“HOŞÇAKAL ABLA” Kitabı
ya da Tarihin Eğilip Bükülmesi
Komünist mücadele tarihi, ancak objektif bir değerlendirme ve bilimsel bir yöntemle ele alındığında anlamlı ve öğretici olabilir. Bu tür bir tarih yazımı, yalnızca olumlu gelişmeleri kayda geçirmek için değil; aynı zamanda yaşanan olumsuzlukları, gerçekleştirilemeyen hedefleri ve eksiklikleri de görünür kılmak için gereklidir. Gerçek anlamda objektif, bilimsel ve daha da önemlisi etik prensiplere bağlı olmak, bu bütüncül yaklaşımı zorunlu kılar.
Böylesi bir görev, öncelikle komünist hareketin kendisine düşer ve bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmesi beklenir. Bununla birlikte, konuya ilgi duyan aydınlar, tarihçiler ve düşünürler de, bu alanda katkı sunmak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Dışardan gelen bu tür inisiyatiflerin doğru ve sağlıklı bir tarih anlatımı oluşturabilmeleri için komünist hareketin desteği önemlidir.
Öte yandan, dışarıdan bu sürece dahil olmak isteyenlerin de sorumlu davranmaları gerekir. Tarihe dair yazmak istedikleri konularda, hem hareketin görüşlerine hem de o döneme tanıklık etmiş kişilerin anlatımlarına başvurmalı; bu konuda açık, titiz ve diyalog içinde olmalıdırlar. Aksi halde ortaya çıkacak tarih anlatısı, objektiflikten uzaklaşır; hatalı, eksik ya da çarpıtılmış bir versiyona dönüşür. Bu ise, yalnızca bilgi kirliliğine değil, aynı zamanda yersiz tartışmalara, ciddi şaibe ve güvensizliklere yol açabilir.
Bugüne dek komünist hareketimizin mücadele tarihine değişik düzeylerde tanıklık eden yoldaşlarımız tarafından çeşitli anı kitapları kaleme alındı; farklı platformlarda tartışmalar yürütüldü. Bu kitaplar ve tartışmalar, zaman zaman farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olsa da, hiçbir zaman bunların karşı-devrimci amaçlara hizmet ettiği yönünde bir iddia ortaya atılmadı.
Ta ki birkaç bir süre önce yayımlanan “Hoşça Kal Abla” kitabına kadar.
Bu kitap, yukarıda sözünü ettiğimiz ilkelerin ve normların dışında kalması nedeniyle; içeriğindeki ciddi çarpıtmalar, taraflı anlatımlar ve şüphe uyandıran yorumlarla komünist hareketin ve çevresindekilerin dikkatini ve tepkisini çekti.
Peki, neden diğer anı kitapları değil de “Hoşça Kal Abla” böylesine sorunlu, çarpık ve kuşku uyandırıcı bulunmuştur?
Birincisi, kitabın yazarı, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımızın komünist mücadele ve direniş tarihine dair bu çalışmayı kaleme alırken, onun bizatihi içinde yer aldığı ve uğruna yaşamını feda ettiği kolektifin yetkililerine ne danışmış, ne de görüş alma gereği duymuştur. Aynı şekilde, kitapta konu edilen operasyona doğrudan tanıklık etmiş ve o dönemde hareketin içinde yer almış arkadaşlarla da hiçbir temas kurmamıştır. Cinayete giden sürecin ayrıntılarına vakıf ve katkılarını esirgemeyecek arkadaşlarımızın varlığı bilindiği halde!
Yazarın görüştüğü tek kişi ise, operasyon sürecinde gözaltına alınmış ve bugün kişisel husumetlerle hareket ettiği düşünülen biridir. Söz konusu kişinin, özel yaşamına dair yaşadığı kırgınlık ve öfke nöbetlerini bu süreçte motivasyon kaynağı haline getirdiği ve yazar tarafından da bu amaçla yönlendirildiği anlaşılmaktadır.
Oysa o dönemin gelişmelerini doğrudan yaşamış, olayları tüm yönleriyle anlatmaya hazır olan başka yoldaşların varlığı bilinmekteydi. Ne var ki yazar, bu kişilere danışma gereği bile duymamıştır.
Bu koşullarda kaleme alınan kitabın, içeriğinin hatalarla, çarpıtmalarla ve ciddi tutarsızlıklarla dolu olduğu net olarak görülmüştür. Şimdi, “Hoşça Kal Abla” kitabında sorunlu, yanıltıcı ve kuşku uyandırıcı bulduğumuz noktaları tek tek ele almaya başlayabiliriz.
Kitabın Yazılmasındaki Asıl Amaç Nedir?
Kitabın içeriğiyle ilgili olarak ilk vurgulamamız gereken şudur: Yazar, “Hoşça Kal Abla”yı, yoldaşımız H. H. Erdoğan’ın hayatını ve mücadelesini halka tanıtmak amacıyla kaleme aldığını iddia etse de, gerçek durum bu açıklamayla çelişmektedir. Zira yazar, bir sosyal medya paylaşımında açıkça şu ifadeyi kullanmıştır: “Yazmayacaktım ama ortalıkta övünerek gezenleri görünce yazmaya karar verdim.” Üstelik bu kitap, olayların üzerinden tam kırk yıl geçtikten sonra yazılmıştır. O dönemi bilmeyenler, yaşananlara ilişkin bilgi sahibi olmayanlar için kitap gayet normal görünmektedir. Ancak o dönemde olup-bitenlere şahitlik yapmış ve doğrudan yaşamış insanlar için ise kitap kuşkulu, sorunlu ve ciddi soru işaretleri yarattığını söylemeliyiz.
Peki, şimdi soralım, kimdir bu “övünerek gezenler”? Bahsedilenler, 1984 Eylül’ünde komünist partimize karşı İstanbul polisi tarafından yürütülen operasyonda gözaltına alınan ve ağır işkencelerden geçen H. Hakkı’nın yoldaşlarıdır. Açıkça görülüyor ki yazar, Hasan Hakkı yoldaşın direnişini anlatmak bahanesiyle, aslında onunla birlikte mücadele eden yoldaşlarını hedef göstermekte, onları polis fezlekesi üzerinden dolaylı yoldan teşhir etmektedir. Sebep olarak da bu kişilerin “övünerek gezmesini” göstermektedir. Temelsiz, ilginç ve düşündürücü bir gerekçedir bu. Oysa Hasan Hakkı yoldaşı anlatan bir kitapta teşhir edilmesi gerekenler devlet ve onun beslemesi işkenceci polisler olmalıydı!
Yazar, bu kişilerin övündüğünü nasıl ve neye dayanarak tespit etmiştir? Bu dahi belirsizdir. Bu nedenle iddia edildiği gibi yazarın niyeti H. Hakkı’yı halka tanıtmak değil, onun şahsı üzerinden bir karalama kampanyası yürütmektir. Çünkü bir komünisti halka tanıtmak demek, onu kendi partisinden, ideolojisinden ve mücadele şartlarından koparmadan anlatmak demektir. Komünist bir kadronun yaşamı, içinde yer aldığı ve yöneticiliğini üstlendiği partinin çizgisinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Oysa yazar, bunu yapmayarak; H. Hakkı Erdoğan’ı yüceltir gibi görünürken, aslında onun bağlı olduğu partiye ve yoldaşlarına yönelik sistemli bir itibarsızlaştırma çabası içerisine girmiştir. Bunu yaparken de, partimizle hiçbir örgütsel ilişkisi bulunmayan bir kişiyi konuşturarak, Hasan Hakkı Erdoğan’ın ağzından birtakım haksız ve temelsiz eleştirilerle parti teşhir edilmektedir. Bir örnek:
“İşimiz gücümüz o randevudan bu randevuya koşturmak… İt ayağı yemiş gibiyiz… Ne olacak örgütün durumu?… Eleştirileri kaale alan yok… Bırak kaale almayı, düşman kardeş ilan ediyorlar eleştiren kişiyi.” (Hoşça Kal Abla, s. 56)
Eleştirenleri düşman kardeş ilan eden kim? Yazara göre komünist partisi. Bu sözlerin sahibi, ideolojik-politik-örgütsel planda partimizle hiçbir zaman ilişkilenmemiş bir kişidir. Bir zamanlar komünist kolektiften kopan arkadaşların çıkardığı Kadınların Kurtuluşu dergisinde başka isimle yazı yazması bu gerçeği değiştirmez. Komünist basında o örgütte olmayıpta dışardan yazı yazanlar bugünde var. Bu demek değil ki bu kişiler o kolektifin parçalarıdır. Kolektifle ilişkisi olmadığı halde, H. Hakkı Erdoğan adına konuşmakta ve parti hakkında hüküm vermektedir. Peki yazar, Hasan Hakkı’nın bu şekilde düşündüğünü neye dayandırarak iddia edebilmektedir? Belki, “bunu bana kendisi özelden söyledi” diyebilir. Ancak bu iddia inandırıcılıktan uzaktır; çünkü elimizde tam tersini gösteren güçlü bir belge vardır: o dönemde “Neden ve Nasıl Bir Özeleştiri” başlıklı, 17 sayfalık ve doğrudan Hasan Hakkı Erdoğan tarafından kaleme alınmış ve partiye sunulmuş olan raporu biliyoruz. (Hoşça Kal Abla, s. 215). Bu metin, partinin sorunlarına yönelik yapıcı çözüm önerileriyle doludur ve partimiz tarafından o dönemde örnek bir belge olarak görülüp yaygın şekilde dağıtılmıştır. Böyle olduğunu o dönemde parti saflarında aktif olarak yer alan ve hala hayatta olan yüzlerce yoldaş tarafından biliniyor.
H. Hakkı Erdoğan, partinin düşünsel faaliyetlerini desteklemiş, yoldaşlarını sorunları tartışmaya ve çözüm üretmeye teşvik etmiştir. Onun bu yönü, o dönemde partide mücadele eden tüm yoldaşlarca çok iyi bilinmektedir. Dolayısıyla yazarın iddiaları, sadece gerçekle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilinçli bir çarpıtmayı da ortaya koyuyor. Çünkü yazara asıl gerekli olan şey, Hasan Hakkı yoldaşın şanlı direnişi üzerinden partiyi ve yaşayan yoldaşları itibarsızlaştırmak; H. Hakkı Erdoğan’ın anısını da bu kötü amaca araç kılmak.
Bu tarz kişilikler için yalan söylemek, tarihi çarpıtmak, gerçekleri tersyüz etmek sıradan bir iştir. Çünkü onların derdi, H.Hakkı Erdoğan gibi onurlu bir komünist kadroyu halka tanıtmak değil; onun ismini kullanarak partiyi ve onunla birlikte mücadele etmiş yoldaşlarını hedef göstermektir. Objektif olarak bu çaba, yargısız itibar infaz yoluyla siyasi polisin kirli ağlarının tamamlayamadığı işi tamamlamaya aday bir yön de taşımaktadır…
Bu bir iftira değil, somut verilerle ortaya koyacağımız belgeli bir gerçektir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bu durumu ayrıntılarıyla ortaya koyacağız.
Serbest Bırakılmanın Hikmet-i Sırrı Nedir?
Kitaba dair özellikle dikkat çekilmesi gereken ikinci husus şudur: Algül Umutlu, o dönem parti kadroları için yayınlanan Komünist dergisi ve bazı örgütsel belgelerle birlikte polis tarafından yakalanır. Umutlu’nun aktardığına göre, bu belgeler H. Hakkı Erdoğan yoldaş tarafından kendisine, çoğaltılması amacıyla verilmiştir.
Yakalanmasının ardından Algül Umutlu’nun ailesinin H. Hakkı’ya duyduğu tepkiyi yazar, dramatik bir kurguyla şu şekilde anlatır:
“Arnavutluk Emek Partisi’nin bilmem kaçıncı Kongresinin eleştiri yazısını çoğaltacakmış! Hem de daktiloyla, tam beş nüsha! Fotokopi mi tükendi de ille daktilo? Hadi onu verdin diyelim, Komünist dergilerini ne yapacağız? Neymiş, yavaş yavaş örgüt saflarına kazandıracakmış avukatı! Bravo sana! Tam kazandırdın! Şimdi kaç yıl verecekler senin yüzünden kıza, kim bilir!”
Evet, o dönemde bu tür materyallerle yakalanmak, en hafifinden “örgüt üyeliği” suçlamasıyla on iki buçuk yıla varan cezalarla sonuçlanabilirdi. Üstelik belgelerle yakalandığı tarih, askeri faşist cuntanın en yoğun, en vahşi işkence yöntemlerinin sistematik olarak uygulandığı dönemdir. Ancak ne oluyorsa oluyor: Algül Umutlu kısa bir süre sonra polis tarafından serbest bırakılıyor. Bu durum, en hafif ifadeyle, dikkat çekici!
“Yazarımız” aynı kitapta, (sayfa 38) bir başka yoldaş olan, (Hasan Hakkı Erdoğan’ın operasyonunda siyasi polise ilk yakalanan kişi) Dersimlinin yakalanma sürecine de değiniyor ve şöyle yazıyor:
“Bildirileri kime vereceğini mi düşünüyor acaba, yoksa bu bildirilerin ona kaç yıl ceza getireceğini mi? Çünkü o bildiriler, kimin üzerinde yakalanırsa yakalansın, en hafifinden örgüt üyeliğiyle yargılanmak demekti. Bu da en az birkaç yıl cezaevi anlamına gelirdi…”
Yazarın burada sözünü ettiği kişi, o bildirilerle birlikte gerçekten de polis aramasına takılarak yakalanır. Bu yakalanma, daha sonra H. Hakkı Erdoğan yoldaşın da içine çekileceği operasyonun başlangıcı olacaktır.
Dersimli arkadaş, üzerinde taşıdığı bildiriler nedeniyle ağır işkencelere maruz bırakılır, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanır ve yıllarca hapis yatar. Tıpkı yazarın tahmin ettiği gibi.
Dersimli parti taraftarı arkadaşımıza reva görülen muamele, nasıl oluyorsa, Algül Umutlu’yu teğet geçer. Oysa Umutlu’nun yakalatmış olduğu Komünist dergileri, devletin güvenlik ve yargı aygıtları açısından “bulunmaz suç unsurları” niteliğindedir. Hatta, Dersimlinin üzerinde çıkan bildirilerle kıyaslandığında, Umutlu’nun elinde bulunan Komünist adlı yeraltı örgütüne ait merkezi kadro yayın organı daha ağır bir suç delili sayılır o dönemde.
Eklemek gerekir ki o zamanlar askeri faşist cuntanın en azgın dönemidir; yani 1982 yılıdır: İdam infazlarının, sistematik ve yoğun işkencelerin, en ufak muhalif hareketlerin dahi büyük operasyonlarla bastırıldığı, baskının zirve yaptığı yıllardır. İşte tam da böyle bir dönemde Algül Umutlu, üzerinde merkezi kadro yayın organı olan ve gizli basılan Komünist dergilerini ve diğer materyallerle yakalanmasına rağmen sorgulanıp serbest bırakılır. Bu durum ister istemez “bu nasıl olur?” sorusunu beraberinde getirir; cevabı hâlâ boşlukta duran, sorulması gereken meşru bir sorudur bu.
Böylesi koşullarda “direndim” türünden ifadelerle serbest bırakılmayı açıklamaya çalışmak, olaylara akıl ve mantık süzgecinden bakan insanlar için inandırıcı değildir. Üzerinde yasak materyalle yakalanıp direnen pek çok kişiyi biliyoruz; ancak üzerinde böylesi gizli bir partinin ve gizli kadro yayın organı yakalanıp da yalnızca direndiği için serbest bırakılan kimseyi ne duyduk ne gördük. O yıllarda, yani faşist cunta yargısının en sert ve acımasız olduğu zamanlarda, bu türdeki bir profilin hiçbir ceza almadan serbest kalması şaşırtıcı olduğu kadar sorgulanması gereken bir durumdur.
Hatırlatırız, yazarın “Dersimli” olarak andığı arkadaş, 1984 yılının Eylül ayında; yani Algül Umutlu’dan çok daha sonra, cunta dalgasının bir nebze hafiflemeye başladığı bir dönemde yakalanır ve yıllarca cezaevinde kalır. Oysa Algül Umutlu, tam da cuntanın en saldırgan olduğu yıllarda, üstelik örgütsel belgelerle yakalanmasına rağmen, kısa sürede serbest bırakılır. Bu “kurtuluş” hikâyesi, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hâlâ ciddi soru işaretleri barındırıyor.
Evi Kim(ler) Verdi?
Üçüncü olarak, yazarın serbest bırakılmasıyla biten sürecin biraz ötesine bakalım: H. Hakkı Erdoğan’ın, yani aranır olması nedeniyle taşıdığı sahte kimliğinde geçen adıyla Nevzat’ın evi polise kim tarafından verilmiştir? O dönemde örgütlü olup da yakalanan hiçbir arkadaşın bu evi bilmediği çok nettir. Ki; ilke olarak -eğer aynı evde kalmıyorlarsa- faaliyetçiler birbirlerinin evini bilmezlerdi. Hasan Hakkı Erdoğan’la aynı evde kalan başka bir kadro yoktur. Bunu o dönemi yaşayanlar net biçimde teyit ediyor. Ama ne tesadüf ki, H. Hakkı Erdoğan yoldaş, her zamanki dikkatiyle tanınmasına rağmen, tam da yakalanacağı o gün evden çıkarken anahtarı evde bırakmayı “unutuyor”(!) (Kaçınılmaz olarak akla şu soru geliyor: Hasan Hakkı Erdoğan o gün çıkarken gerçekten anahtarı eve bırakmayı unuttu mu, yoksa anahtar polise birileri tarafından verilerek üzerinde çıktı gibi mi gösterildi?) Bilemiyoruz! Elbette gündelik hayatın koşuşturmacası içinde üzerinde unutması da mümkün. Ama diğer yandan ev, Hasan Hakkı Erdoğan’dan önce yakalanan hiç bir arkadaş tarafından bilinmiyor ve dolayısıyla ev önceden yakalanan arkadaşlar tarafından verilmesi mümkün değildir. O zaman akla şu soru geliyor: Bu evin yeri polise kim tarafından verildi? Bu sorunun önemi ortada duruyor!
Devam edelim. Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde çıktığını söylenen anahtarı alıyor ve evi adeta eliyle koymuş gibi buluyor! Ancak ilginç olan şu ki, kitap yazarı Algül Umutlu, bu evin polise anahtar yoluyla ulaşıldığını bildiği ve yazdığı hâlde, kitabında ısrarla dışarıdan birinin -özellikle de o süreçte yakalanan arkadaşlardan birinin- evi polise vermiş olabileceği şüphesini yaymaya çalışıyor. Okurun dikkatini sürekli bu yönde toplamaya çabalıyor; ima yoluyla yakalanan arkadaşları zan altında bırakıyor. Bizim de tahminimiz ev biri(leri) tarafından polise verildi. Ama kim tarafından? Çünkü anahtarın polisin eline geçmesi yeterli değildir. Evin hangi semtte ve semtin neresinde olduğunun da bilinmesi gerekir.
Açık olan gerçek şudur ki, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evi bilen tek kişinin yalnızca yazarın kendisi olduğunu, kitabın kendi satırlarından anlıyoruz. Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş yakalanmadan önce, aynı gün Burdur Cezaevi’ndeki tutsak müvekkillerini ziyarete gitmiş olan avukat Algül Umutlu ile yaptığı telefon görüşmesinde, eve doğrudan gelmesini söylüyor. Kitaptan aktaralım:
“Alo nasılsın, ne zaman geliyorsun?”
“Anladım, bu gece Burdur, yarın gece İstanbul, öbür gün sabahı görüşürüz o zaman. Merak etme, her şey yolunda. Her zamanki eve gel. Evet, direkt gel, evde olacağım ben.” (s. 58)
Algül Umutlu, Hasan Hakkı Erdoğan’nın yakalandığı gün Burdur’da olduğunu ve orada cezaevinde olan müvekkilleriyle görüşmeler yaptığını iddia ediyor. Böylelikle aranır durumu olmadığını da yine kendisinin bu anlatımından öğreniyoruz. A. Umutlu’nun aranmıyor olması önemli bir detaydır ve bu noktaya daha sonra tekrar dönmek üzere bir kenara not düşelim.
Avukat Algül Umutlu o gün gerçekten Burdur Cezaevi’nde miydi? Bunu kesin olarak bilmiyoruz, elimizde bir teyit de yok. Ancak en naif olasılığı esas alarak, öyle olduğunu varsayalım. Peki, o hâlde şu soruyu sormak gerekmiyor mu: A. Umutlu, H. Hakkı Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinin polis tarafından dinlenmediğinden emin olabilir miyiz? Zira kendisi, telefon görüşmesi yaptığını bizzat kitapta yazmış. Polis tarafından izlenmiyor olduğunu kabul etsek bile, bu kesin bir durum değildir. Ya da daha çarpıcı olanı soralım: Bir tür anlaşma, bir tür “görünmez mutabakat” söz konusu olabilir mi?
Yazarın kendi anlatımıyla kendi tutumu arasında ciddi tutarsızlıklar var. Çünkü yazar, diğer arkadaşlara yönelik çok rahat bir biçimde itham ve ima yoluyla suçlama yöneltirken, kendi pozisyonuna ilişkin en ufak bir sorgulama yapmıyor. Oysa biz şunu soruyoruz: Gerçekten H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde evin anahtarı mı bulundu? Peki üzerinde anahtar bulundu diyelim. O durumda bile üzerinde adres olmayan çıplak bir anahtarla nasıl olurda hem oturduğu semt bulunuyor hem de semtteki evi eliyle koymuş gibi tespit ediyor polis! Sormak zorundayız, yoksa bu, bazı kritik bilgileri örtbas etmeye yönelik, polisle birlikte kurulmuş bir “işbirlikçi kurgu” mu?
Soruları sormak meşrudur, hakkımızdır!
Unutmamak gerekir: Algül Umutlu’nun üzerinde Komünist adlı parti içi kadro yayın organı ve başka bazı belgeler yakalanmıştır. Ve kendisi, bu belgelerle yakalanmasına rağmen polis tarafından serbest bırakılmış bir kişidir. Bunu bizzat kitabında ifade etmektedir. O hâlde, iki ihtimal kalıyor: Ya polis tarafından izlenmektedir ya da doğrudan işbirliği içindedir.
Bir kez daha ve ısrarla soralım:
H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı ev, polis tarafından nasıl ve kim(ler) aracılığıyla bulunmuştur?
Evet, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evin polis tarafından bulunması, ya Algül Umutlu’nun takibe alınmasıyla ya da doğrudan polisle işbirliği yoluyla gerçekleşmiş olamaz mı? Bu yalnızca öylesine bir varsayım değil. Bu nedenle okuyucuyu bu güçlü olasılık üzerinde ciddiyetle düşünmeye davet ediyoruz!
Peki, Polis Eve Neden Karakol Kurmadı?
Dördüncü olarak bu soruyla devam edelim.
Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın evine baskın yapar. Ve Algül Umutlu ise gelişmelerden habersiz görünerek, telefonda Hasan Hakkı Erdoğan’la yaptığı görüşmeye uygun şekilde Burdur’dan İstanbul’a eve gelir. Şimdi soralım: Gerçekten “habersiz” midir?
Kapıya gelir, ısrarla çalar ama içeriden ses gelmez. Nihayet cevap alınca, “Benim ben, bırakın bu oyunu. İki gündür yollardayım zaten, ölmüşüm yorgunluktan, açın artık şu kapıyı” diye seslenir. Kitaptan alıntı yapmaya devam edelim:
“Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Bir bu eksikti başında. Birkaç aydır gelip gidiyordu evlerine…” (s. 76). Hatırlatmadan geçmeyelim. Algül Umutlu’nun “bir kaç aydır gidip geldiği ev” Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın kaldığı ve polisin Hasan Hakkı üzerinde bulduğu iddia edilen anahtarla baskın yaptığı evdir.
Devamını uzatmaya gerek yok, ayrıntı meraklıları kitabı açıp okuyabilirler. Kısaca, evde kapı açılır ve ev sahibi abla durumu kendisine açıklar, ve “avukatımız” hızla evi terk eder. Merdivenlerden inerken ise kendi kendine şöyle düşünür:
Hayret, karakol kurmamışlar… Eğer kurmuş olsalardı, nice olurdu hâlim.”
“Dışarıda da kimse yok. Hızlı adımlarla yürüyor biraz önce indiği dolmuş durağına doğru.”
“Peki, niye karakol kurmadılar ki? Daha akıllıca olmaz mıydı öyle? Acemiliklerine mi geldi, yoksa emin miydiler bu eve başka kimsenin gelmeyeceğinden?”
“Birden koskoca bir balyoz olanca hızıyla kütt diye indi sanki kafasına: Yakaladılar onu! Tabii ya, ellerinde o! Sonunda ele geçirdiler onu da! Bu nedenle gerek görmediler eve karakol kurmaya.” (s. 78)
Avukat Algül Umutlu polisin eve neden karakol kurmadığını baştan beri sorguluyor ve cevabını da veriyor. Neden? Çünkü kitap yayınlandığında bu noktanın kendisine sorgulanacağının farkında! Kurguyu çok önceden yapmış ve okuru sözümona bu şekilde ikna etmeye çalışıyor. Oysa özellikle o dönemde; askeri faşist cunta dönemini yaşayan her insan bilir ki, siyasi polis baskın yaptığı evlere -hedef kişi yakalansa da yakalanmasa da- başkalarının da gelebileceği ihtimalini düşünerek eve mutlaka karakol kurar. Algül Umutlu bunu bizden iyi bilir ama işine geldiği gibi yazıyor.
İstanbul il sorumlusu olan ve polis tarafından uzun süredir özel olarak aranan bir komünist yakalanıyor ama kaldığı eve karakol kurulmuyor! Neden? Çünkü karakol kurulsa avukat Algül Umutlu’da yakalanacak. Eve karakol kurulmamasının nedeni bu olabilir mi? Yazar, “acemilik” açıklamasıyla aklımızla alay ediyor. Oysa polis eve kimin geleceğini biliyordu. Bu yüzden karakol kurmadı. Çünkü o gelecek kişi, ya doğrudan polisle işbirliği içindeydi ya da farkında olmasa da polis tarafından izlenerek örgüt üyelerine ulaşmak için kullanılıyordu. Polis için bu, klasik ama etkili bir yöntemdir. Başka bir olasılık ne yazık ki kalmıyor.
Ankara’ya Neden Kaçtın?
Beşinci olarak, Algül Umutlu bu evden hızla uzaklaşır ve H. Hakkı Erdoğan’ın dostu Hasan Özün’e gider. Hasan Özün ona şöyle der: “Senin için de bizim için de tehlikeli olur buralarda kalma. Hatta İzmir’e de dönme. Bilmediğimiz bir yere git.” (s. 80)
Burada sormamız gereken soru şu: Algül Umutlu o dönemde aranmadığı hâlde neden kaçma ihtiyacı hissediyor? Kendisi daha yeni cezaevindeki müvekkilleriyle görüşmüş, aranmadığı açıkça ortada. Aransaydı cezaevindeki müvekkilleriyle görüşme imkanı olmazdı! Ayrıca ve dahası, eşi olduğunu iddia ettiği H. Hakkı Erdoğan’ın polis tarafından yakalanmış, bu yüzden öldürülme riski altında olduğunu kitabında dile getiriyor. Ama buna rağmen ardına bile bakmadan topukluyor!
Avukat kimliğini kullanarak müdahale etmek, bir girişimde bulunmak, kamuoyu yaratmak yerine kaçmayı tercih ediyor. Askeri faşist cuntanın zalim şartları altında kamuoyu mu yaratılır denilmesin! Zira, Süleyman Cihan’ın babasının ve keza Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın babasının çeşitli makamlara dilekçeler vererek çocuklarının öldürülmemesi için nasıl çabaladıklarını bilenler bilir. Ama Algül Umutlu buna gerek görme, topuklayıp kaçar.. Evet, bir an Algül Umutlu insani olarak korkmuş olabileceğini varsayalım. Ama o zaman neden bunu açıkça yazmıyor? Neden gerçekleri çarpıtıyor? Kendisinin kaçışını normal görüp aklarken, ağır işkence altında işkence gören başkalarına iftira atmak neyle izah edilebilir?
Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın kendisine Gula Sor şiirini yazdığını ve onu derin bir aşkla sevdiğini de anlatıyor kitapta. Ki, kendisi de H. Hakkı Erdoğan’a “yüksek bir aşkla bağlıdır”. Ama iş eyleme geldiğinde, bu “aşkın” gerektirdiği hiçbir fedakârlığı göstermiyor. Ne yaman çelişki!
Sonra ne yapıyor? Ankara’ya gidiyor! Kitaptan aktaralım: “Evet ya, Ankara. Üniversite yıllarında dolu dolu altı yılını geçirdiği o güzel şehir… Orada değişmemiş miydi hayatının seyri? Orada sevmemiş miydi devrimi, devrimciliği, uğruna ölecek kadar hem de? Orada tatmamış mıydı ilk defa yol arkadaşlığının hazzını, yalansız, çıkarsız dostlukları?” (s. 80)
“Yalansız, çıkarsız dostluklar” diyor ama aşkına sahip çıkmak yerine Ankara’ya kaçıyor ve durumu çarpıtarak kendini aklıyor, başkalarını zan altında bırakıyor. Bu ne yaman bir değerler sapmasıdır!
Altıncı olarak, Algül Umutlu güvenli bir şekilde Ankara’ya çekilir. H. Hakkı Erdoğan’ı işkencede katleden polislerin yargılanması için asıl mücadeleyi daha sonraları başkaları yürütür. Kitabın 161. sayfasında kendisi söylüyor: “Mihriban Kırdök, Mehmet Ali Kırdök, Sadullah Sayın, Serhat Bucak, Hasan Girit… Bu işin de peşini bırakmaz onlar.”
Saygıyla anıyoruz bu yukardaki isimleri. Ama peki ya sen, Algül Umutlu? Sen de bir avukatsın. Eş olduğunu iddia ettiğin -ki bu da tartışmalı bir iddiadır; zira H. Hakkı Erdoğan yoldaş yakalandığında birlikte olduğu kişi başkasıdır, bunu biliyoruz ve kadın arkadaşın kendisi izin vermediği sürece adını açıklamayı etik bulmadık- bu insanı savunmak için Ankara’ya kaçmak yerine o zaman neden İstanbul’da kalıp eşini savunmadın?
Bu kadar büyük iddialarda bulunup, kendi sorumluluğuna hiç dönüp bakmamak…
Bu, sadece vicdani bir sorgulamayı değil, çok daha derin bir hesaplaşmayı gerektiriyor.
Dedik ya, sen ortada yoksun. Üstelik legal olduğun halde neden saklandın? Kırk yıl boyunca da ortada yoktun zaten. Ne olduysa artık, kırk yıl sonra bir gün galiba birileri sana yeniden H. Hakkı Erdoğan’ı hatırlatmış olmalı ki, sahne almaya karar verdin. Hem de yalanlar uydurmaktan hiç ar etmeden…
Kitabında Hasan Hakkı Erdoğan’ı katleden polislerin düzenlediği fezlekeyle ağır işkencelerden geçen insanları yargılıyorsun, hem gerçekleri saptırıyorsun, hem de H. Hakkı Erdoğan yoldaşın hukuki mücadelesini sürdüren avukatlara övgüler dizerek onların gölgesine sığınmaya çalışıyorsun. Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın katledilmesinde doğrudan sorumluluğu olan bir diğer avukatla birlikte kendini temize çıkarmaya uğraşıyorsun!
Avukatın Adını Neden Gizledin?
Ve daha da vahimi şu: Vaktiyle birden fazla kişiye “H. Hakkı Erdoğan’ın katili avukat Ahmet Hulusi Kırım’dır” dediğini unutmuş olamazsın. Kitabında bu unsura Hasan Hakkı telefon eder ama bildiği halde randevusuna gitmemesini söylemez. Peki bu kişinin adını anmamak için özel bir gayret göstermen neden? “Ben kitapta kimsenin adını vermedim” diyerek sıyrılmaya çalışıyorsun ama bu da aslında o dönemde hakkında “devlete çalışıyor” dediğin kişiyi gizlemek için geliştirilmiş bir manevra değil mi? “Kimsenin adını vermedim” iddian, samimi olmaktan uzak, tamamen muamma bir hesapla geliştirilmiş bir savunmadan ibaret. Madem adı geçen avukat “devlete çalışıyor, istihbaratın elemanı biridir” o zaman neden adını gizleme ihtiyacı duydun? Halk saflarında olan birinin adını vermemek anlaşılır bir tutum. Peki bu unsuru teşhir etmek yerine adını gizlemek ne anlama geliyor?
Ya peki ismini vermekten imtina etmediğin Murat Sever? Yıllar önce kaybettiğimiz, dolayısıyla da kendini savunamayacak yoldaşımızı insafsızca linç ettirmeni hangi mantıkla izah edeceksin? Hangi insani gerekçeyle mazur göstermeye çalışacaksın bunu?
Kitabında şu “gizemli” avukata dair şunları yazmışsın:
“Her önemli randevu öncesi muhakkak arardı onu. İstanbul’daki son durumu en iyi o bilirdi çünkü. Birisi mi yakalandı, ev mi basıldı, operasyon mu çekiliyor örgüte karşı, herkesten önce o öğrenirdi mesleği gereği. İstanbul davalarına giren tecrübeli bir avukattı o. Sadece yakalanmaları, yargılamaları değil, kendisinin örgütsel konumunu da en iyi bilenlerdendi. Bütün emniyet ifadeleri onun elinden geçiyordu, dahası cezaevinde ilk o görüşüyordu yakalanan arkadaşlarla. İlk bilgi hep onda idi… Onun aracılığıyla ‘Aman dikkat etsin yakalanmasın’ diye haber göndermemiş miydi cezaevinde ziyaretine gittiği yoldaşlardan biri ‘Yakalanırsa kesin öldürecekler onu’…”
“Karşıdan gelen ‘Alo’ sesiyle başladı konuşmaya. Önce ufaktan bir hal hatır soruş, sonra çaktırmadan bir son durum haberi alış. Demek ki her şey yolunda, hiç bir şey söylemediğine göre. Baksana bırak açıktan söylemeyi bir imada bile bulunmuyor. Bir yakalanma olsa muhakkak haber verirdi herhalde. O biliyor kendisini niye aradığımı. İyi de bu niye eveleyip geveliyor ki lafı? Niye gereksiz yere uzatıyor lafı?”
Senin adını ısrarla vermediğin ama bizim adını vermekten hiç bir çekince görmediğimiz ve her şeyden haberdar olan polis ajanı avukat Ahmet Hulusi Kırım, polis operasyonunu bildiği halde Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın bırakalım yakalanmasını engellemeyi ya da muhtemel bir tehlike için uyarmayı, en ufak bir uyarı, en küçük bir imada dahi bulunmuyor. Neden bulunsun ki? Zira senin de geçmişteki yargına göre, o zaten asıl işini yapıyor, senin ifadenle, “devlete çalışan” kişi olarak görevini yerine getiriyor.
Şimdi soruyoruz: A.H. Kırım’a ilişkin bu 180 derecelik dönüş neden? Vaktiyle bir çok arkadaşa “H. Hakkı Erdoğanı’ın katili” dediğin kişiyi, bugün kitapta ismini bile anmayıp korumaya çalışmanı neyle izah edeceksin? Dahası, madem düşüncen tamamen değişti; ne oldu da değişti? Ne zaman, hangi gelişme seni eski yargından vazgeçirdi? Ve bugün bu kişiyle arandaki mevcut ilişkinin içeriği nedir? Açıklamak, hesabını vermek sana düşer artık, Algül Umutlu.
Sonuç olarak,
Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımız 18 Eylül 1984’te yakalandı, 30 Eylül 1984’te işkencede katledildi. Kitabında (syf. 119) şöyle yazmışsın: “Bir tek ben, bir de Hayri (H. Hakkı’nın abisi) duymadı olayı ilk anda. Biliyorsun o zamanlar o Malatya Cezaevi’nde, ben Ankara’da bir dost evinde. Elbette kendimi şanslı sayıyordum ona göre; o kapalı, ben yarı açık cezaevinde. Ben dostlarla çevrili, o dört duvar arasında çaresiz…”
Hayri’yi anladık. Peki ya sen? “Eşim” dediğin H. Hakkı Erdoğan’ın o dönemdeki durumunu bildiğin halde neden “bir dost evinde” saklanma ihtiyacı duydun?
“Ekim ayında aranır duruma düştüm” desen de Eylül günlerinde güvenlik tehdidi altında ve aranır durumda olmadığın halde neden ortadan kayboldun? Sonra da konforlu yaşam alanında kendini “yarı açık cezaevi” metaforuyla tarif ederek okurun vicdanına oynamayı nasıl içine sindirdin? Saklanıyordun çünkü ortalıkta görünmen, senin için başka tür bir risk oluşturuyordu belki de…
Kitabın 120. sayfasında şöyle diyorsun: “Tamam, gidelim diyordum da bu gözümdeki yaşlar neyin nesiydi? Bir yanım ‘merak etme bırakılmıştır’ derken, diğer yanım ‘bırak bu boş hayalleri kızım’ diyordu bana. Unuttun mu nerede olduğunu?”
Öldürülene kadar saklanan sensin, ama ardından güvenlik kaygısı taşımadan “tamam gidelim” diyorsun. Ne güzel değil mi?
Peki ya ölüm haberini aldıktan sonra? Hasan Hakkı Erdoğan 18 Eylül 1984’de yakalanır ve 30 Eylül 1984’te işkenceci polislerce katledilir, sen ise Kasım 1984’te yeni sevgilinle yurtdışına çıkıyorsun! Elbette kimsenin aşkına, özel yaşamına sözümüz yok. Ama madem ki bu kadar “büyük bir acı” duyduğunu söylüyor ve kırk yıl sonra adına kitap yazıyorsun, aradan iki ay bile geçmeden yeni bir aşka yelken açmanı neyle açıklayacaksın? Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın öldürülmesinden acı duyduğun gibi iddianın da aslında temelsiz olduğu çok açıktır.
Asgari bir yas süresine bile ihtiyaç duymayan “acılı” bir kadın profili çizmişsin. Bu, en hafif deyimle, etik değil. Ne “yalansız çıkarsız dostluklar”la ne de devrime adanmış bir aşkla örtüşen bir durumdur bu.
Temmuz 2025
İsak Kızıldağ
...