7 Kasım 2024 Perşembe

YALAN ZEKA İŞİDİR, DÜRÜSTLÜK İSE CESARET_Hacı Kaya__05.11.2024


 

YALAN ZEKA İŞİDİR, DÜRÜSTLÜK İSE

CESARET. EĞER ZEKAN YETMİYORSA

YALAN SÖYLEMEYE, CESARETİNİ

TOPLAYIP DÜRÜST OLMAYI DENE.

“VICTOR HUGO”

(4)

Burada bir diğer sorun meseleyi farklı boyutlara çekip Muzaffer Oruçoğlu’nun 10 yıl hapis yattığını, cezaevlerindeki direnişlere aktif katıldığını, büyük bedeller ödediğini vb. dillendirerek sorunu manipüle etmeye çalışmalarıdır. Ben hiçbir paylaşımımda bu konuda aksi bir iddiada bulunmadım. Tekrar ediyorum benim üzerinde durduğum şey açığa çıkan kapalı dosya kapsamındaki ifadelerindeki itiraflarını bizden niye saklayarak bizleri 50 yıl sahte kahramanlık masallarıyla aldatması, açığa çıkan bunca belgeye rağmen hala sessizliğini koruyup bizleri aptal yerine koymaya çalışmasıdır.

Muzaffer Oruçoğlu’nun aldığı cezalar örgüt yöneticisi olmasının yanı sıra yaptırdığı bombalama eylemlerinden dolayıdır. Bugünkü koşullarda yasalaşan itirafçılık yasasından yararlananlar bile yaptıkları veya yaptırdıkları eylemlerden dolayı caza almaktadırlar, bunun en açık örneği Şemdin Sakık vb. gibileridir. Yani cezaevi direnişlerinde yar alması, 10 yıl ceza yatması kitap-şiir yazması resim yapması bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Ne yapalım yani 10 yıl ceza evinde yattı diye itirafçılığını, Önder yoldaşı ihbar etmesini, yalanlarıyla sahtekarca geleneğimizi ve kamuoyunu dolandırmasını vb. görmemezliktenmi gelelim.

Elbette ki namuslu vicdanlı insanlar giderek meselenin farkına varacaklardır. Senden ve gönüllü avukatlığına soyunup yalan yanlış iddia ve ithamlarla meseleyi manipüle eden trollerinden, meseleyi ana ekseninden kopartarak senin nasıl büyük bir ressam, şair, dünya çapında romancı yazar olduğun güzellemesiyle yancılık yapan yalakalarından da, bu yalanların, sahtekârlıkların hesabını soracaklardır.

Tekrar ediyorum; sen ve bilimum dalkavukların, trollerin, yancıların, yalakaların, gönüllü avukatların kabacası yüreğiniz yetiyorsa çıkın sorularıma cevap verin. Ama tekrar ediyorum: Sizde o yürek de, vicdan da yok. Ancak iftira atar tehdit eder, santajla susturup, itibar suikastıyla, idari tedbirlerle, yalanla dolanla teşhir ve tecrid etmeye çalışırsınız. Çünkü bunlar en iyi bildiğiniz şeylerdir.sonuç olarak, Ludwig van Beethoven’in dediği gibi “insanlar arasinda iyilikten baska hiçbir üstünlük kabul etmem. Karakterin olmadığı yerde, ne büyük sanatçı, ne de büyük mücadele adamı

vardır.

(1) Ayrıca zorlama “Partimiz 24 Nisan tarihinde Kürecik’te kuruldu” paylaşımlarına gelince. Bu konuda başka bir zorlama son dönemde okuduğum Emrah Cilasun’un yayınladığı İBOCULAR kitabında var. Aynı şekilde bir sosyal medya paylaşımında “Partimiz 24 Nissan 1972’de Kürecik'te Mehmet Ali Özdoğan’ların evinde kuruldu” paylaşımında bulundu. Şöyleki Muzaffer Oruçoğlu’nun Söke dönüşü Partiye katılmayı kabul etmesiyle birlikte yapılan ilk 4’lü toplantıyı kuruluş olarak belirtmesidir, kendisini daha önce bu konuda telefonda uyarmama rağmen bu ısrarında diretmesi düşündürücüdür.

24 Nisan tarihi nereden çıktı, kim iddia etti, kim yazdı bilmiyorum. Çünkü söz konusu dörtlü toplantının tarihi, Ali Taşyapan’ın belirttiğine göre Nisan sonudur. Şöyleki. ”Muzaffer Oruçoğlu’nun katılımıyla Koordinasyon Komitesini dörtlü bir çekirdeğe dönüştürdük... Riskli Ege yolculuğunda bir kaza bela çıkmadan İbrahim’le Muzaffer Kürecik bölgesine döndüler. Koordinasyon Komitesinin dörtlüsü (İbrahim, Muzaffer, iki Ali) arasında yapılan bir toplantıyla yeni doğan TKP(ML) nin yakın hedefi teorik ve pratik sorunları tartışıldı... yaklaşık bir tahminle bu tarih, ‘72 Nisanının üçüncü onluk dilimi (20-30 Nisan arası) olabilir. (Ali Taşyapan Kaypakkaya İle Birlikte, s. 556) Yukarıda da belirttiğim gibi bizim gelenekte anlatılan hikayeler genel geçerli bilgi olarak kabul ediliyor ve bazılarımızda sorumsuz bir şekilde bilmedikleri, hakim olmadıkları bir konuyu araştırmak yerine, duyduğunu gerçekmiş gibi kendinden emin bir edayla yazıyor, çiziyor, dillendiriyor.

Oysa yazının başında belirttiğim gibi parti muhtemelen Nisan başlarında İbrahim ve iki Ali tarafından Kürecik'te kuruluyor. Gıyabında Muzaffer Oruçoğlu Koordinasyon Komitesine alınıyor, fakat kabul etmiyor. Doğu Perinçek’i görmeyi dayatıyor. İbrahim’in Dersim’de, iki Ali'nin Kütecik'te bütün ısrarlarına rağmen ikna olmuyor. Ve riskli Söke yolculuğu başlıyor; 5-6 gün Ankara’da kalıyorlar; sonra Söke yolcuğu, dönüşte parasız kaldıkları için Kayseri’de bir arkadaşlarına uğrayıp, orda da kalmaları sonunda Kürecik’e dönmeleri, vb. Nereden bakarsan en azından 10/15 günden fazla süre gerekiyor. Ali Taşyapan Söke dönüşü yapılan dörtlü toplantının 20-30 Nisan tarihleri arası olarak belirtmesi açıktır ki zorlamalı 24 Nisan tarihini boşa çıkartıyor. Kaldıki bu konuda ne 1. Konferans nede 2. Konferans döneminde 24 Nisan diye bir tarih dillendirilmedi diye biliyorum.

(2) Bir yoldaş tarafından gönderilen bir iletide Muzaffer Oruçoğlu’nun el yazısı ifadeleriyle ilgili

analiz sonuçlarına dair yorumlar mevcut. Bu yazıyı M. Oruçoğlu nun 2/4 Temmuz 1973 savcılık ifadesindeki itiraflarıyla karşılaştırınca kamuoyuyla paylaşmam gerektiği inancıyla bilginize sunuyorum.

“Konuya ilgi duyanların bağımsız, konuyla ilgisi olmayan ve hatta yazılı ifadelerindeki içerikleri anlamayan, Türkçe bilmeyen yazı analizcisinin yaptığı incelemeleri ve insanı kahreden önemli sonuçları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bildiğiniz gibi herhangi bir el yazısı hakkında grafikolojik ve daktilografik analizlerle bir el yazısının hangi şartlarda yazdığını ve yazının gerçek sahibinin kim olduğunu açığa çıkarma seçeneği artık %100 sorun değildir. Bu yöntemler bugün artık gerek yazı estetiği gerekse kriminoloji dallarında bilimsel olarak yaygın kullanılmaktadır.

Muzaffer Oruçoğlu'nun yazılı ifadeleri hakkında daktilografik analizlere gerek yoktur. Çünkü bu içerikleri yazdığını kendisi kabul etmektedir. Bu gerçeklere karşı gelmek için Muzaffer Oruçoğlu’nun “bu yazıları ben yazmadım” deme seçeneği de kesinlikle söz konusu değildir. Bu el yazılarında yapılmış grafikolojik analizlerde yazıyı yazanın hangi şartlarda yazı yazdığı; elindeki sinirsel ve psikolojik etkenleri açığa çıkarma imkânı sunmaktadır. Şayet içinizde birileri bu analizlere ve çıkan sonuçlara inanmıyorsa, gidip alternatif uzmanlardan aynı yazı örnekleriyle karşı raporlar sunabilirler, hodri meydan. Muzaffer Oruçoğlu'nun el yazıları hakkındaki bilirkişi tespitleri şunlardır.

1) Bu yazıyı yazan kişi, bu yazıları yazdığı süreçte fazla yazan biri değildir. Nedeni: Düzenli el yazısı yazan biri, çizgisiz kâğıda yazı yazdığında soldan sağa doğru yazarken bütün satırlar arasındaki mesafeler, sürekli korunur ve satırlar birbirine paralel kalır. Yani yazı, sanki çizgili kâğıda yazılmışçasına satırlar arasında sürekli 180 derecelik akış korunur. Oysa gönüllü sanığın el yazısı ifadelerinde yazdığı yazılar soldan sağa doğru sürekli aşağıya eğilimlidir (18., 53, 54. Sayfalar istisnai özellikler göstermektedir). Bu da kişinin fazla yazla yazı yazmadığını göstermektedir. Çizgisiz kâğıda baskı altında veya değil; yazı akışının düz olması demek, yazı yazanın yazma yeteneği geliş olduğunu göstermektedir. Bu yüzden yazı yazma yeteneği gelişmemiş insanlar için çizgili ve kareli kağıtlar icat edilmiştir. Ayrıca ilkokul sıralarından geçmiş herkes bilir ki, birinci, ikinci, sınıflarda yazı sürekli çizgili kağıtlara yazılır. O dönemlerde Türkiye’de bir de güzel yazı yazma dersleri vardı ve bu derslerde dolma kalemle çizgisiz kağıtlı defterlerin altına çizgili kâğıt yerleştirilerek düz yazı yazma yeteneği öğretilirdi. Aynı derste bir de el yazı, yani baskı harfleriyle yazılmayan bitişik el yazısı öğretilirdi.

2) Bu yazıyı yazan kişinin kullandığı el yazısında harfler, ilkokuldan itibaren elinde nöromotorik (sinirsel) olarak alışılmış harflerle bitişik el yazısı ve baskı harfleriyle yazılmıştır. Yazarın baskı ve italik el yazısı karışımı da yazarın yazı yeteneğinin gelişmediğini göstermektedir. Bu ayrıntıları anlamak için değerlendirmek isteyenlerin Muzaffer Oruçoğlu’nun kapalı dosya ibareli gizli kalmış el yazılarına göz atmaları önerilir.

3) Bu analizlerde açığa çıkan başka acı gerçek ise, yazı yazan kişinin bu ifadeleri hangi şartlar altında yazdığına dair ayrıntılardır. Bu ayrıntıları, bütün okuyucuların anlaması sorun olmayacaktır. Ayrıca analizlerin mutlak doğru olduğunu, Muzaffer Oruçoğlu’nun sorguda kaldığı sürecin anlattığı gibi işkencelerle geçmediğini göstermektedir. Şöyle ki:

Çok soğuk havalarda eldivensiz karda kışta dolaşan herkesin, birkaçdakika sonra önce parmaklarında, sonra elinde sinirsel yeteneklerin zayıfladığını görecektir. Cebinden mendil çıkararak burnunu silemeyecek veya ayakkabı bağlarını bağlama seçeneği hiç olmayacaktır. Bu örnekler, sadece soğuk hava şartlarında insanın basit nöromotorik hareketleri gerçekleştiremediğini göstermektedir.

Gelelim aynı gerekçeleri yakalandığından itibaren copla ele vurulan darbeler, el veya vücudun diğer yerlerinden verilen elektrik etkisinden, gerçeklerini, yazı yazdığı elin özellikle işkence, yani elin copla aldığı darbeler sonucu hücresinde masa başında eline kâğıtkalem alarak bu içerikleri yazması kesinlikle mümkün olmayacaktır. Kim derse ki ben buz gibi soğuktan eve geldiğimde öykü yazıyorum, anlayınız ki yalan söylüyordur. Çünkü bu şartlardaki birinin eline kâğıt kalem verildiğinde yazı yazamayacağı veya kalemi baş ve işaret parmakları arasında orta parmak desteğinde tutamayacağından anlamak

mümkün olacaktır. Dolayısıyla kim derse ki soğuktan sıcağa geldim şiir yazdım, roman yazdım, anlayın ki yalan söylüyordur.

Kim derse ki ben işkence altında ele geçen yazı örnekleriyle bu ifadeleri yazdım; o daha fazla yalan söylüyordur. Çünkü işkence altında vücudun yaşadığı iki temel işkence vardır. Biri psikolojik işkence, ki bu direkt beyinde badem çekirdeği (amygdala) adı verilen korku merkezini harekete geçirecektir ve aşırı düzeyde adrenalin hormonu salgılayacaktır. Bu hormonla o kişide titreme, istem dışı hareketler, refleksler gözlenecektir. Ellerin bu süreçte sadece psikolojik gerekçelerle yazı yazması imkansızdır. İşkencenin şiddet yanı biraz daha farklıdır. Biri iyi, diğeri kötü deme seçeneğimiz yoktur. Fakat polisin işkence uygulamalarında tutsağı hızlı bitirmek için özellikle o yıllarda hızlı bir şeklide ve yoğun olarak el, baş, karın, kafa gibi vücut bölgelerine fiziksel şiddet uygulayacaktır. Elline belki üç cop darbesi yiyen birinin dördüncüde artık darbeleri farklı hissedecektir. Bu gerçekleri, aranızda işkence görmüş herkes bilmektedir. İşkencenin elektrikle genel sinir sistemine ve hücrelere kadar yayılması amaçlanır. Bu durumdaki birinin de 12 günde 62 sayfa yazı yazma seçeneğin olmayacaktır. Bu konun diğer yanı, işkencenin psikolojik etkileri ve yazıda görünen izleridir. Bu yazı analizinin psikolojik ayrıntılarında daha dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkmıştır.

3) Bu analizlerde el yazısında sayfalar üzerinde şu tespitler yapılmıştır. Muzaffer Oruçoğlu’nun yazılı el ifadelerinin birinci sayfasında ( 1441 TKPML TİKKO davasında Muzaffer Oruçoğlu'nun Emniyette kendi eliyle yazdığı ifadesi (KAPALI DOSYA) 1. Sayfa ) ve diğer sayfalarda (1441 TKPML TİKKO davasında Muzaffer Oruçoğlu'nun Emniyette kendi eliyle yazdığı ifadesi (KAPALI DOSYA)) gerek satırlar arasında gerekse harflerin orantıları arasında psikolojik stres gerekçeli basit uyumsuzluklar gözlenmektedir. Bu uyumsuzluğun ana nedeni sadece korkudur. Yazıların bütünü incelendiğinde yazarın özellikle bahsettiği şekilde ağır fiziki işkence görmediği anlaşılacaktır. 

Çünkü fiziki şiddet, elektrik işkencesi veya sistematik psikolojik şiddet altında yazılan yazılarda, harflerin akıcılığı, yazıdaki estetik yapısı, kâğıdın kullanımı gibi birçok ayrıntı, yazarının kesinlikle ağır işkenceler görmediğini göstermektedir. Bu dosyaları inceleyen herkesin, örnek olarak ikinci sayfadan itibaren yaptığı içerik planlaması, 3, 4, 5, 6,7 gibi elindeki kalemle kalınlaştırıldığı sayılarda şiddet ve işkence görmediği anlaşılacaktır. Bu yazıların bütününde yazarın nokta, virgül, parantez, tırnak içine alma, ünlem gibi işaretlemelere dikkat etmesi, yazarın kesinlikle dikkat sorunu olmadığını göstermektedir. Bazı sayfalarda gözlenen zar zor da olsa biraz düz akışlı yazması, sadece bahsedildiği gibi yazarın fazla yazı yazan biri olmadığını göstermektedir. 

Öyle ki yazım şartlarında yazarın belki da yanı başında çayı eksiktir demek yerinde olacaktır. Bu yüzden kısa ve öz olması için bazı harfler dikkate alınmıştır. Bir el yazısında sinirsel analiz yapılacak harflerden bazıları g ve z harfleridir. Daha önce el yazısı veya bitişik el yazısından bahsedilmişti.

Sadece bu harflerle analiz yapıldığında yazı yazanın eline belki birinci sayfayı yazmadan önce psikolojik baskı altında kaldığını öne çıkarmaktadır. Fakat ikinci sayfadan başlayarak içeriklerin aynı el ve kişi tarafından yazıldığı dikkate alınırsa, harfler arasında sinirsel yetenek açısından hiçbir farkın olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca eliyle yazı yazan herkesin bildiği bir gerçeği burada hatırlatmakta fayda vardır. Düşünün ki yazı yazdığınız elinizdeki baş ve işaret parmağınız kırıldı ya da yandı. Bu elinizle normal yazı yazma yeteneğiniz tamamıyla azalacak veya harflerdeki akıcılık kaybolacaktır.

4) Bu üç ana başlıktan ortaya çıkan sonuçlara bir de yazılı içerikleri dahil edildiğinde, yazıyı yazanın şiddet, cebir, işkence altında direnme gibi bir amacının olmadığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan 61.sayfadaka Muhtar Olayı konusunda verdiği gizli bilgilerin içeriği dikkat çekicidir. İşkenceli sorgularda kalan birinin, gizli dosyalara alınmış ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya ve Ali Taşyapan isimli iki yakın arkadaşı hakkında doğrudan delil beyan den ihbarcılık yapmıştır. Bu eğilimi veya tavrı göstermiş birinin gerek yazı analizleri, gerek el yazılı ifadeleri kapalı dosya adıyla gizli tutulmuştur. Bu şartlardaki biri, ağır işkenceler görmemiştir.

İbrahim Kaypakkaya'nın infazına pasifte olsa katkı sunan veya neden olan bu ifadelerin bu tartışmalar çerçevesinde okunmaması, kendisini devrimci, aydın, düşünen insan sıfatlarıyla tanımlayanlar için utanç vericidir. Oysa meseleyi sadece Muzaffer Oruçoğlu'nun el yazısı grafolojik analizleriyle dikkate aldığımızda da bu ve bunun gibilerinin insanlara yarım asırdır sürekli yalan söyledikleri kolayca anlaşılmaktadır.

Muzaffer Oruçoğlu, yarım asırlık yalanlarıyla benim, bizim, aydın insanın, devrimcinin değeri değildir. Değer açısından değer yitirmemiş bir insan varsa, o da İbrahim Kaypakkaya'dır. İbrahim Kaypakkaya ise Muzaffer Oruçoğlu ve diğer gizli dosyalı sanıkların ifadeleriyle hedef haline gelerek katledilmiştir. Yazı analizleri konusunda başta Muzaffer Oruçoğlu ve şürekasına şu öneriyi yapmak zorundayım. Başta Avustralya olmak üzere Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya gibi ülkelerde daktilografik vegrafikolojik yazı analizi yapan uzmanların karşı raporlarını kamuoyuna sunmalarını istiyorum. Bu tartışmalar çerçevesinde bir arkadaşımızın imkanları dahilinde ilk yaptırdığı şey, sizlere sunduğum yazı analizidir.”

Bu analizlerden sonra analizi yapan kişi (bayan) içeriklerde neler yazılı olduğunu ve neden gerek grafikolojik gerekse daktilografik analizlere gerek duyulduğunu sorduğunda; arkadaş kendisine nedenleri özet olarak anlatılır. Yanıt şaşırtıcıdır: “Sevgili X, anlattıkların üzücü şeyler. Ben Türkiye’yi insan hakları sorununu yıllardır basın üzerinden izliyorum. 

Fakat bu içeriklerde anlatılanları öğrendikten sonra, yazıyı yazan kişinin yıllarca bu içerikleri gizli tutması, sorunun asıl psikolojik yanıdır. Ne diyeceğimi bilemiyorum ama bu el yazıları hakkında para harcamana gerek yok, sana söylediğim gibi bu yazılarda şiddet, işkence gibi şeyler yok. Ben bu mesleği uzun yıllardır yapıyorum……”

Şimdi Muzaffer Oruçoğlu’nun alaylı veya hukuksal avukatlarına şu çağrıyı yapmak zorunludur.

Bu analizlere karşı, analizlerde anlatılanları çürütecek bir bilirkişi raporunuz varsa, buyurun çıkarın. Rapor ücreti, tarafım tarafımızdan karşılanacaktır.

(3)Öncelikle bizim haberimiz vardı, konuşup tartışmıştık, yetkili kurullarımızda tartışılıp karar

altına alındı, arşivimizde var vb. diyenler dürüstçe bu belgeleri varsa farklı kopyalarını açıklasınlar. (Daha önceki paylaşımlarımda da defalarca aynı çağrıyı yapmıştım ama iki yıl geçti hala çıt yok)

Araştırdığım kadarıyla gerçekte bu belgeler TKP/ML dava dosyası ana savunma avukatlarının ellerinde dahi yokmuş. Kapalı Dosya adıyla anılan belgeler, Kapalı Dosya Uygulamasına dahil olan kişilerin bilgisi dahilinde sadece MİT, Emniyet kurumlarında bulunmaktadır. Bu konuya ilgi duyan bir arkadaşım, yıllarca bu belgelere ulaşmak ister. Bu arkadaşın konuyla ilgili bana gönderdiği bilgiye göre:

“Muzaffer Oruçoğlu adı geçen Kapalı Dosya belgelerinden çekindiği için kitap yazacağım gerekçesiyle Türkiye'deki bazı avukatların ellerindeki belgeleri aldırır ve onları da geri vermez. Fakat bu avukatlarda bahsedilen yıllarda davanın Kapalı Dosya belgeleri yoktur. Sorunu anlamak için önce Kapalı Dosya nedir ve uygulamasını kısaca açmak gerekir ki kimse bu konuya dair bir daha yalan söylemesin.

1973 yılındaki TCK (Türk Ceza Kanunu) ve CMUK'ya (Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu) göre "Her kim TCK'nın 141, 142 ve 146. maddelerine muhalefetten suç, cürüm işlediyse ve işledikleri suçlardan pişmanlık duyduysalar, devlete verdikleri bilgiler 25 yıl gizli kalacaktır; gerek görüldüğünde bu süre 25 yıl daha gizliliği uzatılacaktır" ibaresi vardır. Bu yasa, günümüzde de hâlâ işbirlikçiler için uygulanmaktadır.

Bu içerikleri okuyanlar arasında hukuk eğitimi almış veya mesleği avukat olan çok sayıda insanlar vardır. Dürüst olmak gereği gider hukuk ders ve usul kitaplarında bu uygulamaya dair bilgileri bulabilirler. TKP/ML I. Ana Davasının ve adı geçen sanıkların yargılandıkları yıl, 1973’dür. Demek ki bu süreçten 25 yıl sonra, uzatılmadıysa en erken 1998 yılından sonra dava avukatlarının bu belgeleri talep etmeleriyle içeriklere ulaşılacaktır. Bu davanın biri dışında (İbrahim) diğer avukatları artık hayatta değillerdir. Hayatta olan avukatla görüşme yapan kişinin verdiği bilgilerden kendisinin bu belgelerden haberi olmadığını öğrenir. 

Muzaffer Oruçoğlu daha önce kitap yazacağım diye belge istediği avukat, kendisine 1986’lı yıllarda bir kadının geldiğini ve Muzaffer Oruçoğlu’nun dava dosyasını istediğini söyler. Bu avukatın beyanları şöyle devam eder: “O zamanlar bürolarımızda fotokopi makinaları yoktu. O yüzden elimdeki belgeleri Almanya’dan gelen bir bayana verdim, kopya edeceğini ve sonra geri getireceğini söyledi ama bana belgeleri geri vermedi.” Konuyu araştıran kişi ölmüş olan anadavanın o zamanki en tecrübeli avukatı olan ve birçok devrimcinin avukatı olan Nebil Varuy’un bürosu üzerinden belgelere ulaşmak ister. 

Bu görüşmede Nebil Varuy’un belgeleri TÜSTAV’a bağışlayacağı bilgisinden de bu avukat arkadaşın haberi vardır. Bu kez TÜSTAV’la iletişime geçilir. TÜSTAV, elindeki belgeleri NEBİL VARUY adına kurulmuş bir arşivde bu belgelerin yayınlanacağını beyan eder.

Çok ilginçtir ki fazla spekülasyona, yalana dolana gerek yoktur....

Bu bilgileri istediğiniz gibi değerlendirme hakkına sahipsiniz. Fakat Kapalı Dosya uygulaması

tarihlerine dikkat edilirse, biraz önce vurgulandığı 1973 artı 25 yıl: 1998 yılı öncesinde bu belgelere avukatlar dahil olmak üzere kimsenin ulaşması mümkün değildir. Demek ki Avukat Nebii Varuy da bu belgelere en erken 1998 yılından sonra sahip olacaktır. Nebii Varuy, bu belgeleri kimseyle paylaşmaz. Nedenini biraz düşünürsek, bu anadavanın avukatlarından olan Sayın N. Varuy, dosyalara sahip olduktan ve KAPALI Dosyaların varlığını gördükten sonra, devrimcilerin avukatı olarak kendisi de bizim gibi hayal kırıklığına uğrayacaktır. İşte bu nedenlerle kendisi bu dosyaları gözü gibi korur.

Şimdi Muzaffer Oruçoğlu’nun gönüllü avukatlığını yapanlar bana da “sana verilmesine gerek görülmediği için belgelerden haberin yok” gibi çok basit köylü kurnazı yalanlarıyla kendilerine önemli adam rantını edinmek isterler.

Ayrıca kapalı dosya konusunda gerek TKP/ML kökenli gerekse bu TKP/Ml çevresinde kalmış duyarlı avukatların objektif tavır takınmaları ve KAPALI DOSYA’nın o zaman şartlarında ne anlama geldiğini açıklamaları insani ve mesleki bir sorumluluk olacaktır.

Kişilik, insan için önemli bir değerden ilkidir. Kişilik, insanın karakterinin yıkılmaz ve bölünmez

parçasıdır. Türkiye’deki devrimci mücadelede direnerek, başkaldırarak hayatlarını feda etmiş çok sayıda insan vardır. Bu insanların bir kısmına yoldaş dedik, arkadaş dedik, kardeş dedik. Aradan geçen yıllar sonra direnenler öyle unutturuldu ki, Muzaffer Oruçoğlu gibileri İbrahim Kaypakkaya mirasının yegâne sahibi yapıldı. Direnerek katledilen insanlara, kurban kültürüyle bakmaya gerek yok, çünkü bu insanlar kişilikleriyle bu onuru edinmişlerdir. 

Yine tekrarlıyorum, bu belgelerin farklı kopyaları eğer a,b,c kişilerinde veya örgütün herhangi bir arşivinde varsa, lütfen ortaya koymak zorundadırlar. Aksi takdirde kimse basit yalanlarla ötekileştirdiklerini karalamasın, kimse aşağılanmasın. Gelelim sorunun kapalı dosyalarda açığa çıkan ayrıntılarına. Sevgili arkadaşlar, bu içeriklerin

amacı, İbrahim Kaypakkaya gibi onurlu bir insanın hem katledilmesinde pasif payları olanları teşhir etmektir, hem de onun gibi çok sayıda devrimcinin akıbetlerinin onursuzlaştırılmasına karşı gelmektir. Bu konularda tutarlı yanıtları olmayanların cevap yerine iftira, itham, itibar suikastı, tehditlerde bulunmaları etik ve devrimcilik değildir.” Arkadaşın bu uzun açıklamaları sanırım bu konunun anlaşılması açısında önemli bilgiler taşımaktadır.

Hacı Kaya__05.11.2024

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)