“Marks, bugünkü toplumdaki sınıf çelişkilerinin ve onların
köklerinin derinlemesine, basiretli bir tahlilini yaparak, O, çeşitli
sınıflardan kadınları birbirinden ayıran aşılmaz çıkar kardeşliğini de ortaya
çıkarmıştır. Burjuva ‘bayanları’ ile proleter ‘kadınları’ sözüm ona
birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir ‘kız kardeşlik gönüldeşliği’
materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi
sönüp gitmiştir.
Marks, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan
kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir ama O, aynı zamanda birincisini
(proleter kadın hareketini) kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle
birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış
zincirini de yaratmıştır.”
(Clara
Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, sf. 153)
Yazımızın yukarı
bölümlerinde feminizme ilişkin yer yer bazı vurgular yaptıysak da; konuyu biraz
daha derinlemesine tartışmakta yarar olduğunu düşünüyoruz.
18.yy. ikinci yarısı
ve 19.yy ilk yarısında, Fransa ve Almanya’daki devrimler, İngiltere’deki
siyasal ve toplumsal mücadeleler ve Birleşik Amerika’da siyah köleliğinin
ortadan kaldırılması için, sanayileşmiş Kuzeyin feodal Güney ile yürüttüğü
savaşlara, kadınlara hak eşitliği isteyen kadın gruplarının ortaya çıkması
eşlik etmiştir.
Feminizm, bir kadın hakları
hareketi olarak, 18. yy. ortalarında Amerika’da Abigail Adams Smith ve Mercy
Warren; 18. yy.’ın ikinci yarısında ise Fransa’da Olympe de Gouges ve
İngiltere’de Mary Wollstonecraft önderliğinde gelişti.
Amerika’da Abigail ve
arkadaşları “kadınların politik haklarının tanınması ve seçme-seçilme hakkı”
için mücadele başlatmıştı. Olympe, Fransız devrimi sonrasında, “Kadına giyotine
gitme hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır!”
(Feminizm, Andree Michel, Kadın Çevresi
Yayınları, sf. 81)
diyerek kadınların
politik haklarının tanınması için çetin bir mücadele yürütürken,
Wollstonecraft, İngiltere’de kadının eğitimde hak eşitliğini talep ediyordu.
Sanayi devriminin sonrasında kadın emeğine ihtiyaç duyan kapitalizm, kadını
kutsal eşiğinin dışına çıkartınca, bu durum kadının omuzlarındaki yükü çok
ağırlaştırmıştı ama aynı zamanda aydınlanmasını da beraberinde getirmişti.
Hiç şüphe yok ki; Adams, Olympe ve daha birçok kadın hakları
savunucularının 18. yy. ortalarından sonra ortaya çıkışlarının esas zeminini,
emekçi kadınların daha iyi çalışma şartları için çok önceleri başlattıkları
mücadeleler yaratmıştı.
Ancak modern
feminizmi ilk kez sistematik olarak açıklayan en önemli isim Mary
Wollstonecraft’tı (1755–1797), Modern feminizmin başlangıç döneminde
yayınladığı “Kadınların Haklarını Koruma” (1791) isimli eseri “Feminist
özgürlük bildirgesi” olarak kabul edilmiştir. Bu kitap, erkeklerin özgürlük
talepleriyle geleneklere karşı açtığı savaşı, kadınların da yapabileceği
mesajını veriyordu.
Mary kitabında, “Özgürlük talebinde bulunmamak kadını
onursuz kılacaktır” demekteydi. 18. yy.’ın ikinci yarısında ortaya çıkan feminist
hareket 19. yy. başlarında ilk meyvelerini vermeye başladı. Aydınlanma
Avrupa’sının getirdiği olumlu hava ile beraber evrensel oy verme hakkı talebi
gelişti ve kadınlar da kendileri adına oy verme, hükümet ve hukuk oluşturma
süreçlerine katılma haklarını talep etmeye başladılar.
Ancak
burjuva kadın hareketi, kadınların kurtuluşu için girişimlerini, erkeğin
aile, devlet ve toplumdaki imtiyaz ve hâkimiyetine karşı mücadele ile
sınırlamaktaydı. Bu sınırlama, burjuva kadın hareketinin uluslararası alandaki karakteristik
belirtisiydi. Bu durum, kadın hakları savunucularının, kadının kurtuluşu
sorununu, toplumsal bağları içinde kavramadıklarının ve daha çok burjuva
kadınlarının çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinin göstergesidir.
Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi,
uzun zaman burjuva toplumu çerçevesi içerisinde, eşitlenebilme talepleri olarak
şekillendi. Burjuva kadın hareketi olarak feminizm, erkeğin, kadın üzerindeki
egemenliğini kırmak için şu talepleri ileri sürmekteydi.
* Kadın
ve erkeğin çocuklar üzerinde eşit söz hakkı *
Evliliğin kurulması, biçimlendirilmesi ve sona
erdirilmesinde eşit hak
* Her iki cins için bir tek cinsel ahlâk
* Kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde
özgürce kullanma hakkı
* Kadının meslek öğrenimi ve mesleki çalışma özgürlüğünün
garantilenmesi
* Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit
hareket ve çalışma özgürlüğü-hakkı
* Devlette ve onun organlarında tam politik eşitlik vb.
haklar.
Kadın hakları savunucularının taleplerinin, kadın emekçiler
ve proleterler için de değerli olduğu ve özellikle onlar için de, kadın
cinsiyetinin eşit değer ve eşit haklarının ilkesel kabulünün önemi yadsınamaz.
Ne var ki burjuva toplumunda emekçi kadın üzerindeki sınıf köleliğinin
sürmesinden kaynaklı, kadınların cinsiyet köleliğinin hafifletilmesi veya
kaldırılması için reformlar, kanayan yaraya sadece küçük bir pansuman işlevi
görmektedir.
Ama
bu duruma rağmen, burjuva kadın hareketinin bu talepleri, emekçi kadınların da
talepleridir.
Bu talepler doğrultusunda dönem dönem birlikte de hareket
ederler. Ancak emekçi kadınlar bu taleplerin yerine getirilmesini, amaca giden
yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit silahlarla donanarak
girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme durağı olarak
görürler.
Çünkü örneğin; “kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı
üzerinde özgürce kullanma hakkı”, emeğinden başka hiçbir mülkü olmayan emekçi
kadın için ne ifade edebilir ki?
Bu nedenledir ki; burjuva kadın
hareketinin elde ettiği haklar, genelde ağırlıklı olarak, mülk sahibi, egemen
ve sömürücü sınıfların ekonomik gücü olan kadınlarına yaramaktadır.
Ama yine burjuva kadın hareketinin talepleri içinde olan
“toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü
hakkı” hiç şüphe yok ki emekçi kadının daha rahat hareket edebilmesini
sağlayacaktır ama sorunlarının köklü çözümü değildir…
Burjuva
kadın hareketi içinde bazı gruplar, (örneğin Fransa ve Almanya’da)
kadınların, erkeklerin imtiyazlı haklarına karşı verdikleri eşitlik
mücadelesinin yanı sıra,
işçi kadınların yaşam koşullarının düzeltilmesi için de taleplerde bulundular.
Ama soruna hiçbir zaman proleter sınıf bakışı açısıyla yaklaşamadılar. Aksine,
bu “zavallı kız kardeşlere” yukarıdan yardım etme şeklinde olmuştur.
Ama onların örgütlenerek kendi sorunları için mücadele
etmelerini istemek, onları mücadeleye çağırmak hiç akıllarına gelmemiştir.
Bu nedenledir ki emekçi kadınlar ile burjuva kadınların
mücadele amaç, hedef ve yöntemleri çok farklı idi.
Burjuva kadın hareketi,
olguların, olayların nedenleri ile değil sadece sonuçları ile ilgileniyordu ve
hedeflerinin özünü erkeklerle hak eşitliği teşkil ediyordu.
Bu nedenle de, kadın
hakları için olan savaşımlarını, emekçi kadınların savaşımlarıyla genelde
bütünleştirememekteydiler. Örneğin, ilk yıllarda çalışma hakkı talebiyle sokağa
çıkan emekçi kadınlar, burjuva kadın hareketinden farklı taleplerle eylem
yapıyor, grevler örgütlüyordu.
O süreçteki emekçi kadınların talepleri;
* Erkek
arkadaşlarıyla aynı koşullarda sendikalara girme hakkı,
* Eşit işe eşit
ücret, * Kadın emeğinin korunması,
* Kapsamlı analık koruması vb. idi. Burjuva kadın hareketi
ise; kadınların ezici çoğunluğunun kendisini ezen, sömüren sınıfa karşı
yürüttüğü mücadeleyi genelde sahiplenmiyordu.
Çünkü “sınıfa karşı sınıf” mücadelesi ilkesel olarak
reddedilmekteydi. Onlar sadece kadın cinsiyetini, erkek cinsinin çıkarları
doğrultusunda zincire vuran burjuva düzenini yasal ve toplumsal bağların
çözülmesiyle reformdan geçirmeyi amaçlamaktadır. Hatta önemli bir bölümü
proletaryanın iktidar mücadelesine, katı bir düşmanlıkla yaklaşabilmektedir.
Tüm bu gerçekliklerden baktığımızda, burjuva kadın hareketi bütün
kadınların çıkarlarının temsilcisi değildir, olamaz da!
Ancak tüm bunlara
rağmen,
kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ortaya çıkan
burjuva kadın hareketi olarak feminizm, ortaya çıktığı dönemde, tıpkı temsil
ettiği burjuva sınıfı gibi ilerici ve demokratik bir muhteva taşıyordu.
İnsan
toplulukları arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı olan sınıf farklılıklarını
dikkate almadığından, tıpkı bağrından çıktığı ve o zamanlar ilerici olan
burjuvazinin gericileşmesi gibi, süreç içerisinde onunla birlikte gericileşti.
Örneğin,
bu durum kendisini özellikle, “işçi kadınların yasal korunmaları ve
seçim hakkı” talebinin süreç içerisinde, “bayanların seçim hakkı”na dönüşen
şekliyle göstermektedir.
Burjuva kadın hareketinin gericileşmesi ve “kadın hakları”
adı altında, egemen sınıf olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunmasının
bir başka örneğini ve belki de en yalın halini, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı
sırasında görürüz:
Sözde bütün
kadınların kardeşliğini, kadın erkek tüm insanların eşitliğini savunan burjuva
kadın hareketleri, emperyalizmin pazar kavgası uğruna emekçi halkları birbirine
boğazlattığı süreçte, “enternasyonal kız kardeşlik” üzerine söyledikleri şenlik
türkülerini ve yanıp tutuştukları “barış sevgilerini” çabuk unuttular.
Bütün ülkelerin
burjuva kadın örgütlerinin ezici çoğunluğu, kendi emperyalist hükümetlerine
yaranmak için dört yılı aşkın süreyle savaş çığırtkanlığı yaptılar. Sosyalist kadınlar emperyalist savaşa karşı, “savaşa
karşı savaş” kampanyaları düzenlerken; burjuva kadın örgütleri, “anavatan
savunması” adı altında, orduya-savaşa alınmamalarını protesto ediyor ve
üniforma dikmek için askeri dikimevleri ve silah fabrikalarında çalışma hakkını
dillendiriyordu.
Paylaşım savaşı sonrasında, Avrupa’yı sarsan Ekim
Devrimi’nin de baskısı altında, burjuvazi bazı alanlarda ödün vermek zorunda
kaldı. Sovyetler’de kadın hakları ve kadınların yaşamlarının iyileştirilmesi
noktasında gerçekleştirilen ileri adımlar, kısa bir süre içinde kapitalist
ülkeler tarafından da kısmi olarak uygulanmaya başlandı. Örneğin İngiltere,
İsveç ve Almanya kadınlara oy hakkını ve devlet işlerine katılma olanağını
tanıdı.
Evlilik ve miras hukuku, kadınların çıkarlarını güvence
altına alacak şekilde tekrar gözden geçirildi:
“Bu kadar ileri gidildi ama bir adım öteye
daha değil.
Feministlerin kadın sorununun çözümü için esas olarak
gördükleri ve bu yüzden de uğruna çetin bir kavga yürüttükleri taleplerin çoğu,
bu gelişme sonucunda burjuva toplumu tarafından ödün olarak verildi. Bu durum,
sorunun, basit biçimsel hak eşitliği formülüyle çözülemeyeceğini, aksine tüm
meselenin çok daha karmaşık olduğunu açıkça göstermektedir. Birçok
burjuva–kapitalist ülkede kadın, şimdi yasalar düzeyinde erkeklerle aynı
politik haklara sahiptir.
Çalışma hakkını her
yerde mücadele ile elde etti. Bunun dışında kadınlar bütün uluslarda yüksek
öğrenim olanağına sahiptir. Erkeklekadın, anne–baba ile çocuklar arasındaki
ilişki, şimdi kadının gerçekten de önemli haklar elde ettiği şekilde
düzenlenmiş durumdadır.
Yine de “kadın sorunu” denilen sorun, kadının durumu
çözülmüş değildir.
Kapitalizm ve burjuva
diktatörlüğünde hakların biçimsel olarak tanınması, gerçekte onu kendi ailesi
için bir hizmetçi olarak yaşamaktan, burjuva toplumunun önyargıları ve
gelenekleri tarafından horlanmaktan, erkeğe bağımlılıktan ve son olarak ki; bu
tayin edicidir, kapitalistler tarafından sömürülmekten korumamaktadır.”
(A.
Kollontai, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu)
------------Feminizmin tarihsel
gelişimini kısaca inceledikten sonra, bugün geldiği aşamaya da kısa biçimde
değinelim.
Feminizmi bir akım olarak değerlendirirsek,
liberal,
radikal
ve sosyalist feminist diye üç ana akıma ayırabiliriz...
Ama bu üç ana akım altında
farklı gruplara ayrıldığını da hemen ekleyelim. Örneğin ülkemiz özgülünde, “Atatürkçü”, “İslamcı”, “Anarşist” feministler vb. olarak
ayrıldıkları farklı akımlar söz konusudur. Bütün bunları tek tek bu
yazımızda incelemek yerine, hepsinin ortak yönünü belirlemekle yetineceğiz.
Feminist akımların kendi içlerinde elbet belli siyasal farklılıklar olsa da
sonuçta bütün feminist akımlar; “Cinsel Sömürüye Hayır!” sloganını çalışmalarının
merkezine oturturlar.
Marksist ideolojiyi referans alan
emekçi kadın örgütlerinin mücadelelerindeki merkezi slogan ise “Sınıfsal,
Ulusal , Cinsel Sömürüye ve Baskıya Hayır!” olarak şekillenmiştir.
Yazımızın konuyla ilgili
bölümünün tarihsel sürecindeki anlatımımızda görüldüğü gibi; feminizm genel
olarak tüm ezilen insanların
kurtuluşu yerine, kadın cinsinin kurtuluşunu ön plana çıkartan, cins ayrımına
dayalı bir perspektif ve örgütlenme modeli ortaya koymaktadır.
Marksist yaklaşımla hareket edenler ise mücadele
perspektifi ve örgütlenme modelinde yoğunlaştığı hedef kitlesi emekçi kadınlar
olmakla birlikte; kapitalizme, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı
siyasal bir duruş sergilenmeye, tüm ezilenlerin, işçi ve emekçilerin
mücadeleleri sahiplenilmeye ve kadının kurtuluşunun, işçi sınıfının, ezilen
toplumun kurtuluşundan bağımsız olmadığı savunulmaya çalışılmaktadır.
İdeolojik gıdasını Marksizm’den
alan emekçi kadın örgütlenmeleri, emekçi kadınlara yönelik perspektifinde;
kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar eskiye dayanmasından
dolayı, onun bir bütün olarak ortadan kalkmasını da, sınıfların ortadan
kalkmasına, yani sosyalist devrime bağlar. Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden
sonra uzunca bir süre bu sorun ile uğraşılmak zorunda kalacağının bilinciyle
kitlesini şekillendirir.
Erkekle kadın arasında gerçek insani
ilişkilerin kurulması için, gereken toplumsal koşulların yaratılmasıyla,
bugünün çıkar ilişkilerinin insani ilişkilere dönüştürülmesinden sonra,
sınıfsal barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai olarak
gelinecektir ve bütün diğer sorunlar gibi kadın sorunu da tarihin çöplüğüne
gömülecektir.
Fakat proletarya kapitalizmi
yıkıp, sınıfsız toplum için gereken koşulları hazırlamadıkça, kadınların gerçek
kurtuluşu mümkün değildir. Karl Marks ve Frederich Engels, “Komünist Partisi
Manifestosu”nda, kadın sorununu ve aileyi bilimsel bir tarzda inceler.
Engels’in, “Ailenin, Devletin ve
Özel Mülkiyetin Kökeni” isimli eseri, “Manifesto”daki tespitleri derinleştirir
ve geliştirirken, kadının erkeğin kölesi haline getirilişinin nedenlerini
temellendirir ve bu durumun sınıfların ortaya çıkış sürecine tekabül ettiğini
birçok bulguya dayanarak açıklar.
Marks, “Kapital”de,
sorunu bir başka açıdan ele
alarak, kadın emeğinin yayılması ve sermaye tarafından sömürülmesinde
kapitalist üretim sisteminin yoğunlaşma sürecinin rolüne dikkat çeker. Bu
bağlamda kadın sorunu, yalnızca sınıf mücadelesinin salt pratik bir parçası
değil, aynı zamanda proleter kurtuluş mücadelesinin de teorik ve pratik bir
parçası olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla bir kez daha altını kalın bir
şekilde çizerek belirtelim ki proletarya ve burjuvazinin kadınlarının kurtuluş
mücadelesinin temeli aynıdır:
“Kadının eski, aile içindeki ev
ekonomisi faaliyetinin, kapitalist üretim tarzı tarafından yok edilmesi.”
Ne var ki bu durumun ötesinde,
kapitalist toplumda kadınlar arasındaki sınıf çelişkisi belirleyicidir. Bu
nedenledir ki emekçi kadınların kurtuluş mücadelesi ezilen sınıfın
mücadelesinden bağımsız ele alınamaz. Bu duruma rağmen, emekçi kadınlar,
demokratik talepleri için mücadeleyi de elden bırakmazlar. Çünkü bu
kazanımları, amaca giden yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit
silahlarla donanarak girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme
durağı, toplumun yarısını oluşturan kadınların demokratik–insanî hakları olarak
görürler.
Bu
demokratik talepler doğrultusunda feministlerle eylem birliklerine de girerler.
Ama emekçi kadınların mücadele rotasını şaşırtmaya çalışarak, onları
burjuvazinin kucağına çekmeye çalışan feminizme karşı, ideolojik mücadeleyi de
elden bırakmazlar.