16 Temmuz 2025 Çarşamba

POLİTİK-GÜNDEM | “Bir Halkın Ordusu Yoksa Hiçbir Şeyi Yoktur!”: Demokrasi Devrimle Gelecek

Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

16 Temmuz 2025

https://ozgurgelecek55.net/politik-gundem-bir-halkin-ordusu-yoksa-hicbir-seyi-yoktur-demokrasi-devrimle-gelecek/


İsrail ile İran arasındaki savaşa ara verilmesinden sonra Ortadoğu’da birbiri ardına önemli gelişmeler yaşanıyor.

Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısından sonra İsrail Başbakanı soykırımcı B.Netanyahu’nun “Ortadoğu’nun haritasını değiştireceğiz” tehdidiyle başlayan işgal ve saldırganlık siyaseti önemli değişikliklere neden oldu ve olmaya devam ediyor.

Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırım acımasızca devam ettirilirken, Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırılarının ardından Suriye’de Esad rejimi devrildi ve iktidar selefi cihatçı HTŞ çetesine teslim edildi. Hemen ardından da İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik saldırısı gerçekleşti. İsrail’in İran yönelik saldırısının bir ön saldırı olarak değerlendirmek gerekir.

Önümüzdeki süreçte bu savaşın yeniden başlayacağı ihtimal dahilindedir. Savaşa şimdilik ara verilmiştir ve taraflar yeni bir savaşa hazırlık yapmaktadırlar.

Emperyalist tekeller arasında giderek artan çelişkiler beraberinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı hazırlıklarına işaret ederken, emperyalist güçler ve bu güçlerin ekseninde olan bölgesel gerici güçler, bu gelişmelere karşı pozisyon almaya çalışmakta ve deyim yerindeyse kendi saflarını tahkim etmektedir.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin askeri örgütlenmesi NATO üyesi ülkelerin, “savunma” adı altında silahlanma bütçelerini artırması bu nedenledir. Sadece silahlanma yarışının hızlanması değil örneğin Ukrayna savaşı ABD, İngiltere ve AB emperyalistleriyle Rusya emperyalizmi arasında bir bölgesel savaş olarak sürmektedir. Ortadoğu’da ise başını İsrail’in çektiği işgal ve saldırganlık tüm hızıyla sürmektedir.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin fazlasıyla ortaya çıktığı koşullarda, emperyalist güçler ve bölgesel gerici güçler kendilerini bu koşullara göre hazırlamaktadır.

Coğrafyamızda İsrail’in saldırganlığı bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine TC devletinin “iç cepheyi tahkim” adı altında sürdürdüğü politika ve özellikle Kürt Ulusal Hareketi’yle (KUH) “uzlaşma” yönelimi bu açıdan değerlendirilmelidir.

Bu noktada şu önemlidir: ABD ve batı emperyalizmi açısından Orta Doğu’da siyonist İsrail’e yönelik temel politikasının “İsrail’in güvenliğini sağlamak ve çıkarlarını gözetmek” olduğu mutlaka dikkate alınmalıdır. Benzer bir durum ABD ve batı emperyalizminin yarı-sömürgesi olan faşist TC devleti içinde geçerlidir.

Bir NATO üyesi olan TC devletinin bölgesel dış politikasının şekillenişinde de ABD’nin çıkarları belirleyici önemdedir. Bu gerçeğin sayısız pratik tarihsel örneği bulunmaktadır. Dolayısıyla TC devletinin son süreçteki yönelimi ABD emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değildir.

Bu kapsamda örneğin Suriye’de Esad rejiminin ABD, İngiltere AB emperyalistleri, İsrail ve TC tarafından selefi cihatçıların “eğit donat” projesiyle devrilmesi ve iktidarın DAİŞ artığı HTŞ’ye teslim edilmesinden sonra yaşananlar bu gerçekliği kanıtlamaktadır.

Gelinen aşamada Suriye’de iktidar selefi cihatçılara teslim edilmiş ve “İsrail dostu” bir rejim inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri’nin inşa edilen yeni rejime entegrasyonu için çaba harcanmaktadır. ABD’nin girişimleriyle HTŞ ile SDG arasında 10 Mart 2025 tarihli anlaşmanın ardından Şam’da yeni görüşmeler yapılmaktadır.

Bu görüşmeler sürerken ABD emperyalizminin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye ve Irak’ta federal yönetim modellerinin işleyemeyeceğini belirterek, “Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye” ifadelerini kullanması dikkat çekicidir. (10.07.2025)

ABD emperyalizminin Türkiye-Suriye Genel Valisi’nin, TC devletinin bilinen “tekçi” faşist yaklaşımıyla benzer açıklamalar yapıyor oluşu dikkat çekicidir. Dikkat çekici olan ise T.Barrack’ın Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “çözüm” modelidir. T.Barrack, bölge için “Osmanlı millet sistemi”ni önermektedir: “Osmanlı millet sistemi, tarihte farklı kimliklerin barış içinde bir arada var olabildiğinin önemli bir örneğidir. Bu modelin, bugün Ortadoğu’da barış ve istikrarın temeli olabileceğine inanıyorum.” (4 Temmuz)

Bu yaklaşım kendini fesheden KUH gerillalarının sembolik olarak silah bırakmasından sonra Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan yaptığı açıklamayla örtüşmektedir: “Türk, Kürt, Arap birse, beraberse o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır. Bugün Malazgirt ruhu, bugün Kudüs ittifakı, bugün İstiklal Savaşı’nın nüvesi yeniden şekilleniyor” diyerek “Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye’deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir. Onlarla bu süreci görüşüyoruz” ifadelerini kullanmaktadır. (12 Temmuz)

 

Faşizm koşullarında demokratik siyaset hedefi!

T.Barrack’ın açıklamalarıyla R.T.Erdoğan’ın açıklamalarının paralelliği bir tesadüf olarak değerlendirilemez.

Ortadoğu’da ABD, İngiltere, AB emperyalistlerinin çıkarlarını gözeten, İsrail ve TC’nin bölgesel yayılmacı politikalarının önünü açan bir yönelim olduğu anlaşılmaktadır. Bu politika, Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını için Türk hakim sınıflarının gündemleştirdiği “Yeni Osmanlıcılık” propagandasıyla örtüşmektedir.

Dolayısıyla TC faşizminin son süreçte özellikle KUH’la geliştirdiği ilişkinin (KUH’nin amaç ve hedefinden farklı olarak) arka planında Türk hakim sınıflarının Suriye ve Irak’ı kapsayacak biçimde -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden “İslam bayrağı altında” “Türk-Kürt-Arap ittifakı”nın kurulması hedefi vardır. “Misak-ı Milli” sınırları içinde Türk hakim ulus imtiyazı altında, Kürt ve Arap uluslarının entegrasyonu hedeflenmektedir. Türk hakim sınıflarının güncel politikasının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Ortadoğu’da İsrail saldırılarıyla birlikte Türk hakim sınıfları “iç cepheyi tahkim etme” politikası devreye sokulmuş ve bu amaçla MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve ABD ve İsrail’in yardımlarıyla esir edilip TC’ye teslim edilen ve 26 yıldır İmralı Hapishanesi’nde tecrit altında tutulan KUH lideri Abdullah Öcalan’ın inisiyatifinde gelişen bir “süreç”in söz konusu olması, bu gelişmelerle birlikte değerlendirilmelidir.

Adı konulmayan ve taraflarca “Terörsüz Türkiye” ya da “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak adlandırılan “sürecin” özellikle KUH tarafından yükümlülüklerin yerine getirildiği ancak sorunun kaynağını oluşturan TC devletinin herhangi bir somut adım atmadığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, yukarıda işaret ettiğimiz konuşmasında; “İlk adım olarak TBMM’de bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” ifadelerini kullanarak, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdiklerini” de açıklamıştır.” (12 Temmuz 2025)

Kısaca TC devleti, ilk elden yapması gerekenleri örneğin hapishanelerdeki hasta tutsakların ve rehin tutulan tutsakların serbest bırakılması, kayyum atamalarının iptal edilmesi vb. gibi yasal düzenleme gerektirmeyen adımları dahi atmamakta ısrar etmektedir. Öte yandan R.T.Erdoğan, meselenin “çözümü”nü komisyona havale ederken, aynı zamanda DEM Parti’yi iktidarla “işbirliği” içinde davrandığını ileriye sürerek, “çözüm”den ne anladığını ortaya koymuş durumdadır.

AKP iktidarının “çözüm planı” Kürt ulusuyla barış değil, Kürt ulusunun bir kez daha hakim Türk ulus imtiyazını kabulü, ezilen bağımlı Kürt ulus statüsünün, “İslam kardeşliği” adı altında yeniden üretimidir.

Görüleceği üzere TC devleti ile KUH’un “çözüm”den anladıkları bambaşka şeylerdir. Sorunun kaynağını ortadan kaldırmak değil tam aksine sorunu yeni koşullar altında güncellemek hedefi söz konusudur. KUH’un bu gerçekliğin farkında olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Buna rağmen bizzat A.Öcalan’ın ifadeleriyle “kendisi ve devlet yetkilileriyle” yapılan görüşmelere paralel olarak, KUH lideri A.Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı çağrısının ardından PKK, 5-7 Mayıs 2025 gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongre ile kendini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etti.

9 Temmuz 2025 tarihinde İmralı’dan bir video mesajı yayınlandı. Ardından kendini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlayan bir grup PKK gerillası, 11 Temmuz 2025 tarihinde Irak Kürdistanı’nda silahlarını yakarak imha etti. Bu anlamıyla KUH cephesinden verilen sözleri yerine getirildi.

Bu noktada yukarıda ifade ettiğimiz sorunun kaynağı vurgumuzun altı çizilmelidir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununun nedeni Türk hakim ulus imtiyazlarının korunması, ezilen bağımlı Kürt ulusunun başta Özgürce Ayrılma Hakkı olmak üzere en temel haklarının gasp edilmesi, kitle katliamlarına, baskı ve işkencelere maruz bırakılmasıdır.

Kürt ulusu üzerinde ulusal baskıyı ısrarla sürdürme politikasıdır. Dolayısıyla Kürt ulusunun silahlı mücadelesi, bu ulusal baskı politikasına, kitle katliamlara karşı gelişen haklı bir devrimci savaş olarak gelişmiştir. Haklı ve meşrudur.

A.Öcalan’ın KUH’un paradigma değişikliğine gerekçe olarak ileriye sürdüğü “varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” söyleminin doğru olmadığı ise açıktır. Bu coğrafyada Kürt ulusu can bedeli bir mücadele yürütmüş, deyim yerindeyse “küllerinden yeniden doğmuştur.” Ancak bu topraklarda Kürt ulusunun, PKK ile birlikte var olduğunu iddia etmek tarihsel gerçeklere aykırıdır.

PKK’ye kadar tarihe not düşen isyan hareketleri bir yana daha PKK ortada yokken İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olarak var olduğunu ifade etmiş, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkı başta olmak üzere bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu temelde Kaypakkaya, okun sivri ucunu ezen ulus imtiyazlarına ve hakim ulus milliyetçiliğine yöneltmiştir.

Gelinen aşamada, bırakalım, Kürt ulusun bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi, en genel demokratik hakların kullanılmasında dahi sorun olduğu açıktır. Her şey bir yana, bırakalım düzen dışı muhalefete yönelik faşist saldırganlığı, 19 Mart sonrasında burjuva muhalefete yönelik devreye sokulan politika bile “kör göze parmak sokarcasına” ortadır.

Türkiye’de faşizm sadece bir devlet biçimi değildir. Aynı zamanda bir yönetme biçimidir. Kendi içlerindeki klik dalaşında bile faşizmi uygulayanların, söz konusu işçi ve emekçiler, Kürt ulusu, azınlık milliyetler ve inançlar vb. olduğunda “demokrasi” uygulayacağını ileriye sürmek eşyanın tabiatına terstir.

Dolayısıyla KUH sözcülerinin “pozitif entegrasyon” ya da “demokratik entegrasyon” olarak tanımladıkları “şey”in koşulları yoktur. Ki tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı faşist bir devlet aygıtına entegrasyonla onu “demokratik toplum”a dönüştürülebileceği yanılgısı, komünistlerin Paris Komünü’nden günümüze deneyimlediği bir tezdir ve elbette gerçekçi değildir.

 

 

Devrimci savaş her şeye kadirdir ve görevler bizimdir!

Daha önceden A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”na yönelik değerlendirmemizi “Asrın Çağrısı”: Çözüm Mü Çözülme Mi? başlığıyla ele aldığımız için burada yeniden ayrıntıya girmiyoruz.

Nitekim bu çağrı sonucunda PKK kendini bir kez daha feshetmiş ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etmiştir. Ardından da sembolik olarak silah yakma töreni gerçekleştirilmiştir. Sembolik de olsa gerillanın silahsızlandırılması göz ardı edilemez; bu çok önemlidir.

Ancak temel değildir. Önemlidir çünkü genel olarak bu tavır halkın silahsızlanmasını teşvik eder, böylece doğru bir ideolojik çizginin, proleter askeri strateji geliştirme olasılığını zorlaştırır.

Silah meselesi neden önemli ama temel değildir? Çünkü silahlar herkesin elinde olabilir, ancak silahların doğru ideolojiyle yönlendirilen savaşçıların elinde olması meseleyi temelden farklılaştırır.

Başkan Mao; “ideolojik ve siyasi çizginin doğru olup olmadığı her şeyi belirler. Parti çizgisi doğru olduğunda her şeye sahibiz. İnsanımız yoksa, buluruz; silahımız yoksa, alırız; gücümüz yoksa, fethedersiniz. Çizgi yanlışsa, kazandıklarımızı kaybederiz” demektedir. Dolayısıyla silahlara hangi ideolojik siyasal çizginin emrinde olduğu belirleyicidir, silahın kendisi değil. Bu konuda net olunmalıdır.

Ancak yine de silahları imha etmenin, -bir kararlılık göstergesi olarak yansıtılsa da- bu “gösteri”nin silahlı mücadelenin, devrimci şiddetin modası geçmiş ve yenilgiye “mahkum” bir yol olarak propaganda edilmesine vesile olacağı ve olduğu açıktır.

Nitekim A.Öcalan defalarca bu türden açıklamalarda bulunmuştur. Ancak Ortadoğu coğrafyasında silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu ilan etmek, gerçeklerle uyuşmaz. Nitekim bunu silah yakanlarda açıkça ifade etmektedir. “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına yapılan açıklamada; “Dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü ve halkımızın barış içinde özgür, eşit ve demokratik bir yaşama her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu bu ortamda attığımız bu tarihi adımın büyük önemini, doğruluğunu ve aciliyetini görüyor ve hissediyoruz.” (11 Temmuz 2025)

Silahlarını imha edenlerin dahi; “dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü”nü ifade edildiği koşullarda böylesine bir adımın tarihsel bir kırılmaya işaret ettiği açıktır. Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

Kürt ulusunun var olma ve kazandığı hak ve özgürlüklerini savunmak için de, silahlı güçlerinin bulunması, üstelik de işgalci ve yayılmacı devletlerin varlığı ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gözönüne alındığında gerekli ve zorunludur. Kürt ulusunun hiçbir uluslararası güvenceye, anayasal garantilere ve hukuksal bir statüye sahip olmadan silahsızlanmasını talep etmek yanlıştır ve dahası tehlikelidir.

Bu konuda Başkan Mao’nun; “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur. Bu meselede hiçbir boş teoriye yer yoktur” uyarısı dikkate alınmalı ve dahası; “Bizi savaşın her şeye gücü yeten teorisinin destekçileri olarak alay edenler var. Evet, biz devrimci savaş teorisinin destekçileriyiz; bu kötü bir şey değil, iyi bir şey, Marksist bir şey” yaklaşımı akıldan çıkarılmamalıdır.

Ancak her şeyden önce Kürt ulusal sorununun çözümünün proletaryanın omuzlarında olduğu bilinciyle, işçi sınıfı ve halk arasında çalışmalarımızı ısrarla sürdürmeli, “demokratik toplumun” ancak ve ancak Demokratik Halk Devrimi ile inşa edilebileceği unutulmamalıdır. Bu anlamda özellikle Kürt halkı içinde çalışmanın önemi daha fazla açığa çıkmış durumdadır.

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)