1 Kasım 2024 Cuma

Marksist kadın örgütlenmeleri ile feministler arasındaki farklar

“Marks, bugünkü toplumdaki sınıf çelişkilerinin ve onların köklerinin derinlemesine, basiretli bir tahlilini yaparak, O, çeşitli sınıflardan kadınları birbirinden ayıran aşılmaz çıkar kardeşliğini de ortaya çıkarmıştır. Burjuva ‘bayanları’ ile proleter ‘kadınları’ sözüm ona birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir ‘kız kardeşlik gönüldeşliği’ materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi sönüp gitmiştir.

Marks, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir ama O, aynı zamanda birincisini (proleter kadın hareketini) kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış zincirini de yaratmıştır.”

(Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, sf. 153)


 Yazımızın yukarı bölümlerinde feminizme ilişkin yer yer bazı vurgular yaptıysak da; konuyu biraz daha derinlemesine tartışmakta yarar olduğunu düşünüyoruz.

 18.yy. ikinci yarısı ve 19.yy ilk yarısında, Fransa ve Almanya’daki devrimler, İngiltere’deki siyasal ve toplumsal mücadeleler ve Birleşik Amerika’da siyah köleliğinin ortadan kaldırılması için, sanayileşmiş Kuzeyin feodal Güney ile yürüttüğü savaşlara, kadınlara hak eşitliği isteyen kadın gruplarının ortaya çıkması eşlik etmiştir.

Feminizm, bir kadın hakları hareketi olarak, 18. yy. ortalarında Amerika’da Abigail Adams Smith ve Mercy Warren; 18. yy.’ın ikinci yarısında ise Fransa’da Olympe de Gouges ve İngiltere’de Mary Wollstonecraft önderliğinde gelişti.

Amerika’da Abigail ve arkadaşları “kadınların politik haklarının tanınması ve seçme-seçilme hakkı” için mücadele başlatmıştı. Olympe, Fransız devrimi sonrasında, “Kadına giyotine gitme hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır!”

 (Feminizm, Andree Michel, Kadın Çevresi Yayınları, sf. 81)

 diyerek kadınların politik haklarının tanınması için çetin bir mücadele yürütürken, Wollstonecraft, İngiltere’de kadının eğitimde hak eşitliğini talep ediyordu. Sanayi devriminin sonrasında kadın emeğine ihtiyaç duyan kapitalizm, kadını kutsal eşiğinin dışına çıkartınca, bu durum kadının omuzlarındaki yükü çok ağırlaştırmıştı ama aynı zamanda aydınlanmasını da beraberinde getirmişti.

Hiç şüphe yok ki; Adams, Olympe ve daha birçok kadın hakları savunucularının 18. yy. ortalarından sonra ortaya çıkışlarının esas zeminini, emekçi kadınların daha iyi çalışma şartları için çok önceleri başlattıkları mücadeleler yaratmıştı.

Ancak modern feminizmi ilk kez sistematik olarak açıklayan en önemli isim Mary Wollstonecraft’tı (1755–1797), Modern feminizmin başlangıç döneminde yayınladığı “Kadınların Haklarını Koruma” (1791) isimli eseri “Feminist özgürlük bildirgesi” olarak kabul edilmiştir. Bu kitap, erkeklerin özgürlük talepleriyle geleneklere karşı açtığı savaşı, kadınların da yapabileceği mesajını veriyordu.

Mary kitabında, “Özgürlük talebinde bulunmamak kadını onursuz kılacaktır” demekteydi. 18. yy.’ın ikinci yarısında ortaya çıkan feminist hareket 19. yy. başlarında ilk meyvelerini vermeye başladı. Aydınlanma Avrupa’sının getirdiği olumlu hava ile beraber evrensel oy verme hakkı talebi gelişti ve kadınlar da kendileri adına oy verme, hükümet ve hukuk oluşturma süreçlerine katılma haklarını talep etmeye başladılar.

Ancak burjuva kadın hareketi, kadınların kurtuluşu için girişimlerini, erkeğin aile, devlet ve toplumdaki imtiyaz ve hâkimiyetine karşı mücadele ile sınırlamaktaydı. Bu sınırlama, burjuva kadın hareketinin uluslararası alandaki karakteristik belirtisiydi. Bu durum, kadın hakları savunucularının, kadının kurtuluşu sorununu, toplumsal bağları içinde kavramadıklarının ve daha çok burjuva kadınlarının çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinin göstergesidir.

Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi, uzun zaman burjuva toplumu çerçevesi içerisinde, eşitlenebilme talepleri olarak şekillendi. Burjuva kadın hareketi olarak feminizm, erkeğin, kadın üzerindeki egemenliğini kırmak için şu talepleri ileri sürmekteydi.

* Kadın ve erkeğin çocuklar üzerinde eşit söz hakkı *

Evliliğin kurulması, biçimlendirilmesi ve sona erdirilmesinde eşit hak

* Her iki cins için bir tek cinsel ahlâk

* Kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı

* Kadının meslek öğrenimi ve mesleki çalışma özgürlüğünün garantilenmesi

* Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü-hakkı

* Devlette ve onun organlarında tam politik eşitlik vb. haklar.

Kadın hakları savunucularının taleplerinin, kadın emekçiler ve proleterler için de değerli olduğu ve özellikle onlar için de, kadın cinsiyetinin eşit değer ve eşit haklarının ilkesel kabulünün önemi yadsınamaz. Ne var ki burjuva toplumunda emekçi kadın üzerindeki sınıf köleliğinin sürmesinden kaynaklı, kadınların cinsiyet köleliğinin hafifletilmesi veya kaldırılması için reformlar, kanayan yaraya sadece küçük bir pansuman işlevi görmektedir.

Ama bu duruma rağmen, burjuva kadın hareketinin bu talepleri, emekçi kadınların da talepleridir.

Bu talepler doğrultusunda dönem dönem birlikte de hareket ederler. Ancak emekçi kadınlar bu taleplerin yerine getirilmesini, amaca giden yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit silahlarla donanarak girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme durağı olarak görürler.

Çünkü örneğin; “kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı”, emeğinden başka hiçbir mülkü olmayan emekçi kadın için ne ifade edebilir ki?

Bu nedenledir ki; burjuva kadın hareketinin elde ettiği haklar, genelde ağırlıklı olarak, mülk sahibi, egemen ve sömürücü sınıfların ekonomik gücü olan kadınlarına yaramaktadır.

Ama yine burjuva kadın hareketinin talepleri içinde olan “toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü hakkı” hiç şüphe yok ki emekçi kadının daha rahat hareket edebilmesini sağlayacaktır ama sorunlarının köklü çözümü değildir…

Burjuva kadın hareketi içinde bazı gruplar, (örneğin Fransa ve Almanya’da) kadınların, erkeklerin imtiyazlı haklarına karşı verdikleri eşitlik mücadelesinin yanı sıra, işçi kadınların yaşam koşullarının düzeltilmesi için de taleplerde bulundular. Ama soruna hiçbir zaman proleter sınıf bakışı açısıyla yaklaşamadılar. Aksine, bu “zavallı kız kardeşlere” yukarıdan yardım etme şeklinde olmuştur.

Ama onların örgütlenerek kendi sorunları için mücadele etmelerini istemek, onları mücadeleye çağırmak hiç akıllarına gelmemiştir.

Bu nedenledir ki emekçi kadınlar ile burjuva kadınların mücadele amaç, hedef ve yöntemleri çok farklı idi.

 Burjuva kadın hareketi, olguların, olayların nedenleri ile değil sadece sonuçları ile ilgileniyordu ve hedeflerinin özünü erkeklerle hak eşitliği teşkil ediyordu.

 Bu nedenle de, kadın hakları için olan savaşımlarını, emekçi kadınların savaşımlarıyla genelde bütünleştirememekteydiler. Örneğin, ilk yıllarda çalışma hakkı talebiyle sokağa çıkan emekçi kadınlar, burjuva kadın hareketinden farklı taleplerle eylem yapıyor, grevler örgütlüyordu.

 O süreçteki emekçi kadınların talepleri;

 * Erkek arkadaşlarıyla aynı koşullarda sendikalara girme hakkı,

 * Eşit işe eşit ücret, * Kadın emeğinin korunması,

* Kapsamlı analık koruması vb. idi. Burjuva kadın hareketi ise; kadınların ezici çoğunluğunun kendisini ezen, sömüren sınıfa karşı yürüttüğü mücadeleyi genelde sahiplenmiyordu.

Çünkü “sınıfa karşı sınıf” mücadelesi ilkesel olarak reddedilmekteydi. Onlar sadece kadın cinsiyetini, erkek cinsinin çıkarları doğrultusunda zincire vuran burjuva düzenini yasal ve toplumsal bağların çözülmesiyle reformdan geçirmeyi amaçlamaktadır. Hatta önemli bir bölümü proletaryanın iktidar mücadelesine, katı bir düşmanlıkla yaklaşabilmektedir.

Tüm bu gerçekliklerden baktığımızda, burjuva kadın hareketi bütün kadınların çıkarlarının temsilcisi değildir, olamaz da!

Ancak tüm bunlara rağmen,

kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ortaya çıkan burjuva kadın hareketi olarak feminizm, ortaya çıktığı dönemde, tıpkı temsil ettiği burjuva sınıfı gibi ilerici ve demokratik bir muhteva taşıyordu.

İnsan toplulukları arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı olan sınıf farklılıklarını dikkate almadığından, tıpkı bağrından çıktığı ve o zamanlar ilerici olan burjuvazinin gericileşmesi gibi, süreç içerisinde onunla birlikte gericileşti.

Örneğin,

bu durum kendisini özellikle, “işçi kadınların yasal korunmaları ve seçim hakkı” talebinin süreç içerisinde, “bayanların seçim hakkı”na dönüşen şekliyle göstermektedir.

Burjuva kadın hareketinin gericileşmesi ve “kadın hakları” adı altında, egemen sınıf olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunmasının bir başka örneğini ve belki de en yalın halini, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında görürüz:

Sözde bütün kadınların kardeşliğini, kadın erkek tüm insanların eşitliğini savunan burjuva kadın hareketleri, emperyalizmin pazar kavgası uğruna emekçi halkları birbirine boğazlattığı süreçte, “enternasyonal kız kardeşlik” üzerine söyledikleri şenlik türkülerini ve yanıp tutuştukları “barış sevgilerini” çabuk unuttular.

 Bütün ülkelerin burjuva kadın örgütlerinin ezici çoğunluğu, kendi emperyalist hükümetlerine yaranmak için dört yılı aşkın süreyle savaş çığırtkanlığı yaptılar. Sosyalist kadınlar emperyalist savaşa karşı, “savaşa karşı savaş” kampanyaları düzenlerken; burjuva kadın örgütleri, “anavatan savunması” adı altında, orduya-savaşa alınmamalarını protesto ediyor ve üniforma dikmek için askeri dikimevleri ve silah fabrikalarında çalışma hakkını dillendiriyordu.

Paylaşım savaşı sonrasında, Avrupa’yı sarsan Ekim Devrimi’nin de baskısı altında, burjuvazi bazı alanlarda ödün vermek zorunda kaldı. Sovyetler’de kadın hakları ve kadınların yaşamlarının iyileştirilmesi noktasında gerçekleştirilen ileri adımlar, kısa bir süre içinde kapitalist ülkeler tarafından da kısmi olarak uygulanmaya başlandı. Örneğin İngiltere, İsveç ve Almanya kadınlara oy hakkını ve devlet işlerine katılma olanağını tanıdı.

Evlilik ve miras hukuku, kadınların çıkarlarını güvence altına alacak şekilde tekrar gözden geçirildi:

 “Bu kadar ileri gidildi ama bir adım öteye daha değil.

Feministlerin kadın sorununun çözümü için esas olarak gördükleri ve bu yüzden de uğruna çetin bir kavga yürüttükleri taleplerin çoğu, bu gelişme sonucunda burjuva toplumu tarafından ödün olarak verildi. Bu durum, sorunun, basit biçimsel hak eşitliği formülüyle çözülemeyeceğini, aksine tüm meselenin çok daha karmaşık olduğunu açıkça göstermektedir. Birçok burjuva–kapitalist ülkede kadın, şimdi yasalar düzeyinde erkeklerle aynı politik haklara sahiptir.

 Çalışma hakkını her yerde mücadele ile elde etti. Bunun dışında kadınlar bütün uluslarda yüksek öğrenim olanağına sahiptir. Erkeklekadın, anne–baba ile çocuklar arasındaki ilişki, şimdi kadının gerçekten de önemli haklar elde ettiği şekilde düzenlenmiş durumdadır.

Yine de “kadın sorunu” denilen sorun, kadının durumu çözülmüş değildir.

 Kapitalizm ve burjuva diktatörlüğünde hakların biçimsel olarak tanınması, gerçekte onu kendi ailesi için bir hizmetçi olarak yaşamaktan, burjuva toplumunun önyargıları ve gelenekleri tarafından horlanmaktan, erkeğe bağımlılıktan ve son olarak ki; bu tayin edicidir, kapitalistler tarafından sömürülmekten korumamaktadır.”

(A.    Kollontai, Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu)

------------Feminizmin tarihsel gelişimini kısaca inceledikten sonra, bugün geldiği aşamaya da kısa biçimde değinelim.

Feminizmi bir akım olarak değerlendirirsek,

liberal,

radikal

ve sosyalist feminist diye üç ana akıma ayırabiliriz...

Ama bu üç ana akım altında farklı gruplara ayrıldığını da hemen ekleyelim. Örneğin ülkemiz özgülünde, “Atatürkçü”, “İslamcı”, “Anarşist” feministler vb. olarak ayrıldıkları farklı akımlar söz konusudur. Bütün bunları tek tek bu yazımızda incelemek yerine, hepsinin ortak yönünü belirlemekle yetineceğiz. Feminist akımların kendi içlerinde elbet belli siyasal farklılıklar olsa da sonuçta bütün feminist akımlar; “Cinsel Sömürüye Hayır!” sloganını çalışmalarının merkezine oturturlar.

Marksist ideolojiyi referans alan emekçi kadın örgütlerinin mücadelelerindeki merkezi slogan ise “Sınıfsal, Ulusal , Cinsel Sömürüye ve Baskıya Hayır!” olarak şekillenmiştir.

Yazımızın konuyla ilgili bölümünün tarihsel sürecindeki anlatımımızda görüldüğü gibi; feminizm genel olarak tüm ezilen insanların kurtuluşu yerine, kadın cinsinin kurtuluşunu ön plana çıkartan, cins ayrımına dayalı bir perspektif ve örgütlenme modeli ortaya koymaktadır.

Marksist yaklaşımla hareket edenler ise mücadele perspektifi ve örgütlenme modelinde yoğunlaştığı hedef kitlesi emekçi kadınlar olmakla birlikte; kapitalizme, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı siyasal bir duruş sergilenmeye, tüm ezilenlerin, işçi ve emekçilerin mücadeleleri sahiplenilmeye ve kadının kurtuluşunun, işçi sınıfının, ezilen toplumun kurtuluşundan bağımsız olmadığı savunulmaya çalışılmaktadır.

İdeolojik gıdasını Marksizm’den alan emekçi kadın örgütlenmeleri, emekçi kadınlara yönelik perspektifinde; kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar eskiye dayanmasından dolayı, onun bir bütün olarak ortadan kalkmasını da, sınıfların ortadan kalkmasına, yani sosyalist devrime bağlar. Sosyalist devrimin gerçekleşmesinden sonra uzunca bir süre bu sorun ile uğraşılmak zorunda kalacağının bilinciyle kitlesini şekillendirir.

 Erkekle kadın arasında gerçek insani ilişkilerin kurulması için, gereken toplumsal koşulların yaratılmasıyla, bugünün çıkar ilişkilerinin insani ilişkilere dönüştürülmesinden sonra, sınıfsal barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai olarak gelinecektir ve bütün diğer sorunlar gibi kadın sorunu da tarihin çöplüğüne gömülecektir.

Fakat proletarya kapitalizmi yıkıp, sınıfsız toplum için gereken koşulları hazırlamadıkça, kadınların gerçek kurtuluşu mümkün değildir. Karl Marks ve Frederich Engels, “Komünist Partisi Manifestosu”nda, kadın sorununu ve aileyi bilimsel bir tarzda inceler.

Engels’in, “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” isimli eseri, “Manifesto”daki tespitleri derinleştirir ve geliştirirken, kadının erkeğin kölesi haline getirilişinin nedenlerini temellendirir ve bu durumun sınıfların ortaya çıkış sürecine tekabül ettiğini birçok bulguya dayanarak açıklar.

Marks, “Kapital”de,

sorunu bir başka açıdan ele alarak, kadın emeğinin yayılması ve sermaye tarafından sömürülmesinde kapitalist üretim sisteminin yoğunlaşma sürecinin rolüne dikkat çeker. Bu bağlamda kadın sorunu, yalnızca sınıf mücadelesinin salt pratik bir parçası değil, aynı zamanda proleter kurtuluş mücadelesinin de teorik ve pratik bir parçası olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla bir kez daha altını kalın bir şekilde çizerek belirtelim ki proletarya ve burjuvazinin kadınlarının kurtuluş mücadelesinin temeli aynıdır:

“Kadının eski, aile içindeki ev ekonomisi faaliyetinin, kapitalist üretim tarzı tarafından yok edilmesi.”

Ne var ki bu durumun ötesinde, kapitalist toplumda kadınlar arasındaki sınıf çelişkisi belirleyicidir. Bu nedenledir ki emekçi kadınların kurtuluş mücadelesi ezilen sınıfın mücadelesinden bağımsız ele alınamaz. Bu duruma rağmen, emekçi kadınlar, demokratik talepleri için mücadeleyi de elden bırakmazlar. Çünkü bu kazanımları, amaca giden yolda, mücadeleye, erkek sınıf kardeşleriyle eşit silahlarla donanarak girebilmek için bir araç, yürünen zorlu yolda bir nefeslenme durağı, toplumun yarısını oluşturan kadınların demokratik–insanî hakları olarak görürler.

 Bu demokratik talepler doğrultusunda feministlerle eylem birliklerine de girerler. Ama emekçi kadınların mücadele rotasını şaşırtmaya çalışarak, onları burjuvazinin kucağına çekmeye çalışan feminizme karşı, ideolojik mücadeleyi de elden bırakmazlar. 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)