15 Şubat 2025 Cumartesi

Barış ve demokrasi talebi, öngörülen “Türk-Kürt İttifakı” ile karşılanabilir mi?_Halil Gündoğan_15.02.2025

Türk Devleti’nin “beka sorunu”: Bölünme histerisi

Malum olduğu üzere Türk Devleti, bölgesel gelişmelerden devşirdiği “beka sorunu” üzerinden, kendince bir takım strateji ve taktikler belirlemiş durumda. “Beka sorunu” olarak addettiği şeyin temelinde ise; bölünüp-parçalanma korku ve riski yatıyor. Gerçi bu, yeni peydahlandıkları bir korku da değil; asırlık bir korku. Binlerce kez “artık bir daha baş kaldıramazlar” dedikleri Kürtlerin bir gün, o “bölünmez vatan” dedikleri kanlı vatanlarına kattıkları K. Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan edeceklerinden duydukları histerik korku…

 

Bir emperyalist proje olarak büyük Kürdistan senaryosu

Emperyalist devletlerin Büyük Ortadoğu Projesi uyarınca Bölgede hız kazanan yeni operasyonlar, bu ölümcül korkuyu tekrardan aktüel hale getirmiş oldu. İsrail’in geleceğini ve güvenliğini merkez alan ve Bölgenin haritasını esastan değiştirmeyi hedefleyen bu yeni paylaşım, hiç kuşkusuz ki Türk Devleti’ni de doğrudan ilgilendiriyor. İlgi odağının merkezinde ise Tabii ki yine Kürtler var: 1. Dünya savaşı sonrası Kürt yurdunu dört parça olarak farklı devletlere pay eden aynı emperyalist haydut devletler, bugün de bu dört parçayı bir araya getirip, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması hesapları peşindeler.

 

Aslında tabii ki işgal ve ilhakçı pozisyonunun var ettiği açmazlarıdır Türk Devleti’ni böylesi kırmızı alarmla harekete geçiren şey. Ve işte tamamen bu sebepledir “bin yıllık kardeşlik” nostalji söylemleri ve “iç barışımızı sağlayalım” ve “Bölgedeki emperyalist hesapları Kürt-Türk İttifakı ile boşa çıkaralım” feryat figanları.

 

Tabii bunun olurunun yolu, özellikle üç parçadaki Kürt iradesini ve keza belki en az bunun kadar belirleyici durumda olan ABD ve İsrail’i ikna edebilecek “cazip” teklif ve argümanlar ortaya koymalarına bağlı.

 

“Kürt-Türk İttifakının” gerçek mahiyeti

Öngörülen “Türk-Kürt İttifakı”, bazılarının algıladığı ve sunduğu biçimiyle asla sadece Türk Devleti ile K. Kürdistan Kürtleri arasındaki bir ittifak değildir. Bu ittifak tamamen “dış hatlar” merkezli olup, diğer parçalardaki Kürtlerin tamamının Türk Devletiyle ittifakının ifadesidir. Öcalan ve Erdoğan’ın vurgularında ki “emperyalist devletlerin Bölgesel oyunlarını boşa çıkarma” (mealen) söyle mi de zaten tamamen buna yöneliktir.

 

Bölge yeniden dizayn edilmek isteniyor

“Bölge haritasının yeniden çizilmesi” demek, mevcut devlet sınırlarının geçersiz ilan edilip, toprakların yeniden paylaşılmasıyla, ilave yeni devletlerin oluşturulması demektir. Mevcut güç denkleminde İran’ın tamamen devre dışı tutulduğu bir durumda; Bölge’nin şekillendirilmesinde kartlar, mecburen İsrail ve Türk Devleti üzerinden karılmak durumunda.

 

Türk Devleti’nin stratejik hesapları ve kurgusu

Türk Devleti’nin bütün hesabı da işte bu paylaşımda elini güçlendirecek unsurlar oluşturmak üzerine kurulu. Aksi takdir de hem İsrail’in Bölge’nin tek lider gücü olmasının önüne geçemeyecek ve hem de K. Kürdistan’ın da “İsrail-Kürt İttifakına” katılmasının yolunu açmış olacak.

 

“Kürt-Türk İttifakı” ile amaçlanan asıl şey

Türk Devleti’nin acilen oluşturmaya çalıştığı “Kürt-Türk İttifakı” işte tamamen bu Bölgesel stratejik hesapların bir ihtiyacıdır. Tabii böylesi bir ittifak ile Erdoğan’ın tahtında en azından bir dönem daha oturma “kişisel özel hesabı” güttüğü de artık herkesin malûmu…  Yani yoksa dertleri gerçekten de “iç ve dış Kürtlerin” ulusal haklarını tanıyarak, onlara saygılı davranarak “iç ve dış barışı” oluşturarak kardeşçe yaşama arzusu değil.

 

Öcalan ile Devletin stratejik buluşma noktası

Türk Devleti’nin “Kürt-Türk İttifakı” ile meramı ve muradı böyleyken; ilginçtir, Kürt iradesi adına Devletin muhatap seçtiği Öcalan’ın meram ve muradı da Türk Devleti’ninkiyle esasen buluşup, örtüşüyor: Onun derdi de esasen Türk Devletinin, “iç barışından alacağı güçle bölgenin lider devleti olması” şeklindedir. Nitekim DEM Parti heyetinin ikinci görüşmesinin ardından Partinin bir yetkilisi şu açıklamada bulunacaktı: “Görüşmeden çıkan sonuca göre Öcalan İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye yönelik emperyalist emellere kapı kapatacak bir modelin inşası için büyük bir mesai harcıyor.” (https://m5dergi.com/genel/imrali-gorusmelerinin-perde-arkasi-sizdi-ya-benim-cozumum-ya-da-abdnin/ )

 

Gerek olguların gerek Devletin ve gerekse Öcalan’ın ifade ettiği “Kürt-Türk İttifakı”, görüleceği gibi, tamamen Türk Devleti’nin Bölgesel denklemde güçlü bir şekilde yer alması ve böylece “yeni paylaşımda” en azından Kürt yurdunun diğer parçalarının, federatif bir modelle de olsa, Türk Devleti çatısı altında merkezileşmesini sağlama projesinden başka bir şey değildir.

 

Mevcut koşullarda bu projenin hayat bulması, tabiatı gereği, elbette Kürtlerin ulusal demokratik haklarının bir ölçüde karşılanması ön koşulunu gerektirecektir. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabı, elbette Türk Devleti, içine pek sinmeyecek olsa da bu tavizleri vermeyi kabullenecektir. Nitekim kabullenmiş olmasa Öcalan’ın kapısını bu denli yol eylemezdi, değil mi?

 

Barış ve demokrasi aldatmacası

Burada sorun, özellikle de Öcalan ve Kürt siyasal hareketinin diğer pek çok öznesince, bu projenin “ülke ve bölgede barış, demokrasi ve kardeşliğin yolunu açacak” şeklinde dillendirilen söylemlerdir… Öncelikle altını kalınca çizmek gerekiyor ki bu söylemler tamamen safça bir iyi niyet ve kuru bir safsatadan ibarettir.

 Neden böyledir?

Çünkü mevcut denklemde Kürt ulusal sorununun kısmi çözümünü sağlayan dinamikler, devlete demokratikleşmeyi dayatan ve onu adım atmaya zorlayan iç demokrasi dinamikleri değil; parçalanma tehdidi ve emperyal hevesli dış dinamiklerdir. Dolayısıyla da burada zorunlu bir neden sonuç denklemi söz konusu olmadığından; Kürt ulusal sorununun kısmi çözümünü sağlayacak böylesi bir adım, rejimi otomatik olarak demokratikleşme adımları atmaya da zorlamayacaktır. Tam aksine, tam gaz daha fazla otoriterleşecektir. Bu, İslamo-faşist ideolojik bir tercih olduğu kadar, ama esasen de içte ekonomik ve sosyal, dışta ise giderek daha bir yoğunlaşan bölgesel ve küresel savaş tehdidi gibi koşulların dayattığı zorunlu bir gereklilik “seçeneksizliğidir.”

 

Bu gerçekliği göz ardı eden ve bunu bulanıklaştıran her söylem ve tutum, besbelli ki en başta çeşitli milliyet ve inançlardan Türkiye ve K. Kürdistan halkının bilincinin sahte vaatlerle manipüle edilerek; faşist Türk Devleti’nin ve özelde de İslamo-faşist Erdoğan iktidarının kendisini yeniden tahkim etmesine hizmet edecektir.

 

Kürt Siyasal Hareketinin tarihi sorumlulukla karşı karşıya

Bu durumda Kürt Siyasal Hareketi adına yetki kullanacaklara açıkça şunu söylemek gerekiyor: Kürt-Türk ittifakı mı kuracaksınız, buyurun kurun.  Keza ezilen bağımlı bir ulus olarak kendi temel ulusal haklarınızdan vaz geçip, kısmi haklarla yetinerek, egemen ulusun egemenlik haklarını tanıyarak onu Bölgenin lider ülkesi mi yapmak istiyorsunuz, buyurun yapın. Bütün bunlar, ulusal bir hareket olarak nihayetinde sizin kendi tercihleriniz olacaktır.

 Ama sakın bütün bunlarla Türkiye’de, K. Kürdistan ve Bölgede barış, kardeşlik ve demokrasinin tesis edilmesinin yolunu açmaya çalıştığınızı, emperyalistlerin oyununu boşa çıkaracağınızı (ki olurda “Kürt-Türk İttifakının ön gördüğü proje yaşam bulursa, bu yine tamamen ABD ve İsrail’in oluruyla mümkün olacaktır) söylemeyin.

 Halka bu kötülüğü yapmayın.

 Sizin desteğinize muhtaç olduğu bu koşullarda bile bunca pervasızca bir saldırganlıkla tüm muhalifleri ezmeye, yıllar öncesinin Gezi Hareketinin intikamını almaktan geri durmayan bu iktidarın ömrüne ömür kattığınız daha serbest koşullarda neler yapacağını kestirmek zor olmasa gerek.                     

 ..................................................







Halil Gündoğan-Biyografi

Halil Gündoğan, 1958 yılında Dersim’de doğdu. 12 Eylül Darbesi’nden sonra 1981 yılında gözaltına alındı ve üç aylık işkenceli sorgulardan sonra tutuklandı.

Sonra hapishaneden alınarak tekrar 37 gün daha işkenceli sorgulardan geçirildi.

TKP(ML)-TİKKO davasından idam cezası istemiyle yargılandı.

1988 yılında 28 arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak firar etti.

Kısa bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde kaldıktan sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a döndü. Altı yıllık gerilla yaşamından sonra 1995 yılında Erzincan’da tekrar tutsak düştü. İki kez idam cezası istemiyle DGM tarafından yargılandı, Müebbet ağır hapis cezasına çarptırıldı.

Yazar Hapisteyken,

Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)

Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)
MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm 

Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)

Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)

Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-III

Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)

Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)

İsimli kitapları basıldı. Bitirilmiş ve basılmayı bekleyen kitapları da mevcut.

Gündoğan, 30 yıllı aşkın hapisliğin ardından Ekim 2018 tarihinde cezası biterek serbest bırakıldı.

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)