12 Temmuz 2025 Cumartesi

Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -1- 2 - Halil Gündoğan-8.07.2025

Kongreyi ikna etme ihtiyacı

Öcalan PKK 12. Kongresine bir perspektif yazısı sunmuş. 23 sayfalık, uzunca bir yazı. Bu çalışma için; “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.” başlığını uygun görmüş. 

Bilindiği kadarıyla PKK’nin silahlı mücadeleyi bitirme ve daha da önemlisi kendisini feshetmek şeklinde bir gündemi yoktu. Bunu Öcalan istedi: “Kongrenizi toplayın kendinizi feshedin.” Dedi. Bu çağrı, kapalı kapılar ardında Öcalan’ın devlet ile yaptığı görüşmelerde karar altına alınmıştı. Yani böylesi hayati ve stratejik bir konuda Öcalan tarafından iradesi hiçe sayılan PKK ve Kürt tarafı bunlardan çok sonraları haberdar oldu. Doğal olarak da bir şaşkınlık ve bocalama süreci yaşandı.

Bunun bir ifadesi olarak kimileri; “Önderlik asla öyle bir karar almaz”, kimileri; “böyle bir kararı ancak biz dışarda mücadele yürütenler alabilir”, kimileri; “Bu kararın Reber Apo’nun kararı olduğundan emin olmamız için doğrudan kendisiyle temas kurmamız lazım” dedi. Sonra yapılan görüşmelerle ve yazışmalarla kararın Apo’nun kararı olduğuna ikna oldular. Ancak bu kez de: “Biz kadrolarımızı ve savaşçı yapıyı ikna edemeyiz.

 Bunu ancak ki Önderlik yapabilir. Bu yüzden Önderliğin kongreye katılması şarttır.” Vs. vb. türü bir yığın pasif direniş sergileyerek, ayak sürdüler. Sonuçta “makul” bir yolla, Öcalan Kongreye önderlik yapmış ve de söz konusu bu perspektif yazısını sunmuş.

 

Normal ve de mantıken, şayet silahlı mücadelenin ve silahların bırakılması ve örgütün tüm kurumlarıyla kendisini feshetmesi çağrısına, kadro ve savaşçı yapının ikna edilmesi gibi özel bir sorun yaşanıyorsa; Öcalan’ın kongreye sunacağı perspektif de doğal olarak, doğrudan bu sorunla ilgili olması gerekirdi, değil mi?

 

“Ulu bilge” algısı oluşturma ihtiyacı

Evet, normalde olması gereken budur. Ama Öcalan 23 sayfalık bu perspektif yazısının dörtte üçlük bölümünde; “Doğa ve anlam”, “Toplumsal doğa ve sorunsallık”, “Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi” ve “Modernite” alt başlıkları altında, Kongrenin acil gündem maddesiyle doğrudan bağı olmayan bir peşrev çekiyor.

 Niye bunu yapıyor? Tek izahı var: Önderlik her şeyi biliyor. O ölçüsüz bir bilgi deryası. O, her şeyi en iyi sezinleyen ve analiz edebilen bir deha. O, bu yer yüzünde yaşayan tek filozof. O, bizim onun derinliğine ve ufkuna asla vakıf olamayacağımız bir ulu kişi…

 Hipnoz etme yöntemi

Evet, konu dışı ve dereden tepeden, az gittik uz gittik misali onca laf kalabalığı, işte esasen bu amaca dönük olarak yapılmış bilinçli bir hipnoz etme yöntemidir. Nitekim Kongre delegelerinden hemen hemen tamamının ağzından dökülenlerin ekseriyeti Apo’nun dehasına ve ulaşılmazlığına yapılan övgülerden oluşuyor. Çok daha önceleri Ali Haydar Kaytan, son dönemlerde de Sabri Ok gibi kimi kadrolar da hızlarını alamayarak Apo’yu açıktan peygamber ilan etmeye kadar vardırdılar bu saçma tapınma ve tabulaştırma ritüelini.

 Nobran faşizan metot

Öte yandan Öcalan bu “ikna” yazısına da yine o bildik “demirbaş” metoduyla başlamış. Başlamasaydı şaşırtıcı olurdu zaten. Neydi o nobran faşizan metot? Özetle: Önce hiçleştir ve aşağıla, kişilik, gurur ve öz güvenini tarumar et. Sonra o şey (kişi veya topluluk), bir ulu kurtarıcı olarak senin sayende yeniden dirilsin, ayağa kalksın ve onurlu-gururlu bir kimlik sahibi olsun. Böyle olsun ki ömür boyu sana minnet duyabilsin.

 

Öcalan Kongreye sunduğu bu “ikna” amaçlı perspektif yazısında da hem Kürtleri ve hem de PKK kadro ve militanlarını hiçleştirmekle işe başlamış ki yeni sürece dair buyuracakları itirazsız ve ama kesinlikle de büyük bir övgüyle kabul görsün. Şöyle diyor örneğin:

 

“Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar olabilirler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. (…)” Kendisinin büyük harflerle yazdığı “APO DÖNEMİ (ne)” gelindiğinde, yani; “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. (…)” “Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da gerçeklik olarak da Kürt Kürdistan Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. (…) Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı.” (Apo dışında birileri bunları dillendirse, muhtemelen başına gelmedik felaket kalmazdı.)

 Tarihsel olgular Öcalan’ı yalanlıyor

Diyor demesine de peki yüklemeye çalıştığı anlam itibariyle bunların bir gerçekliği var mı? Yani TC. ile birlikte Kürt, Kürtlük ve Kürdistan buharlaşıp atmosferde yok mu olmuştu? Elbette ki tarihi gerçeklik Öcalan’ın bu maksatlı inkârcılığını desteklemiyor. TC. döneminde, 1925 ile 1938 yılları arasında irili ufaklı onlarca ulusal hak talepli Kürt isyanı meydana gelmiştir. PKK ile başlayanın 29. İsyan olduğu kendilerince de kabul edildiğine göre, birkaçı Cumhuriyet öncesi döneme ait olsa da sayıyı “onlarca” olarak ifade etmek yanlış olmaz. Keza özellikle de 1960 yıllarda Öcalan’ın “pro Apocu” diye tanımladığı politik yapılanmalar tarih sahnesindedir.

Kürt, Kürtlük ve Kürt sorunu öylesine aktüeldir ki TİP başta olmak üzere birçok politik öznenin programına dahi girebilmiştir. Keza 1960 Darbesinin ilk icraatlarından biri de Kürt yurtseverlerine kitlesel operasyonlar çekip, onları kamplara kapatıp, ardından da sürgün etmek olmuştur.

 İbrahim Kaypakkaya’nın sorunu ele alıp tanımlayışı ise başlı başına Öcalan’ın bugünkü inkârcı ve egemen ulus ağzından söylemlerine ta o günden verilmiş bir yanıt gibidir.

Örneğin Öcalan İmralı Savunmasında Şeyh Sait İsyanını hem İngiliz kışkırtması ve hem de ulusal yönü olmayan, daha çok Cumhuriyet karşıtı, şeriat istemcisi bir hareket olarak tanımlayabiliyor. (Öcalan hatta: “Atatürk ayrıca bizzat bir nevi otonomi, mahalli özerklik gibi deyimler de kullanmış, çözüm niyetini ortaya koymuş ama isyanların bilinen özellikleri bunu gündemden kaldırmıştır.” dahi diyebilmiştir aynı savunmasında.

Oysa bu, bugün de tekrardan temel tezleri haline geldiği anlaşılan şu; “Cumhuriyet ile birlikte inkâr siyaseti isyanlara neden oldu.” şeklindeki bu argümanı boşa çıkarıyor.

 İnsanın; ‘artık bir karar ver, hangi dönem söylediğini baz alalım?’ diyesi geliyor haklı olaraktan.) Fakat bu bir istisna da değildir: Öcalan, tutsak alındıktan sonra uçakta: “Fırsat verilirse devlete hizmete hazırım.

 Benim annem de Türk” diyebilmiş birisidir. İmralı Savunmalarında da devlete ve Atatürk’e bağlılığını ifade etmiştir. Artık tek amacının “Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi yapmak için yaşamak” olarak ifade etmiş de biridir.

Ama böyleyken kendisi dışında gerek kendisinden önceki ve gerekse kendi döneminin tüm Kürt önderlerini şaibeli kişilikler olarak itham edebilmektedir. Keza daha da trajik olanı; kendisine muhalif olan veya bu potansiyeli taşıdığını düşündüğü yüzlerce kadroyu, “devletin ajanı” olarak yaftalayıp, fiziken tasfiye etmekten de geri durmamış biri olarak hâlâ da bunları söylemeye devam ediyor olması ilginç ve bir o kadar da düşündürücü olsa gerek.

 Diğer parçalardaki olgular

Keza diğer parçalara ilişkin tarihi gerçekler de Öcalan’ın tarihi inkârcılığını ortaya koymaktadır. Örneğin kısa ömürlü de olsa, ama Birleşmiş Milletler tarafından bile tanınan bir Mahabad Cumhuriyeti gerçekliği söz konusudur. Yıl 1946. “Modernite” ile birlikte buharlaşmış Kürtler ve Kürtlük işte böylesine de capcanlı bir şekilde varlığını sürdürmekte oysa. Aynı şekilde Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtlük davası ta 1943 yılında Irak Krallığına karşı ayaklanır. 1960 lı yıllar boyunca silahlı direniş olarak varlığını devam ettirir. 1970 yılında otonomi anlaşması yapar Irak devletiyle. Ardından fiili olarak 1992 yılında Kürdistan Federasyonu olarak kendi kaderini tayin eder ve bu, 2005 yılında da Irak Anayasasınca kabul edilir. Ayrıca bir diğer parça olan Rojhilat’ta da Kürtlerin ulusal haklarının kazanılması amacıyla KDP-İ ta 1945 yılında kurulur. Vs. vs.

 Öcalan’ın “Apo mucizesine” ihtiyacı var

Yani özetle; demek ki olmayan Kürtler ve Kürtlük davası yine de bütün bu örgüt, isyan ve mücadeleleri ortaya çıkarabiliyormuş. Tıpkı PKK ve 29. İsyanı ortaya çıkardığı gibi. Ama yok, böyle olmaz; Apo’nun ölüyü diriltmesi, cesedi ayağa kaldırması ve yoktan var etmesi gerekir:

“APO DÖNEMİ” dediği “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. (…)” “Modern bir hareket olarak PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Kürt hareketlerinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin varlığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti.” “PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. (…)”

 Dikkat edilirse burada Öcalan bunları PKK’nin öncelikli hedefi olarak sunmayı ve bu hedefe de varıldığını empoze etmeye çalışıyor. PKK’nin ana programı olan ve Öcalan’ın bugün “özgürlük çözümü” demeyi tercih ettiği Kürt ulusal kurtuluş sorununun da ise tıkanma yaşandığını ve bunu aşmak için yeni yol, yöntem ve araçlara ihtiyaç olduğunu ileri sürüyor. Bunun için de yine eski yol, yöntem ve araçların bir şekilde boşa düşürülmesi gerekiyor. (Devam edecek)


Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -2- Halil Gündoğan -11.07.2025

Nalıncı keseri


Öcalan, eline aldığı nalıncı keseriyle, olgu ve olayları kendi sübjektif ihtiyacına göre yontup, yeni biçimlere büründürüyor. Bunu yaparken de hiçbir kural ve etiksel değer takmıyor. Yeter ki kurguladığı şeylere hizmet etsin. Gerisi fasa fiso şeylerdir onun için.

Bunun tipik bir diğer örneğini de “başarı” ve “başarısızlık” değerlendirmelerinde görüyoruz. 12. Kongre’ye sunduğu söz konusu perspektif yazısında PKK’yi, kendisini gönül rahatlığıyla feshedebilmesi için, ona bir başarı öyküsü sunuyor:

Başarı öyküsü ihtiyacı

“PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sorgulamalar yapmak gerekiyor.

Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım.

 (…) Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, (Görüldüğü gibi Öcalan burada hâlâ da “Kürdistan Sömürgedir” tespitinin ne kadar tarihi bir öneme ve role sahip olduğunu böbürlenerek anlatmaya devam ediyor.

Oysa aynı Öcalan İmralı süreciyle birlikte, Kürt sorununa ilişkin bu ve diğer tüm tespitlerinin ideolojik olarak “reel sosyalizmin” etkisinde kalınarak alınmış, gerçekliği olmayan, aşırı uç şeyler olarak değerlendirir. Kürt sorununu ise, değil yurdu dört parçaya bölünmüş sömürge veya bağımsızlığı elinden alınmış ulus sorunu olarak değerlendirmek; “varlığının kabulü, dil ve kültürel serbestlik gibi küçük birtakım iyileştirmelerle çözülebilecek” basit bir takım demokratik hak ihlalleri kapsamında sayılabilecek bir sorun olarak tanımlar.

Kendi isyanlarını da Cumhuriyetin inkârcı tutumuna karşı oluşan bir tepki olarak ifade eder. (*)

 Peki bunların her ikisi de aynı esnada doğru olabilir mi?

Öcalan’ın işine yarıyorsa, evet, her ikisi de aynı esnada doğru olabilir pekâlâ. Apocu müritlere göre ise doğruluğu tartışma konusu dahi olamaz. Bn.)

 (…) Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük başarıdır. PKK bu başarının adıdır.” Diyor.

 Başarı kriteri

Burada öncelikle şunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor: Öcalan’ın başarı olarak sıraladığı bu şeyler, program ve stratejik hedef anlamında, en başından itibaren öncelikle ulaşılması gereken hedefler olmuş olsaydı; o zaman kesinlikle bu “başarı öyküsü” yerli yerine otururdu. Oysa gerek PKK’nin kuruluş ve program kongresinde ve gerekse “1. Manifesto” olarak deklare ettikleri belgelerinde bunlar, “varılması gereken 1. Hedef” olarak anılmaz.

Hatta lafı bile edilmez. Tek hedef: Sömürgeciliğe son verip, birleşik bağımsız Kürdistan’ı kurmaktı. Dolayısıyla da PKK veya “Önderliğin” yarım asırlık mücadelesinin başarı veya başarısızlığı ancak ki bu hedefe ulaşılıp ulaşılmadığı üzerinden sorgulanabilir. İmralı süreciyle birlikte gelinen noktada, “Apocu paradigma” ya da “Önderlik” bu hedefe ulaşmayı gerçekçi bulmayarak, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığına ve dolayısıyla da kendisini feshetmesi gerektiğine hükmettiğine göre; hangi başarıdan bahsedilebilir acaba?

 Tahrifat ve manipüle

Açıktır ki Öcalan’ın yukarıda başarı olarak sıraladıkları ise, gerçekleşmeleri hedeflenen değil; yürütülen bütünlüklü mücadelenin var ettiği sonuçsal kazanımlarıdır. Dolayısıyla da Öcalan’ın bunu, sanki de PKK’nin baştan önüne koyduğu iki hedeften biriymiş gibi sunması, hem tarihi gerçeklerin açıktan tahrifatıdır ve hem de manipüle amaçlıdır.

Neden manipüle amaçlıdır? Çünkü Öcalan, PKK kadro ve savaşçılarını ve halkı, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığı için artık kendisini feshetmesi gerektiği fikrine bir şekilde ikna edebilmesi için böylesi bir başarı öyküsüne ihtiyaç duymuştur. Bu öyküyle hem onların duygu ve gururlarını okşayacak ve hem de verdiği kararı nispeten daha kolay hazmedebilmelerinin zeminini hazırlayacak. Bütün mesele bu aslında.

 Temel fesih gerekçeleri

Öcalan, PKK’nin kendisini feshetmesinin temel gerekçelerini “fesih çağrısı” metninde farklı, kongreye sunduğu perspektif yazısında ise farklı formüle ediyor. “Çağrı” metninde mealen: “Artık hareketin ve mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremiyorsunuz. Kısır bir döngü içinde kendinizi tekrardan öte bir varlık gösteremiyorsunuz. Anlamsız ve beyhude bir çaba…Kongrenizi toplayıp kendinizi feshedin.” Derken; perspektif yazısında ise esas olarak şu iki gerekçeye dayandırıyor:

 

1-     “90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mücadele perspektifine göre örgütlenmişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şekillenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden ayakta kaldı. (Demezler mi bu ne yaman açmaz böyle.

Hem 90’lı yıllarla birlikte ideolojik zeminini yitirip bunalıma giriyor ve ama hem de buna rağmen “sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden” onca kuşatılmışlığa ve topyekûn bir savaşa rağmen ayakta kalma başarısı gösterebiliyor. Hem de öyle az buz da değil, 35 yıl gibi koca bir zaman boyunca… Bu durumda besbelli ki bu “ideolojik zemin yitimi” ve “ideolojik bunalım” Öcalan’ın kendi şahsında yaşanmış.

Çünkü “90’ların başında çöktü” dediği, sosyalizmin teori ve ilkeleri değil; Öcalan’ın sırtını dayadığı ve onlar üzerinden kendisini ve savaşı var etme hesapları yaptığı SSCB ve Varşova Paktı ülke devletleriydi. Sol literatürde “reel sosyalizm” kavramı da zaten bu ülkelerde, iç savaş, ağır ekonomik sorunlar ve 2. Dünya Savaşı yıkıcılığı koşullarında deneyimlenen pratiğin ve ama özellikle de 1956 yılı itibariyle hakimiyeti ele geçiren modern revizyonistlerin temsil ettiği sistemi tanımlamak için kullanılır. İşte bunların çökmesiyle zemin yitimine uğrayıp, yolun sonunun geldiğine ve yıkmak için yola çıktığı devletin yenilmezliğine hükmeden ve 1993’deki o meşhur; “Bir muhatap arıyorum” mesajıyla, açıktan bir uzlaşı yolu arayışına giren, tarihin tanıklığı ve kendi beyanlarıyla da sabittir ki Öcalan’ın kendisi olmuştur. Bilindiği gibi İmralı süreciyle birlikte ise; kendisine sunulan “sivil toplumcu” ve anarşist ideolojik kaynaklardan esinlenerek bunlara, yüksek kalibreden, teorik kılıflar uyarlamakla meşgul. Bn.)”

2-     “(…) Kürtler Cumhuriyetle birlikte yok sayılıyor. PKK bu inkârı büyük bir direnişle boşa çıkardı; (…) Ama bu inkârın sizde yaşanan sonuçları hâlâ tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum sizde, göremiyorum. (Öcalan burada da yine bir hiçleştirme operasyonuyla, hizaya alma ayarı çekiyor Kongre delegelerine. Bn.) Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu anti kapitalist olmalı.

(Nasıl olacak bu?

Kürtleri kapitalist bir sisteme ve onun devletine entegre edeceksin ve ama kalkıp, “Bunlar kapitalizmle olmaz” diyeceksin. Keza diyeceksin ki “Kürt toplumu anti kapitalist olmalı” Kürt toplumu denilen toplum işçiden, köylü, esnaf, ağa-bey, küçük, orta ve büyük burjuvaziden oluşan bir toplum olduğuna göre, sırf Apo istedi diye tüm o kapitalist sistem mensubu sınıf ve ara tabakalar anti kapitalist mi olacaklar yani, bu mümkün olabilecek bir şey midir? Bn.)

Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomik ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabii ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır. Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz.”

 

“Özgürlük çözümü başarıldı mı?” diye soruyor ve buna şu yanıtı veriyor: “Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu (hangi ideolojik bilinç? Kuruluş sürecinden 1990’lara kadar olan sürecin ideolojik bilinci mi? Bunun zemininin çöktüğü ve o süreçten 2000’li yıllara kadar olan süreçte, aleni bir “ideolojik bunalım” yaşandığının söylendiği ve sonrası sürecin “ideolojik bilincin” ise esasen Öcalan’ın yeniden oluşturma gayretlerine girdiği ve ama halen de tam olarak şekillendirememiş olduğu, “ideolojik bilinç” mi? Bn.) fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı.

Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır.” “Demokratik ulus çözümü önümüzdeki sürecin temeli olacaktır.” “Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum komünalite temelinde etik-politik doğrultuda şekillenecek varlık bulacaktır.” Fakat diyor; “Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. (Burada ki ikilem tipiktir. Peki madem bilimdir rehber, o halde bunun da bilimsel açılımının ortaya konularak, insanların ikna edilmesi doğru olanı değil midir? Tabii işin aslının şu olduğu bir durumda; bunun bilimsel bir izahatı da mümkün olmayacaktır:

 “Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık verdim.” Diyor, kendi sözleriyle. Yani daha sade haliyle tekrarlamak gerekirse, demiş oluyor ki bunu devlet istedi ben de işi kolaylaştırmak için kabul ettim. Bn.)”

 Tek bilen ve tek belirleyen olmak

“Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim.” Diye, kalıp bir söz var ya Öcalan da sonda söyleyeceğini perspektif yazısının başlarında da söylemiş. Şöyle diyor: “Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabii çünkü ciddi bir iş.

Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. (…) Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat (…) Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. (…) Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. (…) devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içendeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. (…)”

 

Özetle Öcalan Kongreye demiş oluyor ki: Herkes haddini bilsin otursun oturduğu yerde. Bu örgütü ben kurduğuma göre, feshetme yetkisi de bende. Karar aldım, bunun gereğini yapın ve kendinizi feshedin. Bu savaşımın bir numaralı sorumlusu ve yürütücüsü de ben olduğuma göre, “savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecini” de sonlandırıyor ve TC. Devletiyle "barış ve demokratik bütünleşme” sürecine giriyoruz. Anlaşıldı mı? O halde formaliteyi yerine getirin ve kendinizi feshettiğinizi kamuoyuna deklare edin. Nokta.

 Bu, Öcalan’ın demokrasi ve özgürlüklerden ne anladığının resmidir de. İşte bu zihniyet, dinci faşist bir iktidarla el ele vererek demokratik toplum inşa edecekmiş. Şaka gibi, değil mi?

 (*) İmralı Savunması




 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)