8 Temmuz 2025 Salı

Dostça Kal Abla... İsak Kızıldağ_Temmuz_2025

 “HOŞÇAKAL ABLA” Kitabı 

ya da Tarihin Eğilip Bükülmesi


Komünist mücadele tarihi, ancak objektif bir değerlendirme ve bilimsel bir yöntemle ele alındığında anlamlı ve öğretici olabilir. Bu tür bir tarih yazımı, yalnızca olumlu gelişmeleri kayda geçirmek için değil; aynı zamanda yaşanan olumsuzlukları, gerçekleştirilemeyen hedefleri ve eksiklikleri de görünür kılmak için gereklidir. Gerçek anlamda objektif, bilimsel ve daha da önemlisi etik prensiplere bağlı olmak, bu bütüncül yaklaşımı zorunlu kılar.

 

Böylesi bir görev, öncelikle komünist hareketin kendisine düşer ve bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmesi beklenir. Bununla birlikte, konuya ilgi duyan aydınlar, tarihçiler ve düşünürler de, bu alanda katkı sunmak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Dışardan gelen bu tür inisiyatiflerin doğru ve sağlıklı bir tarih anlatımı oluşturabilmeleri için komünist hareketin desteği önemlidir.

 

Öte yandan, dışarıdan bu sürece dahil olmak isteyenlerin de sorumlu davranmaları gerekir. Tarihe dair yazmak istedikleri konularda, hem hareketin görüşlerine hem de o döneme tanıklık etmiş kişilerin anlatımlarına başvurmalı; bu konuda açık, titiz ve diyalog içinde olmalıdırlar. Aksi halde ortaya çıkacak tarih anlatısı, objektiflikten uzaklaşır; hatalı, eksik ya da çarpıtılmış bir versiyona dönüşür. Bu ise, yalnızca bilgi kirliliğine değil, aynı zamanda yersiz tartışmalara, ciddi şaibe ve güvensizliklere yol açabilir.

 

Bugüne dek komünist hareketimizin mücadele tarihine değişik düzeylerde tanıklık eden yoldaşlarımız tarafından çeşitli anı kitapları kaleme alındı; farklı platformlarda tartışmalar yürütüldü. Bu kitaplar ve tartışmalar, zaman zaman farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olsa da, hiçbir zaman bunların karşı-devrimci amaçlara hizmet ettiği yönünde bir iddia ortaya atılmadı.

 

Ta ki birkaç bir süre önce yayımlanan “Hoşça Kal Abla” kitabına kadar.

 

Bu kitap, yukarıda sözünü ettiğimiz ilkelerin ve normların dışında kalması nedeniyle; içeriğindeki ciddi çarpıtmalar, taraflı anlatımlar ve şüphe uyandıran yorumlarla komünist hareketin ve çevresindekilerin dikkatini ve tepkisini çekti.

 

Peki, neden diğer anı kitapları değil de “Hoşça Kal Abla” böylesine sorunlu, çarpık ve kuşku uyandırıcı bulunmuştur?

 

Birincisi, kitabın yazarı, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımızın komünist mücadele ve direniş tarihine dair bu çalışmayı kaleme alırken, onun bizatihi içinde yer aldığı ve uğruna yaşamını feda ettiği kolektifin yetkililerine ne danışmış, ne de görüş alma gereği duymuştur. Aynı şekilde, kitapta konu edilen operasyona doğrudan tanıklık etmiş ve o dönemde hareketin içinde yer almış arkadaşlarla da hiçbir temas kurmamıştır. Cinayete giden sürecin ayrıntılarına vakıf ve katkılarını esirgemeyecek arkadaşlarımızın varlığı bilindiği halde!

 

Yazarın görüştüğü tek kişi ise, operasyon sürecinde gözaltına alınmış ve bugün kişisel husumetlerle hareket ettiği düşünülen biridir. Söz konusu kişinin, özel yaşamına dair yaşadığı kırgınlık ve öfke nöbetlerini bu süreçte motivasyon kaynağı haline getirdiği ve yazar tarafından da bu amaçla yönlendirildiği anlaşılmaktadır.

 

Oysa o dönemin gelişmelerini doğrudan yaşamış, olayları tüm yönleriyle anlatmaya hazır olan başka yoldaşların varlığı bilinmekteydi. Ne var ki yazar, bu kişilere danışma gereği bile duymamıştır.

 

Bu koşullarda kaleme alınan kitabın, içeriğinin hatalarla, çarpıtmalarla ve ciddi tutarsızlıklarla dolu olduğu net olarak görülmüştür. Şimdi, “Hoşça Kal Abla” kitabında sorunlu, yanıltıcı ve kuşku uyandırıcı bulduğumuz noktaları tek tek ele almaya başlayabiliriz.

 

Kitabın Yazılmasındaki Asıl Amaç Nedir? 

 

Kitabın içeriğiyle ilgili olarak ilk vurgulamamız gereken şudur: Yazar, “Hoşça Kal Abla”yı, yoldaşımız H. H. Erdoğan’ın hayatını ve mücadelesini halka tanıtmak amacıyla kaleme aldığını iddia etse de, gerçek durum bu açıklamayla çelişmektedir. Zira yazar, bir sosyal medya paylaşımında açıkça şu ifadeyi kullanmıştır: “Yazmayacaktım ama ortalıkta övünerek gezenleri görünce yazmaya karar verdim.” Üstelik bu kitap, olayların üzerinden tam kırk yıl geçtikten sonra yazılmıştır. O dönemi bilmeyenler, yaşananlara ilişkin bilgi sahibi olmayanlar için kitap gayet normal görünmektedir. Ancak o dönemde olup-bitenlere şahitlik yapmış ve doğrudan yaşamış insanlar için ise kitap kuşkulu, sorunlu ve ciddi soru işaretleri yarattığını söylemeliyiz.  

 

Peki, şimdi soralım, kimdir bu “övünerek gezenler”? Bahsedilenler, 1984 Eylül’ünde komünist partimize karşı İstanbul polisi tarafından yürütülen operasyonda gözaltına alınan ve ağır işkencelerden geçen H. Hakkı’nın yoldaşlarıdır. Açıkça görülüyor ki yazar, Hasan Hakkı yoldaşın direnişini anlatmak bahanesiyle, aslında onunla birlikte mücadele eden yoldaşlarını hedef göstermekte, onları polis fezlekesi üzerinden dolaylı yoldan teşhir etmektedir. Sebep olarak da bu kişilerin “övünerek gezmesini” göstermektedir. Temelsiz, ilginç ve düşündürücü bir gerekçedir bu. Oysa Hasan Hakkı yoldaşı anlatan bir kitapta teşhir edilmesi gerekenler devlet ve onun beslemesi işkenceci polisler olmalıydı! 

 

Yazar, bu kişilerin övündüğünü nasıl ve neye dayanarak tespit etmiştir? Bu dahi belirsizdir. Bu nedenle iddia edildiği gibi yazarın niyeti H. Hakkı’yı halka tanıtmak değil, onun şahsı üzerinden bir karalama kampanyası yürütmektir. Çünkü bir komünisti halka tanıtmak demek, onu kendi partisinden, ideolojisinden ve mücadele şartlarından koparmadan anlatmak demektir. Komünist bir kadronun yaşamı, içinde yer aldığı ve yöneticiliğini üstlendiği partinin çizgisinden bağımsız olarak ele alınamaz.

 

Oysa yazar, bunu yapmayarak; H. Hakkı Erdoğan’ı yüceltir gibi görünürken, aslında onun bağlı olduğu partiye ve yoldaşlarına yönelik sistemli bir itibarsızlaştırma çabası içerisine girmiştir. Bunu yaparken de, partimizle hiçbir örgütsel ilişkisi bulunmayan bir kişiyi konuşturarak, Hasan Hakkı Erdoğan’ın ağzından birtakım haksız ve temelsiz eleştirilerle parti teşhir edilmektedir. Bir örnek:

 

“İşimiz gücümüz o randevudan bu randevuya koşturmak… İt ayağı yemiş gibiyiz… Ne olacak örgütün durumu?… Eleştirileri kaale alan yok… Bırak kaale almayı, düşman kardeş ilan ediyorlar eleştiren kişiyi.” (Hoşça Kal Abla, s. 56)

 

Eleştirenleri düşman kardeş ilan eden kim? Yazara göre komünist partisi. Bu sözlerin sahibi, ideolojik-politik-örgütsel planda partimizle hiçbir zaman ilişkilenmemiş bir kişidir. Bir zamanlar komünist kolektiften kopan arkadaşların çıkardığı Kadınların Kurtuluşu dergisinde başka isimle yazı yazması bu gerçeği değiştirmez. Komünist basında o örgütte olmayıpta dışardan yazı yazanlar bugünde var. Bu demek değil ki bu kişiler o kolektifin parçalarıdır. Kolektifle ilişkisi olmadığı halde, H. Hakkı Erdoğan adına konuşmakta ve parti hakkında hüküm vermektedir. Peki yazar, Hasan Hakkı’nın bu şekilde düşündüğünü neye dayandırarak iddia edebilmektedir? Belki, “bunu bana kendisi özelden söyledi” diyebilir. Ancak bu iddia inandırıcılıktan uzaktır; çünkü elimizde tam tersini gösteren güçlü bir belge vardır: o dönemde “Neden ve Nasıl Bir Özeleştiri” başlıklı, 17 sayfalık ve doğrudan Hasan Hakkı Erdoğan tarafından kaleme alınmış ve partiye sunulmuş olan raporu biliyoruz. (Hoşça Kal Abla, s. 215). Bu metin, partinin sorunlarına yönelik yapıcı çözüm önerileriyle doludur ve partimiz tarafından o dönemde örnek bir belge olarak görülüp yaygın şekilde dağıtılmıştır. Böyle olduğunu o dönemde parti saflarında aktif olarak yer alan ve hala hayatta olan yüzlerce yoldaş tarafından biliniyor.

 

H. Hakkı Erdoğan, partinin düşünsel faaliyetlerini desteklemiş, yoldaşlarını sorunları tartışmaya ve çözüm üretmeye teşvik etmiştir. Onun bu yönü, o dönemde partide mücadele eden tüm yoldaşlarca çok iyi bilinmektedir. Dolayısıyla yazarın iddiaları, sadece gerçekle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilinçli bir çarpıtmayı da ortaya koyuyor. Çünkü yazara asıl gerekli olan şey, Hasan Hakkı yoldaşın şanlı direnişi üzerinden partiyi ve yaşayan yoldaşları itibarsızlaştırmak; H. Hakkı Erdoğan’ın anısını da bu kötü amaca araç kılmak. 

 

Bu tarz kişilikler için yalan söylemek, tarihi çarpıtmak, gerçekleri tersyüz etmek sıradan bir iştir. Çünkü onların derdi, H.Hakkı Erdoğan gibi onurlu bir komünist kadroyu halka tanıtmak değil; onun ismini kullanarak partiyi ve onunla birlikte mücadele etmiş yoldaşlarını hedef göstermektir. Objektif olarak bu çaba, yargısız itibar infaz yoluyla siyasi polisin kirli ağlarının  tamamlayamadığı işi tamamlamaya aday bir yön de taşımaktadır…

 

Bu bir iftira değil, somut verilerle ortaya koyacağımız belgeli bir gerçektir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bu durumu ayrıntılarıyla ortaya koyacağız.

 

Serbest Bırakılmanın Hikmet-i Sırrı Nedir?


Kitaba dair özellikle dikkat çekilmesi gereken ikinci husus şudur: Algül Umutlu, o dönem parti kadroları için yayınlanan Komünist dergisi ve bazı örgütsel belgelerle birlikte polis tarafından yakalanır. Umutlu’nun aktardığına göre, bu belgeler H. Hakkı Erdoğan yoldaş tarafından kendisine, çoğaltılması amacıyla verilmiştir.

 

Yakalanmasının ardından Algül Umutlu’nun ailesinin H. Hakkı’ya duyduğu tepkiyi yazar, dramatik bir kurguyla şu şekilde anlatır:

 

“Arnavutluk Emek Partisi’nin bilmem kaçıncı Kongresinin eleştiri yazısını çoğaltacakmış! Hem de daktiloyla, tam beş nüsha! Fotokopi mi tükendi de ille daktilo? Hadi onu verdin diyelim, Komünist dergilerini ne yapacağız? Neymiş, yavaş yavaş örgüt saflarına kazandıracakmış avukatı! Bravo sana! Tam kazandırdın! Şimdi kaç yıl verecekler senin yüzünden kıza, kim bilir!”

 

Evet, o dönemde bu tür materyallerle yakalanmak, en hafifinden “örgüt üyeliği” suçlamasıyla on iki buçuk yıla varan cezalarla sonuçlanabilirdi. Üstelik belgelerle yakalandığı tarih, askeri faşist cuntanın en yoğun, en vahşi işkence yöntemlerinin sistematik olarak uygulandığı dönemdir. Ancak ne oluyorsa oluyor: Algül Umutlu kısa bir süre sonra polis tarafından serbest bırakılıyor. Bu durum, en hafif ifadeyle, dikkat çekici!

 

“Yazarımız” aynı kitapta, (sayfa 38) bir başka yoldaş olan, (Hasan Hakkı Erdoğan’ın operasyonunda siyasi polise ilk yakalanan kişi) Dersimlinin yakalanma sürecine de değiniyor ve şöyle yazıyor:

 

“Bildirileri kime vereceğini mi düşünüyor acaba, yoksa bu bildirilerin ona kaç yıl ceza getireceğini mi? Çünkü o bildiriler, kimin üzerinde yakalanırsa yakalansın, en hafifinden örgüt üyeliğiyle yargılanmak demekti. Bu da en az birkaç yıl cezaevi anlamına gelirdi…”

 

Yazarın burada sözünü ettiği kişi, o bildirilerle birlikte gerçekten de polis aramasına takılarak yakalanır. Bu yakalanma, daha sonra H. Hakkı Erdoğan yoldaşın da içine çekileceği operasyonun başlangıcı olacaktır.

 

Dersimli arkadaş, üzerinde taşıdığı bildiriler nedeniyle ağır işkencelere maruz bırakılır, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanır ve yıllarca hapis yatar. Tıpkı yazarın tahmin ettiği gibi. 

 

Dersimli parti taraftarı arkadaşımıza reva görülen muamele, nasıl oluyorsa, Algül Umutlu’yu teğet geçer. Oysa Umutlu’nun yakalatmış olduğu Komünist dergileri, devletin güvenlik ve yargı aygıtları açısından “bulunmaz suç unsurları” niteliğindedir. Hatta, Dersimlinin üzerinde çıkan bildirilerle kıyaslandığında, Umutlu’nun elinde bulunan Komünist adlı yeraltı örgütüne ait merkezi kadro yayın organı daha ağır bir suç delili sayılır o dönemde.

 

Eklemek gerekir ki o zamanlar askeri faşist cuntanın en azgın dönemidir; yani 1982 yılıdır: İdam infazlarının, sistematik ve yoğun işkencelerin, en ufak muhalif hareketlerin dahi büyük operasyonlarla bastırıldığı, baskının zirve yaptığı yıllardır. İşte tam da böyle bir dönemde Algül Umutlu, üzerinde merkezi kadro yayın organı olan ve gizli basılan Komünist dergilerini ve diğer materyallerle yakalanmasına rağmen sorgulanıp serbest bırakılır. Bu durum ister istemez “bu nasıl olur?” sorusunu beraberinde getirir; cevabı hâlâ boşlukta duran, sorulması gereken meşru bir sorudur bu.

 

Böylesi koşullarda “direndim” türünden ifadelerle serbest bırakılmayı açıklamaya çalışmak, olaylara akıl ve mantık süzgecinden bakan insanlar için inandırıcı değildir. Üzerinde yasak materyalle yakalanıp direnen pek çok kişiyi biliyoruz; ancak üzerinde böylesi gizli bir partinin ve gizli kadro yayın organı yakalanıp da yalnızca direndiği için serbest bırakılan kimseyi ne duyduk ne gördük. O yıllarda, yani faşist cunta yargısının en sert ve acımasız olduğu zamanlarda, bu türdeki bir profilin hiçbir ceza almadan serbest kalması şaşırtıcı olduğu kadar sorgulanması gereken bir durumdur.

 

Hatırlatırız, yazarın “Dersimli” olarak andığı arkadaş, 1984 yılının Eylül ayında; yani Algül Umutlu’dan çok daha sonra, cunta dalgasının bir nebze hafiflemeye başladığı bir dönemde yakalanır ve yıllarca cezaevinde kalır. Oysa Algül Umutlu, tam da cuntanın en saldırgan olduğu yıllarda, üstelik örgütsel belgelerle yakalanmasına rağmen, kısa sürede serbest bırakılır. Bu “kurtuluş” hikâyesi, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hâlâ ciddi soru işaretleri barındırıyor.

 

Evi Kim(ler) Verdi?


Üçüncü olarak, yazarın serbest bırakılmasıyla biten sürecin biraz ötesine bakalım: H. Hakkı Erdoğan’ın, yani aranır olması nedeniyle taşıdığı sahte kimliğinde geçen adıyla Nevzat’ın evi polise kim tarafından verilmiştir? O dönemde örgütlü olup da yakalanan hiçbir arkadaşın bu evi bilmediği çok nettir. Ki; ilke olarak -eğer aynı evde kalmıyorlarsa- faaliyetçiler birbirlerinin evini bilmezlerdi. Hasan Hakkı Erdoğan’la aynı evde kalan başka bir kadro yoktur. Bunu o dönemi yaşayanlar net biçimde teyit ediyor. Ama ne tesadüf ki, H. Hakkı Erdoğan yoldaş, her zamanki dikkatiyle tanınmasına rağmen, tam da yakalanacağı o gün evden çıkarken anahtarı evde bırakmayı “unutuyor”(!) (Kaçınılmaz olarak akla şu soru geliyor: Hasan Hakkı Erdoğan o gün çıkarken gerçekten anahtarı eve bırakmayı unuttu mu, yoksa anahtar polise birileri tarafından verilerek üzerinde çıktı gibi mi gösterildi?) Bilemiyoruz! Elbette gündelik hayatın koşuşturmacası içinde üzerinde unutması da mümkün. Ama diğer yandan ev, Hasan Hakkı Erdoğan’dan önce yakalanan hiç bir arkadaş tarafından bilinmiyor ve dolayısıyla ev önceden yakalanan arkadaşlar tarafından verilmesi mümkün değildir. O zaman akla şu soru geliyor: Bu evin yeri polise kim tarafından verildi? Bu sorunun önemi ortada duruyor!

 

Devam edelim. Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde çıktığını söylenen anahtarı alıyor ve evi adeta eliyle koymuş gibi buluyor! Ancak ilginç olan şu ki, kitap yazarı Algül Umutlu, bu evin polise anahtar yoluyla ulaşıldığını bildiği ve yazdığı hâlde, kitabında ısrarla dışarıdan birinin -özellikle de o süreçte yakalanan arkadaşlardan birinin- evi polise vermiş olabileceği şüphesini yaymaya çalışıyor. Okurun dikkatini sürekli bu yönde toplamaya çabalıyor; ima yoluyla yakalanan arkadaşları zan altında bırakıyor. Bizim de tahminimiz ev biri(leri) tarafından polise verildi. Ama kim tarafından? Çünkü anahtarın polisin eline geçmesi yeterli değildir. Evin hangi semtte ve semtin neresinde olduğunun da bilinmesi gerekir.

 

Açık olan gerçek şudur ki, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evi bilen tek kişinin yalnızca yazarın kendisi olduğunu, kitabın kendi satırlarından anlıyoruz. Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş yakalanmadan önce, aynı gün Burdur Cezaevi’ndeki tutsak müvekkillerini ziyarete gitmiş olan avukat Algül Umutlu ile yaptığı telefon görüşmesinde, eve doğrudan gelmesini söylüyor. Kitaptan aktaralım:

 

“Alo nasılsın, ne zaman geliyorsun?”

“Anladım, bu gece Burdur, yarın gece İstanbul, öbür gün sabahı görüşürüz o zaman. Merak etme, her şey yolunda. Her zamanki eve gel. Evet, direkt gel, evde olacağım ben.” (s. 58)

 

Algül Umutlu, Hasan Hakkı Erdoğan’nın yakalandığı gün Burdur’da olduğunu ve orada cezaevinde olan müvekkilleriyle görüşmeler yaptığını iddia ediyor. Böylelikle aranır durumu olmadığını da yine kendisinin bu anlatımından öğreniyoruz. A. Umutlu’nun aranmıyor olması önemli bir detaydır ve bu noktaya daha sonra tekrar dönmek üzere bir kenara not düşelim.

 

Avukat Algül Umutlu o gün gerçekten Burdur Cezaevi’nde miydi? Bunu kesin olarak bilmiyoruz, elimizde bir teyit de yok. Ancak en naif olasılığı esas alarak, öyle olduğunu varsayalım. Peki, o hâlde şu soruyu sormak gerekmiyor mu: A. Umutlu, H. Hakkı Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinin polis tarafından dinlenmediğinden emin olabilir miyiz? Zira kendisi, telefon görüşmesi yaptığını bizzat kitapta yazmış. Polis tarafından izlenmiyor olduğunu kabul etsek bile, bu kesin bir durum değildir. Ya da daha çarpıcı olanı soralım: Bir tür anlaşma, bir tür “görünmez mutabakat” söz konusu olabilir mi?

 

Yazarın kendi anlatımıyla kendi tutumu arasında ciddi tutarsızlıklar var. Çünkü yazar, diğer arkadaşlara yönelik çok rahat bir biçimde itham ve ima yoluyla suçlama yöneltirken, kendi pozisyonuna ilişkin en ufak bir sorgulama yapmıyor. Oysa biz şunu soruyoruz: Gerçekten H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde evin anahtarı mı bulundu? Peki üzerinde anahtar bulundu diyelim. O durumda bile üzerinde adres olmayan çıplak bir anahtarla nasıl olurda hem oturduğu semt bulunuyor hem de semtteki evi eliyle koymuş gibi tespit ediyor polis! Sormak zorundayız, yoksa bu, bazı kritik bilgileri örtbas etmeye yönelik, polisle birlikte kurulmuş bir “işbirlikçi kurgu” mu?

 

Soruları sormak meşrudur, hakkımızdır!

 

Unutmamak gerekir: Algül Umutlu’nun üzerinde Komünist adlı parti içi kadro yayın organı ve başka bazı belgeler yakalanmıştır. Ve kendisi, bu belgelerle yakalanmasına rağmen polis tarafından serbest bırakılmış bir kişidir. Bunu bizzat kitabında ifade etmektedir. O hâlde, iki ihtimal kalıyor: Ya polis tarafından izlenmektedir ya da doğrudan işbirliği içindedir. 

 

Bir kez daha ve ısrarla soralım:

H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı ev, polis tarafından nasıl ve kim(ler) aracılığıyla bulunmuştur?

 

Evet, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evin polis tarafından bulunması, ya Algül Umutlu’nun takibe alınmasıyla ya da doğrudan polisle işbirliği yoluyla gerçekleşmiş olamaz mı? Bu yalnızca öylesine bir varsayım değil. Bu nedenle okuyucuyu bu güçlü olasılık üzerinde ciddiyetle düşünmeye davet ediyoruz! 


Peki, Polis Eve Neden Karakol Kurmadı?


Dördüncü olarak bu soruyla devam edelim.

Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın evine baskın yapar. Ve Algül Umutlu ise gelişmelerden habersiz görünerek, telefonda Hasan Hakkı Erdoğan’la yaptığı görüşmeye uygun şekilde Burdur’dan İstanbul’a eve gelir. Şimdi soralım: Gerçekten “habersiz” midir?

Kapıya gelir, ısrarla çalar ama içeriden ses gelmez. Nihayet cevap alınca, “Benim ben, bırakın bu oyunu. İki gündür yollardayım zaten, ölmüşüm yorgunluktan, açın artık şu kapıyı” diye seslenir. Kitaptan alıntı yapmaya devam edelim:

“Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Bir bu eksikti başında. Birkaç aydır gelip gidiyordu evlerine…” (s. 76). Hatırlatmadan geçmeyelim. Algül Umutlu’nun “bir kaç aydır gidip geldiği ev” Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın kaldığı ve polisin Hasan Hakkı üzerinde bulduğu iddia edilen anahtarla baskın yaptığı evdir.

 

Devamını uzatmaya gerek yok, ayrıntı meraklıları kitabı açıp okuyabilirler. Kısaca, evde kapı açılır ve  ev sahibi abla durumu kendisine açıklar, ve “avukatımız” hızla evi terk eder. Merdivenlerden inerken ise kendi kendine şöyle düşünür:

Hayret, karakol kurmamışlar… Eğer kurmuş olsalardı, nice olurdu hâlim.”

“Dışarıda da kimse yok. Hızlı adımlarla yürüyor biraz önce indiği dolmuş durağına doğru.”

“Peki, niye karakol kurmadılar ki? Daha akıllıca olmaz mıydı öyle? Acemiliklerine mi geldi, yoksa emin miydiler bu eve başka kimsenin gelmeyeceğinden?”

“Birden koskoca bir balyoz olanca hızıyla kütt diye indi sanki kafasına: Yakaladılar onu! Tabii ya, ellerinde o! Sonunda ele geçirdiler onu da! Bu nedenle gerek görmediler eve karakol kurmaya.” (s. 78)

 

Avukat Algül Umutlu polisin eve neden karakol kurmadığını baştan beri sorguluyor ve cevabını da veriyor. Neden? Çünkü kitap yayınlandığında bu noktanın kendisine sorgulanacağının farkında! Kurguyu çok önceden yapmış ve okuru sözümona bu şekilde ikna etmeye çalışıyor. Oysa özellikle o dönemde; askeri faşist cunta dönemini yaşayan her insan bilir ki, siyasi polis baskın yaptığı evlere -hedef kişi yakalansa da yakalanmasa da- başkalarının da gelebileceği ihtimalini düşünerek eve mutlaka karakol kurar. Algül Umutlu bunu bizden iyi bilir ama işine geldiği gibi yazıyor.

 

İstanbul il sorumlusu olan ve polis tarafından uzun süredir özel olarak aranan bir komünist yakalanıyor ama kaldığı eve karakol kurulmuyor! Neden? Çünkü karakol kurulsa avukat Algül Umutlu’da yakalanacak. Eve karakol kurulmamasının nedeni bu olabilir mi? Yazar, “acemilik” açıklamasıyla aklımızla alay ediyor. Oysa polis eve kimin geleceğini biliyordu. Bu yüzden karakol kurmadı. Çünkü o gelecek kişi, ya doğrudan polisle işbirliği içindeydi ya da farkında olmasa da polis tarafından izlenerek örgüt üyelerine ulaşmak için kullanılıyordu. Polis için bu, klasik ama etkili bir yöntemdir. Başka bir olasılık ne yazık ki kalmıyor.

 

Ankara’ya Neden Kaçtın?


Beşinci olarak, Algül Umutlu bu evden hızla uzaklaşır ve H. Hakkı Erdoğan’ın dostu Hasan Özün’e gider. Hasan Özün ona şöyle der: “Senin için de bizim için de tehlikeli olur buralarda kalma. Hatta İzmir’e de dönme. Bilmediğimiz bir yere git.” (s. 80)

Burada sormamız gereken soru şu: Algül Umutlu o dönemde aranmadığı hâlde neden kaçma ihtiyacı hissediyor? Kendisi daha yeni cezaevindeki müvekkilleriyle görüşmüş, aranmadığı açıkça ortada. Aransaydı cezaevindeki müvekkilleriyle görüşme imkanı olmazdı! Ayrıca ve dahası, eşi olduğunu iddia ettiği H. Hakkı Erdoğan’ın polis tarafından yakalanmış, bu yüzden öldürülme riski altında olduğunu kitabında dile getiriyor. Ama buna rağmen ardına bile bakmadan topukluyor!


Avukat kimliğini kullanarak müdahale etmek, bir girişimde bulunmak, kamuoyu yaratmak yerine kaçmayı tercih ediyor. Askeri faşist cuntanın zalim şartları altında kamuoyu mu yaratılır denilmesin! Zira, Süleyman Cihan’ın babasının ve keza Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın babasının çeşitli makamlara dilekçeler vererek çocuklarının öldürülmemesi için nasıl çabaladıklarını bilenler bilir. Ama Algül Umutlu buna gerek görme, topuklayıp kaçar.. Evet, bir an Algül Umutlu insani olarak korkmuş olabileceğini varsayalım. Ama o zaman neden bunu açıkça yazmıyor? Neden gerçekleri çarpıtıyor? Kendisinin kaçışını normal görüp aklarken, ağır işkence altında işkence gören başkalarına iftira atmak neyle izah edilebilir?

Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın kendisine Gula Sor şiirini yazdığını ve onu derin bir aşkla sevdiğini de anlatıyor kitapta. Ki, kendisi de H. Hakkı Erdoğan’a “yüksek bir aşkla bağlıdır”. Ama iş eyleme geldiğinde, bu “aşkın” gerektirdiği hiçbir fedakârlığı göstermiyor. Ne yaman çelişki!

Sonra ne yapıyor? Ankara’ya gidiyor! Kitaptan aktaralım: “Evet ya, Ankara. Üniversite yıllarında dolu dolu altı yılını geçirdiği o güzel şehir… Orada değişmemiş miydi hayatının seyri? Orada sevmemiş miydi devrimi, devrimciliği, uğruna ölecek kadar hem de? Orada tatmamış mıydı ilk defa yol arkadaşlığının hazzını, yalansız, çıkarsız dostlukları?” (s. 80)

 

“Yalansız, çıkarsız dostluklar” diyor ama aşkına sahip çıkmak yerine Ankara’ya kaçıyor ve durumu çarpıtarak kendini aklıyor, başkalarını zan altında bırakıyor. Bu ne yaman bir değerler sapmasıdır!

 

Altıncı olarak, Algül Umutlu güvenli bir şekilde Ankara’ya çekilir. H. Hakkı Erdoğan’ı işkencede katleden polislerin yargılanması için asıl mücadeleyi daha sonraları başkaları yürütür. Kitabın 161. sayfasında kendisi söylüyor: “Mihriban Kırdök, Mehmet Ali Kırdök, Sadullah Sayın, Serhat Bucak, Hasan Girit… Bu işin de peşini bırakmaz onlar.”

 

Saygıyla anıyoruz bu yukardaki isimleri. Ama peki ya sen, Algül Umutlu? Sen de bir avukatsın. Eş olduğunu iddia ettiğin -ki bu da tartışmalı bir iddiadır; zira H. Hakkı Erdoğan yoldaş yakalandığında birlikte olduğu kişi başkasıdır, bunu biliyoruz ve kadın arkadaşın kendisi izin vermediği sürece adını açıklamayı etik bulmadık- bu insanı savunmak için Ankara’ya kaçmak yerine o zaman neden İstanbul’da kalıp eşini savunmadın?

 

Bu kadar büyük iddialarda bulunup, kendi sorumluluğuna hiç dönüp bakmamak…

Bu, sadece vicdani bir sorgulamayı değil, çok daha derin bir hesaplaşmayı gerektiriyor.

 

Dedik ya, sen ortada yoksun. Üstelik legal olduğun halde neden saklandın? Kırk yıl boyunca da ortada yoktun zaten. Ne olduysa artık, kırk yıl sonra bir gün galiba birileri sana yeniden H. Hakkı Erdoğan’ı hatırlatmış olmalı ki, sahne almaya karar verdin. Hem de yalanlar uydurmaktan hiç ar etmeden…

 

Kitabında Hasan Hakkı Erdoğan’ı katleden polislerin düzenlediği fezlekeyle ağır işkencelerden geçen insanları yargılıyorsun, hem gerçekleri saptırıyorsun, hem de H. Hakkı Erdoğan yoldaşın hukuki mücadelesini sürdüren avukatlara övgüler dizerek onların gölgesine sığınmaya çalışıyorsun. Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın katledilmesinde doğrudan sorumluluğu olan bir diğer avukatla birlikte kendini temize çıkarmaya uğraşıyorsun!

 

Avukatın Adını Neden Gizledin?


Ve daha da vahimi şu: Vaktiyle birden fazla kişiye “H. Hakkı Erdoğan’ın katili avukat Ahmet Hulusi Kırım’dır” dediğini unutmuş olamazsın. Kitabında bu unsura Hasan Hakkı telefon eder ama bildiği halde randevusuna gitmemesini söylemez. Peki bu kişinin adını anmamak için özel bir gayret göstermen neden? “Ben kitapta kimsenin adını vermedim” diyerek sıyrılmaya çalışıyorsun ama bu da aslında o dönemde hakkında “devlete çalışıyor” dediğin kişiyi gizlemek için geliştirilmiş bir manevra değil mi? “Kimsenin adını vermedim” iddian, samimi olmaktan uzak, tamamen muamma bir hesapla geliştirilmiş bir savunmadan ibaret. Madem adı geçen avukat “devlete çalışıyor, istihbaratın elemanı biridir” o zaman neden adını gizleme ihtiyacı duydun? Halk saflarında olan birinin adını vermemek anlaşılır bir tutum. Peki bu unsuru teşhir etmek yerine adını gizlemek ne anlama geliyor?

 

Ya peki ismini vermekten imtina etmediğin Murat Sever? Yıllar önce kaybettiğimiz, dolayısıyla da kendini savunamayacak yoldaşımızı insafsızca linç ettirmeni hangi mantıkla izah edeceksin? Hangi insani gerekçeyle mazur göstermeye çalışacaksın bunu?

 


Kitabında şu “gizemli” avukata dair şunları yazmışsın:

 

“Her önemli randevu öncesi muhakkak arardı onu. İstanbul’daki son durumu en iyi o bilirdi çünkü. Birisi mi yakalandı, ev mi basıldı, operasyon mu çekiliyor örgüte karşı, herkesten önce o öğrenirdi mesleği gereği. İstanbul davalarına giren tecrübeli bir avukattı o. Sadece yakalanmaları, yargılamaları değil, kendisinin örgütsel konumunu da en iyi bilenlerdendi. Bütün emniyet ifadeleri onun elinden geçiyordu, dahası cezaevinde ilk o görüşüyordu yakalanan arkadaşlarla. İlk bilgi hep onda idi… Onun aracılığıyla ‘Aman dikkat etsin yakalanmasın’ diye haber göndermemiş miydi cezaevinde ziyaretine gittiği yoldaşlardan biri ‘Yakalanırsa kesin öldürecekler onu’…”

“Karşıdan gelen ‘Alo’ sesiyle başladı konuşmaya. Önce ufaktan bir hal hatır soruş, sonra çaktırmadan bir son durum haberi alış. Demek ki her şey yolunda, hiç bir şey söylemediğine göre. Baksana bırak açıktan söylemeyi bir imada bile bulunmuyor. Bir yakalanma olsa muhakkak haber verirdi herhalde. O biliyor kendisini niye aradığımı. İyi de bu niye eveleyip geveliyor ki lafı? Niye gereksiz yere uzatıyor lafı?”

 

Senin adını ısrarla vermediğin ama bizim adını vermekten hiç bir çekince görmediğimiz ve her şeyden haberdar olan polis ajanı avukat Ahmet Hulusi Kırım, polis operasyonunu bildiği halde Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın bırakalım yakalanmasını engellemeyi ya da muhtemel bir tehlike için uyarmayı, en ufak bir uyarı, en küçük bir imada dahi bulunmuyor. Neden bulunsun ki? Zira senin de geçmişteki yargına göre, o zaten asıl işini yapıyor, senin ifadenle, “devlete çalışan” kişi olarak görevini yerine getiriyor.


Şimdi soruyoruz: A.H. Kırım’a ilişkin bu 180 derecelik dönüş neden? Vaktiyle bir çok arkadaşa “H. Hakkı Erdoğanı’ın katili” dediğin kişiyi, bugün kitapta ismini bile anmayıp korumaya çalışmanı neyle izah edeceksin? Dahası, madem düşüncen tamamen değişti; ne oldu da değişti? Ne zaman, hangi gelişme seni eski yargından vazgeçirdi? Ve bugün bu kişiyle arandaki mevcut ilişkinin içeriği nedir? Açıklamak, hesabını vermek sana düşer artık, Algül Umutlu.

 

Sonuç olarak, 


Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımız 18 Eylül 1984’te yakalandı, 30 Eylül 1984’te işkencede katledildi. Kitabında (syf. 119) şöyle yazmışsın: “Bir tek ben, bir de Hayri (H. Hakkı’nın abisi) duymadı olayı ilk anda. Biliyorsun o zamanlar o Malatya Cezaevi’nde, ben Ankara’da bir dost evinde. Elbette kendimi şanslı sayıyordum ona göre; o kapalı, ben yarı açık cezaevinde. Ben dostlarla çevrili, o dört duvar arasında çaresiz…”

Hayri’yi anladık. Peki ya sen? “Eşim” dediğin H. Hakkı Erdoğan’ın o dönemdeki durumunu bildiğin halde neden “bir dost evinde” saklanma ihtiyacı duydun?

“Ekim ayında aranır duruma düştüm” desen de Eylül günlerinde güvenlik tehdidi altında ve aranır durumda olmadığın halde neden ortadan kayboldun? Sonra da konforlu yaşam alanında kendini “yarı açık cezaevi” metaforuyla tarif ederek okurun vicdanına oynamayı nasıl içine sindirdin? Saklanıyordun çünkü ortalıkta görünmen, senin için başka tür bir risk oluşturuyordu belki de…

 

Kitabın 120. sayfasında şöyle diyorsun: “Tamam, gidelim diyordum da bu gözümdeki yaşlar neyin nesiydi? Bir yanım ‘merak etme bırakılmıştır’ derken, diğer yanım ‘bırak bu boş hayalleri kızım’ diyordu bana. Unuttun mu nerede olduğunu?”

 

Öldürülene kadar saklanan sensin, ama ardından güvenlik kaygısı taşımadan “tamam gidelim” diyorsun. Ne güzel değil mi?

 

Peki ya ölüm haberini aldıktan sonra? Hasan Hakkı Erdoğan 18 Eylül 1984’de yakalanır ve 30 Eylül 1984’te işkenceci polislerce katledilir, sen ise Kasım 1984’te yeni sevgilinle yurtdışına çıkıyorsun! Elbette kimsenin aşkına, özel yaşamına sözümüz yok. Ama madem ki bu kadar “büyük bir acı” duyduğunu söylüyor ve kırk yıl sonra adına kitap yazıyorsun, aradan iki ay bile geçmeden yeni bir  aşka yelken açmanı neyle açıklayacaksın? Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın öldürülmesinden acı duyduğun gibi iddianın da aslında temelsiz olduğu çok açıktır. 

 

Asgari bir yas süresine bile ihtiyaç duymayan “acılı” bir kadın profili çizmişsin. Bu, en hafif deyimle, etik değil. Ne “yalansız çıkarsız dostluklar”la ne de devrime adanmış bir aşkla örtüşen bir durumdur bu.


Temmuz 2025


İsak Kızıldağ

...

14 Haziran 2025 Cumartesi

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1


TIKLAZINIZ...VPN....
                            

İran’a yönelik operasyon desteklenmeli mi?  Halil Gündoğan=13.06.2025 _Bu operasyon farklı

13 Haziran sabaha karşı İsrail uçakları İran’ı bir kez daha vurdu. “Ne var bunda, yeni bir durum değil ki bu.

 Daha önceleri de defalarca kez vurmuştu. Keza İran da misilleme yaparak İsrail’i vuruyordu.” Denilebilir elbet.

Ancak galiba bu kez durum tamamen farklı. Çünkü o alışıldık taciz veya karşılıklı “it dalaşı” tarzı bir saldırı boyutunu ve karakterini çok aşan bir durum söz konusu. Bu, tam teşekküllü bir savaşan, ölümcül bir ön vuruşu.

BOP kapsamında çekilmek istenen operasyonun bir nevi bir işaret fişeği özelliği taşıyor. Öncelikli hedefler olarak ordunun en üst düzey komuta kademesinin ve karargahlarının, keza nükleer tesislerinin, bu alanın uzmanı en üst düzey bilim insanlarının ve balistik
füze üretim tesislerinin vs. seçilerek imha edilmesi bunun doğrudan ifadesidir.
 
Yani bu operasyon, BOP kapsamında İran’a çekilmek istenen o büyük operasyonun dolaylı değil; doğrudan bir unsurudur. Bir diğer ifadeyle, “İran parantezi” artık kapatılmak isteniyor. Öncelikle sorunun bu özgün yönünün görülmesi gerekiyor.
 
Top yekûn savaş riski

Daha önceki bir makalemde mevcut koşullarda lokal düzeylerde seyreden savaşların topyekûn bir dünya savaşına sıçrama olasılığından bahsetmiştim. Bunu en güçlü şekilde barındıran odak olarak da İran’a çekilecek bir operasyon veya Ukrayna’da NATO’nun doğrudan savaşa dahil olmasına işaret etmiştim. Bu durum maalesef ki bugün de aynıyla devam ediyor.

Ukrayna da ki savaşa NATO veya Batı Avrupalı malûm emperyalist devletlerin savaşa doğrudan müdahil olması da İran’a çekilen bu operasyonun durdurulmaması ve Çin ile Rusya’nın savaşa doğrudan müdahil olması halinde de insanlığı ve doğayı yıkımla karşı karşıya getirecek o büyük felaket kaçınılmaz olacaktır.

Büyük olasılıkla Çin ve Rusya İran’ı feda etmeyi günün taktiği olarak benimseyecekler gibi.
 
Olasılıklar

Ukrayna sahasında belki Trump şahsında ABD’nin, İran sahasında da belki Rusya ve Çin’in müdahalesi (müdahil olması değil) gidişatı bir süreliğine erteleyebilir. Ancak bu da çok zayıf bir olasılık.
 
Çin ve Rusya’nın savaşa doğrudan müdahil olmaması ve operasyonu durdurmak için de müdahale etmemesi halinde İran’ın akıbeti Libya, Irak ve Suriye’nin akıbeti benzeri bir akıbet olacaktır. Yani mevcut iktidar yıkılacak ve zaten yüz yıllardır zor ve baskıyla alıkonan birçok ulus kendi kaderlerini tayin etme seçeneğine kavuşacaktır.
 
Peki bu iyi bir şey midir?

Kuşkusuz ki gerici dinci molla rejiminin yıkılması ve esaret altında tutulan halkların ve keza özel olarak da kadınların bu dinci faşist rejimden kurtulması anlamında çok iyi bir şey olacaktır. Ancak bu, sadece sonuç olarak böyledir. Yani olgunun kendiliğinden yol açacağı bir sonuç olarak.
 
O halde bu operasyon desteklenmeli mi?

Hayır, bu operasyon kesinlikle desteklenemez. Yol açacağı bütün bu iyi sonuçlara rağmen bu operasyon asla desteklenemez. Neden desteklenemez? Çünkü bu operasyon, emperyalist bir proje olan Orta Doğu’nun yeniden paylaşılmasını ve İsrail ile Türkiye merkezli yeniden düzenlenmesi operasyonudur.

Dolayısıyla da sırf iyi birtakım şeylere vesile olabilme olasılığından hareketle böylesi emperyalist bir projeyi desteklemenin biz sosyalist ve komünistler açısından hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Tam aksine tüm gücümüzle, şiddetle buna karşı durur ve protesto ederiz. Bu, emperyalistlerin saldırısına uğruyor diye Molla rejimini sahiplenip savunmak anlamına da asla gelmez, gelmemelidir de.

Şayet Molla rejimi altında yaşayan farklı halklara mensup olsaydık veya oradaki komünist ve sosyalistler olsaydık, böylesi bir durumda asla yurt savunması adı altında molla rejimi saflarında savaşmaz, tam aksine savaşı iç savaşa çevirir, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesini yürütürdük.
 
Bu operasyonda Türk Devletinin rolü

Elbette BOP esasen İsrail’in güvenliğini önceleyen bir projedir. Yani İsrail’e yakın ve uzak aktüel tehdit oluşturan tüm güç odaklarının bir şekilde tasfiyesini öngörmektedir. Ve ama Türk Devleti de bu projenin en sadık sahiplenenlerindendir. Unutmamak gerekir ki Erdoğan bu projenin eş başkanıdır da.

Dolayısıyla da Türk Devleti asla İsrail karşıtı olmamıştır, değildir de. BOP’a eş başkan olması da zaten bunun en büyük teminatı değil midir? Öte yandan bu projede Türkiye’ye biçilen rol, tüm Kürtleri kendi himayesinde birleştirmektir. Yani bu, katkılarından ve hizmetlerinden ötürü Türk Devletinin ödüllendirmesidir de. Ayrıca bu operasyonla Azeri Türkleri de özgürlüklerine kavuşmuş olacaklar ki bu da Türk milliyetçilerinin ağzına çalınmış bir parmak bal olacaktır. Yani siz bakmayın Erdoğan ve Bahçeli’nin “sıra Türkiye’ye gelecek” demelerine. Bu hamasi laflar, türbinlere dönük sahte söylem ve tavırlardır.
 

13 Haziran 2025 Cuma

Fikret Karavaz • ABDULLAH ÖCALAN TARTIŞMALARI ÜZERİNE

PWK ve HakPar, Abdullah Öcalan'ın Kürt ulusal şahsiyetlerine ilişkin söylediklerini hakaret olarak değerlendirip özür dinlenmesine ilişkin birer basın açıklaması yapmışlar...

 Abdullah Öcalan 'in Şeyh Said, Seyit Rıza gibi Kürt ulusal kimliklerine hakaret edip etmediği ya da eleştiri tarzı kendisini bağlar...Bu konu, Abdullah Öcalan ile Söz konusu kimlikleri sahiplenenler arasındaki bir sorundur...

 Peki, niçin hiç kimse Abdullah Öcalan ve onun tarzını benimseyen başka Kürtlerin de genel olarak komünistlere, Marks, Lenin,Stalin gibi komünist kimliklere, bu komünist kimlikleri sahiplenenlere de aynı tarzda hakaret ettiğinden ve hatta ne Marksizmi ve ne de Leninizmi bilmediği halde, Marksist kavramları yalanladığından, kendi kaderini tayin hakkını tüm dünyaya evrensel bir hak olarak self determinadyon biçiminde kabul ettiren Sovyet Devrimi ve onun önderi Lenin hakkında yaptığı karalamalardan ve spekülasyonlardan hiç bahsetmiyor...

 

Demek ki herkes, her olguya kendi durduğu yerden ve kendi değer ölçütleriyle bakıyor...Oysa, toplumsal meseleler, herhangi bir toplumsal üst kimliğin, bireyin, kanaat önderi ya da sosyal tabakalarin öznel ölçütleriyle değil, ancak, tarihsel materyalizm biliminin nesnel ölçütleriyle çözülebilir...Burada da yaşanılan tarihsel sürecin şartları bir tarafa bırakılarak yalnızca diyalektik zeka oyunlarıyla da herhangi bir toplumsal soruna bilimsel ölçütlerle bir çözüm getirilemez.

 

Çünkü, Marksist tarih biliminde diyalektiği anlamlı ve tutarlı hale getiren şey onun tarihselligidir ki tarihsellik bir tarafa bırakılırsa yapılan diyalektik akıl oyunlarının hiç bir iç tutarlığı da kalmaz...Kürt sorunu bir ulusal sorun olarak, örneğin, İrlanda ya da İspanya'daki sorundan çok farklı bir sorundur...Dolayısıyla, çözüm yöntemi ve bu yöntemin siyasal ve toplumsal araçları da farklı olmak durumundadır...

 Örneğin,

 İrlanda ya da İspanya'daki ulusal sorun kapitalist yoldan çözülebilir ama Köylülüğün farklılaşma sürecinin henüz tamamlanmadığı, köyden kente göç olgusunun tarımın yarı feodal niteliği dolayısıyla süreklilik gösterdiği ve Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında, metropol şehirlerde proleterleştiği bir cografyada, Kürt sorunu kapitalist yoldan çözümü mümkün olmayan bir sorundur...

 

Kürt sorununu komprodor kapitalizmi ve unun üzerinde biçimlendigi yarı feodal köylü tarımını tasfiye edecek olan bir Demokratik Halk Devrimi aracılığıyla değil de komprador kapitalizmi muhafaza eden herhangi bir yoldan çözüme bağlama çabaları nafile çabalar olup Kürt sorununa kalıcı bir çözüm getirebilmesi mümkün değildir...

 Bence,

 Abdullah Öcalan'ın kimlere nasıl hakaret ettiğine ilişkin tartışmalardan ziyade,onun Kürt sorununa ilişkin çözüm yöntemleri ve mücadele araçları, taktik stratejilerinin tartışılması gerekir... Bunun için de içinden geçilen bu tarihsel süreçten daha uygun bir zaman olamazdı..

 Çünkü,

 bugün, Orta Doğu ve Ukrayna'da ve dünyanın başka coğrafyalarında bölgesel çatışmalarla karakterize olan emperyalist yeniden paylaşım sürecinin, yakın bir gelecekte genel bir savaşa dönüşme olasılığı giderek daha da güncel bir sorun haline gelirken, böylesi tarihsel bir kavşakta, Kürt hareketi ve Türkiyeli Devrimci hareketlerin söz konusu tarihsel süreçte hangi strateji ve taktik siyaset ve siyasal perspektifle bu süreci karşılayabilecekleri ve emperyalist savaşları durdurabilecek yegane yöntem olarak, genel olarak tüm Orta Doğu coğrafyasında ve Özel olarak Kürdsistan ve Türkiye coğrafyasında birleşik bir anti faşist anti emperyalist cephe olanaklılıgın gündemleşmesi gerekir...

 Ki bugün Orta Doğu coğrafyasında, dünkü Kürt ve Filistin sorunu gibi basat sorunlara Alevi ve Durzi katliamlari bağlamında yeni sorunlar da eklenmisken, Kürt hareketinin, Orta Doğu gibi emperyalizmin ve bölge gericiliğinin at oynattığı bir cografyada, yalnızca ulusal dinamikler ve emperyal hamilikler üzerinden Kürt sorununa kalıcı bir çözüm üretebilmesinin mümkün olamayacağı da fark edilmelidir...

 Bugün,

 Kürdistanlı, Türkiyeli ve Orta Doğu'nun farklı toplumsal üst kimliklerine ait tüm devrimcilere düşen görev, gerek Kürt sorununa ,gerek Filistin ve Alevi, Dürzi gibi toplumsal kimliklere ilişkin sorunlara kalıcı bir çözüm getirebilmek için, öncelikle ,ABD emperyalizmi ve onun yedek gücü olan İsrail siyonizmini bölgede alt edecek birleşik bir anti faşist anti emperyalist halk cephesinin acilen kurulmasına ilişkin tarihsel zorunluluğun farkına varabilmek ve gereğini yapabilmektir...

 

Aksi halde, bu yüzyılı da geçen yüz yıl gibi bütün dünya halkları olarak hep beraber kaybederiz... Üstelik de onca acı ve kan can pahasına...

 Selamlar....

-----------------------------------------------------------------Fikret Karavaz

 

 

7 Haziran 2025 Cumartesi

“Yeni anayasa” ısrarı hangi ihtiyacın ürünü?_Halil Gündoğan_6.06.2025

İktidar cenahının ve özellikle de Erdoğan’ın “yeni anayasa” talebi, “darbe anayasasından kurtulmalıyız” kisvesi altında uzunca bir süreden beridir devam ediyordu. Ancak son süreçle birlikte bu talep daha bir ısrarla tekrarlanır oldu.

Daha önce esas olarak mevcut Anayasa ile “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi” arasında oluşan uyumsuzluğun ve pratikte oluşan “ikili hukuk” (*) açmazının telafi edilerek, tek adam rejiminin gereksinimini duyduğu hukuku oluşturma ihtiyacının karşılığıydı. Şimdilerdeyse buna, bir de kurgulanmış olan şu “Kürt-Türk İttifakı” ve “Yeni Ulus Devlet” projeleri için anayasal bir zeminin hazırlanması ihtiyacı eklenmiş oldu.

 “Darbe Anayasasından kurtulmalıyız” demagojisi

Yani Erdoğan’ın ağzına pelesenk ettiği “darbe anayasasından kurtulmayız” lafı tamamen bir maskeleme malzemesidir. Çünkü gerçek anlamda “darbe anayasası” dediği anayasadan kurtulmak demek, eşyanın doğası gereği, zorunlu olarak özgürlükçü-demokratik bir anayasa yapımını öngörür. Ve keza toplumsal bir sözleşme özelliği taşıyan bu nitelikteki yeni anayasalar, toplumun tüm kesimlerini temsil eden “kurucu meclis” tarzı, demokratik temsiliyet özelliği bulunan oluşumlarca hazırlanarak halkın onayına sunulur.

Oysa Erdoğan hem, nerdeyse çeyrek asırdır, bu anayasa ile sultanlığını sürdürüyor ve hem de zaten ihtiyaçları oluştukça bu anayasada, çıkarma-ekleme tarzında, defalarca kez değişiklikler yaptılar. Dolayısıyla da bu, artık o bahsini ettiği “darbe anayasası” olmaktan da çoktan çıkmış oluyordu. Yani burada sorun “darbe anayasası” değil, kendilerinin defalarca kez elden geçirdikleri ve ama “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi” dedikleri tek adam rejiminin tam olarak kurumlaşması ve hükmünü engelsiz sürdürebilmesiyle uyumlu olmayan, ona, özellikle de Anayasa Mahkemesi üzerinden engel oluşturan bu anayasanın değiştirilmesidir.

 

Öte yandan, yukarda da ifade edildiği gibi; Öcalan ve Devlet aklının ortak mutabakatıyla kotarılmış olan Kürt-Türk İttifakının ön gördüğü yeni bir ulus devlet inşası için gerekecek hukuki zemin ve güvence için de yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulmaktadır. Yani mevcut durumda dillendirilen yeni anayasa yapma ısrarı tamamen bu iki “acil” ihtiyacın ürünüdür. Nitekim Devlet aklının basın sözcüsü ve “mayın eşeği” rolü üslenmiş olan Bahçeli, bunu şu sözleriyle teyit etmektedir de:

 

“Bize göre Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yönetim istikrarını, temsil adaletini ve uzlaşma kültürünü tesis eden yapısını daha da kurumsallaştıracak atılımları yapmak 28’inci dönem TBMM’nin önemli bir sorumluluğudur. (abç)”

 “Bu kapsamda; devletimizin kuruluş ilkelerini, cumhuriyetin temel niteliklerini koruyan, çatısının başkanlık sisteminin ana ilkelerince örüldüğü, milli ve katılımcı, kapsayıcı demokratik yeni bir anayasa ile (…) (abç)” (**)

 CHP’yi hizaya getirme operasyonları

Aktarılan bu iki pasajda altı çizilen ifadelerden de açıkça görüleceği üzere; yeni anayasa ile murat edilen temel şeylerden biri, mevcut otokratik tek adam rejimini daha da kurumsallaştırarak tahkim etmektir. Yani meramları asla burjuva demokratik standartlarda yeni bir anayasa yapmak değil. Ha mümkündür ki anayasa yapma yeter sayısına ulaşamamaları durumunda, bazı tavizler vermek zorunda kalabilirler de. Örneğin CHP ile, CHP’ye çekilmekte olan bu aleni hukuksuz operasyonların son bulması ve tutuklananların serbest bırakılması ve kayyımların iptal edilmesi karşılığında, yapmayı tasarladıkları anayasaya destek vermeye zorlamak veya olmuyorsa, ara bir formül üzerinde uzlaşmak gibi. Zaten bu operasyonların bu denli yaygınlaştırılmasının başlıca nedeni de CHP’yi sıkıştırıp yıldırarak, pazarlığa çekmek için elinde güçlü bir koz olarak bulundurmaktır da.

 İdari yapıyı esnekleştirme ihtiyacı

Devlet ve iktidar blokunun yeni anayasa yapma ihtiyacı duymalarının bir diğer esaslı nedeni de Türk-Kürt ittifakı ile kotarmayı düşündükleri yeni ulus devletleri için hukuki zemin hazırlamak ve bunu Anayasal güvenceye kavuşturmaktır.

 Bunun için, her ne kadar da “devletimizin kuruluş ilkeleri korunacak” veya bir başka ifadeyle “Anayasanın ilk üç maddesi ile sorunumuz yok” diyorlarsa da ama yine de mevcut Anayasa’da küçük bir iki revizyon yapmaları gerekiyor. Çünkü başka türlü hem Kürtleri ikna edemezler ve hem de “iki kurucu ulus” söylemi anayasa engeline takılacaktır. İşte bu iki hususa ilişkin yeni anayasa, artık o eski halindeki baskın etnik aidiyet vurgusunu içermemesi gerekiyor. Nitekim Bahçeli aracılığıyla bu şu şekilde formüle edildi: “Etnik siyasetin taleplerini aşan bir siyaset tarzıyla”; “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir.” (**)

 Tabii şimdilik her ne kadar da erkenden dillendirmeme hassasiyetiyle paylaşmaktan imtina ediliyorsa da ama mutlaka ki gerek yerel yönetimler özerkliği ve gerekse Misakı Milli gereği, Kürdistan’ın diğer parçalarının Türkiye’ye entegrasyonunun sağlanabilmesi için devlet idari yapısının buna uygun bir esnekliğe kavuşturulması gerekiyor. Bunlar dışında ileri sürülen tüm gerekçeler sadece örtüleme ve dolgu malzemesi olarak kullanılmaktadır.

 İsabetli teşhisin tayin edici önemi

Doğru tutum takınabilmek için öncelikle bunun görülmesi gerekiyor. Yani özgün sorun asla Erdoğan’ın adaylığının yolunu açmak, keza bizzat kendilerince yok sayılan normal evrensel burjuva hukuk normlarının yeniden hâkim kılınması ve yine bizzat kendilerince en ufak kırıntılarına kadar yok edilen tüm temel demokratik hakların yeniden tanımlanarak anayasal güvenceye kavuşturulması değildir.

 Yeni Anayasa yapma sorununa ilişkin temel yaklaşımların ne olması gerektiğine ilişkin burada başlı başına yeni değinilerde bulunmayacağım. Çünkü sorunun bu yönlerini daha önceden yazıp okurla paylaştığım:

 “İktidar kanadı iki süreci de yeni anayasa atağıyla dizayn etmek istiyor.”, “Barış ve demokrasi talebi, öngörülen ‘Türk-Kürt İttifakı’ ile karşılanabilir mi?”, “Evrensel bir hak olarak self determinasyon Kürtlerin de en doğal hakkıdır.”, “Türkiye halkı, Kürt sorununun demokratik çözümü için barış talep etmelidir.”, “Demokrasi ve Anayasa’nın ilk 4 maddesinin dokunulmazlığını savunma anlayışı.”, “Erdoğan’ın yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacın ürünü?” ve “Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde, bir ara rejim midir?”  başlıklı makalelerim mevcut. İlgi duyanlar bloğumdan bunlara ulaşabilir.

 (*) (http://halilgundogan.blogspot.com/)  

(**) (https://www.odatv.com/guncel/devlet-bahceli-turkgun-yazisi-terorsuz-turkiye-cagrisi-120092698)

 

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Kaypakkaya’nın mezarına 7/24 kamera takibi!

 

Devletin Kaypakkaya korkusu, ölümsüzlüğünün 52. yılında mezarına yerleştirilen 24 saatlik kamera takibiyle sürüyor.


Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya köyündeki mezarına yönelik devlet ablukası yeni bir boyuta ulaştı. Uzun süredir sıkı abluka altında olan mezarlık, şimdi de kamerayla 24 saat izleniyor.

Köy mezarlığında bulunan mezara ilk olarak bir karakol kurulmuş, ardından giriş-çıkışlar kontrol altına alınmıştı. Ziyarete gelen köylüler, Kaypakkaya’nın yoldaşları ve anmak isteyen halk çeşitli baskı ve engellemelerle karşılaştı. Mezar başında yapılan anmalara GBT uygulamasıyla saldırılırken, drone ile gözetleme ve kimlik kontrolleri de rutin hale geldi.

Özellikle ölüm yıldönümlerinde artan abluka, bu yıl yeni bir seviyeye taşındı. Mezar taşının tam karşısına yerleştirilen bir kamera ile ziyaretçiler kayıt altına alınmaya başlandı. Kamera görüntüleriyle mezarlık takibe alınırken, çıkışta jandarma tarafından tekrar GBT yapılıyor ve ziyaretçilerin üstü aranıyor.

Bu son uygulama ölümsüzlüğünün 52. yılında Kaypakkaya korkusunun devam ettiğinin son göstergesi oldu.

Kürt sorunu çözülüyor mu?__ Kürt sorunu tam olarak nedir?

Tarihsel bağlamı içerisinde, “Kürt sorunu” olarak kodlanan sorunun özü tam olarak şudur: Kürt sorunu her şeyden önce bir ulus olarak kendi kaderini belirleme hakkı elinden alınmış, yurdu dört parçaya bölünmek suretiyle ulusal birliği ve yurdu parçalanmış, bulunduğu her bir parçadaki egemen ulus devletçe temel ulusal haklarını kullanması yasaklanmış, dili zincire vurulmuş, zorlan asimilasyona tabi tutularak egemen ulusa dahil edilmek istenmiş ve her hak talebinde defalarca kez kitlesel kıyımlardan, sürgünlerden ve yıkımlardan geçirilmiş bir halkın ağıtı olduğu kadar, ulusal kurtuluşunu sağlama isyanıdır.

Siyasal literatürde bunun kavramsal olarak “sömürge”, “sömürge ötesi bir sömürge” veya “ezilen bağımlı ulus” vb. olarak ifade ediliyor olmasının çokta tayin edici bir önemi yok aslında. Çünkü Kürt sorunun bu olgusal gerçekliğinden ötürü, bu tanımlamaların her biri, zorunlu olarak bu özü içerir.

 Kürt sorunun “sorun” olmaktan çıkması

Doğallığıyla anlaşılacağı ve kabul edileceği üzere, bu karakterli bir sorun gerçek tam çözümünü ancak ki sorunu “sorun” olarak var eden etmenlerin ortadan kaldırılarak, zıddına dönüşmesinin sağlanmasıyla bulabilir. Yani ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi hakkının, kayıtsız koşulsuz olarak Kürtlere de tanınması ve buna saygı duyulmasıyla bu sorun “sorun” olmaktan böylece çıkabilir. Bunun dışındaki konjonktürel kısmi çözümler ancak ki “ara çözümler” olabilir.

 Sorun, talep ettiği gerçek çözümle buluşmadıkça; her seferinde bir şekilde yeniden “güncel sorun” olarak kendisini var etmeye ve çözüm talep etmeye devam edecektir. Ta ki toplumların ulusal topluluklar olarak örgütlenmelerini gerektiren koşullar ortadan kalkıncaya kadar sorunun ana yönelimi böyle kalmaya devam edecektir.

 

Bu, sübjektif bir niyet beyanı olarak değil; eşyanın tabiatı gereği olarak böyledir. Bunun böyle bir özellik arz ettiğini, yakın dönem olarak, hem SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla adeta vahşice hortlayan burjuva milliyetçi hezeyanlarla her birinin kendi burjuva devletlerinin “bağımsızlığına” yönelmeleri ve hem de toprak/sınır vb. hak iddialarıyla kardeş halkları birbirine boğazlatan “ulusal savaşlara” yönelmelerinden ve keza hem de burjuva demokrasisi altındaki çok uluslu devletlerin, örneğin Büyük Britanya, Belçika, Fransa vs. gibilerinde baş gösteren ayrılma taleplerinin sona ermemiş olmasından da anlamak zor olmasa gerek.

 

Öcalan’ın “yeni” paradigmasında Kürt sorununu

Kuşkusuz ki tarihsel-toplumsal olay ve olgular dönem önderleri ve siyasi aktörlerinin gerçekleri ters yüz eden keyfiyetçi “paradigmaları” veya oluşturdukları “yüzyılın manifestoları” ile tanımlanamaz. Onlar, kendilerini deha ve peygamber addeden bu megaloman şahsiyetlerin yarattığı yapay-zorlama kalıplara sıkıştırılamaz. Çünkü er ya da geç olgu ve olayların gerçekliği bu hileli tanım ve kalıpları aşıp, öz gerçeklikleriyle arzu endam eder.

Mesela nasıl ki Kürtleri yok saymak için Türk Tarih Kurumu profesörlerine kıytırıktan masalımsı “tarih tezleri” yazdırılarak Kürtlerin öz be öz Türk etnik kökeninden olduğu “bilimsel yalanı” paçavraya döndüyse, ya da nasıl ki kitlesel kıyımlar, göçertmeler ve Türk nüfusu içinde, okulda ve kışlada asimile ederek eritme politikaları yeni Kürt isyanlarının önünü alamadıysa, nasıl ki “Ölmüş-bitmiş Kürtleri ben yeniden diriltip var ettim” diyen Öcalan’ı da örgütünü ve 29. Kürt isyanını da var eden nesnel temel oldu/olabildiyse; Öcalan’ın geldiği aşamada Kürt sorununu temel özünden kopartarak yok sayan “yeni” paradigmasına da elbette nanik yapma kudretinde olduğunu gösterecektir.

 

27 Şubat’ta kamuoyuyla paylaşılan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı metninde Öcalan’ın Kürt sorununu oturttuğu zemin ve ona çizdiği çerçeve, esas olarak Kürt-Türk ilişkilerinin yeniden tesisi bağlamındadır. (*) Bu ele alış zaten otomatik olarak Kürtlerin, bir ulus olarak tıpkı kardeşleri Türkler gibi, işgal ve ilhaktan kurtarılmış kendi yurtlarında kendi dilleri ve bayraklarıyla, kendi idari sistemleriyle, bağımsız bir devlet olarak var olabilme haklarını kategorik olarak dışlıyor.

 Oysa bu, sorunun tüm kapsam ve özüdür. Bunun es geçilip, sorunun; “tarihsel kardeşlik ilişkisinin” öncelikle “Kapitalist modernitenin” dayattığı ulus devlet projesiyle, ardından da “Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla” gündeme gelen “Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı”, normal “aile içi”, “kardeşler  arası” gerginlikler ve birbirini zorlamalar olarak tanımlanıp çerçevelendirilmesiyle, o  bahsi edilen “inkâr siyasetinin” bu kez de Kürtlerin içinden birilerince devamının sağlanmasından başka bir şey olmaz.

 

Nitekim Öcalan Kürt sorunun siyasi özünü oluşturan ve sorunu, “sorun” olarak var eden temel etmen olarak kendi kaderini tayin etme hakkının ifadesi olan “ayrı ulus-devlet (bu ifade ediş şayet bariz bir yazım hatası değilse, tire işaretli bu ifade “ulus devlet” kavramı ötesinde ayrı bir ulus ve devleti ifade eder. Bn.) federasyon, idari özerklik” gibi tüm formatlarını ve hatta bir halkın ulusal kimliği ve benliğinin oluşturucu ana öğesi olan kültürel haklarını dahi; “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” şeklinde ifade ettiği böylesi garabet bir gerekçeyle kaldırıp bir kenara fırlatmaktadır.

 

Dolayısıyla da buradan hareketle şunun söylenmesi yanlış olmayacaktır: Öcalan için, temel hakları elinden alınmış bir ulusun ulusal kurtuluş davası artık güncel bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bunun yerini, “Kapitalist modernitenin” temelini dinamitlediği ve Cumhuriyetin tekçi baskıcı tarzının da kopuşu iyice derinleştirdiği tarihi Kürt-Türk kardeşliğinin/İttifakının reorganizasyonu temel sorunu almıştır. Nitekim bunu şu sözlerle ifade eder: “Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.” (*)

 Öcalan’ın “yeni” paradigmasında sorunun çözümü

Öcalan ve benzeri aşırı derecede uç erk sahiplerinin temel taktiklerindendir: Bir şeye istediği formatı verebilmek için önce yıkıp hiçleştirir, sonra da onun kurtarıcı yaratanı olarak yeniden tanımlarlar. Öcalan bu temel “dönüştürme-yaratıp var etme paradigması” ile önce kendisini yeniden tanımlayıp, modern zaman peygamberi olarak var eder. Etrafına topladığı kadro ve militanları önce hiçleştirir, sonra “Apocu kişilikte” yeniden var eder.

Kendisinin müdahalesine kadar Kürt toplumu çürümekte olan bir mevtadır. Onu bizzat kendisi bu yok oluştan çekip alır ve gurur, haysiyet ve kişilik sahibi yapar. Vs. vs. Her şeyin muktediri tapınılacak “önderlik” mitinin (bir başka ifadeyle efsanesinin) oluşması da önemli oranda bu sürecin eseridir.

 

Öcalan şimdi de “yeni” paradigması için zemin oluşturabilmek için, Kürt ulusunun varlığı, hakları ve kurtuluş yolu adına yaratıp var ettiğini söylediği tüm o “kutsal” değer ve stratejileri, “tarihi bir yanılgı” olarak “tu kaka” ilan ederek işe başlıyor. Bunu yapmak zorunda da çünkü başka türlü “işi kitabına uydurmakta” başarısız olur.

 

Ne diyordu yukarıya alınan pasajda? “Ayrı bir ulus” da bağımsız devlet de keza egemen ulus devleti çatısı altında federasyon veya idari özerklik gibi siyasi statüler de hatta “kültürel özerklik” türü istemler de artık “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” diyerek, demiri tavına getirmiş oluyor. Böylece “yeni” paradigmanın inşası için zemin hazırlanmış oluyor.

 

Öcalan’a göre sürecin ve “zamanın ruhuna” en uygun ideal çözüm artık şudur: Bin yıllık kardeşimiz Türklerden ayrılıp ayrı ulus olma ve ayrı bir devlet kurma sevdasından artık vaz geçin. Hepimiz kardeşiz, Lozan ile elimizden alınan Misakı Milli kapsamındaki bu topraklar ortak vatanımızdır. Bu topraklar üzerinde sürekli çatışmalar vesilesi olan farklı ulusal kimliklerle var olmaya çalışmak anlamsızdır.

 Biz de tıpkı ABD ve İsviçre’de olduğu gibi tek bir ulus olarak tanımlayabiliriz kendimizi. Ben, “kapitalist modernitenin” dayattığı “ulus devlet” modelini reddederek buna “demokratik ulus” diyorum. Bunun için tek ihtiyacımız, emperyalistlerin bozmaya çalıştığı bin yıllık Kürt-Türk kardeşliğini yeniden oluşturmak ve el birliğiyle Cumhuriyeti demokratikleştirmek ve böylece demokratik bir toplumda kimliklere ve inançlara saygı temelinde kardeşçe yaşamak. Kimin hangi etnik kökenden olduğunun bir önemi yoktur; herkes kardeşlik hukuku gereği eşit anayasal vatandaşlık bağıyla özgürce yaşama imkânına kavuşacaktır…

Bunlara başarabilirsek, “ortak devletimizi” bölgenin lider gücü yapabilir ve böylece her türlü emperyalist oyunu da Allah’ın izni ve damarlarımızdaki asil kardeş kanıyla bozabiliriz. (Mealen özetlenen bu görüş ve yaklaşımlar için Öcalan’ın İmralı Savunması ve “Demokratik Cumhuriyet ile Birlik Projesi” kitabına ve konuya dair benim önceki makalelerime bakılabilir.)

 

Görüleceği gibi Öcalan’ın Kürt sorununa ve çözümüne ilişkin geliştirdiği “yeni” paradigma, Kürtleri tüm temel ulusal haklarından vaz geçirerek; karşı olduğunu söylediği “kapitalist modernitenin” çocuğu olan bir başka ulusa ve onun egemenlik aygıtı olan ulus devletine entegre etme plan ve stratejisinden ibarettir. Dolayısıyla da kısmi rahatlamalar dışında, bu “çözüm” tarzıyla sorunun, temel içeriğiyle çözüme kavuşmayacağını söylemenin bile abes kaçacağı kendiliğinden anlaşılır olmaz mı acaba?

Halil Gündoğan-23.05.2025

https://halilgundogan.blogspot.com/2025/05/kurt-sorunu-cozuluyor-mu.html#more

 

 

18 Mayıs 2025 Pazar

18 Mayıs Şehitleri Ölümsüzdür


18 Mayıs 1973’de, Amed Zindanı’nda teslim alınamayan, onur abidesi İbarahim KAYPAKKAYA’nın, ölümsüzleşmesinin 52. yılında ser verip sır vermeyen baş eğmez iradesi ve mücadelesi, dün olduğu gibi bugün de yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. 

Yine 18 Mayıs 1977’de, Dilok’ta katledilen PKK kadrosu, devrimci önder Haki KARER’in, 18 Mayıs 1978’de katledilen Halil ÇAVGUN’un, 18 Mayıs 1982’de Amed zindanında teslimiyete karşı bedenlerini ateşe vererek ölümsüzleşen Dörtler, Ferhat Kurtay, Eşref ANYIK, Mahmut Zengin ve Necmi ÖNER’in teslim alınamayan iradeleri ve direnişleri bugün biz ardıllarına yol göstermeye devam ediyor.

Teslim alınamayan İrade İbrahim KAYPAKKAYA

‘71 devrimci çıkışın devrimci komünist önderlerinden İbrahim KAYPAKKAYA yaralı olarak ele geçirildikten sonra faşist Türk devleti tarafından işkence edilerek Amed zindanında alçakça katledildi. İbrahim yoldaş yapılan işkenceler karşısında ‘ser verip sır vermeyen’’ teslim alınamayan ve durdurulamayan iradedir. Söz ve eylem pratiğinin ayrılmaz bir parça olduğunun pratikte devrimci olma nerde bir direniş varsa orada olma ısrarının adıdır. 

Türkiye ve Kürdistan birleşik mücadelesinin baş eğmeyen önderlerinden İbrahim Yoldaş devrimci kararlılığı ve mücadelesi yanı sıra, teorik tespitleriyle, Kemalizm konusundaki eleştirileri ve Kürt sorunundaki yaklaşımları ile Türkiye devrimci hareketi içerisinde özgün bir yerde durmaktadır. Resmi ideolojinin eleştirisi konusunda ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ilk defa bu kadar ayrıntılı ve net bir şekilde İbrahim KAYPAKKAYA’nın değerlendirmelerinde okunmuş olması önemli bir yerde durmaktadır.

Bugün, HBDH kuruluşundan itibaren kendisini 71 devrimciliğinin mirasına dayandırmıştır. İbrahim KAYPAKKAYA’da o mirasın, 71 devrimciliğinin önemli temsilcilerinden biridir. Bugün onu ve 18 Mayıs tarihinde ölümsüzleşen diğer devrimcileri anarken Birleşik Devrim Hareketi olarak, İbrahim KAYPAKKAYA ve bütün devrimcilerin anılarına sonsuz bağlılığımızın altını bir kez daha çizeriz.

Mayıs ayının devrimci ve direnişçi ruhu Haki KARER yoldaş

Karadenizli bir Türk olan Haki KARER yoldaş 18 Mayıs 77’de ölümsüzleşti. Kaderini ezilen haklar özgür olmadan gerçekleşemeyeceğinin bilinci ile Kürt özgürlük hareketi saflarında yer alarak Kürt halkı ve özgürlük mücadelesiyle birleştirdi. 

Haki KARER’i eşsiz kılan enternasyonalizmi kendisinde var etmesi ve kendinden sonra ardıllarına bir miras bırakmasıdır. İsyanını Karadeniz’den Kürdistan’a taşıyan ve Kürt isyanıyla buluşturarak, gerici Türk şovenizmine bir Türk olarak isyan bayrağı olan devrimci önder Haki KARER yalnızca Karadeniz’den Kürdistan’a kurulan enternasyonal bir köprü değildi, aynı zamanda Türk halkının sömürü ve zulümden kurtuluşu için isyanı ve direniş yolunu gösteriyordu. 

En çok çalışan, en çok emek veren, herkesin yardımına koşan Haki KARER yoldaş, Mayıs’ın devrimci ve direnişçi geleneğinde hem Türk hem de Kürt halkının sömürüden, sömürgecilikten, zulümden kurtuluşunun adı oldu.

Teslimiyete karşı Bedenini Ateşe veren Ateş Kuşları: DÖRTLER

Kendilerinden önceki devrimci önderlerin ayak izlerini takip eden DÖRTLER, 18 Mayıs 1982 yılında, Amed zindanında teslimiyete karşı bedenlerini ateşe vererek devraldıkları teslimiyete karşı direniş ve mücadele bayrağını korkusuzca göğüslediler.

 Devrimci tarihimizin Dörtler’i, Ferhat KURTAY, Eşref ANYIK, Necmi ÖNER ve Mahmut ZENGİN, bedenleriyle, yaktıkları ateşle sömürgeci saldırılara, teslimiyete ve ihanete karşı öncülerinden aldıkları bayrağı onurla direnişle daha yükseklere taşıdılar.

12 Eylül karanlığına ve insanı insan olmaktan çıkaran faşizmin baskılarına karşı direnişin yanan meşalesi oldular. Dörtler aynı zamanda Kürt ulusunun inkar ve imhasına ve dayatılan teslimiyete karşı, direniş zafere teslimiyet ihanete götürür şiarını kendi bedenlerini ateş topuna çevirme pratiğini kendinden sonraki ardıllara bir miras bıraktılar.

Bırakılan bu mirasın ardıllarından yakın zamanda ölümsüzleştikleri açıklanan, Ali Haydar KAYTAN (H. Fuat) ve Rıza ALTUN yoldaşlar Kürdistan Özgürlük Mücadelesine verdikleri emekle büyük değerler yaratmışlardır. Bu yoldaşlar aynı zamanda Birleşik Devrim Hareketimizin de şehitleridir.

İbrahim KAYPAKKAYA, Haki KARER, DÖRTLER ve Heval Fuat ve Rıza ALTUN yoldaşlardan aldığımız direniş ve kararlılık, özgürlük, devrim ve sosyalizm mücadelemizde bizlere rehber olmaya devam ediyor. Ser verip sır vermeyen bir devrimcilik anlayışını inşa eden İbrahim KAYPAKKAYA’nın, enternasyonalist devrimci Haki KARER’in, teslimiyete karşı direniş çizgisini örgütleyen Dörtlerin mücadelesi önünde saygı ile eğiliyoruz.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!

Yaşasın Birleşik Devrimimiz!

Faşizmi Yıkacağız Özgürlüğü Kazanacağız!

HBDH Yürütme Komitesi

18.05.2025

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)