:

a- Emperyalizmden kurtuluş.

b- Kürt ulusal sorununun çözümü ve tüm azınlık milliyetlerin haklarının güvence altına alınması.

c- Erkek egemen bakış açısından dolayı yaşamın her alanında başgösteren kadın-erkek eşitsizliğinin giderilmesi ve öz itibariyle cinsiyetçi bakış açısına son verilmesi.

d- Ülkenin demokratik bir niteliğe kavuşturularak sosyalizmin inşası için gereken ön koşulların yaratılması.

e- Din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması.

f- Tüm demokratik hakların güvence altına alınması.

g- Fikir ve örgütlenme özgürlüğü sağlanarak toplumun demokratikleştirilmesi.

Bu talepler dikkate alınmadan “her şey sosyalist devrimle çözülür” gibi yaklaşımlar, subjektif istemlerimizi geniş yığınlara dayatmaktan başka bir anlam ifade etmez. Elbette burada sözünü ettiğimiz, geniş yığınların demokratik ve meşru talepleridir. Komünistler, geniş yığınların demokratik istemlerini gözardı edemezler. Bilakis, yığınlar ancak bu somut talepler üzerinde birleşik bir kuvvet haline getirilebilir. Burada önemli olan tüm bu demokratik taleplerin proleter bir bakış açısıyla ele alınması ve siyasal iktidar perspektifinden sapılmamasıdır.

Devrimci savaşımız, tüm demokratik talepleri program ve taktiklerinde barındırmak zorundadır. Devrim mücadelemizin asgari programı olan Demokratik Halk Devrimi mücadelesi ise bu anlamda somut talepleri içermesi bakımından daha özel bir yere sahiptir. Demokratik Devrimin toprak reformu yanında, emperyalizme karşı bağımsızlık, ezilen ulusların Özgürce Ayrılma Hakkı ve ulusların tam hak eşitliği konusunda, yine kadınların hak eşitliği konusunda büyük görevlerle yükümlü olması onun doğası gereğidir. Tüm bu sorunların demokratik devrim mücadelesinde her dönem kaplayacakları yer ve önem, rastgele değil tam da ülkenin hakim çelişki ve gündemleriyle belirlenecektir.

Gelinen aşamada yukarıda da ifade ettiğim gibi Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda köylülük, toplam nüfusun çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Nüfusun ezici bir çoğunluğu şehirlerde (ve özellikle büyük şehirlerde) yaşamaktadır. Dolayısıyla nüfus olarak sürekli zayıflayan bir güçten söz etmekteyiz. Bu gücün zayıflaması, onun sınıf savaşımı içindeki yerinin yeniden sorgulanmasını gerekli kılmaktadır. Buradan artık toprak ve tarım eksenli sorunların olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Zira yaşanan tüm değişimlerle birlikte bu sorunlar da Demokratik Halk Devrimi kapsamında çözülmesi gereken görevlerdir.

Devrim kuşkusuz şiddetle, silah zoruyla gerçekleştirilebilir!”

– Kongrenizde Türkiye’de çelişmeler ve baş çelişki tespitlerinizde de belli değişiklikler gerçekleştirmiş durumdasınız. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

– Evet, 2. Kongremiz başlıca çelişmeler ve baş çelişki konusunda da partimiz görüşlerini yeniledi. Her şeyden önce genel olarak çelişmeler ve baş çelişki sorununun doğru tespiti, materyalist diyalektik bir yaklaşımla mümkün olabilir. Doğada, toplumlarda yaşanan tüm gelişmelerin, değişimin temelinde iç çelişmelerin varlığı yatmaktadır. Bu demektir ki; çelişkiler iradi müdahalelerle yaratılamaz. Çünkü onlar, objektif olgulardır. Yani bize rağmen vardır. Bizim görevimiz, bilimsel bir yöntemle onları keşfetmek ve süreçte var olan tüm çelişmelerin çözümünü de etkileyecek olan “ana çelişki”yi belirlemektir.

Bu konuda uluslararası komünist hareketin tarihi tecrübeleri bakımında en net belirlemeyi Mao Zedung önderliğindeki Çin Komünist Partisi yapmıştır. Çin’in iktisadi ve siyasi yapısını yarı-sömürge yarı-feodal olarak değerlendiren ÇKP, Demokratik Halk Devrimi sürecinde feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkiyi “baş çelişki” olarak belirlemiştir. Bu MLM yaklaşımı dün olduğu gibi bugün de her Maoist parti kendi ülkesinin somut koşullarına uygulamalıdır. Bu anlayışın şekillenmesine yol açan nesnel zemini doğru bir tarzda kavrayabilmek için Başkan Mao’nun bu konuya dair analizini incelemekte fayda vardır. Burada asıl önemli olan, izlenmesi gereken bilimsel yöntemdir. Başkan Mao’nun bilimsel yönteminden hareket ettiğimizde birincisi devrimimizin izleyeceği yol, Demokratik Halk Devrimi’dir. Ülkemizde iktisadi olarak komprador kapitalizm hakim olmasına rağmen hala feodal kalıntılar varlığını sürdürmektedir. Başta Kürt ulusal sorunu, kadın sorunu olmak üzere Demokratik Halk Devrimi’yle çözülmesi gereken bir dizi demokratik görev vardır. Proletarya önderliğinde emekçilerin, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin, kadınların, LGBTİ+ bireylerin birliği ancak bu demokratik talepleri içeren bir devrim perspektifiyle sağlanabilir.

İkincisi ise bugün var olan başlıca çelişmeler arasında birden fazla çelişmenin daha görünür hale geldiği bir gerçektir. Bugün temel çelişki, emperyalizm, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişkidir. Demokratik Halk Devrimi sürecinde ise baş çelişki, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olarak ortaya çıkmış durumdadır.

– 2. Kongreniz, Türkiye’de Demokratik Halk Devrimi’nin yolunun kendine has özgünlükler taşıdığı görüşünü ileriye sürüyor. Bunu biraz açar mısınız?

 Kongremizde bu konu detaylıca tartışıldı. Kongre duyurumuzda da ifade ettiğimiz gibi Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısının tahlilinden hareketle Türkiye’de başlıca çelişmeler ve baş çelişkinin değişmiş olduğunu analiz ettik. Bu analiz sonucunda Türkiye devriminin Demokratik Halk Devrimi aşamasında bulunduğu sentezine ulaştık. Bu sentezin ise ancak ve ancak silahlı mücadele yoluyla gerçekleştirilebilir olduğunun bir kez daha altını çizdik.

Dolayısıyla 2. Kongre irademiz, Türkiye devriminin enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının başarılı devrimleriyle bir ve aynı çizgiyi izlemeyeceğini, kendine has özgünlükleri olduğunu teyit etti. Önemle belirtmek isterim ki, bu gündem, partimiz açısından yeni tartışılan bir gündem değildir. Yani birden bire ortaya çıkmış bir tartışma değildir.

Partimizin 2002 yılında gerçekleştirdiği 7. Konferansı’nda kararlaştırılan ve 2007 yılında gerçekleştirdiği 8. Konferansı’nda tartışması sürdürülen; “Devrimimiz kendine has özgünlükler taşıyacaktır. Türkiye’de Halk Savaşı, gerilla savaşı önceki örneklerinin aynısı olmayacaktır. Türkiye’nin kendine has özellikleri, bulunduğu bölge itibariyle farklılıkları vardır” çizgisinin somut ürünü olarak kararlaştırılmış durumdadır.

Unutmamak gerekir ki, ülkemizde, yüz yılı aşkın bir süredir yarı sömürgelik koşulları devam etmektedir. Bu sürede feodalizm, devrimci bir temelde tasfiye edilmese de Türkiye gelinen aşamada toplumsal üretici güçlerin emeklerinin gasp edilme biçimi ağırlıkla ücretli iş gücü temelinde gerçekleştirildiği kapitalist bir ülke haline gelmiş durumdadır. Feodal üretim ilişkileri önemli ölçüde çözülse de, emperyalizm, onların uşakları ve işbirlikçileri tamamen tasfiye edilmemiştir. Feodal kalıntıların kökten tasfiyesi ise Demokratik Halk Devrimi ile gerçekleşecektir.

Ülkemizdeki devrimin ikili görevi vardır. Bunlar, iç içe geçmiştir. Demokratik ve bir sonraki aşama olarak Sosyalist Devrim. Demokratik Devrim, işçi sınıfının önderliğinde, yoksul köylülük ve emekçi sınıfların devrimci, demokratik iktidarı (diktatörlüğü) olacaktır. Ve ardından işçi sınıfının, emekçi kır ve şehir kitlelerine dayanan proletarya diktatörlüğüne geçilmesi yolunu izleyecektir.

Devrimin önüne engel olan emperyalizmle olan tüm bağlar ve ayrıcalıklar, uşakları ve onların sosyal dayanakları olan geri ve gerici üretim biçimi ve ilişkileri temizlenmeden, dayandıkları sınıflar ve onların siyasal rejiminden (faşist diktatörlüğünden) kurtulmadan, ne ülkenin demokratikleşmesi ve ulusal sorunun çözülmesi ne toplumun demokratikleştirilmesi ne de üretici güçler ve üretim ilişkilerinin özgürce gelişmesi sağlanabilir. Bunlar yapılmadan da sosyalizme geçilemez. Sosyalizmin maddi temellerinin geliştirilmeden sosyalizmin inşasında başarılı olunamaz.

Önümüzdeki devrimin niteliğinden hareketle, doğal olarak devrimin yolu da kendine özgü gelişecektir. Devrim kuşkusuz şiddetle, silah zoruyla gerçekleştirilebilir. Devrimci sınıf hareketlerinin tarihine bakıldığında bunun iki yolu olduğu açıktır. Biri, kapitalizmin pek fazla gelişmediği sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde kırsal alanları temel alan, uzun süreli bir silahlı mücadele, halk savaşı yoluyla iktidarın ele geçirilmesi; diğeri, kapitalizmin egemen olduğu (orta, ileri veya emperyalist) ülkelerde şehirleri, sanayi merkezlerini temel alarak işçi sınıfının içinde çalışmayı esas alarak, sınıfın ve emekçi kitlelerin desteğini alarak silahlı ayaklanmayla siyasi iktidarı ele geçirme yoludur. Sonuçta her iki yol da devrimci şiddet ve silahların gücünü gerektirmektedir.

Sınıf düşmanları, iktidarlarını silah gücüyle sürdürüyor ve ayakta tutuyor. Bu durumda proletarya ve emekçiler de ancak silahlı güçle iktidarı ele geçirebilirler. Kuşkusuz farklı ülkelerde, farklı tarihsel süreçler ve bunların yarattığı özgünlükler olabilir ve biçim bakımından bu özgünlükler olacaktır. Genel kurallar elbette birer şablona dönüştürülemez. Özgünlüklerin olduğu yerler veya tarihi koşullarda ona özgün biçim ve taktikler de olacaktır. Ve komünistler buna göre hareket etmek durumundadır.

Her devrimin, kendine özgü yanları vardır!”

– “Genel kurallar elbette birer şablona dönüştürülemez. Özgünlüklerin olduğu yerler veya tarihi koşullarda ona özgün biçim ve taktikler de olacaktır” ifadelerini kullandınız. Burada Türkiye devriminin Ekim ve Çin devrimlerinden farklı bir yol izlemeyeceğinden mi bahsediyorsunuz?

 Evet. Devrimler reçeteyle yapılamaz. Her devrimin üzerinde yükseldiği çelişkilerden ve dolayısıyla özgünlüklerden bağımsız değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Belli başlı olmazsa olmazlar olan komünist partinin önderliği, silahlı mücadelenin vazgeçilmezliği vb. yanında her devrimin kendine özgü yanları vardır ve olacaktır da. Bu nedenle günümüz yarı-sömürge, komprador kapitalist ülkeleri gerilla savaşına gözlerini kapamamalı ve onu silahlı ayaklanma çizgileriyle uyumlu hale getirerek yararlanmalıdır. Bugünün silahlı ayaklanmalarının Rusya’da Ekim devriminin gerçekleştiği kadar nispeten kısa süreli bir çarpışmadan sonra zafere imza atacağı da düşünülmemelidir. Sınıf mücadelesi, bu ülkelerdeki ayaklanmaya dayalı devrimin yenilgisi durumunda, kırlara çekilerek ve kırlardaki gerilla savaşından devrim için yararlanma ya da devrimi kırlarda soluklandırarak yeniden kente dönme gibi bir çizgiyi de dayatabilir. Ve hatta öyle durumlar olabilir ki, sınıf mücadelesini kıra taşımak bile olanaklı ya da zorunlu hale gelebilir. Rusya’da eğer yaşamın devrimci pratik eylemi, bunu Rus komünistlerine dayatmadıysa, bu, Rusya’nın o tarihsel evredeki koşullarının devrimin lehinde olmasındandı. Aynı şey, İç Savaş açısından da böyleydi. Rus devrimcileri, devrimin şehirdeki güçlü olan ayağından aldıkları güçle harekete geçip kırdaki nispeten zayıf olan devrim ayağına yaslanmayı stratejilerinin temeli haline getirmediler. Yani gerillaya stratejik bir rol biçmek yerine, onu destekleyici taktik rolde ele aldılar.

Günümüz dünyasında yarı-feodal, yarı-sömürge ve yarı-sömürge kapitalist ülkelerde durum Ekim ve Çin Devrimi koşullarından farklıdır. Bu nedenle tek bir mücadele biçiminden değil, içiçe geçen mücadele biçimlerinden bahsetmek gerekir. Kuşkusuz yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde devrimin yolu kırları esas alan Halk Savaşı stratejisidir. Kapitalist ülkelerde devrimin yolu şehirleri merkez alan Silahlı Halk Ayaklanması’dır. İki strateji birbirini dıştalamaz. Kırlara dayanan mücadele, şehirleri önemsemelidir. Şehirlere dayalı mücadele, kırları dikkate almalıdır. Günümüz dünyasında mücadele ve çelişkiler o denli karmaşık ve iç içe geçmiş durumdadır ki, devrim süreci içinde hem ayaklanma ve hem de kırlara dayalı gerilla stratejisinin uygulanabilirliği söz konusu olabilir.

O halde, devrimin komünist partisinin önderliğinde şiddet yoluyla, silahların gücüyle gerçekleştirileceğini asla akıldan çıkarmamak gerekir. “Çok uluslu ülkemizde, kapitalist üretim ilişkileri ağırlık taşımaktadır, kapitalizm egemen durumdadır, doğal olarak şehirlerdeki faaliyetler ağırlık taşıyor” düşüncesinden hareketle silahlı mücadele reddedilemez. Şehirlerde, şehir askeri komitelerimiz/şehir gerillalarımız olacaktır. Yukarıda belirtiğimiz gibi eylemler yapılacağı gibi bir ayaklanma döneminde bu güçlerimiz düşmana karşı devrimi askeri yönde yönetecek güçte olmak zorundadır.

Unutmamak ve asla akıldan çıkartmamak gerekir ki, sınıf düşmanımız burjuvazi 20. yüzyılın başındaki burjuvazi değildir; devrimlerle sarsılarak bilendi, yenildi ve yeniden ayağa doğruldu; hatalarının sonuçlarından öğrendi ve tecrübe edindi. Bu, onu devrimler karşısında daha da sert, amansız ve birleşmiş güçleriyle çarpışmaya itmektedir. Ve özellikle bu koşullarda gerilla savaşı, ayaklanmanın bir taktiği olmayı gerektirmektedir. Bu hem kent ve hem de kır gerilla savaşı için de böyledir. Bu ülkelerde kentle kırın eşgüdümüne giden savaş yolu, geleceğin özgün taktiği olmayı gerektirmektedir. Ama her halükârda geleceğin devrimi, buralarda basamaklarını tıpkı ve bütünüyle Ekim ve Çin devrim deneylerindeki gibi tırmanmayacak, mutlaka gelişmede ve sınıf mücadelesinde özgün ve yeni olanı kendi teorisine katacaktır. Nasıl ki, uzun süreli ve dağınık halk gerilla savaşı, temel çizgileriyle aynı olmasına karşın, teoriye, gelişmenin vardığı boyutu hesaba katarak yeni taktikleri katmayı gerektiriyorsa, devrime uzanmak isteyen her yarı-sömürge kapitalist ülke devrimi, bu lehte etmenleri devrim teorisine katarak başarılı olacaktır.

Cephe politikamız, değişen koşullara uygun olmak zorundadır!”

– Demokratik Halk Devrimi sürecinde eylem birlikleri, ittifaklar ve cephe politikasına dair de bir soru yöneltmek istiyorum. Kongreniz bu konuları tartıştı mı? Tartıştıysa nasıl sonuçlara ulaştı?

 Evet bu soru 2. Kongremizin gündemleri arasındaydı ve tartışıldı. Hemen herkes tarafından kabul edilecektir ki, sınıf mücadelesi hiçbir zaman düz bir rota izleyerek hedefine ulaşmaz. Her ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısı, devletin niteliği, sınıflar ve bu sınıfların kendi aralarındaki çatışma ve çelişkiler, devrimin hedeflerini belirlemede büyük bir öneme sahiptir. Bu, aynı zamanda, komünist partilerin oluşturacakları programlar açısından da önemlidir. Her komünist partisinin sahip olduğu asgari ve azami bir program vardır. Bu programlar, KP’lerin sınıf mücadelesindeki stratejisini ve mücadele biçimini belirlemede önemli bir yerde durur.

Dünyadaki tüm komünist partilerin nihai hedefi, tek tek ülkelerde gerçekleştirecekleri devrimler sonucu bütün ülkeleri birleştirerek, sınıfsız bir dünya yaratmak için mücadele etmektir. Bundandır ki, Lenin “devlet de bir gün sönecektir” derken sınıfsız ve sınırsız bir dünya kurulmasını nihai hedef olarak göstermiştir. Tüm ülkelerde komünist partilerin sınıf mücadelesinde alacağı yol, eylem birlikleri, ittifaklar ve cephe oluşturulmadan ilerlemez. Ayrıca Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun, işçi sınıfının ancak diğer emekçi katmanlarla birleştiğinde devrimi gerçekleşebileceği tezi hala geçerlidir. Diyalektik bir kanun olarak hiçbir şey sonsuza kadar kalıcı değildir. Her şey, birlik ve çatışma içindedir. Eylem birlikleri, ittifak ve cepheler de kalıcı değil, geçicidir. Hedefine ulaştığında misyonu biten anlaşmalardır.

Dolayısıyla ister eylem birliği ister ittifak isterse de cephe olsun tüm bunlar kısa, orta ve uzun süreli anlaşmalardır. Bir neden ve hedef için masaya oturan taraflar, karşılıklı anlaşarak, tavizler vererek hedefte birleşerek harekete geçerler. Biraraya gelmede belirleyici olan kıstas, tüm bileşenlerin birbirlerini siyasi olarak tanımaları ve kabul etmeleridir.

Eylem birlikleri, ittifaklar ve cephe, bunların tümü, esas olarak güçlerin birleştirilmesidir. Komünist partisinin devrim mücadelesinde kendi dışında devrimci, yurtsever ve ilerici gördüğü güçlerle biraraya gelme eylemidir. Elbette ki mesele sadece bir güç sorunu değildir. Bu, aynı zamanda komünist partilerden bağımsız, gücü ne olursa olsun, aynı mevziiye yürüyen güçlerle ortaklaşma meselesidir. Komünist partiler, öncü güç olarak, işçi sınıfıyla birlikte, toplumun diğer güçlerini de kazanmak zorundadır. Kazanma, her zaman tek bir eylem üzerinden olmaz. Bunun gerçekleşmesi her ülkede farklı olmuştur. Kapitalist emperyalist bir ülkede kazanılacak sınıf ve ara katmanlar ile sömürge, yarı-sömürge bir ülkede kazanılacak sınıf ve ara katmanlar bir ve aynı değildir.

Her eylem birliğinin, ittifakın ve cephenin hedef ve içeriği de bir ve aynı değildir. Bu durum hem bu güçlerin niteliğiyle hem de ulaşmak istedikleri hedeflerle doğrudan ilintilidir. Devleti yıkmak için biraraya gelecek güçlerle; reform, işçi hakları, politik tutsakların özgürlüğü ya da kadın hakları vb. gibi kazanımlar için biraraya gelecek güçler açısından bu önemlidir. Eylem birliği, ittifak ve cephe oluşumlarında karşılıklı anlaşma sağlandıktan sonra onu meydana getiren güçlerin kendi bağımsızlıklarını korumaları esastır. Oluşturulan birliklerin dışında hiçbir güç bir diğer gücün kendi gündemlerine müdahale edemez. Eylem birliği, ittifak, cephe oluşumlarında yapılan anlaşmaların toplamı belirlenen hedefe varmada alınacak yolla sınırlıdır.

Tüm oluşumların temel ilkelerinden biri de bağımsız ajitasyon ve propagandadır. Bağımsız ajitasyon ve propagandadan anlaşılması gereken, anlaşma sağlanan oluşumun dışında, her parti ve grubun, bunun dışında kalan kendi hedeflerini açık olarak propaganda etmesidir. Ajitasyon ve propaganda da serbestlik ilkesinden anlaşılması gereken, oluşan eylem birliği ya da ittifak hakkında, onu zayıflatan söylemlerde bulunmamayla sınırlıdır.

Önceden tüm ayrıntıları üzerine yapılan bir anlaşmadan ve ilkesel konular dışında alınacak kararlara uyma sözü verildikten sonra çoğunluğun aldığı kararları eleştirmek, eylem birliği veya ittifakların ruhuna terstir. Bu, partimizin özel olarak önem verdiği bir konudur. Bu temelde bir eylem birliğinin gerçekleşebilmesi için halk saflarındaki örgüt ve partilerin kendi aralarında halk demokrasisini uygulamaları, “propaganda ve ajitasyonda serbestlik, eylemde birlik” ilkesini kayıtsız şartsız kabul etmeleri gerekir.

Partimizin bu belirlemesi sadece eylem birlikleri için geçerli değildir. Bu doğru yaklaşım, ittifaklar ve cephe anlayışı için de geçerlidir. Eylem birlikleri nispeten daha kısa zaman dilimlerini kapsayan oluşumlardır. Bu durum, eylem birliklerinin nispeten tek gündemli ve bir hedefe kilitlenmesiyle de alakalıdır. Hedef somuttur. Neye kilitlenmişse onu kapsar ve belirlenen hedefe ulaşıldıktan sonra da sona erer. Partimizin de içinde yer aldığı onlarca eylem birliği pratiği, bunu somut olarak göstermiştir.

Komünist partinin dahil olduğu ittifaklar nispeten daha uzun vadeli birlikteliklerdir. Muhtevası, kapsamı ve hedefi onu oluşturan güçlere bağlıdır. İttifaklar, eylem birliklerine göre kendi içinde merkeziyetçiliği daha fazla olan oluşumlardır. Bunun nedeni, uzun vadeli ve içeriğinin kapsadığı hedeflerin fazlalığıyla doğrudan ilintilidir. İttifaklarda, uyulması gereken kurallar, ajitasyon ve propaganda onu meydana getiren güçlerce belirlenir ve hayata geçirilir.

Cephe ise bir sınıf ittifakıdır.

– Partinizin cephe anlayışına yönelik bir tartışma yaşandı mı? Sonuç olarak bu konuda 2. Kongrenizin görüşleri nelerdir?

– Kongre gündemlerimiz arasında partimizin cephe anlayışına dair bir tartışma da vardı. Kongremizin bu gündeme dair ele alışının sınıf mücadelesinin durağan ve dogmatik olmadığı anlayışından hareketle olduğunu söyleyebilirim. Bilineceği üzere sınıf mücadelesi, zengin tarihi tecrübelerle doludur. Evrensel ilkelerin dışında, devrimi gerçekleştirmiş her ülkenin kendi mücadelesinden çıkardığı dersler de vardır. Rusya, Çin, Vietnam, Bulgaristan, Arnavutluk, Yunanistan vb. ülkelerde oluşturulan ittifak ve cepheler bir ve aynı olmamıştır. Her ülkenin içinde bulunduğu şartlar, sınıfların konumu oluşturulan ittifak ve cephelerde önemli farklılıklar ortaya koymuştur.

Ülkemizde sınıflar ve sınıf ittifakları bakımından belli değişimler olmuştur.

Partimizin eylem birliklerine yaklaşımını az önce ifade ettim. Bu yaklaşım, bugün de geçerlidir. Aynı şekilde partimizin ittifaklar konusundaki yaklaşımı da bilinmektedir. Bu konuda ülkemizde çok fazla ittifak deneyimi söz konusu değildir. Esas olarak deneyim, eylem birlikleri üzerinedir. Cephe konusunda yeni politikamız değişen şartlara uygun olmalıdır. Bunu mutlak şartlara bağlamak bizi daraltır.

Somutlaştırdığımızda;

Birincisi; eylem birliklerinin yanında ülkemizdeki gelişmelerden hareketle dönem dönem ittifakların gündeme gelmesi ve partimizin bu ittifaklar içinde yer alması doğrudur. Her ittifak ve onun bir benzeri olan güç birlikleri, somut durumun dayattığı farklı koşulların bir ürünü olarak gündeme geldiğinde, hedefi belirlenmiş bir program doğrultusunda, tüm anti-faşist, ilerici ve yurtsever güçlerin içinde yer aldığı örgütlenmeler olarak dönem dönem gündemimize gelebilir.

İkincisi; partimizin mevcut cephe politikası, somut ihtiyaca cevap vermemektedir. Partimiz şimdiye kadar cephenin gerçekleşmesini “Kızıl Siyasi İktidarların” kurulmasına bağlamış, “kızıl siyasi iktidarlar kurulmadan cephe kurulamaz” görüşünü savunmuştur. Bu tez artık ülkemiz gerçekliğiyle uyumlu değildir. Değişen koşul ve ihtiyaca uygun yeniden belirlemek gerekmektedir.

Cephe politikamız değişen koşullara uygun olmak zorundadır. Cephenin kurulmasını mutlak bir şarta bağlamak yanlıştır. Öyle gelişmeler olabilir ki, cephe bu şartlara uygun olarak da kurabilir. Örneğin ülkemizin emperyalist bir güç tarafından işgal edilmesi durumunda anti-emperyalist cephenin kurulması gündeme gelebilir. Ya da faşizmin yoğun saldırıları karşında bir direniş cephesi kurulması devrimcilerin gündemine gelebilir. Bugün olduğu gibi faşizmin yoğun saldırıları karşısında bir direniş cephesi kurulabilir. Cephenin, komünist partisi önderliğinde kurulmasını savunmamız yanlış değildir. Ancak bunu mutlaklaştırmak yanlıştır.

Komünist partisinin önderliğinin kabul edilmesi, partinin etki gücüyle doğrudan ilintilidir. Eğer komünist partisinin sınıf mücadelesindeki gücü, belirleyici ve etkin bir yerde duruyorsa zaten diğer toplumsal güçler ve sınıflar, komünist partisinin etrafında onun önderliğini kabul ederek bir cephe içinde yer alacaklardır.

– Maoist Komünist Parti’nin partinize yönelik “birlik” çağrısı olmuştu. Kongreniz bu çağrıyı değerlendir mi?

– Evet, Kongremiz Maoist Komünist Parti’nin partimize yönelik “birlik” çağrısını içeren mektubunu değerlendirdi. Ancak sorunuzu yanıtlamaya geçmeden önce, MKP’nin “birlik” çağrısını içeren mektubunun parti içi tartışma organımız olan Parti Birliği’nde yayınlandığını ve asıl olarak parti irademizin bu çağrıyı tartıştığını ifade edeyim. Bunun anlamı MKP’nin “birlik” çağrısının bütün alt kongrelerimizde ve nihai olarak 2. Kongremizde tartışıldığı ve de karara bağlandığıdır.

Bu tartışmaların ürünü olarak 2. Kongre irademiz, MKP’nin “birlik” çağrısının devrimci kaygılarla yapıldığını düşünmekle birlikte, var olan ideolojik-politik farklılıklarımız, MKP’nin ideolojik bir bütünlük gösteren bir pozisyonda olmaması nedeniyle olumsuz yanıt vermiştir.

Öte yandan kongremiz, aynı gelenekten gelen, MLM’yi ve İbrahim Kaypakkaya’yı savunan, bugün bir dizi önemli ideolojik ve çizgisel farklılıklarımız olsa da MKP ile daha yakın bir birliktelik içerisinde hareket etmeyi, ortak eylemlerden ortak örgütlenmelere, ikili ideolojik-politik tartışmalar yürütmekten her iki partinin de içinde yer aldığı ittifak ya da platformlarda daha yakın durmaya kadar ortak bir duruş sergileme konusunda MKP’yi önemsediğini de ifade etmiştir.  Bu önerilerimiz MKP ile netleştirildikten sonra hayata geçirilecektir.

İdeolojik olarak sağlam, politik olarak yetkin, örgütsel olarak esnek ve askeri olarak yaratıcı olmak!”

– Önümüzdeki süreç açısından partinizin yönelimine dair neler ifade etmek istersiniz?

– 2. Kongremizin parti tarihimiz açısından tarihsel önemde olduğunu düşünüyoruz. 1. Kongre’mizde partimizin karşı karşıya kaldığı düşman saldırısı ve darbeci tasfiyeci saldırı karşısında parti iradesini yeniden örgütlenmesi, parti programını oluşturması, Komünist Kadınlar Birliği’nin kurulması gibi tarihsel önemde adımlar atılmıştı. 2. Kongremiz bu tarihsel önemdeki adımları daha da ileriye taşıdı. Özellikle sosyo-ekonomik yapı tartışmasıyla, parti programımızı yeniden güncelledi, Türkiye devriminin niteliği ve yolunu daha net ve somut olarak ortaya koydu.

Öte yandan 2. Kongremiz Partimizin 1. Kongresinde karar altına aldığı “Yakına Ama İleriye…” çizgisinin devamlılığını teyit etti. 1. Kongremizde “Yöneliminin Ana Doğrultusu, Temel Halkaları: İdeolojik Netlik ve Politik Derinlik; Örgütsel Sağlamlık ve Askeri Kararlılık!” başlığı altında açılımı yapılan partimizin yöneliminin ana hatlarıyla geçerliliğini koruduğunu ifade etti.

1. Kongremiz sonrasında dünyada ve Türkiye koşullarında ve de partimizin mücadelesinde belli değişimler yaşandığı ortadadır. Kapitalist emperyalizmin krizin daha da derinleştiği ve buna bağlı olarak emperyalist tekeller arasında rekabetin yeni bir paylaşım savaşına evrilmesinin işaretleri fazlasıyla görünür olduğu da açıktır. Ukrayna’da emperyalist güçler arasında yaşanan savaş, Ortadoğu’da emperyalizmin bölgedeki jandarması olan İsrail’in başta Filistin halkı olmak üzere Lübnan ve Suriye gibi bölge halklarına yönelik işgal, katliam ve soykırım saldırılarıyla devam etti.

Ukrayna, Filistin ve Suriye’de yaşanan işgal ve savaşlar beraberinde emperyalist burjuvazinin enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarına yönelik ideolojik teslim alma saldırılarının da tüm hızıyla devam ettiğini göstermektedir. Ukrayna’da savaş; ABD ve AB ve Rusya emperyalistleri arasında bir rekabet ve pazar mücadelesi olarak yaşanmasına rağmen; savaşın “komünistlere karşı” verildiği propaganda edilmektedir. Rusya’nın Lenin ve Stalin yoldaşların, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği mirası üzerinden yükseldiği bir gerçek olmakla birlikte, günümüz Rusya’sında bir işçi sınıfı iktidarı bulunmamaktadır. SSCB tarihe karışmış, günümüz Rusya’sı emperyalist bir güç olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu gerçekliğe rağmen ABD-AB emperyalistlerinin Rusya emperyalistleriyle savaşını “komünizmle mücadele” olarak propaganda etmeleri; enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarına yönelik ideolojik saldırganlığının bir parçası ve devamı olarak anlaşılmalıdır.

Benzer durum İsrail’in Filistin ulusuna yönelik katliam ve soykırım saldırılarında da yaşanmaktadır. Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023’te işgal altındaki topraklara yönelik “Aksa Tufanı” saldırısı, İsrail başta olmak üzere emperyalist kapitalist merkezlerde şok etkisi yarattı. Bunun nedeni emperyalist kapitalistlerin ve İsrail’in yüksek teknolojik üstünlüğün her şeye kadir olduğunu düşünmeleri ve böyle bir saldırının enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının mücadelesine örnek olma ihtimaliydi.

Filistin ulusal direnişine şimdiki durumda önderlik eden Hamas gibi cihatçı ve gerici örgütlerin varlığı ve bu türden örgütlerin ideolojik duruşlarına paralel özellikle sivilleri hedefleyen yanlış eylemleri, Filistin ulusal direnişinin zulme, katliamlara, işgale ve ilhaka karşı direniş ve mücadelesinin haklılığına ve meşruluğuna gölge düşürmemelidir. Emperyalist burjuvazi Filistin direnişiyle dayanışma gösteren her birey, çevre ve örgütü “terörizm”le yaftalamaktadır. Emperyalist kapitalist merkezlerde Filistin ulusal direnişinin simgeleri yasaklanmakta, dayanışma eylemleri kriminalize edilmektedir.

Başta Ortadoğu olmak üzere dünya çapında kendisini İslamcı olarak tanımlayan örgütlerin ABD emperyalizminin “yeşil kuşak projesi”nin ürünü olduğu bilinmez değildir. Günümüzde bizzat emperyalist burjuvazinin politikaları doğrultusunda, “eğit donat projeleri”yle desteklenen bu tür örgütler, “vekalet savaşları”nın birer aparatı olarak kullanılmışlardır. Son örneğini Suriye’de B.Esad rejiminin yıkılmasında gördüğümüz bu tür örgütler, emperyalistler ve bölge gerici devletleri için kullanışlı bir araç olarak kullanılmışlardır. Yer yer kontrolden çıkan bu tür gerici örgütlenmelerin varlığı ve özellikle sivilleri hedefleyen saldırıları emperyalist saldırganlığın gerekçesi yapılmakta, enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının mücadeleleri “terörizm”le yaftalanmaktadır.

“Terör” kavramı emperyalistlerin bölgesel ve yerel askeri müdahale ve saldırılarında karşı devrimci propaganda için kullanışlı bir işlev görmektedir. Emperyalist burjuvazi açısından kendisine boyun eğmeyen, sömürüsüne karşı duran, andaki politikalarıyla uyuşmayan her kişi, örgüt ve hatta devlet “terör”le ilişkilendirilmektedir.

Kısacası günümüz dünyasında, enternasyonal proletaryanın ve ezilen hakların mücadelesi emperyalist burjuvazi tarafından “terörizm”le yaftalanmakta, sınıflar mücadelesi bu kavramla kriminalize edilmektedir. Tasfiye ve imha etme saldırıları kitlelerin nezdinde meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Yoğun bir ideolojik saldırı, tasfiye etme ve teslim alma söz konusudur. Bu saldırının emperyalistler arası artan çelişkilerin ve yeni bir paylaşım savaşı işaretlerinin arttığı günümüzde daha da artması bir kehanet değildir. Önümüzdeki süreçte komünist hareket başta olmak üzere devrimci harekete yönelik ideolojik saldırıların artmasının yanında, fiziki tasfiye saldırılarının da artış göstereceği kesindir.

Burada önemli olan noktalardan birisi, emperyalist kamplar arasındaki rekabette ve dalaşta, ideolojik bağımsızlığımızı korumaktır. Günümüz dünyasında işçi sınıfı iktidarları bulunmaktadır. Rekabet halinde olan güçler dünya pazarlarını paylaşım mücadelesi içindedirler. Komünistler, bölgesel ve emperyalist savaşların baş kışkırtıcılarını gözardı etmeden herhangi bir emperyalist güç ardına yedeklenmemelidir.

– Benzer bir durum Türkiye açısından da söz konusu değil mi? Özellikle yarı-sömürge ekonomik yapı üzerinden yükselen Türk hakim sınıflarının dönemsel politikalarını belirlemiyor mu? Türkiye koşullarında sınır içinde ve sınır dışında artan faşist saldırganlığın, işgal ve ilhak siyasetinin hedefi bu değil mi?

– Evet, Türkiye kapitalist emperyalist dünyanın bir parçası ve dahası NATO gibi emperyalizmin askeri saldırganlık örgütünün üyesi. Bu anlamıyla kapitalist emperyalizmin içinde bulunduğu durumdan bağımsız değerlendirilmemelidir. AKP-MHP iktidarının bütün o “yerli ve milli” söylemi içi boş, ırkçı ve şovenist bir propagandadan ibarettir.

Dolayısıyla kurulduğu günden itibaren emperyalizmin yarı sömürgesi olan TC devleti açısından da benzer bir durum söz konusudur. Türk hakim sınıfları, emperyalist merkezlere sadece ekonomik olarak bağımlı değildir. Aynı zamanda ideolojik bir bağımlılıkta söz konusudur. Emperyalist merkezlerde üretilen ve Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerde hayata geçirilen ekonomi politikalarının yanında, bu politikaların uygulanabilmesi için ideolojik saldırılarında devreye sokulduğu bilinmektedir.

Bu bağımlılık nedeniyle emperyalist merkezlerde üretilen ve gündemleştirilen ideolojik saldırılar, Türkiye’nin yarı sömürge koşullarına göre uyarlanır ve pratikleştirilir. Türk hakim sınıflarının emperyalist sermayeye bağımlığı ve sermaye güçsüzlüğü beraberinde komprador burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesine yönelik ideolojik saldırılarla birlikte aktif karşı devrimci ideolojik saldırılarla sürdürülür. Kitlelerin en ufak bir hak alma talebine bile faşist devlet terörüyle yanıt verilmekle kalmaz aynı zamanda bu saldırganlık sınıf mücadelesi içinde öne çıkan öncüleri ideolojik olarak teslim alma, imha ve tasfiye etme saldırılarıyla birlikte yürütülür.

Faşizm TC devleti açısından sadece kuruluşundan günümüze kadar bir devlet biçimi değildir. Aynı zamanda günümüzde ve önümüzdeki süreçte sınıflar mücadelesi içinde ortaya çıkan çelişkileri yönetme biçimi olarak süreklidir. Faşizmin sürekliliği devrimci durumun sürekliliğiyle birlikte düşünülmelidir. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı toplumunda var olan çelişkilerin keskinliği beraberinde Türk hakim sınıflarını faşizmi bir hükümet etme biçimi olarak değil bir devlet biçimi olarak uygulamalarını getirir.

Örneğin günümüzde TC devletini en çok zorlayan çelişkilerden biri Kürt Ulusal Sorunu’dur. Kürt ulusunun ulusal mücadelesi, Türk hakim sınıfları tarafından tıpkı emperyalistler gibi “terör” olarak propaganda edilmektedir. Bir ulusun ulus olmaktan kaynaklı ulusal haklarının gasp edilmesine itiraz eden ve kabullenmeyen milyonlarca insan “terörist” olarak tanımlanmaktadır. Kürt ulusunun en demokratik hakları bile gasp edilmektedir. Kürt ulusal hareketinin mücadelesinin günümüzde ulaştığı aşama TC devletini bir beka sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu durum, TC faşizmini bütün imkan ve olanaklarını kullanarak Kürt ulusal hareketini teslim alma ve tasfiye etme saldırıları sürdürmesini getirmektedir. Bir yandan imha saldırıları sürdürürken diğer yandan “bin yıllık kardeşlik” adı altında “çözüm” politikaları sürdürülmektedir. Kürt ulusunun bir ulus olduğu, Özgürce Ayrılma Hakkı’nı savunan ve bu anlamıyla Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkı olduğunu savunan ve mücadele eden komünistlerin yanında Kürt ulusal hareketiyle şu veya bu düzeyde dayanışma içinde olan herkes, TC devletinin “terör” kategorisi içinde yer almakta ve faşist saldırganlığa maruz kalmaktadır.

Benzer durum işçi sınıfı ve emekçi halkın ekonomik demokratik bütün hak temelli faaliyet ve eylemlerine yönelik gerçekleştirilmektedir. Hakim sınıfların denetimi ve bilgisi dışında gelişen bütün eylem ve faaliyetler “terörist faaliyet” olarak ele alınmaktadır. İşçi sınıfının ve emekçi halkın kendi bağımsız çizgisi, faşist devletin “isyan bastırma stratejisi”yle yanıtlanmaktadır. İşçi sınıfının sendikal ve ekonomik talepleri eylemleri polis ve jandarma dipçiğiyle gözaltı ve tutuklama saldırısıyla karşı karşıya kalmaktadır. Kürt ulusu başta olmak üzere azınlık milliyetlerin mücadeleleri “bölücülük”; Aleviler başta olmak üzere azınlık inançların mücadeleleri “sapkınlık”; kadın ve LGBTİ+ların mücadeleleri “aile yapısını bozmaya çalışan dış mihrak”ların işi; gençliğin akademik demokratik mücadeleleri “birkaç kendini bilmez”in eylemleri; köylülerin ürettiklerinin karşılığını alamaması ve çevre ve doğalarına sahip çıkma eylemleri “provokatörlerin işi” olarak propaganda edilmektedir.

Toplamda ise işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadeleleri TC devleti tarafından “terörizm” olarak yaftalanmakta ve “isyan bastırma stratejisi” ile yanıtlanmaktadır. Düzen dışı her eğilim ve hareket bastırılmak istenmekte, kitlelerin kendi bağımsız çizgisini örgütlemesi ve mücadele etmesinden “öcü gibi korkulmakta”dır. Bir yandan düzen dışına çıkan her eğilim ve pratik faşist terörle yanıtlanırken, diğer yandan düzen içinde reformist anlayışların önü açılmaktadır. Son süreçte parlamentonun bile göstermelik olduğu koşullarda parlamentarizmin, yasalcılığın ve reformist anlayışların önünün açılmasını bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Bu anlamıyla partimiz açısından düzen sınırları dışına çıkan, illegal çalışma ve proleter ideolojik eğitimi içselleştirerek hareket eden her öznenin, devrimcileşme ve militanlaşma çabası içinde olduğunu söyleyebiliriz. Radikal devrimci her pratiğin tartışılır hale getirildiği ve neredeyse devrimci çalışmaların yasal sınırlar içine hapsedilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde düşünüş ve hareket tarzı bakımında her devrimci öznenin dikkatini ve yönelimini sistem dışı mücadele yöntemlerine yöneltmeliyiz. Siyasal iktidar perspektifinde yoksun bir mücadelenin dönüp dolaşacağı yer, sistemin çizmiş olduğu sınırlar olacaktır. Özet olarak içinden geçtiğimiz süreç her bakımdan militan bir çizgide ilerlemenin gerekliliğine işaret ediyor.

Bu ise partimizin kadro, üye ve militanlarının ideolojik olarak sağlam bir bilinç açıklığına sahip olmasını dayatmaktadır. Bunun anlamı; Türkiye koşullarında Demokratik Halk Devrimi’nin objektif koşullarının olmasına rağmen subjektif gücümüzün yetersiz olduğu; kitlelerin kendiliğinden mücadelelerinin demokratik halk devrimi mücadelesine kanalize edilmesinde önemli eksikliklerimiz bulunduğu ve fakat bu durumun kitlelerin şu veya bu nedenle gelişen mücadelelerinin içinde yer almamızı daha fazla zorunlu kıldığıdır.

Bütün başarılı devrimlerin başlangıçta az sayıda kadro ile başladığı ve süreç içinde komünist partilerin işçi sınıfı ve halkın mücadeleleriyle birleşerek zafer kazandıkları unutulmamalıdır. Zafer kazanan devrim pratikleri bize net olarak kanıtlamaktadır ki, ideolojik olarak sağlam, politik olarak yetkin, örgütsel olarak esnek ve askeri olarak koşullara uygun yaratıcı stratejiler uygulayan komünist partileri; halk kitlelerinin kendiliğinden mücadelelerinden pratikte öğrenmiş ve bu deneyimlerini MLM bilimi doğrultusunda sentezleyip yeniden pratiğe dökerek zafer kazanmışlardır.

Bu başarılı ve elbette başarısız devrim pratiklerini bizlere öğrettiği net gerçeklik şudur. Sistem dışına çıkmayan, sistemi doğrudan hedeflemeyen ve sistem içi çelişkileri sistem dışı yönelimi güçlendirmek için çaba harcamayan her pratik kaybedecektir. Bu nedenle partimizin legal alan çalışmaları da dahil olmak üzere bütün çalışmaları sistem dışını hedefleyecektir. Türkiye devriminin silahlı mücadeleyle gerçekleştirilebilir olduğunun bilincine göre hareket edilecektir. Bunun dışında hiçbir yol ve yöntem devrimi zafere ulaştırmayacağının kesin olarak bilincindeyiz. Bu ideolojik netliği gerektirir ve bütün faaliyet alanlarımızdaki çalışmalarımız; bu amaca doğrudan ya da dolaylı hizmet edecektir.

İdeolojik netliğimiz olduğu müddetçe doğru bir politikayla başarısızlıklarımız başarıya, güçsüzlüğümüz güce dönüştürülebilir ve eksikliklerimiz giderilebilir. Gerek dünyada ve gerekse de Türkiye’de büyük altüst oluşların arifesindeyiz. Yeni “Gezi”lerin ve “Serhildan”ların öngünlerindeyiz. Yeni bir paylaşım savaşının işaretlerinin belirginleştiği, Türk hakim sınıflarının da buna göre kendilerini konumlandırdıkları bir evrede, partimizin bütün kadro, üye, militan ve taraftarlarımızın; “fırtınalar içinde ve bıçak sırtında” bir sürece göre kendilerini konumlandıracaklarına inancımız tamdır.

– Sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz.

 Ben de partimize bu imkanı tanıdığınız için teşekkür ederim.

Belgeyi indirmek ve okumak için tıklayınız

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)