26 Temmuz 2025 Cumartesi

DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ VE ULUSAL SORUNDA ÇÖZÜM PERSPEKTİFLERİ_Fikret Karavaz

 Genel olarak üretim ilişkilerinin, özel olarak tarımın kapitalistleşme süreci uluslaşma sürecine tarihsel olarak paralelelik gösterir.Ulusal hareketler sınıfsal kombinasyonlarında komprador burjuvazi ve toprak ağalarından milli burjuvazi, köylülük ve proleteryaya kadar geniş bir yelpaze gösterirler.

Bu nedenle ulusal hareketler tarihsel konjonktürlerin belirleyiciliğinde proleterya ve köylülük gibi halk sınıflarının etkisi ile sosyalizme de yönelebilir komprador burjuvazi, toprak ağaları ve milli burjuvazinin ekisi ile kapitalist yola ve emperyalizm ile işbirliğine de yönelebilir.Kapitalizmin emperyalizm aşamasından sonra yarı yada yeni- sömürgelerdeki ulusal hareketlerin milli burjuvazi önderliğinde dahi olsa ulusal bir kapitalizm inşa etme dinamiklerinden neden yoksun oldukları yukarıda değerlendirilmişti. Şimdi ML nin ulusal hareketlere dair ilkesel siyasetinin belirleyici kavramlarına da kısaca değinmemiz gerekecektir.Yarı-sömürgelik ve komprador kapitalizm koşullarında gelişen bir ulusal hareket siyaseten kararsız bir atom gibidir.Tarımı kapitalistleştirerek ulusal bir kapitalizm inşa edemeyeceği için emperyalizme bağımlılık ilşkilerini kapitalist üretim ilşkilerine dayanarak sonlandıramaz.Yine sınıfsal birleşenlerinin çok renkliliği ve seremaye ve büyük toprak mülküyetini de içermesi nedeni ile mevcut siyasal yapısı ile tarımı kollektifleştiremeyeceğinden tarım ve köylü sorununu çözemez.

Bu olgu emperyalist kapitalizm çağı ile burjuva demokratik devrimler çağının sona ermiş olmasının yarattığı bir gerçekliktir.Kapitalizmin emperyalizm aşamasında yarı ve yeni sömürgelerde tarım ve köylü sorununu çözecek yegane devrim proleterya ve köylülüğün ittifakına dayanan Demokratik Halk Devrimidir.Bu tarihsel koşularda bir ulusal hareket siyaseten kararsız bir durumdan kararlı hale ancak kendi içinden gelişecek ve proleterya ile köylülüğün siyasal beklentilerini ifade eden bir dönüşümle sosyalist bir niteliğe bürünerek veya dışında gelişen sosyalist hareketlere entegre olarak ulaşabilir.Komprador kapitalizm koşullarında gelişen ve sosyalist bir dönüşüm yaşamayan ulusal hareketlerin sınıfsal nitelikleri sonucu eninde sonunda emperyalizmle uzlaşarak kompradorlaşmaları tarihsel olarak kaçınılmaz bir olgudur.Anadoluda İttihat Terakki deneyimi böyle sonuçlanmıştır.

Bir tür Kürt Kemalizmi görünümündeki Kürt ulusal hareketi kendi içnde sosyalist bir evrim geçirmediği koşularda sonuç farklı olmayacaktır.Yarı- sömürge bir yapıda DHD kapsamında tarımın kollektifleştirilmesi ve finanas kapitalin bütün kurum ve ilşkileri ile tasfiyesi emperyalizme bağımlılığı sonlandırmak için bir siyaal keyfiyet değil zorunluluktur. Kürt kompradorlar, toprak ağaları ve Kürt milli burjuvazisinin oluşturduğu büyük mülküyetin ulusal sorunla ilgili talepleri ulusal kimlik, dilin serbestleşmesi ve yerel yönetimle ilgili düzenlemelerden ibarettir.Üst yapısal ve yönetsel taleplerden oluşan bu istemler burjuva -feodal devlet aygıtı ile mümkünse ortaklaşmak, mümkün değilse ayrı bir devlet olarak örgütlenme şeklinde özetlenebilir.Mülk sahibi sınıflar için ulusal sorun pazar sorunu ve yönetsel ayrıcalıklar edinme yada mevcut devlet örgütlenmesinde kendileri için getirilmiş sınırlamaların kaldırılması sorunudur.

Demokratik Halk Devriminin bir unsuru olarak proleteryanın öncüsünün gündeminde olan ulusal sorun ise hakim ulusa ayrıcalıklarının giderilmesi ile birlikte esas olarak komprador kapitalizmin ekonomipolitiğinden kaynaklanan sorunların, başta tarım ve köylü sorunun çözülmesi, dil, ulusal ve kültürel kimlik üstündeki baskıların kaldırılması kollektif üretim ilşkilerinde halkların tam eşitliğinin koşullarının yaratılması sorunudur.Mülk sahibi sınıflar için sorun esasta pazar sorunu iken proletryanın öncüsü için sorunun nedeni üretim ilşkileri ile birlikte pazarın kendisidir.Ortada paylaşılacak bir pazar var olduğu sürece mülk sahibi sınıflar için ulusal sorun her zaman güncel kalacaktır.Proleteryanın öncüsünün hedefi ise sorunu yaratan üretim ilşkilerini ve pazarı ortadan kaldırarak kollektif üretim ilişkileri esasında halkların tam eşitliğinin koşullarını yaratmaktır.Ezen ve ezilen ulusun mülk sahibi sınıfları ulusal sorunun kendileri için esasta pazar sorunu olması gerçekliğinin üstünü miillyetçilik ideolojisi ile örtmeye çalışırlar.

Çünkü onların pazar çelişkileri için mücadele edecek kitleleri manüpüle edecek milliyetçilikten daha uygun bir ideoloji yoktur.Zaten ulusları yaratan tarihsel olgu da aynı pazar etrafında toplanan yığınların dil, tarih ve coğrafi birlik oluşturmalıdır.Ulusal birlikler çelişkisiz birlikler değildir.Mülk sahibi sınıflar ile mülksüzler arasındaki çelişki ulus devletlerin temel çelişkisidir ve sosyalist öngörü ulus devletlerin bu temel çelişki ile sonlanacağını belirler.

Yukarıdaki verilerden tarımda kapitalist üretim ilşkilerinin nispi olarak en fazla geliştiği bölgelerden birinin ücretli iş gücü kullanım oranlarına göre Güney Doğu Anadolu Bölgesi olduğunu gördük.Bu bölge aynı zamanda büyük toprak mülküyetinin de en fazla görüldüğü bölgelerden biridir.Anadolu coğrafyasının üretim ilşkilerinin siyasete yansıması olarak baş çelişkisi tefeci tüccar, tefeci tüccar niteliğindeki devlet ve büyük toprak mülküyeti ile halk yığınları arasındaki çelişkidir.Bu çelişme İbrahim tarafından feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme olarak ifade edilmiştir.Çünkü kompradfor kapitalizmin bütün diğer üretim ve değişim süreçleri bu çelişki tarasfından belirlenmektedir.Bu çelişkiyi yaratan esas etken küçük meta üretimi tarzındaki tarımsalş üretimde emeğin kendisinin metalaşmamasıdır.

Böyleyken ulusal sorundan ikinci bir baş çelişkitüretmek esasta DHD nin yerine burjuva demokratik devrimi ikame etmekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.Bu burjuva demokratik devrimler çağının kapandığını bilerek söylenmekte ve böylelikle ulusal harekete tpprak ağaları, Kürt komprador burjuvazisi dolayısı ile emperyalizmle işbirliğine kadar geniş bir siyasal manevra alanı bırakılmaktadır.Şimdi sosyalist hareket bu manevra alanını bırakmasa ulusal hareket niteliği gereği böyle bir siyasal hat oluşturabilir denilebilir.

Bu başka bir şeydir; burada bahsedilen olgu DHD nin niteliği ve sınıf ittifakları ile burjuva demoktatik devrimin niteliği ve sınıf ittifakları arasındaki nitel farktır.Ulusal hareket birleşenlerindeki güç dengelerine bağlı olarak büyük mülküyet ve emperyalizme karşı farklı siyasetler üretebilir; sosyalist hareket ulusal hareketin ürettiği siyasetten bağımsız olarak DHD nin genel ilkelerinin ve gereklerinin siyasetini üretmekle yükümlüdür.Bu nedenle gerek bölgede gerekse bölge dışındaki çalışmasında örgütsel ve sovyetik bağımsızlığını titizlikle korumalı ve DHD nin genel ilkelerinin propagandasını yapmalıdır.

Ulusal sorunda çelişkiler kaçınılmaz olarak baş çelişkiye gelip dayandığında baş çelişkinin bu bölge için geçerli olmadığı iddası DHD nin üstü örtülü bir şekilde yadsınmasından başka siyasal bir anlam ifade etmez.

16 Temmuz 2025 Çarşamba

POLİTİK-GÜNDEM | “Bir Halkın Ordusu Yoksa Hiçbir Şeyi Yoktur!”: Demokrasi Devrimle Gelecek

Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

16 Temmuz 2025

https://ozgurgelecek55.net/politik-gundem-bir-halkin-ordusu-yoksa-hicbir-seyi-yoktur-demokrasi-devrimle-gelecek/


İsrail ile İran arasındaki savaşa ara verilmesinden sonra Ortadoğu’da birbiri ardına önemli gelişmeler yaşanıyor.

Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısından sonra İsrail Başbakanı soykırımcı B.Netanyahu’nun “Ortadoğu’nun haritasını değiştireceğiz” tehdidiyle başlayan işgal ve saldırganlık siyaseti önemli değişikliklere neden oldu ve olmaya devam ediyor.

Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırım acımasızca devam ettirilirken, Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırılarının ardından Suriye’de Esad rejimi devrildi ve iktidar selefi cihatçı HTŞ çetesine teslim edildi. Hemen ardından da İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik saldırısı gerçekleşti. İsrail’in İran yönelik saldırısının bir ön saldırı olarak değerlendirmek gerekir.

Önümüzdeki süreçte bu savaşın yeniden başlayacağı ihtimal dahilindedir. Savaşa şimdilik ara verilmiştir ve taraflar yeni bir savaşa hazırlık yapmaktadırlar.

Emperyalist tekeller arasında giderek artan çelişkiler beraberinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı hazırlıklarına işaret ederken, emperyalist güçler ve bu güçlerin ekseninde olan bölgesel gerici güçler, bu gelişmelere karşı pozisyon almaya çalışmakta ve deyim yerindeyse kendi saflarını tahkim etmektedir.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin askeri örgütlenmesi NATO üyesi ülkelerin, “savunma” adı altında silahlanma bütçelerini artırması bu nedenledir. Sadece silahlanma yarışının hızlanması değil örneğin Ukrayna savaşı ABD, İngiltere ve AB emperyalistleriyle Rusya emperyalizmi arasında bir bölgesel savaş olarak sürmektedir. Ortadoğu’da ise başını İsrail’in çektiği işgal ve saldırganlık tüm hızıyla sürmektedir.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin fazlasıyla ortaya çıktığı koşullarda, emperyalist güçler ve bölgesel gerici güçler kendilerini bu koşullara göre hazırlamaktadır.

Coğrafyamızda İsrail’in saldırganlığı bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine TC devletinin “iç cepheyi tahkim” adı altında sürdürdüğü politika ve özellikle Kürt Ulusal Hareketi’yle (KUH) “uzlaşma” yönelimi bu açıdan değerlendirilmelidir.

Bu noktada şu önemlidir: ABD ve batı emperyalizmi açısından Orta Doğu’da siyonist İsrail’e yönelik temel politikasının “İsrail’in güvenliğini sağlamak ve çıkarlarını gözetmek” olduğu mutlaka dikkate alınmalıdır. Benzer bir durum ABD ve batı emperyalizminin yarı-sömürgesi olan faşist TC devleti içinde geçerlidir.

Bir NATO üyesi olan TC devletinin bölgesel dış politikasının şekillenişinde de ABD’nin çıkarları belirleyici önemdedir. Bu gerçeğin sayısız pratik tarihsel örneği bulunmaktadır. Dolayısıyla TC devletinin son süreçteki yönelimi ABD emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değildir.

Bu kapsamda örneğin Suriye’de Esad rejiminin ABD, İngiltere AB emperyalistleri, İsrail ve TC tarafından selefi cihatçıların “eğit donat” projesiyle devrilmesi ve iktidarın DAİŞ artığı HTŞ’ye teslim edilmesinden sonra yaşananlar bu gerçekliği kanıtlamaktadır.

Gelinen aşamada Suriye’de iktidar selefi cihatçılara teslim edilmiş ve “İsrail dostu” bir rejim inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri’nin inşa edilen yeni rejime entegrasyonu için çaba harcanmaktadır. ABD’nin girişimleriyle HTŞ ile SDG arasında 10 Mart 2025 tarihli anlaşmanın ardından Şam’da yeni görüşmeler yapılmaktadır.

Bu görüşmeler sürerken ABD emperyalizminin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye ve Irak’ta federal yönetim modellerinin işleyemeyeceğini belirterek, “Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye” ifadelerini kullanması dikkat çekicidir. (10.07.2025)

ABD emperyalizminin Türkiye-Suriye Genel Valisi’nin, TC devletinin bilinen “tekçi” faşist yaklaşımıyla benzer açıklamalar yapıyor oluşu dikkat çekicidir. Dikkat çekici olan ise T.Barrack’ın Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “çözüm” modelidir. T.Barrack, bölge için “Osmanlı millet sistemi”ni önermektedir: “Osmanlı millet sistemi, tarihte farklı kimliklerin barış içinde bir arada var olabildiğinin önemli bir örneğidir. Bu modelin, bugün Ortadoğu’da barış ve istikrarın temeli olabileceğine inanıyorum.” (4 Temmuz)

Bu yaklaşım kendini fesheden KUH gerillalarının sembolik olarak silah bırakmasından sonra Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan yaptığı açıklamayla örtüşmektedir: “Türk, Kürt, Arap birse, beraberse o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır. Bugün Malazgirt ruhu, bugün Kudüs ittifakı, bugün İstiklal Savaşı’nın nüvesi yeniden şekilleniyor” diyerek “Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye’deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir. Onlarla bu süreci görüşüyoruz” ifadelerini kullanmaktadır. (12 Temmuz)

 

Faşizm koşullarında demokratik siyaset hedefi!

T.Barrack’ın açıklamalarıyla R.T.Erdoğan’ın açıklamalarının paralelliği bir tesadüf olarak değerlendirilemez.

Ortadoğu’da ABD, İngiltere, AB emperyalistlerinin çıkarlarını gözeten, İsrail ve TC’nin bölgesel yayılmacı politikalarının önünü açan bir yönelim olduğu anlaşılmaktadır. Bu politika, Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını için Türk hakim sınıflarının gündemleştirdiği “Yeni Osmanlıcılık” propagandasıyla örtüşmektedir.

Dolayısıyla TC faşizminin son süreçte özellikle KUH’la geliştirdiği ilişkinin (KUH’nin amaç ve hedefinden farklı olarak) arka planında Türk hakim sınıflarının Suriye ve Irak’ı kapsayacak biçimde -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden “İslam bayrağı altında” “Türk-Kürt-Arap ittifakı”nın kurulması hedefi vardır. “Misak-ı Milli” sınırları içinde Türk hakim ulus imtiyazı altında, Kürt ve Arap uluslarının entegrasyonu hedeflenmektedir. Türk hakim sınıflarının güncel politikasının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Ortadoğu’da İsrail saldırılarıyla birlikte Türk hakim sınıfları “iç cepheyi tahkim etme” politikası devreye sokulmuş ve bu amaçla MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve ABD ve İsrail’in yardımlarıyla esir edilip TC’ye teslim edilen ve 26 yıldır İmralı Hapishanesi’nde tecrit altında tutulan KUH lideri Abdullah Öcalan’ın inisiyatifinde gelişen bir “süreç”in söz konusu olması, bu gelişmelerle birlikte değerlendirilmelidir.

Adı konulmayan ve taraflarca “Terörsüz Türkiye” ya da “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak adlandırılan “sürecin” özellikle KUH tarafından yükümlülüklerin yerine getirildiği ancak sorunun kaynağını oluşturan TC devletinin herhangi bir somut adım atmadığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, yukarıda işaret ettiğimiz konuşmasında; “İlk adım olarak TBMM’de bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” ifadelerini kullanarak, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdiklerini” de açıklamıştır.” (12 Temmuz 2025)

Kısaca TC devleti, ilk elden yapması gerekenleri örneğin hapishanelerdeki hasta tutsakların ve rehin tutulan tutsakların serbest bırakılması, kayyum atamalarının iptal edilmesi vb. gibi yasal düzenleme gerektirmeyen adımları dahi atmamakta ısrar etmektedir. Öte yandan R.T.Erdoğan, meselenin “çözümü”nü komisyona havale ederken, aynı zamanda DEM Parti’yi iktidarla “işbirliği” içinde davrandığını ileriye sürerek, “çözüm”den ne anladığını ortaya koymuş durumdadır.

AKP iktidarının “çözüm planı” Kürt ulusuyla barış değil, Kürt ulusunun bir kez daha hakim Türk ulus imtiyazını kabulü, ezilen bağımlı Kürt ulus statüsünün, “İslam kardeşliği” adı altında yeniden üretimidir.

Görüleceği üzere TC devleti ile KUH’un “çözüm”den anladıkları bambaşka şeylerdir. Sorunun kaynağını ortadan kaldırmak değil tam aksine sorunu yeni koşullar altında güncellemek hedefi söz konusudur. KUH’un bu gerçekliğin farkında olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Buna rağmen bizzat A.Öcalan’ın ifadeleriyle “kendisi ve devlet yetkilileriyle” yapılan görüşmelere paralel olarak, KUH lideri A.Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı çağrısının ardından PKK, 5-7 Mayıs 2025 gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongre ile kendini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etti.

9 Temmuz 2025 tarihinde İmralı’dan bir video mesajı yayınlandı. Ardından kendini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlayan bir grup PKK gerillası, 11 Temmuz 2025 tarihinde Irak Kürdistanı’nda silahlarını yakarak imha etti. Bu anlamıyla KUH cephesinden verilen sözleri yerine getirildi.

Bu noktada yukarıda ifade ettiğimiz sorunun kaynağı vurgumuzun altı çizilmelidir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununun nedeni Türk hakim ulus imtiyazlarının korunması, ezilen bağımlı Kürt ulusunun başta Özgürce Ayrılma Hakkı olmak üzere en temel haklarının gasp edilmesi, kitle katliamlarına, baskı ve işkencelere maruz bırakılmasıdır.

Kürt ulusu üzerinde ulusal baskıyı ısrarla sürdürme politikasıdır. Dolayısıyla Kürt ulusunun silahlı mücadelesi, bu ulusal baskı politikasına, kitle katliamlara karşı gelişen haklı bir devrimci savaş olarak gelişmiştir. Haklı ve meşrudur.

A.Öcalan’ın KUH’un paradigma değişikliğine gerekçe olarak ileriye sürdüğü “varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” söyleminin doğru olmadığı ise açıktır. Bu coğrafyada Kürt ulusu can bedeli bir mücadele yürütmüş, deyim yerindeyse “küllerinden yeniden doğmuştur.” Ancak bu topraklarda Kürt ulusunun, PKK ile birlikte var olduğunu iddia etmek tarihsel gerçeklere aykırıdır.

PKK’ye kadar tarihe not düşen isyan hareketleri bir yana daha PKK ortada yokken İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olarak var olduğunu ifade etmiş, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkı başta olmak üzere bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu temelde Kaypakkaya, okun sivri ucunu ezen ulus imtiyazlarına ve hakim ulus milliyetçiliğine yöneltmiştir.

Gelinen aşamada, bırakalım, Kürt ulusun bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi, en genel demokratik hakların kullanılmasında dahi sorun olduğu açıktır. Her şey bir yana, bırakalım düzen dışı muhalefete yönelik faşist saldırganlığı, 19 Mart sonrasında burjuva muhalefete yönelik devreye sokulan politika bile “kör göze parmak sokarcasına” ortadır.

Türkiye’de faşizm sadece bir devlet biçimi değildir. Aynı zamanda bir yönetme biçimidir. Kendi içlerindeki klik dalaşında bile faşizmi uygulayanların, söz konusu işçi ve emekçiler, Kürt ulusu, azınlık milliyetler ve inançlar vb. olduğunda “demokrasi” uygulayacağını ileriye sürmek eşyanın tabiatına terstir.

Dolayısıyla KUH sözcülerinin “pozitif entegrasyon” ya da “demokratik entegrasyon” olarak tanımladıkları “şey”in koşulları yoktur. Ki tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı faşist bir devlet aygıtına entegrasyonla onu “demokratik toplum”a dönüştürülebileceği yanılgısı, komünistlerin Paris Komünü’nden günümüze deneyimlediği bir tezdir ve elbette gerçekçi değildir.

 

 

Devrimci savaş her şeye kadirdir ve görevler bizimdir!

Daha önceden A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”na yönelik değerlendirmemizi “Asrın Çağrısı”: Çözüm Mü Çözülme Mi? başlığıyla ele aldığımız için burada yeniden ayrıntıya girmiyoruz.

Nitekim bu çağrı sonucunda PKK kendini bir kez daha feshetmiş ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etmiştir. Ardından da sembolik olarak silah yakma töreni gerçekleştirilmiştir. Sembolik de olsa gerillanın silahsızlandırılması göz ardı edilemez; bu çok önemlidir.

Ancak temel değildir. Önemlidir çünkü genel olarak bu tavır halkın silahsızlanmasını teşvik eder, böylece doğru bir ideolojik çizginin, proleter askeri strateji geliştirme olasılığını zorlaştırır.

Silah meselesi neden önemli ama temel değildir? Çünkü silahlar herkesin elinde olabilir, ancak silahların doğru ideolojiyle yönlendirilen savaşçıların elinde olması meseleyi temelden farklılaştırır.

Başkan Mao; “ideolojik ve siyasi çizginin doğru olup olmadığı her şeyi belirler. Parti çizgisi doğru olduğunda her şeye sahibiz. İnsanımız yoksa, buluruz; silahımız yoksa, alırız; gücümüz yoksa, fethedersiniz. Çizgi yanlışsa, kazandıklarımızı kaybederiz” demektedir. Dolayısıyla silahlara hangi ideolojik siyasal çizginin emrinde olduğu belirleyicidir, silahın kendisi değil. Bu konuda net olunmalıdır.

Ancak yine de silahları imha etmenin, -bir kararlılık göstergesi olarak yansıtılsa da- bu “gösteri”nin silahlı mücadelenin, devrimci şiddetin modası geçmiş ve yenilgiye “mahkum” bir yol olarak propaganda edilmesine vesile olacağı ve olduğu açıktır.

Nitekim A.Öcalan defalarca bu türden açıklamalarda bulunmuştur. Ancak Ortadoğu coğrafyasında silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu ilan etmek, gerçeklerle uyuşmaz. Nitekim bunu silah yakanlarda açıkça ifade etmektedir. “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına yapılan açıklamada; “Dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü ve halkımızın barış içinde özgür, eşit ve demokratik bir yaşama her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu bu ortamda attığımız bu tarihi adımın büyük önemini, doğruluğunu ve aciliyetini görüyor ve hissediyoruz.” (11 Temmuz 2025)

Silahlarını imha edenlerin dahi; “dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü”nü ifade edildiği koşullarda böylesine bir adımın tarihsel bir kırılmaya işaret ettiği açıktır. Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

Kürt ulusunun var olma ve kazandığı hak ve özgürlüklerini savunmak için de, silahlı güçlerinin bulunması, üstelik de işgalci ve yayılmacı devletlerin varlığı ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gözönüne alındığında gerekli ve zorunludur. Kürt ulusunun hiçbir uluslararası güvenceye, anayasal garantilere ve hukuksal bir statüye sahip olmadan silahsızlanmasını talep etmek yanlıştır ve dahası tehlikelidir.

Bu konuda Başkan Mao’nun; “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur. Bu meselede hiçbir boş teoriye yer yoktur” uyarısı dikkate alınmalı ve dahası; “Bizi savaşın her şeye gücü yeten teorisinin destekçileri olarak alay edenler var. Evet, biz devrimci savaş teorisinin destekçileriyiz; bu kötü bir şey değil, iyi bir şey, Marksist bir şey” yaklaşımı akıldan çıkarılmamalıdır.

Ancak her şeyden önce Kürt ulusal sorununun çözümünün proletaryanın omuzlarında olduğu bilinciyle, işçi sınıfı ve halk arasında çalışmalarımızı ısrarla sürdürmeli, “demokratik toplumun” ancak ve ancak Demokratik Halk Devrimi ile inşa edilebileceği unutulmamalıdır. Bu anlamda özellikle Kürt halkı içinde çalışmanın önemi daha fazla açığa çıkmış durumdadır.

 

 

12 Temmuz 2025 Cumartesi

Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -1- 2 - Halil Gündoğan-8.07.2025

Kongreyi ikna etme ihtiyacı

Öcalan PKK 12. Kongresine bir perspektif yazısı sunmuş. 23 sayfalık, uzunca bir yazı. Bu çalışma için; “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.” başlığını uygun görmüş. 

Bilindiği kadarıyla PKK’nin silahlı mücadeleyi bitirme ve daha da önemlisi kendisini feshetmek şeklinde bir gündemi yoktu. Bunu Öcalan istedi: “Kongrenizi toplayın kendinizi feshedin.” Dedi. Bu çağrı, kapalı kapılar ardında Öcalan’ın devlet ile yaptığı görüşmelerde karar altına alınmıştı. Yani böylesi hayati ve stratejik bir konuda Öcalan tarafından iradesi hiçe sayılan PKK ve Kürt tarafı bunlardan çok sonraları haberdar oldu. Doğal olarak da bir şaşkınlık ve bocalama süreci yaşandı.

Bunun bir ifadesi olarak kimileri; “Önderlik asla öyle bir karar almaz”, kimileri; “böyle bir kararı ancak biz dışarda mücadele yürütenler alabilir”, kimileri; “Bu kararın Reber Apo’nun kararı olduğundan emin olmamız için doğrudan kendisiyle temas kurmamız lazım” dedi. Sonra yapılan görüşmelerle ve yazışmalarla kararın Apo’nun kararı olduğuna ikna oldular. Ancak bu kez de: “Biz kadrolarımızı ve savaşçı yapıyı ikna edemeyiz.

 Bunu ancak ki Önderlik yapabilir. Bu yüzden Önderliğin kongreye katılması şarttır.” Vs. vb. türü bir yığın pasif direniş sergileyerek, ayak sürdüler. Sonuçta “makul” bir yolla, Öcalan Kongreye önderlik yapmış ve de söz konusu bu perspektif yazısını sunmuş.

 

Normal ve de mantıken, şayet silahlı mücadelenin ve silahların bırakılması ve örgütün tüm kurumlarıyla kendisini feshetmesi çağrısına, kadro ve savaşçı yapının ikna edilmesi gibi özel bir sorun yaşanıyorsa; Öcalan’ın kongreye sunacağı perspektif de doğal olarak, doğrudan bu sorunla ilgili olması gerekirdi, değil mi?

 

“Ulu bilge” algısı oluşturma ihtiyacı

Evet, normalde olması gereken budur. Ama Öcalan 23 sayfalık bu perspektif yazısının dörtte üçlük bölümünde; “Doğa ve anlam”, “Toplumsal doğa ve sorunsallık”, “Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi” ve “Modernite” alt başlıkları altında, Kongrenin acil gündem maddesiyle doğrudan bağı olmayan bir peşrev çekiyor.

 Niye bunu yapıyor? Tek izahı var: Önderlik her şeyi biliyor. O ölçüsüz bir bilgi deryası. O, her şeyi en iyi sezinleyen ve analiz edebilen bir deha. O, bu yer yüzünde yaşayan tek filozof. O, bizim onun derinliğine ve ufkuna asla vakıf olamayacağımız bir ulu kişi…

 Hipnoz etme yöntemi

Evet, konu dışı ve dereden tepeden, az gittik uz gittik misali onca laf kalabalığı, işte esasen bu amaca dönük olarak yapılmış bilinçli bir hipnoz etme yöntemidir. Nitekim Kongre delegelerinden hemen hemen tamamının ağzından dökülenlerin ekseriyeti Apo’nun dehasına ve ulaşılmazlığına yapılan övgülerden oluşuyor. Çok daha önceleri Ali Haydar Kaytan, son dönemlerde de Sabri Ok gibi kimi kadrolar da hızlarını alamayarak Apo’yu açıktan peygamber ilan etmeye kadar vardırdılar bu saçma tapınma ve tabulaştırma ritüelini.

 Nobran faşizan metot

Öte yandan Öcalan bu “ikna” yazısına da yine o bildik “demirbaş” metoduyla başlamış. Başlamasaydı şaşırtıcı olurdu zaten. Neydi o nobran faşizan metot? Özetle: Önce hiçleştir ve aşağıla, kişilik, gurur ve öz güvenini tarumar et. Sonra o şey (kişi veya topluluk), bir ulu kurtarıcı olarak senin sayende yeniden dirilsin, ayağa kalksın ve onurlu-gururlu bir kimlik sahibi olsun. Böyle olsun ki ömür boyu sana minnet duyabilsin.

 

Öcalan Kongreye sunduğu bu “ikna” amaçlı perspektif yazısında da hem Kürtleri ve hem de PKK kadro ve militanlarını hiçleştirmekle işe başlamış ki yeni sürece dair buyuracakları itirazsız ve ama kesinlikle de büyük bir övgüyle kabul görsün. Şöyle diyor örneğin:

 

“Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar olabilirler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. (…)” Kendisinin büyük harflerle yazdığı “APO DÖNEMİ (ne)” gelindiğinde, yani; “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. (…)” “Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da gerçeklik olarak da Kürt Kürdistan Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. (…) Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı.” (Apo dışında birileri bunları dillendirse, muhtemelen başına gelmedik felaket kalmazdı.)

 Tarihsel olgular Öcalan’ı yalanlıyor

Diyor demesine de peki yüklemeye çalıştığı anlam itibariyle bunların bir gerçekliği var mı? Yani TC. ile birlikte Kürt, Kürtlük ve Kürdistan buharlaşıp atmosferde yok mu olmuştu? Elbette ki tarihi gerçeklik Öcalan’ın bu maksatlı inkârcılığını desteklemiyor. TC. döneminde, 1925 ile 1938 yılları arasında irili ufaklı onlarca ulusal hak talepli Kürt isyanı meydana gelmiştir. PKK ile başlayanın 29. İsyan olduğu kendilerince de kabul edildiğine göre, birkaçı Cumhuriyet öncesi döneme ait olsa da sayıyı “onlarca” olarak ifade etmek yanlış olmaz. Keza özellikle de 1960 yıllarda Öcalan’ın “pro Apocu” diye tanımladığı politik yapılanmalar tarih sahnesindedir.

Kürt, Kürtlük ve Kürt sorunu öylesine aktüeldir ki TİP başta olmak üzere birçok politik öznenin programına dahi girebilmiştir. Keza 1960 Darbesinin ilk icraatlarından biri de Kürt yurtseverlerine kitlesel operasyonlar çekip, onları kamplara kapatıp, ardından da sürgün etmek olmuştur.

 İbrahim Kaypakkaya’nın sorunu ele alıp tanımlayışı ise başlı başına Öcalan’ın bugünkü inkârcı ve egemen ulus ağzından söylemlerine ta o günden verilmiş bir yanıt gibidir.

Örneğin Öcalan İmralı Savunmasında Şeyh Sait İsyanını hem İngiliz kışkırtması ve hem de ulusal yönü olmayan, daha çok Cumhuriyet karşıtı, şeriat istemcisi bir hareket olarak tanımlayabiliyor. (Öcalan hatta: “Atatürk ayrıca bizzat bir nevi otonomi, mahalli özerklik gibi deyimler de kullanmış, çözüm niyetini ortaya koymuş ama isyanların bilinen özellikleri bunu gündemden kaldırmıştır.” dahi diyebilmiştir aynı savunmasında.

Oysa bu, bugün de tekrardan temel tezleri haline geldiği anlaşılan şu; “Cumhuriyet ile birlikte inkâr siyaseti isyanlara neden oldu.” şeklindeki bu argümanı boşa çıkarıyor.

 İnsanın; ‘artık bir karar ver, hangi dönem söylediğini baz alalım?’ diyesi geliyor haklı olaraktan.) Fakat bu bir istisna da değildir: Öcalan, tutsak alındıktan sonra uçakta: “Fırsat verilirse devlete hizmete hazırım.

 Benim annem de Türk” diyebilmiş birisidir. İmralı Savunmalarında da devlete ve Atatürk’e bağlılığını ifade etmiştir. Artık tek amacının “Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi yapmak için yaşamak” olarak ifade etmiş de biridir.

Ama böyleyken kendisi dışında gerek kendisinden önceki ve gerekse kendi döneminin tüm Kürt önderlerini şaibeli kişilikler olarak itham edebilmektedir. Keza daha da trajik olanı; kendisine muhalif olan veya bu potansiyeli taşıdığını düşündüğü yüzlerce kadroyu, “devletin ajanı” olarak yaftalayıp, fiziken tasfiye etmekten de geri durmamış biri olarak hâlâ da bunları söylemeye devam ediyor olması ilginç ve bir o kadar da düşündürücü olsa gerek.

 Diğer parçalardaki olgular

Keza diğer parçalara ilişkin tarihi gerçekler de Öcalan’ın tarihi inkârcılığını ortaya koymaktadır. Örneğin kısa ömürlü de olsa, ama Birleşmiş Milletler tarafından bile tanınan bir Mahabad Cumhuriyeti gerçekliği söz konusudur. Yıl 1946. “Modernite” ile birlikte buharlaşmış Kürtler ve Kürtlük işte böylesine de capcanlı bir şekilde varlığını sürdürmekte oysa. Aynı şekilde Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtlük davası ta 1943 yılında Irak Krallığına karşı ayaklanır. 1960 lı yıllar boyunca silahlı direniş olarak varlığını devam ettirir. 1970 yılında otonomi anlaşması yapar Irak devletiyle. Ardından fiili olarak 1992 yılında Kürdistan Federasyonu olarak kendi kaderini tayin eder ve bu, 2005 yılında da Irak Anayasasınca kabul edilir. Ayrıca bir diğer parça olan Rojhilat’ta da Kürtlerin ulusal haklarının kazanılması amacıyla KDP-İ ta 1945 yılında kurulur. Vs. vs.

 Öcalan’ın “Apo mucizesine” ihtiyacı var

Yani özetle; demek ki olmayan Kürtler ve Kürtlük davası yine de bütün bu örgüt, isyan ve mücadeleleri ortaya çıkarabiliyormuş. Tıpkı PKK ve 29. İsyanı ortaya çıkardığı gibi. Ama yok, böyle olmaz; Apo’nun ölüyü diriltmesi, cesedi ayağa kaldırması ve yoktan var etmesi gerekir:

“APO DÖNEMİ” dediği “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. (…)” “Modern bir hareket olarak PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Kürt hareketlerinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin varlığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti.” “PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. (…)”

 Dikkat edilirse burada Öcalan bunları PKK’nin öncelikli hedefi olarak sunmayı ve bu hedefe de varıldığını empoze etmeye çalışıyor. PKK’nin ana programı olan ve Öcalan’ın bugün “özgürlük çözümü” demeyi tercih ettiği Kürt ulusal kurtuluş sorununun da ise tıkanma yaşandığını ve bunu aşmak için yeni yol, yöntem ve araçlara ihtiyaç olduğunu ileri sürüyor. Bunun için de yine eski yol, yöntem ve araçların bir şekilde boşa düşürülmesi gerekiyor. (Devam edecek)


Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -2- Halil Gündoğan -11.07.2025

Nalıncı keseri


Öcalan, eline aldığı nalıncı keseriyle, olgu ve olayları kendi sübjektif ihtiyacına göre yontup, yeni biçimlere büründürüyor. Bunu yaparken de hiçbir kural ve etiksel değer takmıyor. Yeter ki kurguladığı şeylere hizmet etsin. Gerisi fasa fiso şeylerdir onun için.

Bunun tipik bir diğer örneğini de “başarı” ve “başarısızlık” değerlendirmelerinde görüyoruz. 12. Kongre’ye sunduğu söz konusu perspektif yazısında PKK’yi, kendisini gönül rahatlığıyla feshedebilmesi için, ona bir başarı öyküsü sunuyor:

Başarı öyküsü ihtiyacı

“PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sorgulamalar yapmak gerekiyor.

Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım.

 (…) Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, (Görüldüğü gibi Öcalan burada hâlâ da “Kürdistan Sömürgedir” tespitinin ne kadar tarihi bir öneme ve role sahip olduğunu böbürlenerek anlatmaya devam ediyor.

Oysa aynı Öcalan İmralı süreciyle birlikte, Kürt sorununa ilişkin bu ve diğer tüm tespitlerinin ideolojik olarak “reel sosyalizmin” etkisinde kalınarak alınmış, gerçekliği olmayan, aşırı uç şeyler olarak değerlendirir. Kürt sorununu ise, değil yurdu dört parçaya bölünmüş sömürge veya bağımsızlığı elinden alınmış ulus sorunu olarak değerlendirmek; “varlığının kabulü, dil ve kültürel serbestlik gibi küçük birtakım iyileştirmelerle çözülebilecek” basit bir takım demokratik hak ihlalleri kapsamında sayılabilecek bir sorun olarak tanımlar.

Kendi isyanlarını da Cumhuriyetin inkârcı tutumuna karşı oluşan bir tepki olarak ifade eder. (*)

 Peki bunların her ikisi de aynı esnada doğru olabilir mi?

Öcalan’ın işine yarıyorsa, evet, her ikisi de aynı esnada doğru olabilir pekâlâ. Apocu müritlere göre ise doğruluğu tartışma konusu dahi olamaz. Bn.)

 (…) Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük başarıdır. PKK bu başarının adıdır.” Diyor.

 Başarı kriteri

Burada öncelikle şunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor: Öcalan’ın başarı olarak sıraladığı bu şeyler, program ve stratejik hedef anlamında, en başından itibaren öncelikle ulaşılması gereken hedefler olmuş olsaydı; o zaman kesinlikle bu “başarı öyküsü” yerli yerine otururdu. Oysa gerek PKK’nin kuruluş ve program kongresinde ve gerekse “1. Manifesto” olarak deklare ettikleri belgelerinde bunlar, “varılması gereken 1. Hedef” olarak anılmaz.

Hatta lafı bile edilmez. Tek hedef: Sömürgeciliğe son verip, birleşik bağımsız Kürdistan’ı kurmaktı. Dolayısıyla da PKK veya “Önderliğin” yarım asırlık mücadelesinin başarı veya başarısızlığı ancak ki bu hedefe ulaşılıp ulaşılmadığı üzerinden sorgulanabilir. İmralı süreciyle birlikte gelinen noktada, “Apocu paradigma” ya da “Önderlik” bu hedefe ulaşmayı gerçekçi bulmayarak, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığına ve dolayısıyla da kendisini feshetmesi gerektiğine hükmettiğine göre; hangi başarıdan bahsedilebilir acaba?

 Tahrifat ve manipüle

Açıktır ki Öcalan’ın yukarıda başarı olarak sıraladıkları ise, gerçekleşmeleri hedeflenen değil; yürütülen bütünlüklü mücadelenin var ettiği sonuçsal kazanımlarıdır. Dolayısıyla da Öcalan’ın bunu, sanki de PKK’nin baştan önüne koyduğu iki hedeften biriymiş gibi sunması, hem tarihi gerçeklerin açıktan tahrifatıdır ve hem de manipüle amaçlıdır.

Neden manipüle amaçlıdır? Çünkü Öcalan, PKK kadro ve savaşçılarını ve halkı, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığı için artık kendisini feshetmesi gerektiği fikrine bir şekilde ikna edebilmesi için böylesi bir başarı öyküsüne ihtiyaç duymuştur. Bu öyküyle hem onların duygu ve gururlarını okşayacak ve hem de verdiği kararı nispeten daha kolay hazmedebilmelerinin zeminini hazırlayacak. Bütün mesele bu aslında.

 Temel fesih gerekçeleri

Öcalan, PKK’nin kendisini feshetmesinin temel gerekçelerini “fesih çağrısı” metninde farklı, kongreye sunduğu perspektif yazısında ise farklı formüle ediyor. “Çağrı” metninde mealen: “Artık hareketin ve mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremiyorsunuz. Kısır bir döngü içinde kendinizi tekrardan öte bir varlık gösteremiyorsunuz. Anlamsız ve beyhude bir çaba…Kongrenizi toplayıp kendinizi feshedin.” Derken; perspektif yazısında ise esas olarak şu iki gerekçeye dayandırıyor:

 

1-     “90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mücadele perspektifine göre örgütlenmişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şekillenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden ayakta kaldı. (Demezler mi bu ne yaman açmaz böyle.

Hem 90’lı yıllarla birlikte ideolojik zeminini yitirip bunalıma giriyor ve ama hem de buna rağmen “sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden” onca kuşatılmışlığa ve topyekûn bir savaşa rağmen ayakta kalma başarısı gösterebiliyor. Hem de öyle az buz da değil, 35 yıl gibi koca bir zaman boyunca… Bu durumda besbelli ki bu “ideolojik zemin yitimi” ve “ideolojik bunalım” Öcalan’ın kendi şahsında yaşanmış.

Çünkü “90’ların başında çöktü” dediği, sosyalizmin teori ve ilkeleri değil; Öcalan’ın sırtını dayadığı ve onlar üzerinden kendisini ve savaşı var etme hesapları yaptığı SSCB ve Varşova Paktı ülke devletleriydi. Sol literatürde “reel sosyalizm” kavramı da zaten bu ülkelerde, iç savaş, ağır ekonomik sorunlar ve 2. Dünya Savaşı yıkıcılığı koşullarında deneyimlenen pratiğin ve ama özellikle de 1956 yılı itibariyle hakimiyeti ele geçiren modern revizyonistlerin temsil ettiği sistemi tanımlamak için kullanılır. İşte bunların çökmesiyle zemin yitimine uğrayıp, yolun sonunun geldiğine ve yıkmak için yola çıktığı devletin yenilmezliğine hükmeden ve 1993’deki o meşhur; “Bir muhatap arıyorum” mesajıyla, açıktan bir uzlaşı yolu arayışına giren, tarihin tanıklığı ve kendi beyanlarıyla da sabittir ki Öcalan’ın kendisi olmuştur. Bilindiği gibi İmralı süreciyle birlikte ise; kendisine sunulan “sivil toplumcu” ve anarşist ideolojik kaynaklardan esinlenerek bunlara, yüksek kalibreden, teorik kılıflar uyarlamakla meşgul. Bn.)”

2-     “(…) Kürtler Cumhuriyetle birlikte yok sayılıyor. PKK bu inkârı büyük bir direnişle boşa çıkardı; (…) Ama bu inkârın sizde yaşanan sonuçları hâlâ tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum sizde, göremiyorum. (Öcalan burada da yine bir hiçleştirme operasyonuyla, hizaya alma ayarı çekiyor Kongre delegelerine. Bn.) Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu anti kapitalist olmalı.

(Nasıl olacak bu?

Kürtleri kapitalist bir sisteme ve onun devletine entegre edeceksin ve ama kalkıp, “Bunlar kapitalizmle olmaz” diyeceksin. Keza diyeceksin ki “Kürt toplumu anti kapitalist olmalı” Kürt toplumu denilen toplum işçiden, köylü, esnaf, ağa-bey, küçük, orta ve büyük burjuvaziden oluşan bir toplum olduğuna göre, sırf Apo istedi diye tüm o kapitalist sistem mensubu sınıf ve ara tabakalar anti kapitalist mi olacaklar yani, bu mümkün olabilecek bir şey midir? Bn.)

Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomik ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabii ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır. Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz.”

 

“Özgürlük çözümü başarıldı mı?” diye soruyor ve buna şu yanıtı veriyor: “Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu (hangi ideolojik bilinç? Kuruluş sürecinden 1990’lara kadar olan sürecin ideolojik bilinci mi? Bunun zemininin çöktüğü ve o süreçten 2000’li yıllara kadar olan süreçte, aleni bir “ideolojik bunalım” yaşandığının söylendiği ve sonrası sürecin “ideolojik bilincin” ise esasen Öcalan’ın yeniden oluşturma gayretlerine girdiği ve ama halen de tam olarak şekillendirememiş olduğu, “ideolojik bilinç” mi? Bn.) fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı.

Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır.” “Demokratik ulus çözümü önümüzdeki sürecin temeli olacaktır.” “Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum komünalite temelinde etik-politik doğrultuda şekillenecek varlık bulacaktır.” Fakat diyor; “Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. (Burada ki ikilem tipiktir. Peki madem bilimdir rehber, o halde bunun da bilimsel açılımının ortaya konularak, insanların ikna edilmesi doğru olanı değil midir? Tabii işin aslının şu olduğu bir durumda; bunun bilimsel bir izahatı da mümkün olmayacaktır:

 “Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık verdim.” Diyor, kendi sözleriyle. Yani daha sade haliyle tekrarlamak gerekirse, demiş oluyor ki bunu devlet istedi ben de işi kolaylaştırmak için kabul ettim. Bn.)”

 Tek bilen ve tek belirleyen olmak

“Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim.” Diye, kalıp bir söz var ya Öcalan da sonda söyleyeceğini perspektif yazısının başlarında da söylemiş. Şöyle diyor: “Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabii çünkü ciddi bir iş.

Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. (…) Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat (…) Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. (…) Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. (…) devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içendeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. (…)”

 

Özetle Öcalan Kongreye demiş oluyor ki: Herkes haddini bilsin otursun oturduğu yerde. Bu örgütü ben kurduğuma göre, feshetme yetkisi de bende. Karar aldım, bunun gereğini yapın ve kendinizi feshedin. Bu savaşımın bir numaralı sorumlusu ve yürütücüsü de ben olduğuma göre, “savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecini” de sonlandırıyor ve TC. Devletiyle "barış ve demokratik bütünleşme” sürecine giriyoruz. Anlaşıldı mı? O halde formaliteyi yerine getirin ve kendinizi feshettiğinizi kamuoyuna deklare edin. Nokta.

 Bu, Öcalan’ın demokrasi ve özgürlüklerden ne anladığının resmidir de. İşte bu zihniyet, dinci faşist bir iktidarla el ele vererek demokratik toplum inşa edecekmiş. Şaka gibi, değil mi?

 (*) İmralı Savunması




 

8 Temmuz 2025 Salı

Dostça Kal Abla... İsak Kızıldağ_Temmuz_2025

 “HOŞÇAKAL ABLA” Kitabı 

ya da Tarihin Eğilip Bükülmesi


Komünist mücadele tarihi, ancak objektif bir değerlendirme ve bilimsel bir yöntemle ele alındığında anlamlı ve öğretici olabilir. Bu tür bir tarih yazımı, yalnızca olumlu gelişmeleri kayda geçirmek için değil; aynı zamanda yaşanan olumsuzlukları, gerçekleştirilemeyen hedefleri ve eksiklikleri de görünür kılmak için gereklidir. Gerçek anlamda objektif, bilimsel ve daha da önemlisi etik prensiplere bağlı olmak, bu bütüncül yaklaşımı zorunlu kılar.

 

Böylesi bir görev, öncelikle komünist hareketin kendisine düşer ve bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmesi beklenir. Bununla birlikte, konuya ilgi duyan aydınlar, tarihçiler ve düşünürler de, bu alanda katkı sunmak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunabilirler. Dışardan gelen bu tür inisiyatiflerin doğru ve sağlıklı bir tarih anlatımı oluşturabilmeleri için komünist hareketin desteği önemlidir.

 

Öte yandan, dışarıdan bu sürece dahil olmak isteyenlerin de sorumlu davranmaları gerekir. Tarihe dair yazmak istedikleri konularda, hem hareketin görüşlerine hem de o döneme tanıklık etmiş kişilerin anlatımlarına başvurmalı; bu konuda açık, titiz ve diyalog içinde olmalıdırlar. Aksi halde ortaya çıkacak tarih anlatısı, objektiflikten uzaklaşır; hatalı, eksik ya da çarpıtılmış bir versiyona dönüşür. Bu ise, yalnızca bilgi kirliliğine değil, aynı zamanda yersiz tartışmalara, ciddi şaibe ve güvensizliklere yol açabilir.

 

Bugüne dek komünist hareketimizin mücadele tarihine değişik düzeylerde tanıklık eden yoldaşlarımız tarafından çeşitli anı kitapları kaleme alındı; farklı platformlarda tartışmalar yürütüldü. Bu kitaplar ve tartışmalar, zaman zaman farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olsa da, hiçbir zaman bunların karşı-devrimci amaçlara hizmet ettiği yönünde bir iddia ortaya atılmadı.

 

Ta ki birkaç bir süre önce yayımlanan “Hoşça Kal Abla” kitabına kadar.

 

Bu kitap, yukarıda sözünü ettiğimiz ilkelerin ve normların dışında kalması nedeniyle; içeriğindeki ciddi çarpıtmalar, taraflı anlatımlar ve şüphe uyandıran yorumlarla komünist hareketin ve çevresindekilerin dikkatini ve tepkisini çekti.

 

Peki, neden diğer anı kitapları değil de “Hoşça Kal Abla” böylesine sorunlu, çarpık ve kuşku uyandırıcı bulunmuştur?

 

Birincisi, kitabın yazarı, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımızın komünist mücadele ve direniş tarihine dair bu çalışmayı kaleme alırken, onun bizatihi içinde yer aldığı ve uğruna yaşamını feda ettiği kolektifin yetkililerine ne danışmış, ne de görüş alma gereği duymuştur. Aynı şekilde, kitapta konu edilen operasyona doğrudan tanıklık etmiş ve o dönemde hareketin içinde yer almış arkadaşlarla da hiçbir temas kurmamıştır. Cinayete giden sürecin ayrıntılarına vakıf ve katkılarını esirgemeyecek arkadaşlarımızın varlığı bilindiği halde!

 

Yazarın görüştüğü tek kişi ise, operasyon sürecinde gözaltına alınmış ve bugün kişisel husumetlerle hareket ettiği düşünülen biridir. Söz konusu kişinin, özel yaşamına dair yaşadığı kırgınlık ve öfke nöbetlerini bu süreçte motivasyon kaynağı haline getirdiği ve yazar tarafından da bu amaçla yönlendirildiği anlaşılmaktadır.

 

Oysa o dönemin gelişmelerini doğrudan yaşamış, olayları tüm yönleriyle anlatmaya hazır olan başka yoldaşların varlığı bilinmekteydi. Ne var ki yazar, bu kişilere danışma gereği bile duymamıştır.

 

Bu koşullarda kaleme alınan kitabın, içeriğinin hatalarla, çarpıtmalarla ve ciddi tutarsızlıklarla dolu olduğu net olarak görülmüştür. Şimdi, “Hoşça Kal Abla” kitabında sorunlu, yanıltıcı ve kuşku uyandırıcı bulduğumuz noktaları tek tek ele almaya başlayabiliriz.

 

Kitabın Yazılmasındaki Asıl Amaç Nedir? 

 

Kitabın içeriğiyle ilgili olarak ilk vurgulamamız gereken şudur: Yazar, “Hoşça Kal Abla”yı, yoldaşımız H. H. Erdoğan’ın hayatını ve mücadelesini halka tanıtmak amacıyla kaleme aldığını iddia etse de, gerçek durum bu açıklamayla çelişmektedir. Zira yazar, bir sosyal medya paylaşımında açıkça şu ifadeyi kullanmıştır: “Yazmayacaktım ama ortalıkta övünerek gezenleri görünce yazmaya karar verdim.” Üstelik bu kitap, olayların üzerinden tam kırk yıl geçtikten sonra yazılmıştır. O dönemi bilmeyenler, yaşananlara ilişkin bilgi sahibi olmayanlar için kitap gayet normal görünmektedir. Ancak o dönemde olup-bitenlere şahitlik yapmış ve doğrudan yaşamış insanlar için ise kitap kuşkulu, sorunlu ve ciddi soru işaretleri yarattığını söylemeliyiz.  

 

Peki, şimdi soralım, kimdir bu “övünerek gezenler”? Bahsedilenler, 1984 Eylül’ünde komünist partimize karşı İstanbul polisi tarafından yürütülen operasyonda gözaltına alınan ve ağır işkencelerden geçen H. Hakkı’nın yoldaşlarıdır. Açıkça görülüyor ki yazar, Hasan Hakkı yoldaşın direnişini anlatmak bahanesiyle, aslında onunla birlikte mücadele eden yoldaşlarını hedef göstermekte, onları polis fezlekesi üzerinden dolaylı yoldan teşhir etmektedir. Sebep olarak da bu kişilerin “övünerek gezmesini” göstermektedir. Temelsiz, ilginç ve düşündürücü bir gerekçedir bu. Oysa Hasan Hakkı yoldaşı anlatan bir kitapta teşhir edilmesi gerekenler devlet ve onun beslemesi işkenceci polisler olmalıydı! 

 

Yazar, bu kişilerin övündüğünü nasıl ve neye dayanarak tespit etmiştir? Bu dahi belirsizdir. Bu nedenle iddia edildiği gibi yazarın niyeti H. Hakkı’yı halka tanıtmak değil, onun şahsı üzerinden bir karalama kampanyası yürütmektir. Çünkü bir komünisti halka tanıtmak demek, onu kendi partisinden, ideolojisinden ve mücadele şartlarından koparmadan anlatmak demektir. Komünist bir kadronun yaşamı, içinde yer aldığı ve yöneticiliğini üstlendiği partinin çizgisinden bağımsız olarak ele alınamaz.

 

Oysa yazar, bunu yapmayarak; H. Hakkı Erdoğan’ı yüceltir gibi görünürken, aslında onun bağlı olduğu partiye ve yoldaşlarına yönelik sistemli bir itibarsızlaştırma çabası içerisine girmiştir. Bunu yaparken de, partimizle hiçbir örgütsel ilişkisi bulunmayan bir kişiyi konuşturarak, Hasan Hakkı Erdoğan’ın ağzından birtakım haksız ve temelsiz eleştirilerle parti teşhir edilmektedir. Bir örnek:

 

“İşimiz gücümüz o randevudan bu randevuya koşturmak… İt ayağı yemiş gibiyiz… Ne olacak örgütün durumu?… Eleştirileri kaale alan yok… Bırak kaale almayı, düşman kardeş ilan ediyorlar eleştiren kişiyi.” (Hoşça Kal Abla, s. 56)

 

Eleştirenleri düşman kardeş ilan eden kim? Yazara göre komünist partisi. Bu sözlerin sahibi, ideolojik-politik-örgütsel planda partimizle hiçbir zaman ilişkilenmemiş bir kişidir. Bir zamanlar komünist kolektiften kopan arkadaşların çıkardığı Kadınların Kurtuluşu dergisinde başka isimle yazı yazması bu gerçeği değiştirmez. Komünist basında o örgütte olmayıpta dışardan yazı yazanlar bugünde var. Bu demek değil ki bu kişiler o kolektifin parçalarıdır. Kolektifle ilişkisi olmadığı halde, H. Hakkı Erdoğan adına konuşmakta ve parti hakkında hüküm vermektedir. Peki yazar, Hasan Hakkı’nın bu şekilde düşündüğünü neye dayandırarak iddia edebilmektedir? Belki, “bunu bana kendisi özelden söyledi” diyebilir. Ancak bu iddia inandırıcılıktan uzaktır; çünkü elimizde tam tersini gösteren güçlü bir belge vardır: o dönemde “Neden ve Nasıl Bir Özeleştiri” başlıklı, 17 sayfalık ve doğrudan Hasan Hakkı Erdoğan tarafından kaleme alınmış ve partiye sunulmuş olan raporu biliyoruz. (Hoşça Kal Abla, s. 215). Bu metin, partinin sorunlarına yönelik yapıcı çözüm önerileriyle doludur ve partimiz tarafından o dönemde örnek bir belge olarak görülüp yaygın şekilde dağıtılmıştır. Böyle olduğunu o dönemde parti saflarında aktif olarak yer alan ve hala hayatta olan yüzlerce yoldaş tarafından biliniyor.

 

H. Hakkı Erdoğan, partinin düşünsel faaliyetlerini desteklemiş, yoldaşlarını sorunları tartışmaya ve çözüm üretmeye teşvik etmiştir. Onun bu yönü, o dönemde partide mücadele eden tüm yoldaşlarca çok iyi bilinmektedir. Dolayısıyla yazarın iddiaları, sadece gerçekle çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda bilinçli bir çarpıtmayı da ortaya koyuyor. Çünkü yazara asıl gerekli olan şey, Hasan Hakkı yoldaşın şanlı direnişi üzerinden partiyi ve yaşayan yoldaşları itibarsızlaştırmak; H. Hakkı Erdoğan’ın anısını da bu kötü amaca araç kılmak. 

 

Bu tarz kişilikler için yalan söylemek, tarihi çarpıtmak, gerçekleri tersyüz etmek sıradan bir iştir. Çünkü onların derdi, H.Hakkı Erdoğan gibi onurlu bir komünist kadroyu halka tanıtmak değil; onun ismini kullanarak partiyi ve onunla birlikte mücadele etmiş yoldaşlarını hedef göstermektir. Objektif olarak bu çaba, yargısız itibar infaz yoluyla siyasi polisin kirli ağlarının  tamamlayamadığı işi tamamlamaya aday bir yön de taşımaktadır…

 

Bu bir iftira değil, somut verilerle ortaya koyacağımız belgeli bir gerçektir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde bu durumu ayrıntılarıyla ortaya koyacağız.

 

Serbest Bırakılmanın Hikmet-i Sırrı Nedir?


Kitaba dair özellikle dikkat çekilmesi gereken ikinci husus şudur: Algül Umutlu, o dönem parti kadroları için yayınlanan Komünist dergisi ve bazı örgütsel belgelerle birlikte polis tarafından yakalanır. Umutlu’nun aktardığına göre, bu belgeler H. Hakkı Erdoğan yoldaş tarafından kendisine, çoğaltılması amacıyla verilmiştir.

 

Yakalanmasının ardından Algül Umutlu’nun ailesinin H. Hakkı’ya duyduğu tepkiyi yazar, dramatik bir kurguyla şu şekilde anlatır:

 

“Arnavutluk Emek Partisi’nin bilmem kaçıncı Kongresinin eleştiri yazısını çoğaltacakmış! Hem de daktiloyla, tam beş nüsha! Fotokopi mi tükendi de ille daktilo? Hadi onu verdin diyelim, Komünist dergilerini ne yapacağız? Neymiş, yavaş yavaş örgüt saflarına kazandıracakmış avukatı! Bravo sana! Tam kazandırdın! Şimdi kaç yıl verecekler senin yüzünden kıza, kim bilir!”

 

Evet, o dönemde bu tür materyallerle yakalanmak, en hafifinden “örgüt üyeliği” suçlamasıyla on iki buçuk yıla varan cezalarla sonuçlanabilirdi. Üstelik belgelerle yakalandığı tarih, askeri faşist cuntanın en yoğun, en vahşi işkence yöntemlerinin sistematik olarak uygulandığı dönemdir. Ancak ne oluyorsa oluyor: Algül Umutlu kısa bir süre sonra polis tarafından serbest bırakılıyor. Bu durum, en hafif ifadeyle, dikkat çekici!

 

“Yazarımız” aynı kitapta, (sayfa 38) bir başka yoldaş olan, (Hasan Hakkı Erdoğan’ın operasyonunda siyasi polise ilk yakalanan kişi) Dersimlinin yakalanma sürecine de değiniyor ve şöyle yazıyor:

 

“Bildirileri kime vereceğini mi düşünüyor acaba, yoksa bu bildirilerin ona kaç yıl ceza getireceğini mi? Çünkü o bildiriler, kimin üzerinde yakalanırsa yakalansın, en hafifinden örgüt üyeliğiyle yargılanmak demekti. Bu da en az birkaç yıl cezaevi anlamına gelirdi…”

 

Yazarın burada sözünü ettiği kişi, o bildirilerle birlikte gerçekten de polis aramasına takılarak yakalanır. Bu yakalanma, daha sonra H. Hakkı Erdoğan yoldaşın da içine çekileceği operasyonun başlangıcı olacaktır.

 

Dersimli arkadaş, üzerinde taşıdığı bildiriler nedeniyle ağır işkencelere maruz bırakılır, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanır ve yıllarca hapis yatar. Tıpkı yazarın tahmin ettiği gibi. 

 

Dersimli parti taraftarı arkadaşımıza reva görülen muamele, nasıl oluyorsa, Algül Umutlu’yu teğet geçer. Oysa Umutlu’nun yakalatmış olduğu Komünist dergileri, devletin güvenlik ve yargı aygıtları açısından “bulunmaz suç unsurları” niteliğindedir. Hatta, Dersimlinin üzerinde çıkan bildirilerle kıyaslandığında, Umutlu’nun elinde bulunan Komünist adlı yeraltı örgütüne ait merkezi kadro yayın organı daha ağır bir suç delili sayılır o dönemde.

 

Eklemek gerekir ki o zamanlar askeri faşist cuntanın en azgın dönemidir; yani 1982 yılıdır: İdam infazlarının, sistematik ve yoğun işkencelerin, en ufak muhalif hareketlerin dahi büyük operasyonlarla bastırıldığı, baskının zirve yaptığı yıllardır. İşte tam da böyle bir dönemde Algül Umutlu, üzerinde merkezi kadro yayın organı olan ve gizli basılan Komünist dergilerini ve diğer materyallerle yakalanmasına rağmen sorgulanıp serbest bırakılır. Bu durum ister istemez “bu nasıl olur?” sorusunu beraberinde getirir; cevabı hâlâ boşlukta duran, sorulması gereken meşru bir sorudur bu.

 

Böylesi koşullarda “direndim” türünden ifadelerle serbest bırakılmayı açıklamaya çalışmak, olaylara akıl ve mantık süzgecinden bakan insanlar için inandırıcı değildir. Üzerinde yasak materyalle yakalanıp direnen pek çok kişiyi biliyoruz; ancak üzerinde böylesi gizli bir partinin ve gizli kadro yayın organı yakalanıp da yalnızca direndiği için serbest bırakılan kimseyi ne duyduk ne gördük. O yıllarda, yani faşist cunta yargısının en sert ve acımasız olduğu zamanlarda, bu türdeki bir profilin hiçbir ceza almadan serbest kalması şaşırtıcı olduğu kadar sorgulanması gereken bir durumdur.

 

Hatırlatırız, yazarın “Dersimli” olarak andığı arkadaş, 1984 yılının Eylül ayında; yani Algül Umutlu’dan çok daha sonra, cunta dalgasının bir nebze hafiflemeye başladığı bir dönemde yakalanır ve yıllarca cezaevinde kalır. Oysa Algül Umutlu, tam da cuntanın en saldırgan olduğu yıllarda, üstelik örgütsel belgelerle yakalanmasına rağmen, kısa sürede serbest bırakılır. Bu “kurtuluş” hikâyesi, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hâlâ ciddi soru işaretleri barındırıyor.

 

Evi Kim(ler) Verdi?


Üçüncü olarak, yazarın serbest bırakılmasıyla biten sürecin biraz ötesine bakalım: H. Hakkı Erdoğan’ın, yani aranır olması nedeniyle taşıdığı sahte kimliğinde geçen adıyla Nevzat’ın evi polise kim tarafından verilmiştir? O dönemde örgütlü olup da yakalanan hiçbir arkadaşın bu evi bilmediği çok nettir. Ki; ilke olarak -eğer aynı evde kalmıyorlarsa- faaliyetçiler birbirlerinin evini bilmezlerdi. Hasan Hakkı Erdoğan’la aynı evde kalan başka bir kadro yoktur. Bunu o dönemi yaşayanlar net biçimde teyit ediyor. Ama ne tesadüf ki, H. Hakkı Erdoğan yoldaş, her zamanki dikkatiyle tanınmasına rağmen, tam da yakalanacağı o gün evden çıkarken anahtarı evde bırakmayı “unutuyor”(!) (Kaçınılmaz olarak akla şu soru geliyor: Hasan Hakkı Erdoğan o gün çıkarken gerçekten anahtarı eve bırakmayı unuttu mu, yoksa anahtar polise birileri tarafından verilerek üzerinde çıktı gibi mi gösterildi?) Bilemiyoruz! Elbette gündelik hayatın koşuşturmacası içinde üzerinde unutması da mümkün. Ama diğer yandan ev, Hasan Hakkı Erdoğan’dan önce yakalanan hiç bir arkadaş tarafından bilinmiyor ve dolayısıyla ev önceden yakalanan arkadaşlar tarafından verilmesi mümkün değildir. O zaman akla şu soru geliyor: Bu evin yeri polise kim tarafından verildi? Bu sorunun önemi ortada duruyor!

 

Devam edelim. Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde çıktığını söylenen anahtarı alıyor ve evi adeta eliyle koymuş gibi buluyor! Ancak ilginç olan şu ki, kitap yazarı Algül Umutlu, bu evin polise anahtar yoluyla ulaşıldığını bildiği ve yazdığı hâlde, kitabında ısrarla dışarıdan birinin -özellikle de o süreçte yakalanan arkadaşlardan birinin- evi polise vermiş olabileceği şüphesini yaymaya çalışıyor. Okurun dikkatini sürekli bu yönde toplamaya çabalıyor; ima yoluyla yakalanan arkadaşları zan altında bırakıyor. Bizim de tahminimiz ev biri(leri) tarafından polise verildi. Ama kim tarafından? Çünkü anahtarın polisin eline geçmesi yeterli değildir. Evin hangi semtte ve semtin neresinde olduğunun da bilinmesi gerekir.

 

Açık olan gerçek şudur ki, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evi bilen tek kişinin yalnızca yazarın kendisi olduğunu, kitabın kendi satırlarından anlıyoruz. Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş yakalanmadan önce, aynı gün Burdur Cezaevi’ndeki tutsak müvekkillerini ziyarete gitmiş olan avukat Algül Umutlu ile yaptığı telefon görüşmesinde, eve doğrudan gelmesini söylüyor. Kitaptan aktaralım:

 

“Alo nasılsın, ne zaman geliyorsun?”

“Anladım, bu gece Burdur, yarın gece İstanbul, öbür gün sabahı görüşürüz o zaman. Merak etme, her şey yolunda. Her zamanki eve gel. Evet, direkt gel, evde olacağım ben.” (s. 58)

 

Algül Umutlu, Hasan Hakkı Erdoğan’nın yakalandığı gün Burdur’da olduğunu ve orada cezaevinde olan müvekkilleriyle görüşmeler yaptığını iddia ediyor. Böylelikle aranır durumu olmadığını da yine kendisinin bu anlatımından öğreniyoruz. A. Umutlu’nun aranmıyor olması önemli bir detaydır ve bu noktaya daha sonra tekrar dönmek üzere bir kenara not düşelim.

 

Avukat Algül Umutlu o gün gerçekten Burdur Cezaevi’nde miydi? Bunu kesin olarak bilmiyoruz, elimizde bir teyit de yok. Ancak en naif olasılığı esas alarak, öyle olduğunu varsayalım. Peki, o hâlde şu soruyu sormak gerekmiyor mu: A. Umutlu, H. Hakkı Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinin polis tarafından dinlenmediğinden emin olabilir miyiz? Zira kendisi, telefon görüşmesi yaptığını bizzat kitapta yazmış. Polis tarafından izlenmiyor olduğunu kabul etsek bile, bu kesin bir durum değildir. Ya da daha çarpıcı olanı soralım: Bir tür anlaşma, bir tür “görünmez mutabakat” söz konusu olabilir mi?

 

Yazarın kendi anlatımıyla kendi tutumu arasında ciddi tutarsızlıklar var. Çünkü yazar, diğer arkadaşlara yönelik çok rahat bir biçimde itham ve ima yoluyla suçlama yöneltirken, kendi pozisyonuna ilişkin en ufak bir sorgulama yapmıyor. Oysa biz şunu soruyoruz: Gerçekten H. Hakkı Erdoğan’ın üzerinde evin anahtarı mı bulundu? Peki üzerinde anahtar bulundu diyelim. O durumda bile üzerinde adres olmayan çıplak bir anahtarla nasıl olurda hem oturduğu semt bulunuyor hem de semtteki evi eliyle koymuş gibi tespit ediyor polis! Sormak zorundayız, yoksa bu, bazı kritik bilgileri örtbas etmeye yönelik, polisle birlikte kurulmuş bir “işbirlikçi kurgu” mu?

 

Soruları sormak meşrudur, hakkımızdır!

 

Unutmamak gerekir: Algül Umutlu’nun üzerinde Komünist adlı parti içi kadro yayın organı ve başka bazı belgeler yakalanmıştır. Ve kendisi, bu belgelerle yakalanmasına rağmen polis tarafından serbest bırakılmış bir kişidir. Bunu bizzat kitabında ifade etmektedir. O hâlde, iki ihtimal kalıyor: Ya polis tarafından izlenmektedir ya da doğrudan işbirliği içindedir. 

 

Bir kez daha ve ısrarla soralım:

H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı ev, polis tarafından nasıl ve kim(ler) aracılığıyla bulunmuştur?

 

Evet, H. Hakkı Erdoğan’ın kaldığı evin polis tarafından bulunması, ya Algül Umutlu’nun takibe alınmasıyla ya da doğrudan polisle işbirliği yoluyla gerçekleşmiş olamaz mı? Bu yalnızca öylesine bir varsayım değil. Bu nedenle okuyucuyu bu güçlü olasılık üzerinde ciddiyetle düşünmeye davet ediyoruz! 


Peki, Polis Eve Neden Karakol Kurmadı?


Dördüncü olarak bu soruyla devam edelim.

Polis, H. Hakkı Erdoğan’ın evine baskın yapar. Ve Algül Umutlu ise gelişmelerden habersiz görünerek, telefonda Hasan Hakkı Erdoğan’la yaptığı görüşmeye uygun şekilde Burdur’dan İstanbul’a eve gelir. Şimdi soralım: Gerçekten “habersiz” midir?

Kapıya gelir, ısrarla çalar ama içeriden ses gelmez. Nihayet cevap alınca, “Benim ben, bırakın bu oyunu. İki gündür yollardayım zaten, ölmüşüm yorgunluktan, açın artık şu kapıyı” diye seslenir. Kitaptan alıntı yapmaya devam edelim:

“Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Bir bu eksikti başında. Birkaç aydır gelip gidiyordu evlerine…” (s. 76). Hatırlatmadan geçmeyelim. Algül Umutlu’nun “bir kaç aydır gidip geldiği ev” Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın kaldığı ve polisin Hasan Hakkı üzerinde bulduğu iddia edilen anahtarla baskın yaptığı evdir.

 

Devamını uzatmaya gerek yok, ayrıntı meraklıları kitabı açıp okuyabilirler. Kısaca, evde kapı açılır ve  ev sahibi abla durumu kendisine açıklar, ve “avukatımız” hızla evi terk eder. Merdivenlerden inerken ise kendi kendine şöyle düşünür:

Hayret, karakol kurmamışlar… Eğer kurmuş olsalardı, nice olurdu hâlim.”

“Dışarıda da kimse yok. Hızlı adımlarla yürüyor biraz önce indiği dolmuş durağına doğru.”

“Peki, niye karakol kurmadılar ki? Daha akıllıca olmaz mıydı öyle? Acemiliklerine mi geldi, yoksa emin miydiler bu eve başka kimsenin gelmeyeceğinden?”

“Birden koskoca bir balyoz olanca hızıyla kütt diye indi sanki kafasına: Yakaladılar onu! Tabii ya, ellerinde o! Sonunda ele geçirdiler onu da! Bu nedenle gerek görmediler eve karakol kurmaya.” (s. 78)

 

Avukat Algül Umutlu polisin eve neden karakol kurmadığını baştan beri sorguluyor ve cevabını da veriyor. Neden? Çünkü kitap yayınlandığında bu noktanın kendisine sorgulanacağının farkında! Kurguyu çok önceden yapmış ve okuru sözümona bu şekilde ikna etmeye çalışıyor. Oysa özellikle o dönemde; askeri faşist cunta dönemini yaşayan her insan bilir ki, siyasi polis baskın yaptığı evlere -hedef kişi yakalansa da yakalanmasa da- başkalarının da gelebileceği ihtimalini düşünerek eve mutlaka karakol kurar. Algül Umutlu bunu bizden iyi bilir ama işine geldiği gibi yazıyor.

 

İstanbul il sorumlusu olan ve polis tarafından uzun süredir özel olarak aranan bir komünist yakalanıyor ama kaldığı eve karakol kurulmuyor! Neden? Çünkü karakol kurulsa avukat Algül Umutlu’da yakalanacak. Eve karakol kurulmamasının nedeni bu olabilir mi? Yazar, “acemilik” açıklamasıyla aklımızla alay ediyor. Oysa polis eve kimin geleceğini biliyordu. Bu yüzden karakol kurmadı. Çünkü o gelecek kişi, ya doğrudan polisle işbirliği içindeydi ya da farkında olmasa da polis tarafından izlenerek örgüt üyelerine ulaşmak için kullanılıyordu. Polis için bu, klasik ama etkili bir yöntemdir. Başka bir olasılık ne yazık ki kalmıyor.

 

Ankara’ya Neden Kaçtın?


Beşinci olarak, Algül Umutlu bu evden hızla uzaklaşır ve H. Hakkı Erdoğan’ın dostu Hasan Özün’e gider. Hasan Özün ona şöyle der: “Senin için de bizim için de tehlikeli olur buralarda kalma. Hatta İzmir’e de dönme. Bilmediğimiz bir yere git.” (s. 80)

Burada sormamız gereken soru şu: Algül Umutlu o dönemde aranmadığı hâlde neden kaçma ihtiyacı hissediyor? Kendisi daha yeni cezaevindeki müvekkilleriyle görüşmüş, aranmadığı açıkça ortada. Aransaydı cezaevindeki müvekkilleriyle görüşme imkanı olmazdı! Ayrıca ve dahası, eşi olduğunu iddia ettiği H. Hakkı Erdoğan’ın polis tarafından yakalanmış, bu yüzden öldürülme riski altında olduğunu kitabında dile getiriyor. Ama buna rağmen ardına bile bakmadan topukluyor!


Avukat kimliğini kullanarak müdahale etmek, bir girişimde bulunmak, kamuoyu yaratmak yerine kaçmayı tercih ediyor. Askeri faşist cuntanın zalim şartları altında kamuoyu mu yaratılır denilmesin! Zira, Süleyman Cihan’ın babasının ve keza Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın babasının çeşitli makamlara dilekçeler vererek çocuklarının öldürülmemesi için nasıl çabaladıklarını bilenler bilir. Ama Algül Umutlu buna gerek görme, topuklayıp kaçar.. Evet, bir an Algül Umutlu insani olarak korkmuş olabileceğini varsayalım. Ama o zaman neden bunu açıkça yazmıyor? Neden gerçekleri çarpıtıyor? Kendisinin kaçışını normal görüp aklarken, ağır işkence altında işkence gören başkalarına iftira atmak neyle izah edilebilir?

Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın kendisine Gula Sor şiirini yazdığını ve onu derin bir aşkla sevdiğini de anlatıyor kitapta. Ki, kendisi de H. Hakkı Erdoğan’a “yüksek bir aşkla bağlıdır”. Ama iş eyleme geldiğinde, bu “aşkın” gerektirdiği hiçbir fedakârlığı göstermiyor. Ne yaman çelişki!

Sonra ne yapıyor? Ankara’ya gidiyor! Kitaptan aktaralım: “Evet ya, Ankara. Üniversite yıllarında dolu dolu altı yılını geçirdiği o güzel şehir… Orada değişmemiş miydi hayatının seyri? Orada sevmemiş miydi devrimi, devrimciliği, uğruna ölecek kadar hem de? Orada tatmamış mıydı ilk defa yol arkadaşlığının hazzını, yalansız, çıkarsız dostlukları?” (s. 80)

 

“Yalansız, çıkarsız dostluklar” diyor ama aşkına sahip çıkmak yerine Ankara’ya kaçıyor ve durumu çarpıtarak kendini aklıyor, başkalarını zan altında bırakıyor. Bu ne yaman bir değerler sapmasıdır!

 

Altıncı olarak, Algül Umutlu güvenli bir şekilde Ankara’ya çekilir. H. Hakkı Erdoğan’ı işkencede katleden polislerin yargılanması için asıl mücadeleyi daha sonraları başkaları yürütür. Kitabın 161. sayfasında kendisi söylüyor: “Mihriban Kırdök, Mehmet Ali Kırdök, Sadullah Sayın, Serhat Bucak, Hasan Girit… Bu işin de peşini bırakmaz onlar.”

 

Saygıyla anıyoruz bu yukardaki isimleri. Ama peki ya sen, Algül Umutlu? Sen de bir avukatsın. Eş olduğunu iddia ettiğin -ki bu da tartışmalı bir iddiadır; zira H. Hakkı Erdoğan yoldaş yakalandığında birlikte olduğu kişi başkasıdır, bunu biliyoruz ve kadın arkadaşın kendisi izin vermediği sürece adını açıklamayı etik bulmadık- bu insanı savunmak için Ankara’ya kaçmak yerine o zaman neden İstanbul’da kalıp eşini savunmadın?

 

Bu kadar büyük iddialarda bulunup, kendi sorumluluğuna hiç dönüp bakmamak…

Bu, sadece vicdani bir sorgulamayı değil, çok daha derin bir hesaplaşmayı gerektiriyor.

 

Dedik ya, sen ortada yoksun. Üstelik legal olduğun halde neden saklandın? Kırk yıl boyunca da ortada yoktun zaten. Ne olduysa artık, kırk yıl sonra bir gün galiba birileri sana yeniden H. Hakkı Erdoğan’ı hatırlatmış olmalı ki, sahne almaya karar verdin. Hem de yalanlar uydurmaktan hiç ar etmeden…

 

Kitabında Hasan Hakkı Erdoğan’ı katleden polislerin düzenlediği fezlekeyle ağır işkencelerden geçen insanları yargılıyorsun, hem gerçekleri saptırıyorsun, hem de H. Hakkı Erdoğan yoldaşın hukuki mücadelesini sürdüren avukatlara övgüler dizerek onların gölgesine sığınmaya çalışıyorsun. Üstelik, H. Hakkı Erdoğan’ın katledilmesinde doğrudan sorumluluğu olan bir diğer avukatla birlikte kendini temize çıkarmaya uğraşıyorsun!

 

Avukatın Adını Neden Gizledin?


Ve daha da vahimi şu: Vaktiyle birden fazla kişiye “H. Hakkı Erdoğan’ın katili avukat Ahmet Hulusi Kırım’dır” dediğini unutmuş olamazsın. Kitabında bu unsura Hasan Hakkı telefon eder ama bildiği halde randevusuna gitmemesini söylemez. Peki bu kişinin adını anmamak için özel bir gayret göstermen neden? “Ben kitapta kimsenin adını vermedim” diyerek sıyrılmaya çalışıyorsun ama bu da aslında o dönemde hakkında “devlete çalışıyor” dediğin kişiyi gizlemek için geliştirilmiş bir manevra değil mi? “Kimsenin adını vermedim” iddian, samimi olmaktan uzak, tamamen muamma bir hesapla geliştirilmiş bir savunmadan ibaret. Madem adı geçen avukat “devlete çalışıyor, istihbaratın elemanı biridir” o zaman neden adını gizleme ihtiyacı duydun? Halk saflarında olan birinin adını vermemek anlaşılır bir tutum. Peki bu unsuru teşhir etmek yerine adını gizlemek ne anlama geliyor?

 

Ya peki ismini vermekten imtina etmediğin Murat Sever? Yıllar önce kaybettiğimiz, dolayısıyla da kendini savunamayacak yoldaşımızı insafsızca linç ettirmeni hangi mantıkla izah edeceksin? Hangi insani gerekçeyle mazur göstermeye çalışacaksın bunu?

 


Kitabında şu “gizemli” avukata dair şunları yazmışsın:

 

“Her önemli randevu öncesi muhakkak arardı onu. İstanbul’daki son durumu en iyi o bilirdi çünkü. Birisi mi yakalandı, ev mi basıldı, operasyon mu çekiliyor örgüte karşı, herkesten önce o öğrenirdi mesleği gereği. İstanbul davalarına giren tecrübeli bir avukattı o. Sadece yakalanmaları, yargılamaları değil, kendisinin örgütsel konumunu da en iyi bilenlerdendi. Bütün emniyet ifadeleri onun elinden geçiyordu, dahası cezaevinde ilk o görüşüyordu yakalanan arkadaşlarla. İlk bilgi hep onda idi… Onun aracılığıyla ‘Aman dikkat etsin yakalanmasın’ diye haber göndermemiş miydi cezaevinde ziyaretine gittiği yoldaşlardan biri ‘Yakalanırsa kesin öldürecekler onu’…”

“Karşıdan gelen ‘Alo’ sesiyle başladı konuşmaya. Önce ufaktan bir hal hatır soruş, sonra çaktırmadan bir son durum haberi alış. Demek ki her şey yolunda, hiç bir şey söylemediğine göre. Baksana bırak açıktan söylemeyi bir imada bile bulunmuyor. Bir yakalanma olsa muhakkak haber verirdi herhalde. O biliyor kendisini niye aradığımı. İyi de bu niye eveleyip geveliyor ki lafı? Niye gereksiz yere uzatıyor lafı?”

 

Senin adını ısrarla vermediğin ama bizim adını vermekten hiç bir çekince görmediğimiz ve her şeyden haberdar olan polis ajanı avukat Ahmet Hulusi Kırım, polis operasyonunu bildiği halde Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın bırakalım yakalanmasını engellemeyi ya da muhtemel bir tehlike için uyarmayı, en ufak bir uyarı, en küçük bir imada dahi bulunmuyor. Neden bulunsun ki? Zira senin de geçmişteki yargına göre, o zaten asıl işini yapıyor, senin ifadenle, “devlete çalışan” kişi olarak görevini yerine getiriyor.


Şimdi soruyoruz: A.H. Kırım’a ilişkin bu 180 derecelik dönüş neden? Vaktiyle bir çok arkadaşa “H. Hakkı Erdoğanı’ın katili” dediğin kişiyi, bugün kitapta ismini bile anmayıp korumaya çalışmanı neyle izah edeceksin? Dahası, madem düşüncen tamamen değişti; ne oldu da değişti? Ne zaman, hangi gelişme seni eski yargından vazgeçirdi? Ve bugün bu kişiyle arandaki mevcut ilişkinin içeriği nedir? Açıklamak, hesabını vermek sana düşer artık, Algül Umutlu.

 

Sonuç olarak, 


Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımız 18 Eylül 1984’te yakalandı, 30 Eylül 1984’te işkencede katledildi. Kitabında (syf. 119) şöyle yazmışsın: “Bir tek ben, bir de Hayri (H. Hakkı’nın abisi) duymadı olayı ilk anda. Biliyorsun o zamanlar o Malatya Cezaevi’nde, ben Ankara’da bir dost evinde. Elbette kendimi şanslı sayıyordum ona göre; o kapalı, ben yarı açık cezaevinde. Ben dostlarla çevrili, o dört duvar arasında çaresiz…”

Hayri’yi anladık. Peki ya sen? “Eşim” dediğin H. Hakkı Erdoğan’ın o dönemdeki durumunu bildiğin halde neden “bir dost evinde” saklanma ihtiyacı duydun?

“Ekim ayında aranır duruma düştüm” desen de Eylül günlerinde güvenlik tehdidi altında ve aranır durumda olmadığın halde neden ortadan kayboldun? Sonra da konforlu yaşam alanında kendini “yarı açık cezaevi” metaforuyla tarif ederek okurun vicdanına oynamayı nasıl içine sindirdin? Saklanıyordun çünkü ortalıkta görünmen, senin için başka tür bir risk oluşturuyordu belki de…

 

Kitabın 120. sayfasında şöyle diyorsun: “Tamam, gidelim diyordum da bu gözümdeki yaşlar neyin nesiydi? Bir yanım ‘merak etme bırakılmıştır’ derken, diğer yanım ‘bırak bu boş hayalleri kızım’ diyordu bana. Unuttun mu nerede olduğunu?”

 

Öldürülene kadar saklanan sensin, ama ardından güvenlik kaygısı taşımadan “tamam gidelim” diyorsun. Ne güzel değil mi?

 

Peki ya ölüm haberini aldıktan sonra? Hasan Hakkı Erdoğan 18 Eylül 1984’de yakalanır ve 30 Eylül 1984’te işkenceci polislerce katledilir, sen ise Kasım 1984’te yeni sevgilinle yurtdışına çıkıyorsun! Elbette kimsenin aşkına, özel yaşamına sözümüz yok. Ama madem ki bu kadar “büyük bir acı” duyduğunu söylüyor ve kırk yıl sonra adına kitap yazıyorsun, aradan iki ay bile geçmeden yeni bir  aşka yelken açmanı neyle açıklayacaksın? Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın öldürülmesinden acı duyduğun gibi iddianın da aslında temelsiz olduğu çok açıktır. 

 

Asgari bir yas süresine bile ihtiyaç duymayan “acılı” bir kadın profili çizmişsin. Bu, en hafif deyimle, etik değil. Ne “yalansız çıkarsız dostluklar”la ne de devrime adanmış bir aşkla örtüşen bir durumdur bu.


Temmuz 2025


İsak Kızıldağ

...

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)