Bu Uzun Metin Radikal Siyasal Mücadele Sürecinde Yaşananlar/Yaşadıklarım Hakkındadır. Sayfa Arkadaşlarımın Bir Kısmını Doğrudan Ilgilendirmedigini Biliyorum. Bu Nedenle Onlardan Özür Dileyerek Paylaşıyorum.
Yoldaşım/Dostum Zafer Yilmaz Ile Birlikte Bizi Hedefe
Koyarak Yargısız Infaza Tabi Tutan
Karanlık Akıla Karşı Kişisel/Siyasal Tarihimize Bir Not, Kollektif Siyasal Bellegimize Bir Işık Birakmak
İstedik...
Utanç, Yüzleşme, Onur
ve Algül Umutlu
Politik yaşamım boyunca düşünmeye, sorgulamaya ve özellikle
yazmaya önem verdim. Her insan mutlaka yazmalı yaşadıklarını, tanıklıklarını ve
düşündüklerini. Bunu hem bireyin düşünsel gelişimine hem de toplumsal/siyasal
belleğin oluşmasına katkı bakımından çok değerli bulurum. Beni bilenler bilir;
her yerde ve her koşulda yazmaya
çalıştım ve ilişkide bulunduğum her insanı yazmaya teşvik ettim. Bildiğim,
tanıdığım birinin bir yazısı, makalesi, kitabı veya bir eseri hemen ilgimi
çeker, bakarım. Özellikle kadın arkadaşların yazdıklarını daha da önemserim.
Son yıllarda çok değişik çevrelerden olduğu gibi, benim de
içinden geldiğim „Kaypakkaya geleneği“nden bazı arkadaşlar kitaplar yazdılar.
İyi ki yazıyorlar. Bazılarının içeriğine katılmasam da, yaşadıkları dönemi
kendilerince belgelemelerinin önemli olduğunu düşünürüm. Ancak önemli gördüğüm her şeyin aynı zamanda
değerli olduğunu söyleyemem.
Bir yazı, makale, kitap veya başka bir eseri değerli kılan
temel bazı kriterler vardır. Bunlar; seçilen konu, konunun araştırılması, onu
oluşturan/oluşturacak olan verilerin toplanması; toplanan verilerin analitik
tarzda incelenerek rafine hale getirilip teyit edilmesi; verileri ortaya
çıkaran zaman ve mekan diyalektiğinin doğru kurulması, dili, üslubu... Elbette
yazım ve basım sürecindeki teknik nitelik, amaç ve hedefin doğru belirlenmesi
gibi konular da önemlidir. Ama çok daha önemlisi, yazarının bilimsel bir
yönteme, etik değerlere ve dolayısıyla hakikate sadakatidir.
Yazılanlara bu görüş açısıyla bakıldığında, bazılarının bu
kriterleri dikkate almadığını ya da bunlara yakın olmadığını üzülerek
görüyoruz. Bazı kişilerde yaşadıkları yenilgi sürecinin travmalarıyla yüzleşmek
yerine, sürekli bir “suçlu” arayışı veya bütün suçları bir „hain“bulup ona
yüklemek, kendini merkeze yerleştirip rolünü abartmak ya da ilgili süreçteki kendi sorumluluğunu görünmez kılıp
“suç”lardan arınmak/”yük”lerden kurtulmak çabası çok belirgin olarak ön plana
çıkmaktadır. Devrimci/sosyalist yapıların yenilgi süreci ve sonrasına ait
yaşanmışlıkları kollektif bir iradeyle değerlendirip ortak bir hafızaya
dönüştürememiş olması kuşkusuz ki başlı başına bir sorundur. Bu
boşluktan-zaaftan yararlanıp son derece keyfi ve hiç de etik olmayan
yöntemlerle “tarih yazma ”ya soyunmak ise özellikle incelenmesi gereken bir
konudur.
Kendi tarihlerine kinle, öfkeyle, nefretle bakanların ve bir
tarihsel dönemden intikam almak için yola çıkanların, kişisel hesaplaşma amaçlı
yazanların hiçbir fikri ve vicdani duruşu, değeri olmaz! Bu yola başvuranların
genellikle kendisiyle yüzleşmeyi başaramadıkları kimi utançları ya da
travmaları vardır. Kendisinin de içinde olduğu bir süreci anlatmaya, yazmaya,
eleştirmeye çalışan bir insanın uyması gereken ilk ahlaki kural, hiçbir
yanılsamaya düşmeden, yapay kurgulara sığınmadan, işe öncelikle kendi
gerçekliğinden başlaması olmalıdır. Gerçeğe, etik kurallara sadakatle önce
kendini, sonra başkalarını anlatmalı insan...
Denilebilir ki, gerek
kişisel, gerekse toplumsal bakımdan yenilgi yaşamış her birey değişik oranlarda
travmalıdır. Travmalı bireylerin en belirgin özelliği ise, parçalanmış ve
yaralı bir duygu ve zihin dünyasına sahip olmalarıdır. Bu parçalanmışlık durumu
olayların, olguların bütünlüklü ve sistematik olarak hissedilememesine,
sağlıklı değerlendirilmemesine yol açar. Travmalı ve yüzleşmeyi başaramamış
kişiler genellikle parçada düşünür, anlık duygularla hareket eder ve zamanla
gerçeklikten kopup kendini aklama adına kurgusal bir “var oluş stratejisi”
geliştirir. “Gerçekliğin ölümü”ne doğru
atılmış çok riskli bir ilk adımdır bu aslında. Travmalı bireylerin en büyük
korkusu, gerçeklerle yüzleşmektir. Bu nedenledir ki onlar için en güvenilir ve
korunaklı yer tam da gerçeğin inkârı olmaktadır. Değindiğim gibi, inkara
sığınarak gerçekleri yok sayanlarda travmalarına neden olan sürecin/sorunların,
olayların bütünlüklü nedenlerini genellikle kendi dışında arama eğilimi çok
güçlüdür. Bu yüzden de, kendileri hariç,
herkese kontrolsüzce saldırabilir onlar. Oysa gerçeklikle yüzleşebilseler
kendilerini daha iyi tanıyabilir, daha sağlıklı analizler yapar ve ayakları
yere basan sahici anlatılarda bulunabilirler. İnkarın yarattığı kendiyle
barışık olmama hali kin, öfke, nefret gibi kötücül duygulardan arınamamaya ve
dolayısıyla iyileşememeye neden olur. Travmaya neden olan “yenilgi” durumu,
gerçekle yüzleşememe hali kişiler açısından bir “utanç” kaynağıdır aynı
zamanda. Utanç duygusundan kurtulmak kolay değil elbet. Fakat yüzleşme bilinci
ve olgulara her koşulda onurlu bir yaşam felsefesiyle yaklaşılması halinde bu
olanaklıdır. Ancak bu halde utanç onura dönüştürebilir...
Bu görüş açısıyla etrafa bakıldığında bireylerin,
toplumların, örgütlerin ve devletlerin inkar politikalarının temelinde utancın
travması ve yüzleşememe olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Esas konumuza gelirsek; yakın zamanda Algül Umutlu
tarafından “Kaypakkaya Geleneği“inden yoldaşımız Hasan Hakkı Erdoğan’la kisa bir süre yasanmis “duygusal
ilişki”sinden hareketle, O’nun yakalanmasını ve
işkencede öldürülmesini anlatma iddiasıyla “Hoşça Kal Abla“ isimli bir kitap yazıldı.
Kitap yazılmadan önce dijital medyada tartışmaların yapıldığını dostlarımdan
öğrenmiştim. Bu tartışmaların bir kısmına bakabildim. Ancak kitabı okumadan bir değerlendirme
yapmanın doğru ve etik olmadığını düşündüğüm için yazmadım. Nihayet gecikmeli
olarak kitabı edindim ve okudum. (Okuduktan sonra anlamakta zorlandığım
konulardan biri de, Kaypakkaya
geleneğini bildiğini düşündüğüm, hatta
hapishanelerde tutulmuş, işkence görmüş, politik bir duruşu olduğunu bildiğim
bazı kişilerin dijital medyada A. Umutlu ’ya övgüler dizmeleri oldu. Buna şaşırmadım desem doğru olmaz...)
Kitaba dair görüşlerimi yazmanın bir gereklilik hatta
zorunluluk olduğunu düşündüm. Zira kitaba konu olan tarihsel dönemin ve yaşanan
olayların doğrudan öznelerinden biriydim.
Şayet A. Umutlu kitabı yazarken o
dönemin doğrudan tanıklarını dinleyip bunu göz önünde bulundursaydı, belki de
hem bu yazıya ihtiyaç kalmayacak hem de doğru ve ahlaki değerlere uygun bir
süreç anlatımı olacaktı. Tabi amaç buysa! Ne yazık ki A. Umutlu bundan kaçınmış
ve kendince başka bir amaç belirlemiş. Bir tanıtım toplantısında, “Aslında
yazma diye bir şeyim yoktu. Çözülmüş insanların direnmiş havası ve elinde
sopalarla gezmeleri beni rahatsız etti ...” ( Ege 78’liler Sanat ve Edebiyat
Grubu dijital medya paylaşımından)
diyerek kitabın esas yazılış nedenin H. Hakkı’yı anlatmak değil, O’nu kullanarak birileriyle hesaplaşmak
olduğunu açıkça görüyoruz. Peki bu hesaplasma kim adina yapiliyor? A.
Umutlu ile yasadigimiz kisisel bir sorun yok. Ben hic tanismis degilim. Zafer
ile benim ; ikimizin ortak yani bu gelenegin degerleriyle yasamaya calisan,
düsün alaninda degisik mevzilerde üretimlerde bulunan ve kamuoyu tarafindan
bilinen insanlar olmamiz. O’nun ve onu yönlendirenlerin derdinin bu
oldugunu düsünüyorum. Yoksa 40 yil sonra
ve hic bir kisisel sorunumuz olmayan bir insanin nasil bir derdi olabilir
ki? Bu nedenle de H. Hakki Erdoğan’ı
överken, onun uğruna mücadele ettiği ahlak, vicdan, adalet gibi temel pek çok
sosyalist değeri düpedüz ayaklar altına alıyor. Bir yandan H. Hakkı’yı övüp
oradan itibar devşirmeye çalışırken, diğer yandan işkenceci polislerin
fezlekesi ve sıkıyönetim savcılarının iddianamelerinden devşirdiği, hatta
oralarda bile olmayan uydurma bilgilerle hedefe koyduğu “kendisini
rahatsız eden kişiler”e yönelik yargısız
infaz ve itibar suikastine soyunuyor
olmasinin baska bir izahati var midir?
Yıllarca devrimcilerin
yargılandığı mahkemelerde Avukatlarımız savunmalarını “ işkence altında alınmış ifadeler/fezlekelere
dayanarak hazırlanan iddianameler hukuki bir dayanak olarak gösterilemez ve bunlarla bir yargılama yapılamaz, bu
ifadeleri meşru kabul etmiyoruz” görüşü
üzerinden kurarlardı. Oysa A. Umutlu gibi bazı “Avukat”lar şimdi polis fezlekelerini meşrulaştırma yoluna
giderek, onları kendi “yeni
fezleke”lerine dayanak yaparak, devrimcileri yargılamak için kullanıyor. Bu ne
utanç verici bir durum... (Bu arada
yıllarca devrimcilerin avukatlığını yapmış ve sürecleri bilen Avukatlarin bu
utanç verici durum karşısındaki tavrını da merak ediyorum…)
Şayet niyeti bir yargısız infaz ve itibar suikastı olmayıp o
süreci objektif anlatma ve tarihe rafine
edilmiş bir bellek bırakma, sosyalist değerleri, Kaypakkaya geleneğinin
değerlerini sahiplenme, koruma ve yanlışları objektif anlatma kaygısı olsaydı; polis fezlekelerine itibar etmez ve
oradan beslenmezdi. Bu kitabın yazımına dair girişimini öğrendiğimde
kendisine katkı yapabileceğim
düsüncesiyle yazdığım ve yanıtını
aldığım şu mesaja uygun bir yol izlerdi.
Ben: “ Sevgili Algül Yasemin, H. Hakki Erdoğan hakkında
yazdıklarınızı okudum. Yıllar sonra da olsa yazmanız anlamlı... O sürecin tanığı, (belki sanığı) olarak
yazdıklarınızı tartışmalı ve sorunlu buldum... O operasyonda gözaltına alınan
ilk kişi benim.
Hasan Hakkı’nın yakalanması, işkence ile katledilmesi
sürecini benden dinlemek ve öğrenmek isterseniz haberleşelim...
Tel: ....
Esenlik dilerim. Kazım
Gündoğan “
Yanıt: “Sizin olduğunuzu biliyorum, iddianameyi ve ifadeleri
çok dikkatli okudum. Yeni geçti elime. Canlı tanıkları da var olayın, onlar da
yazıyorlar kendi sayfalarında. Yarın Türkiye’ye gidiyorum, dönüşte
kitaplaştıracağım dosyayı. O zaman konuşsak daha iyi. Ama benim açımdan çok net
olaylar. Kişisel bir olay olarak da görmüyorum; sorun çizgi sorunu bence.
Görüşmek üzere, iyi akşamlar”
Ben: “Yazmanız iyi fikir... Sürecin muhataplarından biri
olarak konuşmak isterim elbet. Deniz Yılmaz yazmış ama kişisel öfkeyle...
Dönüşte aramanızı beklerim. İyi yolculuklar.”
Yanıt: “Elbette konuşuruz daha sonra, teşekkür.” (1 Ekim 2021 )
Algül Umutlu bu yazışmamızdan sonra ne aradı, ne de yazdı.
2024 yılında söz konusu kitap çıktı. Görüyoruz ki kitapta Kaypakkaya
geleneğinin bir sürecini yargılamaya, bir kaç arkadaşı hedefe koyarak ve H.
Hakkı öyküsünü kullanarak “H. Hakkı iyidir ama yoldaşları haindir, örgütü kötüdür” kurgusuyla özellikle hedefe
koyduğu kişiler hakkında bir algı yaratmaya
karar vermiş. Bunu da yalan söyleyerek, şaibe yaratarak ve gerçekleri
çarpıtarak yapmış. Oysa tarafsız ve objektif bir bakış açısıyla böyle önemli bir konuyu yazmaya soyunan bir
insan “ilgili tarafları” dinler, nesnel verileri toplar ve ona göre yazardı.
Elbette yorumları farklı olabilir. Ancak somut verileri çarpıtıyorsanız veya
yok sayıyorsanız ya da olmayan şeyleri varmış gibi gösteriyorsanız, burada çok
ciddi bir ahlaki sorun ve kötücül bir niyet var demektir. Peki, dava dosyasını
bile kırk yıl sonra ancak okuyabildiğini söyleyen ve kendine “demokrat,
devrimci “diyen bir insan bunu neden
yapar?
Kanaatimce yüzleşemediği gerçekler ve yaşadığı utanç vardır.
Veya başka bir kişilik problemi ya da kişisel-öznel bir derdi/hesabı vardır.
Önce Gerçeğin Bilgisi...
12 Eylül askeri faşist darbesi nedeniyle toplumsal
muhalefetin bastırıldığı, devrimci örgütlerin ciddi darbeler aldığı, çoğunun
dağıtılıp neredeyse örgüt olma vasfını dahi yitirdiği koşullarda
yaşıyorduk. Bir militanı olmaktan onur
duyduğum “Partimiz” de ciddi darbeler almıştı. Buna rağmen merkezi yapısını
korumaya çalışan ve gerilla mücadelesiyle faşizme karşı mücadelesini kesintisiz
sürdüren devrimci örgütlerden biriydi. Ancak çok kan kaybettiği için pek çok
zaafı ve açmazı da bünyesinde barındırıyordu. Bizler de bu yapıyı ayakta
tutmaya çalışan; geleneğimize ve değerlerimize bağlı genç, deneyimsiz ama
kararlı ve cüretkâr militanlardık. Özellikle de şehirlerde neredeyse yılda
birkaç operasyona birden uğruyor, ama direniş hattını terk etmiyorduk...
Nitekim kaçınılmaz hale gelen operasyonlardan biz de
payımıza düşeni almıştık.
Yukarıda Yasemin Algül’e gönderdiğim mesajda da belirttiğim
üzere, söz konusu operasyonda çantamda bildirilerle ilk yakalanan kişi bendim,
bu doğru. Henüz 21 yaşında genç ve deneyimsiz bir militandım. Ağır işkencelere
karşı kendimce bir direniş hattı örmeye çalıştım. Hiçbir yoldaşımı
yakalatmamaya, örgütüm hakkında bilgi vermemeye kararlıydım. Düşmana verdiğim
tek ifade, “Ben işçiyim ve bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum, örgütle
ilişkim yok“ şeklindeydi. Bunun üzerine durum, “madem böyle, nerede kaldığını
söyle sana inanalım “yönlü bir baskılanmaya dönüşünce, ben de “daha önce
konfeksiyondan tanıdığım bir arkadaşımla Kavacık’ta bir evde kalıyordum. Ancak
oradan ayrıldım. Şimdi sağda solda, arada akrabalarımda kalıyorum“ yönünde bir
ifade oluşturdum. Kavacık’taki evi (kitapta geçtiği haliyle Saksı Çiçeği, eşi
ve Ankaralı’nin kaldığı ev. Bu evi onlara ben bulmuştum. Ben de Kavacık’ta bu
evden birkaç sokak ötede bir öğrenci arkadaşımla kalıyordum. Yani gerçekte
kaldığım evi ve arkadaşımı vermedim…
Komite sorumlumuz ‘Ankaralı’ nın çözülmesine ve negatif telkinlerine
rağmen, komite üyelerini, alt örgütsel ilişkileri ve kitle bağlarını
vermedim... Üzerimde çıkan bir adresten, politik olmayan bir iş arkadaşım
evinden alınmış ve siyasi şubeden serbest bırakılmıştı.) vermemin nedeni,
oradaki yoldaşlarımın bir süre önce başka bir eve taşındığını ve bu evin artık boş olduğunu bilmemdi. Yani
boşaltılmış evi vererek, kendimce
planladığım bir direniş çizgisini sürdürecek ve polisin amacını boşa
çıkaracaktım...
Ne yazık ki süreç böyle ilerlemedi. Polis “boş ev“e giderek
oradan ev eşyalarını taşıyan kamyonun şoförüne ulaşıyor ve devamında da
arkadaşların taşındıkları Kozyatağı tarafındaki yeni evi tespit ediyor.
Bu evde kalan arkadaşlar (Deniz, Zafer, Hamdi) göz altına alınıyor. Bu arkadaşlardan biri olan “Ankaralı“(Hamdi)
sorguda çözülerek H. Hakkı’nın randevusunu veriyor ve H. Hakkı böyle yakalanıyor...
Durum bu kadar açık olduğu ve bunu o evde yakalanan her üç
arkadaş da (Deniz Yılmaz, Zafer Yılmaz, Hamdi Eroğlu,) bildiği halde, A. Umutlu
gerçeğin bu bilgisini dahi çarpıtarak,
sanki taşındıkları yeni evi ben biliyormuşum ve iradi olarak polise verdiğim
yönünde bir anlatıma başvuruyor. “Saksı Çiçeği”nin (Deniz Yılmaz) kurgusal
anlatımlarına dayandırarak veya ondan yansıtıp beni kastederek, “O anda
anlar; onun kendilerini veren kişi olduğunu?“...
“Demek ki evi veren sendin ha, artist kılıklı, der kendi içinden.“ (Sf:51) Başka bir yerde de, “Sen değil misin evimin
adresini polislere verip, örgüte yönelik bu operasyonun başlatılmasına sebep
olan...“ (Sf: 52) Yine devamında beni
kastederek, “Evini vereni bulmuştu da,
…“ diyor. (Sf. 53)
Bu yöndeki anlatımların birinde de şöyle yazıyor: “Kendisine
devrimciyim diyen birisi gözaltına alınır alınmaz, evlerinde kalmadığı halde‚
ben bu evde kalıyorum der mi?“ (Sf.187) deyip
gerçeği defaten çarpıtiyor ve açiktan yalan söylüyor.
A. Umutlu sadece Kozyatağı’ndaki evin bulunması ve bana dair
çarpıtmalar ve şaibelerle yetinmiyor. Aynı yöntemi H. Hakkı’nın kaldığı
Esenler‘deki evin -Enişte’nin evi- deşifre olmasıyla ilgili anlatılarında da
sürdürüyor ve yine düpedüz hileli yöntemlere ve yalanlara başvuruyor. Kırk yıl
sonra herkesin her şeyi unuttuğunu sanıyor olmalı ki burada da esas olarak
Zafer’i, ama dolaylı olarak da beni kastederek kurgu yapmaktan geri durmuyor.
Bir yanıyla „evi kimse bilmiyordu“ derken, öte yandan Enişte’ye şunu söyletiyor: “Ama sen yakalandıktan sonra -H. Hakkı’yı
kastediyor Bn.- 48 saat bile geçmeden aradan, polis nereden buldu beni?“ (Sf.
74) Devamla “Eski mahalledeki konu
komşu, evi taşıyan kamyoncu derken bulmuşlar yeni adresi“ (Sf.75) diyerek lafı
dolandırıyor. Sonra da esas hedefe koyduğu Zafer’i kastederek “İçlerinde sana
en yakın olanı, hem de en çok güvendiğin birisi“ diyerek
ortamı kirletmeye, gerçekleri karartmaya
devam ediyor.
H. Hakkı’ya da şunu söyletiyor A. Umutlu: “Gözaltına
alındığımdan itibaren hep nerede oturduğumu sorup duruyordunuz bana. Baktınız
benden bir cevap alamadınız, benimle birlikte alınanlara yüklendiniz bu defa.
Normal şartlarda onlardan da bir sonuç çıkması mümkün değildi aslında. Kimse
bilmez ki benim oturduğum evi. Ama içlerinden birisi adresi bilmese de tahmin
etti demek ki Eniste’nin yanında kalıyor olabileceğimi. Zaten bir kere telaffuz
edildikten sonra Enişte’nin adı, gerek yok ki açık adres vermeye!”(Sf. 91)
Burada da “... hem de en çok güvendiğin birisi” diyerek
Zafer’i ama “içlerinden birisi”, diyerek operasyonda göz altına alınan diğer
arkadaşları zan altında bırakma çabasını sürdürüyor. Anlaşılacağı gibi, “kurgu
yapıyorum” yalanının ardına saklanarak, H. Hakkı’nın yoldaşlarını onun ağzından
suçlamak için adeta her yola baş vuruyor. Belirtelim ki, onca yargılama süreci
de dahil, bu” evin semtinin polise verilme”si iddiası bu güne kadar hiç gündeme
gelmemiştir ve pek çok mesnetsiz iddia gibi bu iddia da ilk kez bu kitapta yer
almıştır.
Varsayalım A. Umutlu bu ev ile ilgili gerçeği bilmiyor, ama
öğrenmek istiyordu. Peki, neden o sürecin esas muhataplarıyla görüşüp
kuşkularını onlara anlatma ve görüşlerini alma ihtiyacı duymadı? Eğer bir
insanın süreci veya durumu objektif anlatma iddiası varsa, ilk yapması gereken
şey; o süreçteki bütün bileşenlerin
bilgisi/görüsüne, tanıklığına ve belgelerine başvurmak olmalıydı. Bundan
ısrarla kaçınmış olmasının nedeni ne olabilir acaba?
Tüm bu süreçlerin öznelerinden biri ve onlarca polis
operasyonunu doğrudan ya da dolaylı yaşayan/bilen biri olarak şu soruyu sorup,
birlikte yanıt arayalım: H. Hakkı yakalandıktan iki gün sonra polis Enişte’nin
evini nasıl öğrenmiş olabilir?
Birincisi; daha önce kaldığı ev biliniyorsa, gerek o
mahalleden sürdürülecek bir iz, gerekse çalıştığı yer bilindiği için iz takip
edilerek Esenler ’deki ev bulunabilir.
Teorik olarak bu mümkün. Ancak buna dair elimizde somut bir bilgi yok.
İkincisi; Esenler ’deki evi Enişte ’ye bulanlar bir açık
vermiş olabilir. Buna dair de elimizde bir veri yok.
Üçüncüsü ve en önemli olasılık, “ağır ceza avukatı” olarak
bir iki önemli davaya bakan ve dahası, Komünist dergisi bulundurmak/çoğaltmak
iddiasıyla gözaltına alınıp serbest bırakılarak denetim altında tutulan, takip
edilen A. Umutlu (“birkaç aydır gelip
gidiyordu evlerine, ...”) (Sf; 76) üzerinden bu ev biliniyor olabilir. Düşünün ki, H. Hakkı sorgudayken gecenin bir
saatinde ve “hiç kimsenin bilmediği” bir ev basılıyor, Enişte gözaltına
alınıyor ve o sabah A. Umutlu bu eve bir kez daha geliyor. H. Hakkı’nın
yakalandığını “Abla”dan öğrenince de, hiçbir engelle karşılaşmadan çekip
gidiyor. Oysa herkesin bildiği üzere,
polis sıradan bir militanın evini bile bastıktan sonra bir süre orayı gözetim
altında tutar. Yani bilindik tanımlamayla orada “karakol kurar.” Ama kurmamış ya da kurmuş, ama A. Umutlu’yu
almamış. Burada iki yeni soru sorulabilir: İlki; polis bu evde neden karakol kurma ihtiyacı duymadı veya A.
Umutlu’yu neden almadı? İkincisi; bu ev
eskiden biliniyorsa, H. Hakkı neden o evden daha önce alınmadı?
Bu önemli sorulara yanıt arayalım.
Düşmanın Kim, Onu Tanıyor musun?
Peki, neden karakol kurmadı ve A. Umutlu’yu almadı? (Burada
önemle vurgulamak isterim ki; A. Umutlu hakkında “işbirlikçi” vb. yönünde bir
ithamda bulunmuyorum. Sadece sorular soruyor ve nesnel gerçekliğin bilinmesine,
konuların değişik açılardan ele alınmasına
katkıda bulunmak amacıyla durum tespiti yapmaya çalışıyorum.) Bu soruyu yanıtlayabilmek için, polisin çalışma
tarzını incelemek ve operasyonların hedeflerini bilmek gerekir. Tabi bu başlıbaşına
bir konu. Ancak şunu söylemek gerekir ki çoğu zaman polis sunduğu bilgi
kırıntıları ve bilinen geleneksel operasyon tarzlarını öne çıkararak, esas amacını ve yöntemlerini gizler.
Örgütleri ve bireyleri manipüle eder. Böylelikle operasyonların politik ve
örgütsel nedenleri gerçekte perdelenir ve bilinmez kılınır. Oysa her operasyon
sadece bir “yakalama, etkisiz hale getirme, zayıflatma” durumu değil, esas
olarak örgütü “dizayn etme, kontrol altına alma, yön verme “ vs yöntemlerle
“kabul/kontrol edilebilir düzeyde tutma”yı amaçlar. Kimin ne zaman ve nasıl
alacağı bir planlama sorunudur çoğu zaman. Dolayısıyla her an kontrol altında
olan, istediği zaman bulabileceği ve üzerinden örgüte ulaşabileceği kişileri
genellikle serbest bırakır veya gözaltına bile almaz. Düşmanın bu düşünme ve
çalışma tarzı bilinmeden, operasyonların nedenleri ve sürdürülüş biçimleri
anlaşılamaz. İşte bu nedenlerle
Enişte’nin evinin A. Umutlu nedeniyle bilinmesi, operasyonda gözaltına alınmış
olan birinin vermesi ihtimalinden çok daha yüksektir...
Bu gerçeklik ve adalet anlayışımız bize; böyle bir tabloda
takip, kontrol, denetim altında olan kişilerden çok, örgütün ve kadroların
illegalite kuralları ve çalışma tarzının sorgulanması gerektiğini gösterir. Bu
özgülde soru şudur: A. Umutlu o evi neden ve nasıl biliyor? Zorla, hileyle
gitmedi ya... İllegal bir parti kadrosu,
kaldığı eve rahatlıkla denetlenebilir legal pozisyondaki bir kişiyi neden
götürür? Yanıtlanması gereken esas soru budur. Yoksa denetimde olanı suçlu ilan
eder, hatta A. Umutlu’nun yaptığı gibi yargısız infazlara tabi tutar, etik
değerlerimizi kirletmiş oluruz. Böylelikle sorunu kendi dışımızda görür ve moda
olduğu üzere “hainler”le açıklamaya çalışırız.
Oysa bu özgülde kabahatin önemli
bölümü, ilkesizliklerimiz ve zaaflarımız nedeniyle bizdedir...
İnsan Haddini
Bilmeli; Ahlaklı ve Adaletli Olmalı…
Algül Umutlu ya bilinçli biçimde veya gerçekte düşmanı hiç
tanımayan, politik/örgütsel deneyimi olmayan biri olarak boyundan büyük işlere
kalkışmış ve birilerini “kahraman” diğer herkesi “hain” gösterme sıradanlığına
düşmüştür. Bu bakımdan da yazdığı senaryo objektif olarak düşmana hizmet eder
niteliktedir.
A. Umutlu bu kurgulamayı yaparken öylesine acemi davranmış
ki, insan şaşırıp kalıyor. Her şeyden önce, geleneğe ve geleneğin literatürüne,
kültürüne oldukça uzak olduğunu temel bazı konuları anlatırken hemen açık
ediyor. Sözgelimi H. Hakkı’yla avukatlık bürosundaki ilk tanışma kurgusu gerçek
anlamda üçüncü sınıf bir kovboy filminin senaryosu seviyesinde. Şu yazdığına
bakar mısınız: “Fazla uzatmamış birkaç ay sonra damlamıştı büroya. ‘TİKKO’cuyum
ben’ diyerek girmişti konuya. ‘Örgütüm TKP/ML adına geldim buraya. Biliyorsunuz
bir sürü arkadaşımız şu an cezaevinde, onların dava dosyaları hakkında bilgi
almak için geldim, ihtiyaçları nedir, bize ne düşer, bilmek isterim.’ “(Sf. 33)
Şimdi soruyorum; bırakalım örgütlü insanlarını, sıradan
taraftarlarını, bu partinin geleneğini bilen herhangi biri, bir kadronun
herhangi bir yerde, hele de yeni görüştüğü insanlara kendini böyle tanıttığına
denk gelmiş midir? Bu saçma anlatıya doğruluk payesi verecek ya da buna
inanacak biri var mi? Bu kadar abes, gerçek dışı bir şey olabilir mi? Bu
hareketin mensupları için böyle bir tarz mümkün mü? H. Hakkı’yı tanıyanlar,
onun böylesine gösterişçi, kaba ve kovboyvari bir kadro olmadığını da iyi
bilirler. Bu vasatlık bize, A Umutlu’nun kurguladığı senaryonun gerçekliği,
Parti’yi ve kadrolarını hangi seviyede gördüğü ve nasıl yansıtmak istediği
hakkında çok önemli fikirler vermektedir. Dahası, H. Hakkı duyarlılığı
nedeniyle ilgili kitabı alıp okuyanların aklıyla da adeta dalga geçmektedir A.
Umutlu.
Peki, buna hakkı var mı onun? Bu ahlaki bir tutum mu? Bu
vasatlık neden?
Bir yanıyla H. Hakkı yoldaşı savunuyor, yüceltiyor gibi
duruyor, ancak öte yandan onun uğruna yaşamını verdiği ideolojik, politik ve
etik değerleri ayaklar altına alarak üzerinde pervazsızca tepiniyor.
H. Hakkı’nın üyesi olduğu bir partisinin, bu partinin bir
irade ve işleyişinin olduğunu A. Umutlu’nun veya ona akıl verenlerin biliyor
olması gerekir. Dolayısıyla parti
iradesi -eksiği ve fazlasıyla- bütün süreçleri, o süreçlerdeki olayları,
kişileri ele alır, araştırır ve bir sonuca varır. Bizim yakalanma sürecimiz ve Hasan Hakkı
olayında da benzer bir süreç yaşanmıştır. A. Umutlu’nun bu süreci anlayabilmek
ve anlatabilmek için öncelikle politik yapının kollektif iradesinin
değerlendirmeleri, kararları ve o süreci yaşayanların vereceği bilgiler yerine,
düşmanın hangi yöntemlerle elde ettiği çok iyi bilinen polis fezlekelerine,
uydurulmuş rivayetlere dayanarak yeni fezlekeler yazma misyonunu yüklenmiş
olması hem düşündürücü, hem de utanç
vericidir.
Keza; bir operasyon sonrası insanlar tutuklanmış ise,
hapishanedeki “Parti iradesi”, değilse dışarıdaki irade tarafından bunun
nedenleri, niçinleri araştırılır. Yakalanan kişiler bu irade tarafından
sorgulanır ve bir karar verilir. Bu
karara uygun olarak kişilerle ilişkinin seviyesi belirlenir...
Tutuklanan arkadaşlar olarak bizler de hapishanedeki Parti
iradesine yaşadıklarımızı, tanıklıklarımızı, düşüncelerimizi anlattık. Parti
iradesi benim işkencede örgütsel ilişkilerimi vermemiş olmamı direnme, ama “boş
evi” vermiş olmamı ise “kısmi çözülme” olarak değerlendirdi. Evet, Parti iradesinin kararı böyle... Fakat
A. Umutlu bu iradeyi de yok sayarak, objektif olarak kötücül bir iradenin
yargıçlığı/cellatlığı görevini üstlenerek, haddi ve hakkı olmadan parti
tarihini ve bireyleri “hain ”ilan edip yeniden yargılamaya/infaza soyunuyor.
Bunu yaparken hiçbir değere bağlı kalmamasını, son derce keyfi ve hoyratça
davranmasını anlamakta zorlanıyor insan... Merak ediyorum, onu bu kadar şuursuz
ve kötülük mekanizmasının parçası haline getiren şey ne olabilir?
Aynı yargısız infaz mekanizmasını, yaşamını yitirmiş ve
kendini savunamayacak durumda olan Murat Sever için de işletiyor. Evet, bir
parti kadrosu olarak Murat Sever yakalanıyor ve bilgi verme düzeyinde çözülüyor.
Ama örgütlü yoldaşlarını yakalatmıyor. Oysa yakalatabileceği pek çok organik
ilişkisi, randevusu var. Kaldı ki Murat’in bu durumu o dönemde parti iradesi
tarafından ele alınmış ve Murat bunu bütün açıklığıyla anlatmış, buna göre bir
karar verilmiştir. A. Umutlu bugün hangi hakla, hukukla, yetkiyle bunu “yeniden
yargılama ”ya dönüştürme misyonu üstleniyor ve Murat Sever’i “hain” göstermeye
kalkışıyor? Bu adaletsizliğin, bu ahlaksızlığın, bu hadsizliğin bir nedeni
olmalı…
Son zamanlarda moda oldu. Yıllar önce yaşanmış, dönemin
“Parti irades”iyle ele alınmış ve
çözülmüş sorunlar/konular bazı şaibeli
odaklar tarafından servis edilen “fezlekeler ”üzerinden yeniden
tartıştırılıyor. Elbette bir süreç veya
o sürece dair konular tekrar konuşulabilir, tartışılabilir. Ancak bu bir
kollektif akılla ve dersler çıkarmak, deneyimlerden yararlanmak ve yüzleşmek
için yapılır. Bedeller ödenerek yaratılan bu değerler birilerinin kişisel
ihtirasları, siyasal ve ideolojik hesaplarının malzemesi haline getirilemez,
kötücül amaçlar için araçsallaştırılamaz…
Ne yazık ki örgütlerin parçalanmış iradesini, zayıf olan belleğini
fırsat bilerek kendini örgüt iradesi yerine koyan bazı travmatik kişilikler,
yaşadıkları utancı örgüte ve değerlere saldırarak örtmeye çalışıyor... Elbette bu başlıbaşına bir sorundur;
geçiyorum...
Utanç, Yüzleşme ve Onur...
Elbette benim kendimle olan kişisel hesaplaşmam kollektif
iradenin hakkımda aldığı “kısmi çözülme” değerlendirmesinden daha ağırdı.
Dolaylı da olsa bir operasyona ve yoldaşlarımın yakalanıp işkence görmesinde,
bir yoldaşımın öldürülmesinde payım olmuştu. Bu benim için bir utançtı ve
bununla yaşayamazdım. Bu yüzden inkara sığınmadım, mazeret üretmedim. Hiçbir
şeyi kendi dışımda görmedim. Ne vardıysa bende vardı; Utanç da, onur da bendeydi... Bu durumu aşmanın yolu, yaşadıklarımı bilince
çıkarmak ve onlarla yüzleşip mücadeleye devam etmekti. Yoldaşımız M. Zeki
Şerit’ in izinde yürüdüm. Dersler çıkararak ve kendimi yenileyerek yoluma devam
ettim, hala da ediyorum. Bugüne kadar, biri gerilla bölgesi (Artvin) olmak
üzere toplam dört kez daha tutsak düştüm. En ağır işkencelere maruz kaldım.
(Bunları bu güne kadar hic anlatmadım ve
kendimi buradan varetmeye de çalısmadım. Zira mücadele yaşamımızın dogal
süreçleridir. ) Ve hiçbirinde, bırakalım ifade vermeyi, ismimi dahi söylemedim.
İşkencelere karşı açlık grevleri yaparak
ve susma hakkımı kullanarak, hapishanelerde direnerek, yaşadığım utancı
onura, direnişe dönüştürdüm. Açıklıkla
söyleyebilirim ki; yüreğimde sızı var, ama alnımda leke yoktur. Son
yakalanmamız (1996) ve yargılandığımız
davada mahkeme heyeti Nezahat’a ve bana, “Poliste açlık grevi yapmak ve ifade
vermeme tavrı bunların örgütün
ilkelerine bağlı olduklarını göstermektedir. Kanaatimizce örgüt üyesidirler...”
gerekçesiyle 12.5 yil ceza verdi ve ceza yargıtay tarafından da onaylandı. Dava
dosyaları ve avukatlar tüm bu süreçlerin tanıklarıdır.
İnsan yanlışları, utançlarıyla hesaplaşarak ve yüzleşerek
ruhsal ve zihinsel sağlığını, etik değerlerini koruyabilir. Bu yüzleşmeyi yapamayanlar
hastalanır, çürür ve kötülük üreterek var olmayı bir yaşam biçimi haline
getirirler... Bu durum onları karanlık odakların kullanışlı aparatları olmaya
da elverişli hale getirir...
Çözülme, İhanet ve Direniş...
Biz çözülme, ihanet ve direniş kavramlarını hiçbir zaman dar
anlamda ele almadık. Devlet ve kapitalist sistemin bütün değerlerine, ideolojik
aygıtlarına ve şiddet mekanizmalarına karşı çözülmemek ve sosyalist bir yaşam
felsefesi ve mücadele bilinciyle direnmek...
İşkencehanelerde işkenceye dayanamamak ve çözülmek meşru
değil elbet, ancak insani bir zaaftır. Dolayısıyla her çözülme ihanet değildir.
İhanet, başlayan çözülme sürecinin iradi olarak sürdürülmesi, düşmana teslim
olmak ve onun safına geçmektir. Devrimci/sosyalist hareketin tarihinde her iki
durum için de zengin örnekler vardır. Sözgelimi yoldaşlarımızdan M. Zeki Şerit
bunun en bilinen örneklerdendir. İlk yakalamada çözülür. Yoldaşları ona “hain”
demez. Tam tersine, bu zaafını aşması için ona destek olurlar. O da bu utancıyla yüzleşip mücadelenin,
direnişin sembol isimlerinden biri haline gelir ve tarihe geçer. Tarihimiz
hakkında biraz bilgi sahibi olanlar bunun sayısız örneklerini de bilirler.
Öte yandan Vecdi Tapşin
ve Mehmet Altintaş isminde birileri de vardır tarihimizde. Polis
sorgusunda çözülür ve ardından düşmanin safına geçerler. Bu yüzdendir ki onlar,
tarihimizde ihanetin sembol isimleri olarak hain ilan edilir ve bilinirler.
Bizleri Vecdi Tapşin’larla, Mehmet Altintaş’larla aynılaştırmaya
çalışan bu kirli yöntemin sahipleri eger
kişilik bozuklugu yoksa başka türlü
tanimlanmayi hak ederler. Düşmanın
cephaneliğinden devşirilmiş argümanlarla tarihimizi ve değerlerimizi kirletmeye
çalışmak utanç vericidir... Bu utanca sessiz kalınamaz…
Öte yandan işkencede direnmesine rağmen, hapishanede
direnmeyen, hapishanede direnip dışarı çıktığında sisteme direnemeyen,
burjuva-feaodal toplumun değerlerine yenik düşerek sıradanlaşan, hatta sistemin
pisliklerinin üreticisi haline gelen kişilerin durumunu da kötü bir çözülme olarak
değerlendirmek gerekir. Şayet bir insan kendine devrimci/sosyalist diyor, ama
mülkiyetçi sistemin ahlaki, kültürel
değerlerini yaşamda referans alıp onun bir parçası haline geliyor ise bunun
daha kapsamlı bir çözülme olduğu söylenebilir.
Sözgelimi “Saksı Çiçeği” (Deniz Yılmaz) poliste direndi.
Elbette bu takdir edilecek, saygı duyulacak
bir tutumdu. Peki sonra nasıl yaşadı? Şimdi kitapta 40 yıl sonra
“hain”diye lanse edilmeye çalışılan “eski eşi”yle (Zafer Yılmaz) yıllarca birlikte yaşadı.
Demek ki uzun süre bir “hain”le yaşamayı
sorun görmedi...
Sonra eşi ondan ayrılmak isteyince, en olmadık yöntemlere
başvurarak ayrılmak istemedi. Bugün ayrılık nedeniyle oluşturduğu kin ve nefret
duygusuyla, onu 40 yıl sonra “hain” ilan ederek intikam almaya çalıştı/çalışıyor. Soralım;
madem “hain”di, onca yıl neden birlikte yaşadın veya onun “hain” ligini
neden gizledin? Şimdi ne oldu da “ifşa” ediyorsun? Oysa biliyoruz ki o dönem
Parti iradesi Zafer’in o operasyonda durumunu“işkence tavrı iyi, direnme”
olarak değerlendirmişti.
Bu gerçekliğiyle Deniz Yılmaz poliste direnmiş, ama yaşamda
devrimci/sosyalist değerlere yabancılaşıp çözülmüş ve sistemin değer
yargılarıyla yaşayan siradan bir
kişiliğe dönüşmüştür.
“Sevgili Kontenjanı”ndan İtibar Devşirmek...
H. Hakkı’nın uğruna yaşamını verdiği devrimci değerleri ve
parti iradesini biz yoldaşları
(zaaflarımız olsa da) olarak yaşamımız pahasına savunup pratiğe
uygulamaya çalışırken, bedel öderken, bu değerlerle ilişkisi bilinmeyen ve
sadece bir dönem H. Hakkı’nın sevgilisi olmuş (ki sonra ayrılmışlar ve bundan
ne kitapta ne de başka bir yerde hiç bahsedilmiyor) A. Umutlu diye biri çıkıyor bu tarihi
hoyratça yargılama, parti iradesinin hain demediği parti militanlarına “hain”
diyerek kendini irade yerine koyma hadsizliği ve edepsizliğinde bulunuyor.
Buradan da H. Hakkı’yı savunduğu, sahiplendiği iddiasıyla itibar devşirmeye
çalışıyor. H. Hakkı’nın uğruna yaşamını
verdiği değerleri; parti iradesinin kararları, adalet anlayışı, etik değerler,
verilen mücadele, ödenen bedeller tam bir saygısızlıkla ayaklar altına
alınıyor. Bu tutumla H. Hakkı’nın sahiplenilip yüceltilemeyeceği çok açıktır.
“H. Hakkı iyiydi, kahramandı, ama partisi, yoldaşları kötü ve haindi” retoriği
basit bir kurnazlığın, kötücüllüğün
ürünü olabilir ancak.
“Gula Sor”( 8 Mart
1982)(Sf. 193) gibi güzel bir şiire konu
olmak elbette çok hoş bir duygudur. Bunu korumak ve bununla övünmek de en doğal
hakkıdır O’nun. Ama bunu birileriyle politik, ideolojik veya kişisel
hesaplaşmanın malzemesi olarak kullanarak “sevgili kontenjanı”ndan itibar
devşirmeye ve başkalarına yönelik itibar suikastine girişmeye kalkmak olacak iş
değil... Kabul edilemez bir durumdur bu... Elbette meselenin bu yönüne girmek
istemezdim. Ama kendini buradan var etmeye ve bizi “hain” göstermeye çalışan,
en hafif deyimiyle şımarık, hadsiz ve
saygısız birinin gerçekliğinin bilinmesinin önemli olduğu kanısındayım.
Biliniyor ki “ Gula Sor” dönemi hem A. Umutlu açısından, hem
de H. Hakkı açısından kapanmış ve bir ayrılık yaşanmıştı. H. Hakkı’nın hayatında başka bir insan vardı
artık. O ayrılık döneminde H. Hakkı tarafından yazılan başka bir şiir daha
vardir. “Nasıl Oldu” (20 Aralık 1983) (Sf. 201) başlıklı bu şiir bize farklı
bir gerçekliği anlatıyor. Bu şiire konu olan “eski sevgili” kim olabilir acaba?
Öte yandan A. Umutlu bu dönemi neden saklıyor ve tüm süreçlerde
“sevgili”ymiş imajı yaratıyor?
Senin Gerçekliğin Ne?
Peki,
sen kimsin? Kendi anlatımına göre, 1982 yılında TKP/ML örgütünün illegal
yazılarını ve sadece parti üyelerine verilen “Komünist” dergisini çoğaltmak
için alıyorsun ve bu belgelerle yakalanıyorsun. 45 gün göz altında tutulduktan
sonra serbest bırakılıyorsun. (Sf: 35,36)
Bu konuda herhangi bir davanın açılıp açılmaması bir yana, sıkıyönetim
sürecini ve siyasi polisin çalışma tarzını, devrimci yapılara yönelik
operasyonlarını bilen her insan, bu anlatının pek çok soru işareti
barındırdığını bilir. Basit birkaç bildiri ile yakalanan ben “örgüt üyeliği”den
sorgulanıyor, yargılanıyor ve sonuçta 12,5 yıl hapisle cezalandırılıyorum. Aynı
dönemde H. Hakkı, devrimci faaliyetleri yüzünden işkence de katlediliyor. Ama
“Komünist” dergileriyle ve başka parti yazılarıyla yakalanan sen 45 gün sonra
serbest bırakılıyorsun...
Peki, neyin karşılığında? Ya bir anlaşma karşılığında (ki
böyle bir iddiada bulunamam), ya polisin özel bir planı dahilinde (ki bu en
güçlü olasılık) ya da devlet içinde seni koruyan çok güçlü bir „Dayı”nın olması
durumunda... En iyi ihtimalle güçlü bir „Dayı”nın etkisiyle bırakılmış ol. Peki, polis “Komünist” dergisi verilecek
kadar „güven duyulan“ bir kişiyi rahat bırakır mı? Bu dergiyi kendisine veren
kişi ya da kişileri merak edip iz sürmez mi?
Bu izleri sürüp örgüte ulaşmak için bir çalışması olmaz mı? Örgüte ulaşıp
“denetim” altında tutmaz mı? Bunun sayısız
örneklerinin bilgisi belleğimizde duruyor.
Peki, sen bir istisna olarak takip edilmemiş veya denetimde tutulmamış
olabilir misin? “Barış Derneği” gibi yasal bir kurumda yöneticilik yaptığı
iddiasıyla baro başkanının bile tutuklanıp yıllarca yargılandığı bir dönemde
“Avukatlık Ruhsatın” bir güvence olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Diğer
bütün zamanları bir yana bırakalım.
1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının temmuz ayında,
Kartal’da herkesin bildiği bir mekanda ve bazı “legal insanlar”ın katılımıyla
“nişan gecesi” yapıyorsunuz. Sen, yakalanmış, serbest bırakılmış ve takip
altında olan, her şeyi denetlenen bir kişi olarak, illegal örgütün illegal
kadrosuyla sürekli görüşüyorsun.
Onun kaldığı evlere (Enişte’nin evi) gidiyorsun, kalıyorsun.
Bunları, seni “şaibeli” ilan etmek, suçlamak için yazmıyorum, bir durum tespiti
yapıyorum. Böylesi bir durumda polis seni denetimde tutmayacak, takip
etmeyecek, öyle mi?
Sonra da „Enişte’nin evini kim verdi? “diye soru soracak ve
o evi hiç bilmeyen, hatta Enişte’yi tanımayan arkadaşları itham edecek, onları
zan altında bırakacaksın! Yapma! Bu hem polisi hiç tanımamaktır, hem doğru
değildir, hem de ahlaki ve vicdani değil.
Peki,
sen bir avukat olarak bugüne kadar H. Hakkı ve onun değerleri için ne yaptın?
Onun gözaltına alındığını öğrendin; bir avukat ve “sevgili” olarak ne yaptın?
İşkence de öldürüldü, bir avukat olarak ne yaptın? Bak, senin “hain”
dediklerinin her biri şikâyet dilekçeleri verdi. Katiller hakkında bir dava
açıldı ve tüm tehditlere, baskılara rağmen işkencecileri teşhis etti ve onların
yargılanmasını sağladı. Haydi bunlar
tehlikeli konulardı ve sen uzak durdun ya da “koşulların uygun” değildi! Bari
evine gidip geldiğin Enişte’nin perişan olan ailesine, “H. Hakkı’nın Ablası”na
destek olsaydın. Onu bile yapmamış bir insan olarak şimdi (40 yıl sonra) H.
Hakkı’yı sahiplenme iddiasıyla ortalığa çıkıp onun yoldaşlarını “hain”likle
suçlama cüretini gösteriyorsun. İnsanda biraz edep, vicdan, ölçü olur yahu...
Aslında
bu senin utancın ve travman. Zira “sevgili” olarak, avukat olarak, demokrat bir
insan olarak H. Hakkı’ya, seni evinde barındıran Enişte ve ailesine karşı
sorumluluklarını yerine getirmemiş olmanın utancı ve travmatik dışa vurumu...
Bunları
yapmadığını biliyor ve iç dünyanda kendini sorguluyorsun. Ancak kendi
gerçekliğinle yüzleşme cesaretin ve etik duruşun olmadığı için inkara
sığınıyorsun. Başkalarını suçlayarak ve saldırganlaşarak, kendini korumaya
çalışıyorsun. Senin utancın, Deniz Yılmaz’ın kin ve intikam duygusu ile bir
araya gelince, ortaya işte böylesi bir “şaheser” çıkıyor. Meselenin özü
budur...
Sonuç olarak; A. Umutlu, her insanın hataları, yanlışları,
hatta suçları olabilir. Sen kendinde olanı görmüyor olabilirsin. Senin görmeni
sağlayacak uyarılar, öneriler yapılmamış olabilir. Ama kötü şeyler yapılarak ortaya iyi şeyler
çıkarılamaz. Sen kötü bir şey yaptın. H. Hakkı’ya ve onun uğruna yaşamını feda
ettiği değerlere karşı biraz olsun saygın varsa, sürdürdüğün bu hasmane ve
gayri ahlaki tutumdan vazgeçmeni, utancınla yüzleşmeni, yaptığın yanlışların
özeleştirisini verip haksızlık ettiğin insanlardan ve yalana/ yanlışa maruz
bıraktığın okurlardan kamuoyu önünde özür dilemeni; kitabının olası yeni
baskısında bunları düzelterek kendinle yüzleşmeni, utancından kurtulmanı ve
iyileşmeni öneririm...
10 Subat 2025-Kazım Gündoğan-Zafer Yilmaz....
--------------------------------------------
Sevgili Arkadaşlar, Dostlar,
Zorunlu bir açıklama ve değerlendirme yazısına dair
çeşitli yorumlar yapıldığını, mesajlar yazıldığını gördüm. Gözümden
kaçanlar olabilir ama hepsini okudum.
Bu yorumlarda iki farklı yaklaşım dikkatimi çekti:
Birincisi, olayları, olguları ve süreçleri bütünlüklü
bir tarih bilinci, adalet, vicdan ve etik değerler çerçevesinde ele alan
yaklaşımlar. Böyle bir sorgulama çabası ve bilincin oluşması, şimdiye
kadar yazılanların ve söylenenlerin daha sağlıklı değerlendirilmesine katkı
sunacaktır diye düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, açıklamanın amacına
hizmet ettiğini söyleyebilirim.
İkincisi, yazılanları sadece olaylar ve kişiler üzerinden
değerlendiren, duygusal tepkilerle sınırlı kalan ve derinlikten yoksun
yaklaşımlar. Bu tür yaklaşımların başlı başına bir analiz konusu olduğunu
belirtmekte fayda var. Elbette bazı duygusal tepkileri anlayabiliyorum.
Örneğin, H. Hakkı gibi bir yoldaşa duyulan sevgi ve saygı, birçok kişinin
olayları sorgulamasının önüne geçiyor. Ancak bu, aklı ve sorgulamayı devre
dışı bırakan, sadece duygusal bir sahiplenmeye dayanan bir tablo ortaya
çıkarıyor. Bu durum, hakikatin üstünü örtmek isteyenlere zemin hazırlıyor.
Örneğin, ben A. Umutlu’ya, “Böyle bir kitap çalışması
yapman önemli, ama o süreci yaşayan biri olarak anlatmak isterim” diye bir
mesaj yazıyorum. Ancak kendisi bana, “İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli
okudum... Ama benim açımdan her şey çok net” diye yanıt veriyor. Olayları
değerlendirdiğim ikinci gruptaki yaklaşımlar arasında, kimse şu soruyu
sormuyor:
"Arkadaş, sen kitap yazıyorsun ama konunun asıl
muhataplarıyla görüşmüyorsun. 40 yıl sonra eline geçmiş polis fezlekesi
ve iddianameyi okuyorsun ve buradan hareketle ‘benim için her şey çok net’
diyorsun. Yani düşmanın belgelerine dayanarak ‘net’ bir görüş
oluşturuyorsun. Bu, ne objektif ne adil ne de ahlaki.”
Bu gruptakilerin neredeyse hiçbiri bu soruyu sormuyor. Ya
analiz yapma yetenekleri yok ya da yaşadıkları sosyal ve siyasal süreç
onları düşünsel olarak geriye düşürmüş. Son derece üzücü bir
tablo...
Devam edecek olursak; A. Umutlu, “Benim kitap yazmamı
istemedi” dediğinde, kimse şu basit soruyu sormuyor:
"Ya arkadaş, bak sana mesajında ‘Yıllar sonra da olsa
kitap yazman önemli’ diyen biri, nasıl olur da senin yazmana karşı
çıkabilir?”
Bu sorular sorulmadığında, ortada bir akıl tutulması ve
sığ bir bakış açısı olduğunu görmek kaçınılmaz oluyor. Ve bu durum, şu
anlama geliyor:
"Evet, ben de düşmanın iddianamelerini okuyarak
herkesi ve her şeyi yargılayabilirim, tüm sosyalist değerleri ayaklar altına
alabilir, hedef aldığım kişi ve kurumları kolayca mahkum edebilirim."
Farkinda olmadan böyle bir dejenerasyonun parcasi olmak kacinilmaz hale
geliyor.
Dahası, utanmadan “Ben aradım, konuştum” yalanını
söylüyor. Ama kimse “Peki neden bilmediğin, yaşamadığın bir konuda,
yaşayanın ve bilenin anlattıklarını değil de kendi uydurduğun şeyleri
yazıyorsun?” diye sormuyor. Ne yazık ki bu, bir duruş ve kavrayış
meselesidir...
Öte yandan, bizim gelenekle doğrudan bir bağı olmayan
sevgili H. Hayri Ateş’in mesajında dile getirdiği bakış açısının herkes
için bir düşünme vesilesi olmasını umuyorum.
„Sevgili Kazım Hocam, Açıkçası çok üzüldüm ve
inanılmaz huzursuz oldum. ‘İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum...
Ama benim açımdan çok net olaylar. Kişisel bir mesele olarak da
görmüyorum; bence bu, bir çizgi sorunu.’
Adı geçen kitabın yazarının bu sözleri karşısında
dehşete düştüğümü belirtmek isterim. Darbe dönemi savcılarının
iddianameleri ve işkence altında alınmış ifadelerden yola çıkarak böylesine
kesin bir hüküm vermesi, tek kelimeyle zalimce. İnsanlık açısından izahı
mümkün olmayan bir tutum.
Adaletli bir dünya hayali kuranların, önce kendilerinin
adil olması gerekir. Hislerimi açıkça ifade etmeliyim ki, senin
paylaşımından alıntıladığım bu sözler, düzenin savcı ve hâkimlerinin
yaklaşımını aratmayacak bir gaddarlık içeriyor. Kaldı ki düzenin hukuk
sistemi bile şeklen de olsa birkaç aşamalı bir savunma hakkı tanıyor, yerine
göre tanıklık yapma hakkı veriyor. Evet, şeklen de olsa bu bir
realite."*
Ayrıca, hayatını kişisel yenilgiler, başarısızlıklar,
savrulmalar, tutarsızlıklar, üretimsizlikler ve ahlaksızlıklarla geçiren,
dijital medya dışında hiçbir varlık gösteremeyen bazı kişiliklerin yazdığı
mesajlara yanıt vermeyi anlamlı bulmuyorum.
Arkadaşlar, bu konuda hiçbir şey yazmayarak suskun
kalabilirdim. Ancak başta kendimle ilgili olmak üzere hakikatin bilinmesi ve
tarihe not düşülmesi gerektiğini düşündüğüm için yazdım; görevimi
yaptım. Bu, benim kişisel meselem değil. Bu geleneğin sürdürücüsü
iddiasında olan politik organizasyonlar var. Konunun asıl muhatabı onlardır ve
bir açıklama yapma sorumluluğunu taşımaları gerekirdi. Bu da ayrı bir
konu...
Bir de değinmeden geçemeyeceğim: “Sevgili kontenjanı”
ifadesi üzerinden cinsiyetçi bir söylemde bulunduğum iddia ediliyor. Hayır,
arkadaşlar. Bu, zorlama ve biçimsel bir yorumdur. Bu konudaki hassasiyetimi
bilen bilir.
40 yıl boyunca hiçbir şey yapmamış biri, sırf birilerinin
gerçek yüzünü göstermek, onlarla hesaplasmak ( ne adina, kim adina
yapiyorsa artik) adına kitap yazıyorsa ve H. Hakkı’yı övmeye çalışırken onun
değerlerini ve yoldaşlarını değersizleştirmeye uğraşıyorsa, her türlü
iftira ve yalanla düşmanın paslı silahlarını kullanıyorsa, bu kişi kim
olursa olsun sahtekârdır, ahlaksizdir. Kadın veya erkek fark etmez...
Arkadaşlar, 40 yıl sonra kendimi işkencecilerin elinde
tekrar kıyıma uğramış gibi hissettim. Düşmanın elindeki elektrik
manyetosuyla yaptığı işkenceyi anlıyorum elbet. Ama 40 yıl sonra, kendine
devrimci diyen birinin yalan ve iftiralarla bize yaptığı işkenceyi anlamakta
zorlanıyorum. Bunun bir nedeni olmalı… Bunu yapan kişi ya hasta ya da birileri
tarafından kullanılıyor olmalı. Baska bir aciklamasini göremedim.
Son olarak, ben A. Umutlu ile kişisel bir hesaplaşma
yapmak yerine tarihe bir not düşmek istedim. Yazıda tek hata, bir yerde
geçen “1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının Temmuz ayında, ...”
parantez icinde kullandigim bu bilgidir. Bundan dolayı okurlardan özür
dilerim.
Gerisi, Tarih Bilinci, Adalet, Vicdan, Hakikat, Yüzleşme,
Utanç ve Onur kavramlarını duygu ve düşünce dünyasında taşıyanlara
kalmıştır…
25.02.2025
Kazim Gündogan