13 Şubat 2025 Perşembe

Utanç, Yüzleşme, Onur ve Algül Umutlu__Zorunlu/Gerekli Bir Açıklama/Değerlendirme:10 Subat 2025-Kazım Gündoğan-Zafer Yilmaz


Bu Uzun Metin Radikal Siyasal Mücadele Sürecinde Yaşananlar/Yaşadıklarım Hakkındadır. Sayfa Arkadaşlarımın Bir Kısmını Doğrudan  Ilgilendirmedigini Biliyorum. Bu Nedenle Onlardan Özür Dileyerek  Paylaşıyorum.

Yoldaşım/Dostum Zafer Yilmaz Ile Birlikte Bizi Hedefe Koyarak Yargısız Infaza Tabi Tutan  Karanlık Akıla Karşı Kişisel/Siyasal Tarihimize Bir Not, Kollektif  Siyasal Bellegimize Bir Işık Birakmak İstedik...

 

 Utanç, Yüzleşme, Onur ve Algül Umutlu 

 

Politik yaşamım boyunca düşünmeye, sorgulamaya ve özellikle yazmaya önem verdim. Her insan mutlaka yazmalı yaşadıklarını, tanıklıklarını ve düşündüklerini. Bunu hem bireyin düşünsel gelişimine hem de toplumsal/siyasal belleğin oluşmasına katkı bakımından çok değerli bulurum. Beni bilenler bilir; her yerde ve her  koşulda yazmaya çalıştım ve ilişkide bulunduğum her insanı yazmaya teşvik ettim. Bildiğim, tanıdığım birinin bir yazısı, makalesi, kitabı veya bir eseri hemen ilgimi çeker, bakarım. Özellikle kadın arkadaşların yazdıklarını daha da önemserim.

 

Son yıllarda çok değişik çevrelerden olduğu gibi, benim de içinden geldiğim „Kaypakkaya geleneği“nden bazı arkadaşlar kitaplar yazdılar. İyi ki yazıyorlar. Bazılarının içeriğine katılmasam da, yaşadıkları dönemi kendilerince belgelemelerinin önemli olduğunu düşünürüm.  Ancak önemli gördüğüm her şeyin aynı zamanda değerli olduğunu söyleyemem.

 

Bir yazı, makale, kitap veya başka bir eseri değerli kılan temel bazı kriterler vardır. Bunlar; seçilen konu, konunun araştırılması, onu oluşturan/oluşturacak olan verilerin toplanması; toplanan verilerin analitik tarzda incelenerek rafine hale getirilip teyit edilmesi; verileri ortaya çıkaran zaman ve mekan diyalektiğinin doğru kurulması, dili, üslubu... Elbette yazım ve basım sürecindeki teknik nitelik, amaç ve hedefin doğru belirlenmesi gibi konular da önemlidir. Ama çok daha önemlisi, yazarının bilimsel bir yönteme, etik değerlere ve dolayısıyla hakikate sadakatidir.

 

Yazılanlara bu görüş açısıyla bakıldığında, bazılarının bu kriterleri dikkate almadığını ya da bunlara yakın olmadığını üzülerek görüyoruz. Bazı kişilerde yaşadıkları yenilgi sürecinin travmalarıyla yüzleşmek yerine, sürekli bir “suçlu” arayışı veya bütün suçları bir „hain“bulup ona yüklemek, kendini merkeze yerleştirip rolünü abartmak ya da ilgili süreçteki  kendi sorumluluğunu görünmez kılıp “suç”lardan arınmak/”yük”lerden kurtulmak çabası çok belirgin olarak ön plana çıkmaktadır. Devrimci/sosyalist yapıların yenilgi süreci ve sonrasına ait yaşanmışlıkları kollektif bir iradeyle değerlendirip ortak bir hafızaya dönüştürememiş olması kuşkusuz ki başlı başına bir sorundur. Bu boşluktan-zaaftan yararlanıp son derece keyfi ve hiç de etik olmayan yöntemlerle “tarih yazma ”ya soyunmak ise özellikle incelenmesi gereken bir konudur.

Kendi tarihlerine kinle, öfkeyle, nefretle bakanların ve bir tarihsel dönemden intikam almak için yola çıkanların, kişisel hesaplaşma amaçlı yazanların hiçbir fikri ve vicdani duruşu, değeri olmaz! Bu yola başvuranların genellikle kendisiyle yüzleşmeyi başaramadıkları kimi utançları ya da travmaları vardır. Kendisinin de içinde olduğu bir süreci anlatmaya, yazmaya, eleştirmeye çalışan bir insanın uyması gereken ilk ahlaki kural, hiçbir yanılsamaya düşmeden, yapay kurgulara sığınmadan, işe öncelikle kendi gerçekliğinden başlaması olmalıdır. Gerçeğe, etik kurallara sadakatle önce kendini, sonra başkalarını anlatmalı insan...

 

 Denilebilir ki, gerek kişisel, gerekse toplumsal bakımdan yenilgi yaşamış her birey değişik oranlarda travmalıdır. Travmalı bireylerin en belirgin özelliği ise, parçalanmış ve yaralı bir duygu ve zihin dünyasına sahip olmalarıdır. Bu parçalanmışlık durumu olayların, olguların bütünlüklü ve sistematik olarak hissedilememesine, sağlıklı değerlendirilmemesine yol açar. Travmalı ve yüzleşmeyi başaramamış kişiler genellikle parçada düşünür, anlık duygularla hareket eder ve zamanla gerçeklikten kopup kendini aklama adına kurgusal bir “var oluş stratejisi” geliştirir.  “Gerçekliğin ölümü”ne doğru atılmış çok riskli bir ilk adımdır bu aslında. Travmalı bireylerin en büyük korkusu, gerçeklerle yüzleşmektir. Bu nedenledir ki onlar için en güvenilir ve korunaklı yer tam da gerçeğin inkârı olmaktadır. Değindiğim gibi, inkara sığınarak gerçekleri yok sayanlarda travmalarına neden olan sürecin/sorunların, olayların bütünlüklü nedenlerini genellikle kendi dışında arama eğilimi çok güçlüdür.  Bu yüzden de, kendileri hariç, herkese kontrolsüzce saldırabilir onlar. Oysa gerçeklikle yüzleşebilseler kendilerini daha iyi tanıyabilir, daha sağlıklı analizler yapar ve ayakları yere basan sahici anlatılarda bulunabilirler. İnkarın yarattığı kendiyle barışık olmama hali kin, öfke, nefret gibi kötücül duygulardan arınamamaya ve dolayısıyla iyileşememeye neden olur. Travmaya neden olan “yenilgi” durumu, gerçekle yüzleşememe hali kişiler açısından bir “utanç” kaynağıdır aynı zamanda. Utanç duygusundan kurtulmak kolay değil elbet. Fakat yüzleşme bilinci ve olgulara her koşulda onurlu bir yaşam felsefesiyle yaklaşılması halinde bu olanaklıdır. Ancak bu halde utanç onura dönüştürebilir...

 

Bu görüş açısıyla etrafa bakıldığında bireylerin, toplumların, örgütlerin ve devletlerin inkar politikalarının temelinde utancın travması ve yüzleşememe olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Esas konumuza gelirsek; yakın zamanda Algül Umutlu tarafından “Kaypakkaya Geleneği“inden yoldaşımız Hasan Hakkı Erdoğan’la   kisa bir süre yasanmis “duygusal ilişki”sinden hareketle, O’nun yakalanmasını ve  işkencede öldürülmesini anlatma iddiasıyla  “Hoşça Kal Abla“ isimli bir kitap yazıldı. Kitap yazılmadan önce dijital medyada tartışmaların yapıldığını dostlarımdan öğrenmiştim. Bu tartışmaların bir kısmına bakabildim.  Ancak kitabı okumadan bir değerlendirme yapmanın doğru ve etik olmadığını düşündüğüm için yazmadım. Nihayet gecikmeli olarak kitabı edindim ve okudum. (Okuduktan sonra anlamakta zorlandığım konulardan biri de,  Kaypakkaya geleneğini  bildiğini düşündüğüm, hatta hapishanelerde tutulmuş, işkence görmüş, politik bir duruşu olduğunu bildiğim bazı kişilerin dijital medyada A. Umutlu ’ya övgüler dizmeleri  oldu. Buna şaşırmadım desem doğru olmaz...)

Kitaba dair görüşlerimi yazmanın bir gereklilik hatta zorunluluk olduğunu düşündüm. Zira kitaba konu olan tarihsel dönemin ve yaşanan olayların doğrudan öznelerinden biriydim.  Şayet A. Umutlu kitabı  yazarken o dönemin doğrudan tanıklarını dinleyip bunu göz önünde bulundursaydı, belki de hem bu yazıya ihtiyaç kalmayacak hem de doğru ve ahlaki değerlere uygun bir süreç anlatımı olacaktı. Tabi amaç buysa! Ne yazık ki A. Umutlu bundan kaçınmış ve kendince başka bir amaç belirlemiş. Bir tanıtım toplantısında, “Aslında yazma diye bir şeyim yoktu. Çözülmüş insanların direnmiş havası ve elinde sopalarla gezmeleri beni rahatsız etti ...” ( Ege 78’liler Sanat ve Edebiyat Grubu dijital medya paylaşımından)   diyerek kitabın esas yazılış nedenin H. Hakkı’yı anlatmak değil,  O’nu kullanarak birileriyle hesaplaşmak olduğunu açıkça  görüyoruz.  Peki bu hesaplasma kim adina yapiliyor? A. Umutlu ile yasadigimiz kisisel bir sorun yok. Ben hic tanismis degilim. Zafer ile benim ; ikimizin ortak yani bu gelenegin degerleriyle yasamaya calisan, düsün alaninda degisik mevzilerde üretimlerde bulunan ve kamuoyu tarafindan bilinen  insanlar olmamiz.  O’nun ve onu yönlendirenlerin derdinin bu oldugunu düsünüyorum.  Yoksa 40 yil sonra ve hic bir kisisel sorunumuz olmayan bir insanin nasil bir derdi olabilir ki?  Bu nedenle de H. Hakki Erdoğan’ı överken, onun uğruna mücadele ettiği ahlak, vicdan, adalet gibi temel pek çok sosyalist değeri düpedüz ayaklar altına alıyor. Bir yandan H. Hakkı’yı övüp oradan itibar devşirmeye çalışırken, diğer yandan işkenceci polislerin fezlekesi ve sıkıyönetim savcılarının iddianamelerinden devşirdiği, hatta oralarda bile olmayan uydurma bilgilerle hedefe koyduğu “kendisini rahatsız  eden kişiler”e yönelik yargısız infaz ve itibar suikastine soyunuyor  olmasinin baska bir izahati var midir?

Yıllarca devrimcilerin  yargılandığı mahkemelerde Avukatlarımız savunmalarını  “ işkence altında alınmış ifadeler/fezlekelere dayanarak hazırlanan iddianameler hukuki bir dayanak olarak gösterilemez  ve bunlarla bir yargılama yapılamaz, bu ifadeleri meşru kabul etmiyoruz”  görüşü üzerinden kurarlardı. Oysa A. Umutlu gibi bazı “Avukat”lar şimdi  polis fezlekelerini meşrulaştırma yoluna giderek, onları  kendi “yeni fezleke”lerine dayanak yaparak, devrimcileri yargılamak için kullanıyor. Bu ne utanç verici bir durum...  (Bu arada yıllarca devrimcilerin avukatlığını yapmış ve sürecleri bilen Avukatlarin bu utanç verici durum karşısındaki tavrını da merak ediyorum…)

 

Şayet niyeti bir yargısız infaz ve itibar suikastı olmayıp o süreci objektif anlatma ve  tarihe rafine edilmiş bir bellek bırakma, sosyalist değerleri, Kaypakkaya geleneğinin değerlerini sahiplenme, koruma ve yanlışları objektif anlatma kaygısı  olsaydı; polis fezlekelerine itibar etmez ve oradan  beslenmezdi.   Bu kitabın yazımına dair girişimini öğrendiğimde kendisine katkı yapabileceğim  düsüncesiyle  yazdığım ve yanıtını aldığım şu mesaja uygun bir yol izlerdi.

 

Ben: “ Sevgili Algül Yasemin, H. Hakki Erdoğan hakkında yazdıklarınızı okudum. Yıllar sonra da olsa yazmanız anlamlı...  O sürecin tanığı, (belki sanığı) olarak yazdıklarınızı tartışmalı ve sorunlu buldum... O operasyonda gözaltına alınan ilk kişi benim.

Hasan Hakkı’nın yakalanması, işkence ile katledilmesi sürecini benden dinlemek ve öğrenmek isterseniz haberleşelim...                                                                                                                                                   Tel:   ....                                                                                                                                                                           Esenlik dilerim.                                                                                                                                                       Kazım Gündoğan “

 

Yanıt: “Sizin olduğunuzu biliyorum, iddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum. Yeni geçti elime. Canlı tanıkları da var olayın, onlar da yazıyorlar kendi sayfalarında. Yarın Türkiye’ye gidiyorum, dönüşte kitaplaştıracağım dosyayı. O zaman konuşsak daha iyi. Ama benim açımdan çok net olaylar. Kişisel bir olay olarak da görmüyorum; sorun çizgi sorunu bence.

Görüşmek üzere, iyi akşamlar”

 

Ben: “Yazmanız iyi fikir... Sürecin muhataplarından biri olarak konuşmak isterim elbet. Deniz Yılmaz yazmış ama kişisel öfkeyle... Dönüşte aramanızı beklerim. İyi yolculuklar.”

Yanıt: “Elbette konuşuruz daha sonra, teşekkür.”  (1 Ekim 2021 )

 

Algül Umutlu bu yazışmamızdan sonra ne aradı, ne de yazdı. 2024 yılında söz konusu kitap çıktı. Görüyoruz ki kitapta Kaypakkaya geleneğinin bir sürecini yargılamaya, bir kaç arkadaşı hedefe koyarak ve H. Hakkı öyküsünü kullanarak “H. Hakkı iyidir ama yoldaşları haindir,  örgütü kötüdür” kurgusuyla özellikle hedefe koyduğu kişiler hakkında bir algı yaratmaya  karar vermiş. Bunu da yalan söyleyerek, şaibe yaratarak ve gerçekleri çarpıtarak yapmış. Oysa tarafsız ve objektif bir bakış açısıyla  böyle önemli bir konuyu yazmaya soyunan bir insan “ilgili tarafları” dinler, nesnel verileri toplar ve ona göre yazardı. Elbette yorumları farklı olabilir. Ancak somut verileri çarpıtıyorsanız veya yok sayıyorsanız ya da olmayan şeyleri varmış gibi gösteriyorsanız, burada çok ciddi bir ahlaki sorun ve kötücül bir niyet var demektir. Peki, dava dosyasını bile kırk yıl sonra ancak okuyabildiğini söyleyen ve kendine “demokrat, devrimci “diyen  bir insan bunu neden yapar?

Kanaatimce yüzleşemediği gerçekler ve yaşadığı utanç vardır. Veya başka bir kişilik problemi ya da kişisel-öznel bir derdi/hesabı vardır.

 

Önce Gerçeğin Bilgisi...

 

12 Eylül askeri faşist darbesi nedeniyle toplumsal muhalefetin bastırıldığı, devrimci örgütlerin ciddi darbeler aldığı, çoğunun dağıtılıp neredeyse örgüt olma vasfını dahi yitirdiği koşullarda yaşıyorduk.  Bir militanı olmaktan onur duyduğum “Partimiz” de ciddi darbeler almıştı. Buna rağmen merkezi yapısını korumaya çalışan ve gerilla mücadelesiyle faşizme karşı mücadelesini kesintisiz sürdüren devrimci örgütlerden biriydi. Ancak çok kan kaybettiği için pek çok zaafı ve açmazı da bünyesinde barındırıyordu. Bizler de bu yapıyı ayakta tutmaya çalışan; geleneğimize ve değerlerimize bağlı genç, deneyimsiz ama kararlı ve cüretkâr militanlardık. Özellikle de şehirlerde neredeyse yılda birkaç operasyona birden uğruyor, ama direniş hattını terk etmiyorduk...

 

Nitekim kaçınılmaz hale gelen operasyonlardan biz de payımıza düşeni almıştık.

 

Yukarıda Yasemin Algül’e gönderdiğim mesajda da belirttiğim üzere, söz konusu operasyonda çantamda bildirilerle ilk yakalanan kişi bendim, bu doğru. Henüz 21 yaşında genç ve deneyimsiz bir militandım. Ağır işkencelere karşı kendimce bir direniş hattı örmeye çalıştım. Hiçbir yoldaşımı yakalatmamaya, örgütüm hakkında bilgi vermemeye kararlıydım. Düşmana verdiğim tek ifade, “Ben işçiyim ve bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum, örgütle ilişkim yok“ şeklindeydi. Bunun üzerine durum, “madem böyle, nerede kaldığını söyle sana inanalım “yönlü bir baskılanmaya dönüşünce, ben de “daha önce konfeksiyondan tanıdığım bir arkadaşımla Kavacık’ta bir evde kalıyordum. Ancak oradan ayrıldım. Şimdi sağda solda, arada akrabalarımda kalıyorum“ yönünde bir ifade oluşturdum. Kavacık’taki evi (kitapta geçtiği haliyle Saksı Çiçeği, eşi ve Ankaralı’nin kaldığı ev. Bu evi onlara ben bulmuştum. Ben de Kavacık’ta bu evden birkaç sokak ötede bir öğrenci arkadaşımla kalıyordum. Yani gerçekte kaldığım evi ve arkadaşımı vermedim…  Komite sorumlumuz ‘Ankaralı’ nın çözülmesine ve negatif telkinlerine rağmen, komite üyelerini, alt örgütsel ilişkileri ve kitle bağlarını vermedim... Üzerimde çıkan bir adresten, politik olmayan bir iş arkadaşım evinden alınmış ve siyasi şubeden serbest bırakılmıştı.) vermemin nedeni, oradaki yoldaşlarımın bir süre önce başka bir eve taşındığını ve bu  evin artık boş olduğunu bilmemdi. Yani boşaltılmış evi  vererek, kendimce planladığım bir direniş çizgisini sürdürecek ve polisin amacını boşa çıkaracaktım...

Ne yazık ki süreç böyle ilerlemedi. Polis “boş ev“e giderek oradan ev eşyalarını taşıyan kamyonun şoförüne ulaşıyor ve devamında da arkadaşların  taşındıkları  Kozyatağı tarafındaki yeni evi tespit ediyor. Bu evde kalan arkadaşlar (Deniz, Zafer, Hamdi) göz altına alınıyor.  Bu arkadaşlardan biri olan “Ankaralı“(Hamdi) sorguda çözülerek H. Hakkı’nın randevusunu veriyor ve  H. Hakkı böyle yakalanıyor...

 

Durum bu kadar açık olduğu ve bunu o evde yakalanan her üç arkadaş da (Deniz Yılmaz, Zafer Yılmaz, Hamdi Eroğlu,) bildiği halde, A. Umutlu gerçeğin bu bilgisini dahi  çarpıtarak, sanki taşındıkları yeni evi ben biliyormuşum ve iradi olarak polise verdiğim yönünde  bir anlatıma başvuruyor.  “Saksı Çiçeği”nin (Deniz Yılmaz) kurgusal anlatımlarına dayandırarak veya ondan yansıtıp beni kastederek, “O anda anlar;  onun kendilerini veren kişi olduğunu?“... “Demek ki evi veren sendin ha, artist kılıklı, der kendi içinden.“ (Sf:51)  Başka bir yerde de, “Sen değil misin evimin adresini polislere verip, örgüte yönelik bu operasyonun başlatılmasına sebep olan...“ (Sf: 52)  Yine devamında beni kastederek,  “Evini vereni bulmuştu da, …“ diyor. (Sf. 53)

Bu yöndeki anlatımların birinde de şöyle yazıyor: “Kendisine devrimciyim diyen birisi gözaltına alınır alınmaz, evlerinde kalmadığı halde‚ ben bu evde kalıyorum der mi?“ (Sf.187) deyip  gerçeği defaten çarpıtiyor ve açiktan yalan söylüyor.

A. Umutlu sadece Kozyatağı’ndaki evin bulunması ve bana dair çarpıtmalar ve şaibelerle yetinmiyor. Aynı yöntemi H. Hakkı’nın kaldığı Esenler‘deki evin -Enişte’nin evi- deşifre olmasıyla ilgili anlatılarında da sürdürüyor ve yine düpedüz hileli yöntemlere ve yalanlara başvuruyor. Kırk yıl sonra herkesin her şeyi unuttuğunu sanıyor olmalı ki burada da esas olarak Zafer’i, ama dolaylı olarak da beni kastederek kurgu yapmaktan geri durmuyor. Bir yanıyla „evi kimse bilmiyordu“ derken, öte yandan Enişte’ye  şunu söyletiyor:  “Ama sen yakalandıktan sonra -H. Hakkı’yı kastediyor Bn.- 48 saat bile geçmeden aradan, polis nereden buldu beni?“ (Sf. 74)  Devamla “Eski mahalledeki konu komşu, evi taşıyan kamyoncu derken bulmuşlar yeni adresi“ (Sf.75) diyerek lafı dolandırıyor. Sonra da esas hedefe koyduğu Zafer’i kastederek “İçlerinde sana en yakın olanı, hem de en çok güvendiğin birisi“  diyerek  ortamı kirletmeye, gerçekleri karartmaya  devam ediyor.

 

H. Hakkı’ya da şunu söyletiyor A. Umutlu: “Gözaltına alındığımdan itibaren hep nerede oturduğumu sorup duruyordunuz bana. Baktınız benden bir cevap alamadınız, benimle birlikte alınanlara yüklendiniz bu defa. Normal şartlarda onlardan da bir sonuç çıkması mümkün değildi aslında. Kimse bilmez ki benim oturduğum evi. Ama içlerinden birisi adresi bilmese de tahmin etti demek ki Eniste’nin yanında kalıyor olabileceğimi. Zaten bir kere telaffuz edildikten sonra Enişte’nin adı, gerek yok ki açık adres vermeye!”(Sf. 91)

Burada da “... hem de en çok güvendiğin birisi” diyerek Zafer’i ama “içlerinden birisi”, diyerek operasyonda göz altına alınan diğer arkadaşları zan altında bırakma çabasını sürdürüyor. Anlaşılacağı gibi, “kurgu yapıyorum” yalanının ardına saklanarak, H. Hakkı’nın yoldaşlarını onun ağzından suçlamak için adeta her yola baş vuruyor. Belirtelim ki, onca yargılama süreci de dahil, bu” evin semtinin polise verilme”si iddiası bu güne kadar hiç gündeme gelmemiştir ve pek çok mesnetsiz iddia gibi bu iddia da ilk kez bu kitapta yer almıştır.

 

Varsayalım A. Umutlu bu ev ile ilgili gerçeği bilmiyor, ama öğrenmek istiyordu. Peki, neden o sürecin esas muhataplarıyla görüşüp kuşkularını onlara anlatma ve görüşlerini alma ihtiyacı duymadı? Eğer bir insanın süreci veya durumu objektif anlatma iddiası varsa, ilk yapması gereken şey;  o süreçteki bütün bileşenlerin bilgisi/görüsüne, tanıklığına ve belgelerine başvurmak olmalıydı. Bundan ısrarla kaçınmış olmasının nedeni ne olabilir acaba?

 

Tüm bu süreçlerin öznelerinden biri ve onlarca polis operasyonunu doğrudan ya da dolaylı yaşayan/bilen biri olarak şu soruyu sorup, birlikte yanıt arayalım: H. Hakkı yakalandıktan iki gün sonra polis Enişte’nin evini nasıl öğrenmiş olabilir?

Birincisi; daha önce kaldığı ev biliniyorsa, gerek o mahalleden sürdürülecek bir iz, gerekse çalıştığı yer bilindiği için iz takip edilerek Esenler ’deki ev bulunabilir.  Teorik olarak bu mümkün. Ancak buna dair elimizde somut bir bilgi yok.

İkincisi; Esenler ’deki evi Enişte ’ye bulanlar bir açık vermiş olabilir. Buna dair de elimizde bir veri yok.

Üçüncüsü ve en önemli olasılık, “ağır ceza avukatı” olarak bir iki önemli davaya bakan ve dahası, Komünist dergisi bulundurmak/çoğaltmak iddiasıyla gözaltına alınıp serbest bırakılarak denetim altında tutulan, takip edilen A.  Umutlu (“birkaç aydır gelip gidiyordu evlerine, ...”) (Sf; 76) üzerinden bu ev biliniyor olabilir.  Düşünün ki, H. Hakkı sorgudayken gecenin bir saatinde ve “hiç kimsenin bilmediği” bir ev basılıyor, Enişte gözaltına alınıyor ve o sabah A. Umutlu bu eve bir kez daha geliyor. H. Hakkı’nın yakalandığını “Abla”dan öğrenince de, hiçbir engelle karşılaşmadan çekip gidiyor.  Oysa herkesin bildiği üzere, polis sıradan bir militanın evini bile bastıktan sonra bir süre orayı gözetim altında tutar. Yani bilindik tanımlamayla orada “karakol kurar.”  Ama kurmamış ya da kurmuş, ama A. Umutlu’yu almamış. Burada iki yeni soru sorulabilir: İlki; polis bu evde neden  karakol kurma ihtiyacı duymadı veya A. Umutlu’yu neden  almadı? İkincisi; bu ev eskiden biliniyorsa, H. Hakkı neden o evden daha önce alınmadı?

Bu önemli sorulara yanıt arayalım.

 

Düşmanın Kim, Onu Tanıyor musun?

 

Peki, neden karakol kurmadı ve A. Umutlu’yu almadı? (Burada önemle vurgulamak isterim ki; A. Umutlu hakkında “işbirlikçi” vb. yönünde bir ithamda bulunmuyorum. Sadece sorular soruyor ve nesnel gerçekliğin bilinmesine, konuların değişik açılardan ele alınmasına  katkıda bulunmak amacıyla durum tespiti yapmaya çalışıyorum.)  Bu soruyu yanıtlayabilmek için, polisin çalışma tarzını incelemek ve operasyonların hedeflerini bilmek gerekir. Tabi bu başlıbaşına bir konu. Ancak şunu söylemek gerekir ki çoğu zaman polis sunduğu bilgi kırıntıları ve bilinen geleneksel operasyon tarzlarını öne çıkararak,  esas amacını ve yöntemlerini gizler. Örgütleri ve bireyleri manipüle eder. Böylelikle operasyonların politik ve örgütsel nedenleri gerçekte perdelenir ve bilinmez kılınır. Oysa her operasyon sadece bir “yakalama, etkisiz hale getirme, zayıflatma” durumu değil, esas olarak örgütü “dizayn etme, kontrol altına alma, yön verme “ vs yöntemlerle “kabul/kontrol edilebilir düzeyde tutma”yı amaçlar. Kimin ne zaman ve nasıl alacağı bir planlama sorunudur çoğu zaman. Dolayısıyla her an kontrol altında olan, istediği zaman bulabileceği ve üzerinden örgüte ulaşabileceği kişileri genellikle serbest bırakır veya gözaltına bile almaz. Düşmanın bu düşünme ve çalışma tarzı bilinmeden, operasyonların nedenleri ve sürdürülüş biçimleri anlaşılamaz.  İşte bu nedenlerle Enişte’nin evinin A. Umutlu nedeniyle bilinmesi, operasyonda gözaltına alınmış olan birinin vermesi ihtimalinden çok daha yüksektir...

 

Bu gerçeklik ve adalet anlayışımız bize; böyle bir tabloda takip, kontrol, denetim altında olan kişilerden çok, örgütün ve kadroların illegalite kuralları ve çalışma tarzının sorgulanması gerektiğini gösterir. Bu özgülde soru şudur: A. Umutlu o evi neden ve nasıl biliyor? Zorla, hileyle gitmedi ya...  İllegal bir parti kadrosu, kaldığı eve rahatlıkla denetlenebilir legal pozisyondaki bir kişiyi neden götürür? Yanıtlanması gereken esas soru budur. Yoksa denetimde olanı suçlu ilan eder, hatta A. Umutlu’nun yaptığı gibi yargısız infazlara tabi tutar, etik değerlerimizi kirletmiş oluruz. Böylelikle sorunu kendi dışımızda görür ve moda olduğu üzere “hainler”le açıklamaya çalışırız.  Oysa bu özgülde  kabahatin önemli bölümü, ilkesizliklerimiz ve zaaflarımız nedeniyle bizdedir...

 

 İnsan Haddini Bilmeli; Ahlaklı ve Adaletli Olmalı…

 

Algül Umutlu ya bilinçli biçimde veya gerçekte düşmanı hiç tanımayan, politik/örgütsel deneyimi olmayan biri olarak boyundan büyük işlere kalkışmış ve birilerini “kahraman” diğer herkesi “hain” gösterme sıradanlığına düşmüştür. Bu bakımdan da yazdığı senaryo objektif olarak düşmana hizmet eder niteliktedir.

A. Umutlu bu kurgulamayı yaparken öylesine acemi davranmış ki, insan şaşırıp kalıyor. Her şeyden önce, geleneğe ve geleneğin literatürüne, kültürüne oldukça uzak olduğunu temel bazı konuları anlatırken hemen açık ediyor. Sözgelimi H. Hakkı’yla avukatlık bürosundaki ilk tanışma kurgusu gerçek anlamda üçüncü sınıf bir kovboy filminin senaryosu seviyesinde. Şu yazdığına bakar mısınız: “Fazla uzatmamış birkaç ay sonra damlamıştı büroya. ‘TİKKO’cuyum ben’ diyerek girmişti konuya. ‘Örgütüm TKP/ML adına geldim buraya. Biliyorsunuz bir sürü arkadaşımız şu an cezaevinde, onların dava dosyaları hakkında bilgi almak için geldim, ihtiyaçları nedir, bize ne düşer, bilmek isterim.’ “(Sf. 33)

 

Şimdi soruyorum; bırakalım örgütlü insanlarını, sıradan taraftarlarını, bu partinin geleneğini bilen herhangi biri, bir kadronun herhangi bir yerde, hele de yeni görüştüğü insanlara kendini böyle tanıttığına denk gelmiş midir? Bu saçma anlatıya doğruluk payesi verecek ya da buna inanacak biri var mi? Bu kadar abes, gerçek dışı bir şey olabilir mi? Bu hareketin mensupları için böyle bir tarz mümkün mü? H. Hakkı’yı tanıyanlar, onun böylesine gösterişçi, kaba ve kovboyvari bir kadro olmadığını da iyi bilirler. Bu vasatlık bize, A Umutlu’nun kurguladığı senaryonun gerçekliği, Parti’yi ve kadrolarını hangi seviyede gördüğü ve nasıl yansıtmak istediği hakkında çok önemli fikirler vermektedir. Dahası, H. Hakkı duyarlılığı nedeniyle ilgili kitabı alıp okuyanların aklıyla da adeta dalga geçmektedir A. Umutlu.

 

Peki, buna hakkı var mı onun? Bu ahlaki bir tutum mu? Bu vasatlık neden?

Bir yanıyla H. Hakkı yoldaşı savunuyor, yüceltiyor gibi duruyor, ancak öte yandan onun uğruna yaşamını verdiği ideolojik, politik ve etik değerleri ayaklar altına alarak üzerinde pervazsızca tepiniyor.

H. Hakkı’nın üyesi olduğu bir partisinin, bu partinin bir irade ve işleyişinin olduğunu A. Umutlu’nun veya ona akıl verenlerin biliyor olması gerekir.  Dolayısıyla parti iradesi -eksiği ve fazlasıyla- bütün süreçleri, o süreçlerdeki olayları, kişileri ele alır, araştırır ve bir sonuca varır.  Bizim yakalanma sürecimiz ve Hasan Hakkı olayında da benzer bir süreç yaşanmıştır. A. Umutlu’nun bu süreci anlayabilmek ve anlatabilmek için öncelikle politik yapının kollektif iradesinin değerlendirmeleri, kararları ve o süreci yaşayanların vereceği bilgiler yerine, düşmanın hangi yöntemlerle elde ettiği çok iyi bilinen polis fezlekelerine, uydurulmuş rivayetlere dayanarak yeni fezlekeler yazma misyonunu yüklenmiş olması hem düşündürücü, hem de  utanç vericidir.

 

Keza; bir operasyon sonrası insanlar tutuklanmış ise, hapishanedeki “Parti iradesi”, değilse dışarıdaki irade tarafından bunun nedenleri, niçinleri araştırılır. Yakalanan kişiler bu irade tarafından sorgulanır ve bir karar verilir.  Bu karara uygun olarak kişilerle ilişkinin seviyesi belirlenir...

 

Tutuklanan arkadaşlar olarak bizler de hapishanedeki Parti iradesine yaşadıklarımızı, tanıklıklarımızı, düşüncelerimizi anlattık. Parti iradesi benim işkencede örgütsel ilişkilerimi vermemiş olmamı direnme, ama “boş evi” vermiş olmamı ise “kısmi çözülme” olarak değerlendirdi.  Evet, Parti iradesinin kararı böyle... Fakat A. Umutlu bu iradeyi de yok sayarak, objektif olarak kötücül bir iradenin yargıçlığı/cellatlığı görevini üstlenerek, haddi ve hakkı olmadan parti tarihini ve bireyleri “hain ”ilan edip yeniden yargılamaya/infaza soyunuyor. Bunu yaparken hiçbir değere bağlı kalmamasını, son derce keyfi ve hoyratça davranmasını anlamakta zorlanıyor insan... Merak ediyorum, onu bu kadar şuursuz ve kötülük mekanizmasının parçası haline getiren şey ne olabilir?

 

Aynı yargısız infaz mekanizmasını, yaşamını yitirmiş ve kendini savunamayacak durumda olan Murat Sever için de işletiyor. Evet, bir parti kadrosu olarak Murat Sever yakalanıyor ve bilgi verme düzeyinde çözülüyor. Ama örgütlü yoldaşlarını yakalatmıyor. Oysa yakalatabileceği pek çok organik ilişkisi, randevusu var. Kaldı ki Murat’in bu durumu o dönemde parti iradesi tarafından ele alınmış ve Murat bunu bütün açıklığıyla anlatmış, buna göre bir karar verilmiştir. A. Umutlu bugün hangi hakla, hukukla, yetkiyle bunu “yeniden yargılama ”ya dönüştürme misyonu üstleniyor ve Murat Sever’i “hain” göstermeye kalkışıyor? Bu adaletsizliğin, bu ahlaksızlığın, bu hadsizliğin bir nedeni olmalı…

 

Son zamanlarda moda oldu. Yıllar önce yaşanmış, dönemin “Parti irades”iyle ele alınmış ve  çözülmüş sorunlar/konular bazı şaibeli  odaklar tarafından servis edilen “fezlekeler ”üzerinden yeniden tartıştırılıyor.  Elbette bir süreç veya o sürece dair konular tekrar konuşulabilir, tartışılabilir. Ancak bu bir kollektif akılla ve dersler çıkarmak, deneyimlerden yararlanmak ve yüzleşmek için yapılır. Bedeller ödenerek yaratılan bu değerler birilerinin kişisel ihtirasları, siyasal ve ideolojik hesaplarının malzemesi haline getirilemez, kötücül amaçlar için araçsallaştırılamaz…  Ne yazık ki örgütlerin parçalanmış iradesini, zayıf olan belleğini fırsat bilerek kendini örgüt iradesi yerine koyan bazı travmatik kişilikler, yaşadıkları utancı örgüte ve değerlere saldırarak örtmeye çalışıyor...   Elbette bu başlıbaşına bir sorundur; geçiyorum...

 

Utanç, Yüzleşme ve Onur...

 

Elbette benim kendimle olan kişisel hesaplaşmam kollektif iradenin hakkımda aldığı “kısmi çözülme” değerlendirmesinden daha ağırdı. Dolaylı da olsa bir operasyona ve yoldaşlarımın yakalanıp işkence görmesinde, bir yoldaşımın öldürülmesinde payım olmuştu. Bu benim için bir utançtı ve bununla yaşayamazdım. Bu yüzden inkara sığınmadım, mazeret üretmedim. Hiçbir şeyi kendi dışımda görmedim. Ne vardıysa bende vardı; Utanç da, onur da bendeydi...  Bu durumu aşmanın yolu, yaşadıklarımı bilince çıkarmak ve onlarla yüzleşip mücadeleye devam etmekti. Yoldaşımız M. Zeki Şerit’ in izinde yürüdüm. Dersler çıkararak ve kendimi yenileyerek yoluma devam ettim, hala da ediyorum. Bugüne kadar, biri gerilla bölgesi (Artvin) olmak üzere toplam dört kez daha tutsak düştüm. En ağır işkencelere maruz kaldım. (Bunları bu güne kadar hic anlatmadım  ve kendimi buradan varetmeye de çalısmadım. Zira mücadele yaşamımızın dogal süreçleridir. ) Ve hiçbirinde, bırakalım ifade vermeyi, ismimi dahi söylemedim. İşkencelere karşı açlık grevleri yaparak  ve susma hakkımı kullanarak, hapishanelerde direnerek, yaşadığım utancı onura, direnişe dönüştürdüm.  Açıklıkla söyleyebilirim ki; yüreğimde sızı var, ama alnımda leke yoktur. Son yakalanmamız (1996) ve  yargılandığımız davada mahkeme heyeti Nezahat’a ve bana, “Poliste açlık grevi yapmak ve ifade vermeme tavrı  bunların örgütün ilkelerine bağlı olduklarını göstermektedir. Kanaatimizce örgüt üyesidirler...” gerekçesiyle 12.5 yil ceza verdi ve ceza yargıtay tarafından da onaylandı. Dava dosyaları ve avukatlar tüm bu süreçlerin tanıklarıdır.

 

İnsan yanlışları, utançlarıyla hesaplaşarak ve yüzleşerek ruhsal ve zihinsel sağlığını, etik değerlerini koruyabilir. Bu yüzleşmeyi yapamayanlar hastalanır, çürür ve kötülük üreterek var olmayı bir yaşam biçimi haline getirirler... Bu durum onları karanlık odakların kullanışlı aparatları olmaya da elverişli hale getirir...

 

Çözülme, İhanet ve Direniş...

 

Biz çözülme, ihanet ve direniş kavramlarını hiçbir zaman dar anlamda ele almadık. Devlet ve kapitalist sistemin bütün değerlerine, ideolojik aygıtlarına ve şiddet mekanizmalarına karşı çözülmemek ve sosyalist bir yaşam felsefesi ve mücadele bilinciyle direnmek...

 

İşkencehanelerde işkenceye dayanamamak ve çözülmek meşru değil elbet, ancak insani bir zaaftır. Dolayısıyla her çözülme ihanet değildir. İhanet, başlayan çözülme sürecinin iradi olarak sürdürülmesi, düşmana teslim olmak ve onun safına geçmektir. Devrimci/sosyalist hareketin tarihinde her iki durum için de zengin örnekler vardır. Sözgelimi yoldaşlarımızdan M. Zeki Şerit bunun en bilinen örneklerdendir. İlk yakalamada çözülür. Yoldaşları ona “hain” demez. Tam tersine, bu zaafını aşması için ona destek olurlar.  O da bu utancıyla yüzleşip mücadelenin, direnişin sembol isimlerinden biri haline gelir ve tarihe geçer. Tarihimiz hakkında biraz bilgi sahibi olanlar bunun sayısız örneklerini de bilirler.

Öte yandan Vecdi Tapşin  ve   Mehmet Altintaş  isminde birileri de vardır tarihimizde. Polis sorgusunda çözülür ve ardından düşmanin safına geçerler. Bu yüzdendir ki onlar, tarihimizde ihanetin sembol isimleri olarak hain ilan edilir ve bilinirler. Bizleri  Vecdi Tapşin’larla,     Mehmet Altintaş’larla aynılaştırmaya çalışan bu kirli yöntemin sahipleri  eger kişilik bozuklugu yoksa  başka türlü tanimlanmayi hak ederler.  Düşmanın cephaneliğinden devşirilmiş argümanlarla tarihimizi ve değerlerimizi kirletmeye çalışmak utanç vericidir... Bu utanca sessiz kalınamaz…

 

Öte yandan işkencede direnmesine rağmen, hapishanede direnmeyen, hapishanede direnip dışarı çıktığında sisteme direnemeyen, burjuva-feaodal toplumun değerlerine yenik düşerek sıradanlaşan, hatta sistemin pisliklerinin üreticisi haline gelen kişilerin durumunu da kötü bir çözülme olarak değerlendirmek gerekir. Şayet bir insan kendine devrimci/sosyalist diyor, ama mülkiyetçi  sistemin ahlaki, kültürel değerlerini yaşamda referans alıp onun bir parçası haline geliyor ise bunun daha kapsamlı bir çözülme olduğu söylenebilir.

 

Sözgelimi “Saksı Çiçeği” (Deniz Yılmaz) poliste direndi. Elbette bu takdir edilecek, saygı duyulacak  bir tutumdu. Peki sonra nasıl yaşadı? Şimdi kitapta 40 yıl sonra “hain”diye lanse edilmeye çalışılan “eski eşi”yle  (Zafer Yılmaz) yıllarca birlikte yaşadı. Demek ki uzun süre bir “hain”le yaşamayı  sorun görmedi...

Sonra eşi ondan ayrılmak isteyince, en olmadık yöntemlere başvurarak ayrılmak istemedi. Bugün ayrılık nedeniyle oluşturduğu kin ve nefret duygusuyla, onu 40 yıl sonra “hain” ilan ederek intikam almaya çalıştı/çalışıyor.  Soralım;  madem “hain”di, onca yıl neden birlikte yaşadın veya onun “hain” ligini neden gizledin? Şimdi ne oldu da “ifşa” ediyorsun? Oysa biliyoruz ki o dönem Parti iradesi Zafer’in o operasyonda durumunu“işkence tavrı iyi, direnme” olarak değerlendirmişti.

 

Bu gerçekliğiyle Deniz Yılmaz poliste direnmiş, ama yaşamda devrimci/sosyalist değerlere yabancılaşıp çözülmüş ve sistemin değer yargılarıyla yaşayan siradan  bir kişiliğe dönüşmüştür.

 

“Sevgili Kontenjanı”ndan İtibar Devşirmek...

 

H. Hakkı’nın uğruna yaşamını verdiği devrimci değerleri ve parti iradesini biz yoldaşları  (zaaflarımız olsa da) olarak yaşamımız pahasına savunup pratiğe uygulamaya çalışırken, bedel öderken, bu değerlerle ilişkisi bilinmeyen ve sadece bir dönem H. Hakkı’nın sevgilisi olmuş (ki sonra ayrılmışlar ve bundan ne kitapta ne de başka bir yerde hiç bahsedilmiyor)  A. Umutlu diye biri çıkıyor bu tarihi hoyratça yargılama, parti iradesinin hain demediği parti militanlarına “hain” diyerek kendini irade yerine koyma hadsizliği ve edepsizliğinde bulunuyor. Buradan da H. Hakkı’yı savunduğu, sahiplendiği iddiasıyla itibar devşirmeye çalışıyor.  H. Hakkı’nın uğruna yaşamını verdiği değerleri; parti iradesinin kararları, adalet anlayışı, etik değerler, verilen mücadele, ödenen bedeller tam bir saygısızlıkla ayaklar altına alınıyor. Bu tutumla H. Hakkı’nın sahiplenilip yüceltilemeyeceği çok açıktır. “H. Hakkı iyiydi, kahramandı, ama partisi, yoldaşları kötü ve haindi” retoriği basit bir kurnazlığın, kötücüllüğün  ürünü olabilir ancak.

 

  “Gula Sor”( 8 Mart 1982)(Sf. 193)  gibi güzel bir şiire konu olmak elbette çok hoş bir duygudur. Bunu korumak ve bununla övünmek de en doğal hakkıdır O’nun. Ama bunu birileriyle politik, ideolojik veya kişisel hesaplaşmanın malzemesi olarak kullanarak “sevgili kontenjanı”ndan itibar devşirmeye ve başkalarına yönelik itibar suikastine girişmeye kalkmak olacak iş değil... Kabul edilemez bir durumdur bu... Elbette meselenin bu yönüne girmek istemezdim. Ama kendini buradan var etmeye ve bizi “hain” göstermeye çalışan, en hafif deyimiyle şımarık, hadsiz  ve saygısız birinin gerçekliğinin bilinmesinin önemli olduğu kanısındayım.

 

Biliniyor ki “ Gula Sor” dönemi hem A. Umutlu açısından, hem de H. Hakkı açısından kapanmış ve bir ayrılık yaşanmıştı.  H. Hakkı’nın hayatında başka bir insan vardı artık. O ayrılık döneminde H. Hakkı tarafından yazılan başka bir şiir daha vardir. “Nasıl Oldu” (20 Aralık 1983) (Sf. 201) başlıklı bu şiir bize farklı bir gerçekliği anlatıyor. Bu şiire konu olan “eski sevgili” kim olabilir acaba? Öte yandan A. Umutlu bu dönemi neden saklıyor ve tüm süreçlerde “sevgili”ymiş  imajı yaratıyor? 

 

Senin Gerçekliğin Ne?

 

Peki, sen kimsin? Kendi anlatımına göre, 1982 yılında TKP/ML örgütünün illegal yazılarını ve sadece parti üyelerine verilen “Komünist” dergisini çoğaltmak için alıyorsun ve bu belgelerle yakalanıyorsun. 45 gün göz altında tutulduktan sonra serbest bırakılıyorsun. (Sf: 35,36)  Bu konuda herhangi bir davanın açılıp açılmaması bir yana, sıkıyönetim sürecini ve siyasi polisin çalışma tarzını, devrimci yapılara yönelik operasyonlarını bilen her insan, bu anlatının pek çok soru işareti barındırdığını bilir. Basit birkaç bildiri ile yakalanan ben “örgüt üyeliği”den sorgulanıyor, yargılanıyor ve sonuçta 12,5 yıl hapisle cezalandırılıyorum. Aynı dönemde H. Hakkı, devrimci faaliyetleri yüzünden işkence de katlediliyor. Ama “Komünist” dergileriyle ve başka parti yazılarıyla yakalanan sen 45 gün sonra serbest bırakılıyorsun...

 

Peki, neyin karşılığında? Ya bir anlaşma karşılığında (ki böyle bir iddiada bulunamam), ya polisin özel bir planı dahilinde (ki bu en güçlü olasılık) ya da devlet içinde seni koruyan çok güçlü bir „Dayı”nın olması durumunda... En iyi ihtimalle güçlü bir „Dayı”nın etkisiyle bırakılmış ol.  Peki, polis “Komünist” dergisi verilecek kadar „güven duyulan“ bir kişiyi rahat bırakır mı? Bu dergiyi kendisine veren kişi ya da kişileri merak edip iz sürmez mi?  Bu izleri sürüp örgüte ulaşmak için bir çalışması olmaz mı? Örgüte ulaşıp “denetim” altında tutmaz mı?  Bunun sayısız örneklerinin bilgisi belleğimizde duruyor.  Peki, sen bir istisna olarak takip edilmemiş veya denetimde tutulmamış olabilir misin? “Barış Derneği” gibi yasal bir kurumda yöneticilik yaptığı iddiasıyla baro başkanının bile tutuklanıp yıllarca yargılandığı bir dönemde “Avukatlık Ruhsatın” bir güvence olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Diğer bütün zamanları bir yana bırakalım.

1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının temmuz ayında, Kartal’da herkesin bildiği bir mekanda ve bazı “legal insanlar”ın katılımıyla “nişan gecesi” yapıyorsunuz. Sen, yakalanmış, serbest bırakılmış ve takip altında olan, her şeyi denetlenen bir kişi olarak, illegal örgütün illegal kadrosuyla sürekli görüşüyorsun.

Onun kaldığı evlere (Enişte’nin evi) gidiyorsun, kalıyorsun. Bunları, seni “şaibeli” ilan etmek, suçlamak için yazmıyorum, bir durum tespiti yapıyorum. Böylesi bir durumda polis seni denetimde tutmayacak, takip etmeyecek, öyle mi?

Sonra da „Enişte’nin evini kim verdi? “diye soru soracak ve o evi hiç bilmeyen, hatta Enişte’yi tanımayan arkadaşları itham edecek, onları zan altında bırakacaksın! Yapma! Bu hem polisi hiç tanımamaktır, hem doğru değildir, hem de ahlaki ve vicdani değil.

 

Peki, sen bir avukat olarak bugüne kadar H. Hakkı ve onun değerleri için ne yaptın? Onun gözaltına alındığını öğrendin; bir avukat ve “sevgili” olarak ne yaptın? İşkence de öldürüldü, bir avukat olarak ne yaptın? Bak, senin “hain” dediklerinin her biri şikâyet dilekçeleri verdi. Katiller hakkında bir dava açıldı ve tüm tehditlere, baskılara rağmen işkencecileri teşhis etti ve onların yargılanmasını sağladı.  Haydi bunlar tehlikeli konulardı ve sen uzak durdun ya da “koşulların uygun” değildi! Bari evine gidip geldiğin Enişte’nin perişan olan ailesine, “H. Hakkı’nın Ablası”na destek olsaydın. Onu bile yapmamış bir insan olarak şimdi (40 yıl sonra) H. Hakkı’yı sahiplenme iddiasıyla ortalığa çıkıp onun yoldaşlarını “hain”likle suçlama cüretini gösteriyorsun. İnsanda biraz edep, vicdan, ölçü olur yahu...

 

Aslında bu senin utancın ve travman. Zira “sevgili” olarak, avukat olarak, demokrat bir insan olarak H. Hakkı’ya, seni evinde barındıran Enişte ve ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olmanın utancı ve travmatik dışa vurumu...

Bunları yapmadığını biliyor ve iç dünyanda kendini sorguluyorsun. Ancak kendi gerçekliğinle yüzleşme cesaretin ve etik duruşun olmadığı için inkara sığınıyorsun. Başkalarını suçlayarak ve saldırganlaşarak, kendini korumaya çalışıyorsun. Senin utancın, Deniz Yılmaz’ın kin ve intikam duygusu ile bir araya gelince, ortaya işte böylesi bir “şaheser” çıkıyor. Meselenin özü budur...

 

Sonuç olarak; A. Umutlu, her insanın hataları, yanlışları, hatta suçları olabilir. Sen kendinde olanı görmüyor olabilirsin. Senin görmeni sağlayacak uyarılar, öneriler yapılmamış olabilir.  Ama kötü şeyler yapılarak ortaya iyi şeyler çıkarılamaz. Sen kötü bir şey yaptın. H. Hakkı’ya ve onun uğruna yaşamını feda ettiği değerlere karşı biraz olsun saygın varsa, sürdürdüğün bu hasmane ve gayri ahlaki tutumdan vazgeçmeni, utancınla yüzleşmeni, yaptığın yanlışların özeleştirisini verip haksızlık ettiğin insanlardan ve yalana/ yanlışa maruz bıraktığın okurlardan kamuoyu önünde özür dilemeni; kitabının olası yeni baskısında bunları düzelterek kendinle yüzleşmeni, utancından kurtulmanı ve iyileşmeni öneririm...

 

10 Subat 2025-Kazım Gündoğan-Zafer Yilmaz....

--------------------------------------------

 Sevgili Arkadaşlar, Dostlar,Kazım Gündoğan_25.02.2025

Zorunlu bir açıklama ve değerlendirme yazısına dair çeşitli yorumlar yapıldığını, mesajlar yazıldığını gördüm. Gözümden kaçanlar olabilir ama hepsini okudum.

Bu yorumlarda iki farklı yaklaşım dikkatimi çekti:

Birincisi, olayları, olguları ve süreçleri bütünlüklü bir tarih bilinci, adalet, vicdan ve etik değerler çerçevesinde ele alan yaklaşımlar. Böyle bir sorgulama çabası ve bilincin oluşması, şimdiye kadar yazılanların ve söylenenlerin daha sağlıklı değerlendirilmesine katkı sunacaktır diye düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, açıklamanın amacına hizmet ettiğini söyleyebilirim.

İkincisi, yazılanları sadece olaylar ve kişiler üzerinden değerlendiren, duygusal tepkilerle sınırlı kalan ve derinlikten yoksun yaklaşımlar. Bu tür yaklaşımların başlı başına bir analiz konusu olduğunu belirtmekte fayda var. Elbette bazı duygusal tepkileri anlayabiliyorum. Örneğin, H. Hakkı gibi bir yoldaşa duyulan sevgi ve saygı, birçok kişinin olayları sorgulamasının önüne geçiyor. Ancak bu, aklı ve sorgulamayı devre dışı bırakan, sadece duygusal bir sahiplenmeye dayanan bir tablo ortaya çıkarıyor. Bu durum, hakikatin üstünü örtmek isteyenlere zemin hazırlıyor.

Örneğin, ben A. Umutlu’ya, “Böyle bir kitap çalışması yapman önemli, ama o süreci yaşayan biri olarak anlatmak isterim” diye bir mesaj yazıyorum. Ancak kendisi bana, “İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum... Ama benim açımdan her şey çok net” diye yanıt veriyor. Olayları değerlendirdiğim ikinci gruptaki yaklaşımlar arasında, kimse şu soruyu sormuyor:

"Arkadaş, sen kitap yazıyorsun ama konunun asıl muhataplarıyla görüşmüyorsun. 40 yıl sonra eline geçmiş polis fezlekesi ve iddianameyi okuyorsun ve buradan hareketle ‘benim için her şey çok net’ diyorsun. Yani düşmanın belgelerine dayanarak ‘net’ bir görüş oluşturuyorsun. Bu, ne objektif ne adil ne de ahlaki.”

Bu gruptakilerin neredeyse hiçbiri bu soruyu sormuyor. Ya analiz yapma yetenekleri yok ya da yaşadıkları sosyal ve siyasal süreç onları düşünsel olarak geriye düşürmüş. Son derece üzücü bir tablo...

Devam edecek olursak; A. Umutlu, “Benim kitap yazmamı istemedi” dediğinde, kimse şu basit soruyu sormuyor:

"Ya arkadaş, bak sana mesajında ‘Yıllar sonra da olsa kitap yazman önemli’ diyen biri, nasıl olur da senin yazmana karşı çıkabilir?”

Bu sorular sorulmadığında, ortada bir akıl tutulması ve sığ bir bakış açısı olduğunu görmek kaçınılmaz oluyor. Ve bu durum, şu anlama geliyor:

"Evet, ben de düşmanın iddianamelerini okuyarak herkesi ve her şeyi yargılayabilirim, tüm sosyalist değerleri ayaklar altına alabilir, hedef aldığım kişi ve kurumları kolayca mahkum edebilirim." Farkinda olmadan böyle bir dejenerasyonun parcasi olmak kacinilmaz hale geliyor.

Dahası, utanmadan “Ben aradım, konuştum” yalanını söylüyor. Ama kimse “Peki neden bilmediğin, yaşamadığın bir konuda, yaşayanın ve bilenin anlattıklarını değil de kendi uydurduğun şeyleri yazıyorsun?” diye sormuyor. Ne yazık ki bu, bir duruş ve kavrayış meselesidir...

Öte yandan, bizim gelenekle doğrudan bir bağı olmayan sevgili H. Hayri Ateş’in mesajında dile getirdiği bakış açısının herkes için bir düşünme vesilesi olmasını umuyorum.

„Sevgili Kazım Hocam, Açıkçası çok üzüldüm ve inanılmaz huzursuz oldum. ‘İddianameyi ve ifadeleri çok dikkatli okudum... Ama benim açımdan çok net olaylar. Kişisel bir mesele olarak da görmüyorum; bence bu, bir çizgi sorunu.’

Adı geçen kitabın yazarının bu sözleri karşısında dehşete düştüğümü belirtmek isterim. Darbe dönemi savcılarının iddianameleri ve işkence altında alınmış ifadelerden yola çıkarak böylesine kesin bir hüküm vermesi, tek kelimeyle zalimce. İnsanlık açısından izahı mümkün olmayan bir tutum.

Adaletli bir dünya hayali kuranların, önce kendilerinin adil olması gerekir. Hislerimi açıkça ifade etmeliyim ki, senin paylaşımından alıntıladığım bu sözler, düzenin savcı ve hâkimlerinin yaklaşımını aratmayacak bir gaddarlık içeriyor. Kaldı ki düzenin hukuk sistemi bile şeklen de olsa birkaç aşamalı bir savunma hakkı tanıyor, yerine göre tanıklık yapma hakkı veriyor. Evet, şeklen de olsa bu bir realite."*

Ayrıca, hayatını kişisel yenilgiler, başarısızlıklar, savrulmalar, tutarsızlıklar, üretimsizlikler ve ahlaksızlıklarla geçiren, dijital medya dışında hiçbir varlık gösteremeyen bazı kişiliklerin yazdığı mesajlara yanıt vermeyi anlamlı bulmuyorum.

Arkadaşlar, bu konuda hiçbir şey yazmayarak suskun kalabilirdim. Ancak başta kendimle ilgili olmak üzere hakikatin bilinmesi ve tarihe not düşülmesi gerektiğini düşündüğüm için yazdım; görevimi yaptım. Bu, benim kişisel meselem değil. Bu geleneğin sürdürücüsü iddiasında olan politik organizasyonlar var. Konunun asıl muhatabı onlardır ve bir açıklama yapma sorumluluğunu taşımaları gerekirdi. Bu da ayrı bir konu...

Bir de değinmeden geçemeyeceğim: “Sevgili kontenjanı” ifadesi üzerinden cinsiyetçi bir söylemde bulunduğum iddia ediliyor. Hayır, arkadaşlar. Bu, zorlama ve biçimsel bir yorumdur. Bu konudaki hassasiyetimi bilen bilir.

40 yıl boyunca hiçbir şey yapmamış biri, sırf birilerinin gerçek yüzünü göstermek, onlarla hesaplasmak ( ne adina, kim adina yapiyorsa artik) adına kitap yazıyorsa ve H. Hakkı’yı övmeye çalışırken onun değerlerini ve yoldaşlarını değersizleştirmeye uğraşıyorsa, her türlü iftira ve yalanla düşmanın paslı silahlarını kullanıyorsa, bu kişi kim olursa olsun sahtekârdır, ahlaksizdir. Kadın veya erkek fark etmez...

Arkadaşlar, 40 yıl sonra kendimi işkencecilerin elinde tekrar kıyıma uğramış gibi hissettim. Düşmanın elindeki elektrik manyetosuyla yaptığı işkenceyi anlıyorum elbet. Ama 40 yıl sonra, kendine devrimci diyen birinin yalan ve iftiralarla bize yaptığı işkenceyi anlamakta zorlanıyorum. Bunun bir nedeni olmalı… Bunu yapan kişi ya hasta ya da birileri tarafından kullanılıyor olmalı. Baska bir aciklamasini göremedim.

Son olarak, ben A. Umutlu ile kişisel bir hesaplaşma yapmak yerine tarihe bir not düşmek istedim. Yazıda tek hata, bir yerde geçen “1984 (sanırım doğrusu 1983 olmalı) yılının Temmuz ayında, ...” parantez icinde kullandigim bu bilgidir. Bundan dolayı okurlardan özür dilerim.

Gerisi, Tarih Bilinci, Adalet, Vicdan, Hakikat, Yüzleşme, Utanç ve Onur kavramlarını duygu ve düşünce dünyasında taşıyanlara kalmıştır…

25.02.2025

Kazim Gündogan


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)