25 Kasım 2024 Pazartesi

Yusuf_Köse_SOL'da BİRLİK__Kasım 2024 Perşembe

“Sol'da Birlik” sorunu, “sol”un ortaya çıkmasından bu yana tartışıla gelmektetedir. Ve bu sorun, bazı süreçlerde devrimci ve komünistlerin ana sorun olmuştur. “Sol” dendiğinde genelde sosyalist düşünceleri savunan, yani, kapitalist sistem yerine sosyalizmi savunan ve onun uğrunda mücadele edenleri kapsamaktadır. Tabi ki, bu kavramın içeriğini bulandırma, revize etme de söz konusudur. Yani, “sol”un içi, içeriği, kapsamı, niteliği iyice aşındırılmış ve zaman zaman burjuva sosyal demokrat partileri (SPD) bile “sol” olarak adlandırılmaktadır. 1. dünya savaşından önce gerçekten de “sol” olan SDP, o günden bu yana burjuvazinin gerçek temsilcileri olmuştur. Yani, işçi sınıfı saflarını terk ederek burjuvazi saflarına geçmişlerdir. Bugün bu partiler emperyalist burjuvazinin ve “yerli” büyük burjuvazinin partileridir.

 

“Sol Birlik”, “Sol sosyalistlerin Birliği” vb. gibi adlandırmalar olsa da, Türkiye'de bu konu “sol” ortaya çıktığı günden itibaren tartışıla gelmiştir. Sol-sosyalist-komünist entetlektüel ve ilerici kesimler arasında sıklıkla tartışılmıştır ve tartışılmaya devam edecektir. Ta ki, sosyalizmin inşasına kadar bu tartışmalar sürecektir. Ondan sonrada başka bir şekilde devam edebilir. Bu “birlik” ve elbette “ayrılık” tarışmaları bir sınıflı toplum özelliğidir. Genel de ise, “ayrılmalıyız” değil, “birleşmeliyiz” şeklinde tartışmalar sürdürülmektedir.

 Daha çok, “birleşmeliyiz” tartışmasının sürdürülmesi; başta üretim araçları olmak üzere, devleti elinde bulunduran burjuvazinin baskısına maruz kalanların, daha fazla bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da, işçi sınıfı ve emekçilerin “birleşme” eğilimini ortaya koyan bir gösterge olması yanında, bu kesimlerin, birleşerek burjuvaziye karşı koyabileceklerinin de bilincinde olduğunu göstermektedir.

Kapitalist toplum, esasta, burjuva ve işçi sınıfı olarak ikiye bölünmüş olsa da, iki sınıf arasında kalan, bujuva ve işçi sınıfına ait olmayan orta ve ve küçük burjuva kesimlerde vardır. Üretimdeki yerleri nedeniyle, burjuva görüşlerinden daha fazla etkilenselerde, işçi sınıfına yakın olan küçük burjuva tabakalardır. Orta burjuvazi, burjuva sınıfına daha yakın iken, işçi sınıfına ise bir o kadar uzaktır. Küçük burjuvazi, her ne kadar büyük burjuva olma hayalleri taşısada, işçi sınıfına en yakın kesimdir ve büyük burjuvazi karşısında ezilirler ve her geçen gün ellerinde ve avuçlarında varolanı da kaybederek, yani mülksüzleştirilerek, işçi sınıfı saflarına itilirler.

Bu kesimler işçi sınıfının dünya görüşü olan marksist-leninist-maoist görüşlerden etkilenirler. Bu görüşleri kendi görüşleri olarak da kabul ederler, ancak, sınıfsal yapıları gereği, dünyayı yorumlamaları farklılaşır. Diyalektik materyalizm yerine metafizik idealist ideolojiden de bir o kadar etkilenirler. Bu nedenle de, burjuvazi ve işçi sınıfı gibi kendilerine özgü bir sınıf tavrına sahip değillerdir.1

 

Sosyalizm ve komünizm uğruna mücadele ettiğini söyleyen örgütler, belki uzun vadeli hedefte aynı şeyleri savunuyor gözükmelerine karşın, yol ve yöntemlerde farklılaşırlar. Bu farklışama çoğu kez devrimi önleme metodlarına, burjuvaziye hizmet etme taktiklerine ve mücadele biçimlerine dönüşebilir ve dönüşüyorda. Genelde, hepsi, kendisini işçi sınıfının partisi ve öncüsü olarak nitelendirse de, gerçekte böyle değildir. Bu bağlamda da kendine işçi sınıfının örgütü olarak adlandıran her örgüt ve parti, teori ve pratik duruşuyla işçi sınıfının partisi ve örügütü olamaz.

 

Bu örgüt ve partiler arasındaki farklılık, esasta idealizm ile materyalizm, metafizik ile diyalektik dünya görüşleri arasındaki bir farklılık ve çatışmadır. Sınıflı toplum varolduğu sürece bu ideolojik farklılıklar olacaktır. Yani, “sol içindeki bölünme”den çok şikayet edilse de, yakınılsa da, bu bölünme nesneldir. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmanın, sınıflı toplum olan kapitalist toplum içinde olasılığı yoktur. Ancak, bu parçalanmaları aza indirme ve uğruna mücadele edilen bazı konularda asgari birlik sağlanabilme olasılığını ve gerçekliğinin de ortadan kaldırmaz.

“Sol”da bölünmeyi salt “karyerist amaçlar” nedenine indirgemek, tam olarak sorunu açıklamaya yetmez. Bu tür amaçlarla hareket etmeler ve bunun sonucu bölünmeler olsa da, bölünmenin belirleyici nedeni olamaz. Bunun özünde de sınıfsal karakter, sınıfsal yaklaşım, sınıfsal ideoloji vardır. Yani, esas olarak, bölünmenin temelini farklı ideolojik ve siyasal yaklaşımlar oluşturur.

Burjuva sınıfları arasında da bölünme vardır. Burjuvazyi temsil eden büyük partilerin olmasına karşın, irili ufaklı parti sayısı da çoktur. Örneğin, Türkiye'de şu anda resmi olarak kurulu 157 parti vardır. 2 Bunlar legal partilerdir. Bir de illegal parti ve örgütler vardır. Bunların sayısı da az değilidr. İllegal partiler içinde kendilerini sol-sosyalist/komünist olarak adlandıran partilerde vardır. 157 partinin içinde büyük burjuva partilerinin yanı sıra sayısı hayli kabarık olan irili ufaklı burjuva dünya görüşüne daha yakın, yani kendini “sol” olarak değerlendirmeyen partiler vardır. Ve bunların içinde faşist, dinci, kemalist miliyetçi ve daha bir çok görüşe sahip olanlarda vardır. Örneğin Almanya'da parti sayısı 95 olarak veriliyor.3 Hangi ülkede olursa olsun bir çok partinin tabela partisi olduğu da bir gerçektir.

Burada söylemek istediğim, Türkiye'de burjuva partileri arasında da ideolojik olarak aynı olsalarda, (kapitalist sistemin sürdürülmesi), farklı görüşler nedeniyle ve esas olarak da iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanma amaçlı çıkar farklılıkları ve kavgaları vardır. AKP ve CHP'nin arasındaki ikidiarı ele geçirme savaşı gibi. Ama ikisi de devlete esasta egemen olan farklı burjuva kliklerin siyasal temsilcileridir. Bu her iki partide Türk egemen sınıfların partisi ve Türk devletinin “bekası” için, bu “bekayı” yıkmak isteyen sınıf bilinçli örgütlü işçi sınıfına karşı mücadele ederler. Bu burjuva partileri kapitalist sistemin sürdürülmesi için her türlü çaba ve kararlılığı gösteren partilerdir.

 

Sol' da Olan Birlikler

Türkiye özgülünde bu sorun ele alındığında, kendini “sol” olarak değerlendiren örgütler arasında bir çok birlik/ittifak vardır. Bu eylem birlikleri ve ittifaklar örgütsel birlik olmayıp, bir çok örgüt ve partinin belli konular etrafında kısa ve uzun vadeli olarak bir araya geldikleri ve ortak hareket ettikleri, etmeye çalıştıkları taktiksel birlikteliklerdir. Bunlar cephe şeklinde stratejik değil, taktik birlikteliklerdir. Cephe ise, ikidar hedefli stratejik bir bilikteliktir. Hedef ve program içeriği daha farklıdır. Bu birliktelikler, sosyalist ya da komünist birbirlikler değil, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve savunulması konusunda bir araya gelmiş bilikteliklerdir.

Örneğin, silahlı mücadeleyi savunan illegal örgütlerin 2016 yılında oluşturduğu Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) var. Bu birtelikteliğin (kendileri bu birlikteliğin “stratejik” olduğunu açıklamışlar) içinde kendine komünist diyen örgüt ve partiler olmasına karşın, genel de demokratik devrimi hedefleyen, bunun yanında sosyalizme de atıfta bulunan birlikteliktir. “Birleşik Devrim”den söz edilmesine karşın, içinde yer alan parti ve örgütler kendi dünya görüşüne göre pratik ve teorik bir hat izlemektedir. Bunun içinde yer alan örgüt ve partiler illegal örgütler, legal örütlenme ve mücadeleyi reddetmeyen, ama illegal örgütlenmeyi esas alan örgüt ve partilerdir.

 

Bunun dışında daha önce HADEP, sonra DEM Parti'si olarak faaliyetini sürdüren partinin bileşimi, esas belirleyiciliğini “Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi”nin legal kanadının yaptığı, bir demokratik birliktir. İçinde kendilerini sosyalist olarak adlandıran örgüt ve partiler var. Örneğin Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) bunlardan biridir. Bu ittifakın dışında “Birleşik Mücadele Güçleri” adıyla legal olarak bir /birliktelik/ittifak kuruldu.

Seçim dönemlerinde oluşturulan legal parti ve örgütlerin “seçim ittifakları” var. TKP ve SOL Parti ve diğer bazı partilerin içinde yer aldığı “Sosyalist Güç Birliği (SGB)” ittifakı, DEM Parti, EMEP, TİP , SMF ve daha bir çok parti ve örgütlerin oluşturduğu “Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ)” vardı. Bu “ittifaklar” adı üzerinde olduğu gibi seçim içindi ve seçim bittikten sonra sürdürülmedi. EÖİ 'nı seçim sürecinde destekleyen, ama doğrudan bu ittifakın içinde yer almayan örgüt ve partilerde vardı.

 

Feminist kadın örgütlenmeleri de, faşizme karşı demokratik hak ve özgürlükler cephesinde yer alan bir oluşumdur. Radikal feministler, anti-komünist duruş sergileselerde, kadın yürüyüşlerine katılanların hepsinin feminist dünya görüşünü benimsediği anlamına gelmez. Feminist “gece yürüyüşleri”ne katılanların içinde devrimci ve komünist kadınlarda yer alamaktadır.

 

Ayrıca, yüzyıllardır dinsel-mezhepsel ayrımcılığa tabı tutulan, katliamlar uygulanan Alevi örgütleri de anti-faşist demokratik hak ve özgürlükler cephesinde yerini almalıdır, objektif olarak alıyorlar da.

 

2016 yılında kurulan Demokrasi İçin Birlik (DİP) oluşumu içinde 100'e yakın örgüt ve kurumun olduğu söyleniyor.4 DİP, kapitalist sistemle hesaplaşması olmayan, onun içinde kalarak, burjuva anlamda daha geniş demokrasiyi savunan, anti-sosyal şovenist, anti-faşist demokrat nitelikli ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe içinde yer alaması gereken bir oluşumdur.

Yukarıda adı geçen “ittifaklar” içinde iki özellik ortaya çıkıyor. SGB, esasta Kürt ulusal demokratik hareketinden uzak duran ve Türk ulusalcılığı ağır basan ve “ulusalcı sol” denmesini, -ideolojik ve politik yapısı gereği- hak eden bir çizigide olan sosyal şovenist bir oluşumdur. EÖİ ise, Kürt ulusal demokratik hareketiyle birlikte hareket eden ya da etmeye çalışan örgüt ve partilerdir. Burada TİP için bir not düşmek gerekiyor.

Seçim sisteminin getirdiği barajı aşmak için bu ittifakın içinde yer almıştır. Ulusalcı “sol” dediğim SGB ittifakına, dünya görüşü olarak daha yakın olmasına karşın, pragmatist yaklaşıp “milletvekili seçtirmek” amacıyla bu ittifak içinde yer almış, ama aynı zamanda ittifak içinde ayrı seçime girerek, ittifaka zarar vermiştir. TİP'in bu oportünist ve pargmatist tavrı, seçim sonrası ezen ulus “ulusalcılığına” tepki olarak kendi içinde ciddi bir bölünme yaratmıştır.

 

Yukarıda adlarını saydığımız birlik/ittifak gibi oluşumlar, hiç de Türkiye'de “sol biraraya gelmiyor” görüntüsü vermiyor. Biraraya geliyorlar, ama, toplumsal beklentiye karşılık olamıyorlar denebilir. Bu beklentinin başında, Erdoğan iktidarının yıkılması gelmektedir. Erdoğan giderse, burjuva anlamda demokrasinin geleceği beklentisi vardır. Ama “sol” GEZİ gibi toplumsal ayaklanmalarda biraraya gelebiliyor. Ancak, subjektif istemlerle sosyal gerçeklik her zaman uyuşmuyor. Subjektif istemler sosyal gerçekliğe uyduğu ölçüde, başarılar elede edilebilir.

Bu nedenle Türkiye ve Kuzey Kürdistan “sol”unu, “hep bölünüyorlar, birleşmiyorlar” gibi karamsar bir tablonun içine oturtmak, sosyal gerçeklikten uzaklaşan bir yaklaşımdır. Burjuva liberallerin (örneğin “sol” liberal entellektüellerin yayın organı Birikimciler vb.leri), kitlelere,“sol”u küçük göstermek istediği yerde durmak sosyalistlerin işi olamaz. Tabi ki, bu gerçeklik, birleşmeyi zorlama, ayrılıkları eleştirme hakkını ortadan kaldırmaz.

Türkiye'deki “sol neden birleşemiyor” ya da “sol'da birlik” gibi tartışmalar, daha çok da “sol”u reformize etme, düzen içine hapsetme gibi amaçlarla yapılmaktadır. Bir kısmı, “sol”u ulusalcılığa çekmeye çalışırken, bir kısım “sol” liberal anlayışlarda, “sol”u kendi politik ve ideolojik bağlamından koparmayı “gerçek sol” olarak kitlelere sunuyor. Bu tür yaklaşımlar, sosyalist mücadelenin bittiğine inana liberal anlayışlardır. Bunlara karşı tavizsiz mücadele verilmelidir.

 

Kendini “sol-sosyalist” diye tanımlayan bazı kesimlerdeki (esasta reformist), beklenti ise,Yunanistan'daki Sryza, Almanya'daki küçük burjuva yapılanma reformist Die Linke (Sol Parti) gibi güçlenip hükümete gelemiyorlar. Sryza, sol sosyal demokratlar (reformistler), troçkistler, kendine komünist ve maoist olarak adlandıran irili ufaklı, ama esas ağırlığı “demokratik sosyalizm” savunusu yapan kesim oluşturuyordu. Programı ise reformist içerikliydi. İktidara geldikten sonra, kendi reformist programını devre dışı bırakıp AB emperyalistlerin baskılarına direnemeyip, uluslararası emperyalist tekelerin burjuva (kemer sıkma) programını harfiyen uyguladı ve kitlelerin tepkisini çekti ve sonunda iktidarı kaybetti.

 Almanya'daki Die Linke'de önceleri eski Doğu Almanya'da yer alan eyaletlerde güçlüydü ve eyalet hükümetlerinde yer alıyordu. Eyalet hükümetlerinde yer aldığı sürece, burjuva partilerin programnın uygulanmasına ortaklık etmiştir. Bu da, kitlelerin ondan uzaklaşmasını getirmiştir. Bu adı geçen partiler gerçek anlamda sosyalist değil, 1960-70'lerin Sosyal Demokrat Partileri gibi programlara sahiptir. Kapitalizmle hesaplaşma gibi bir girişimleri ve istekleri olmadı.

 

DEM Parti birleşenleri içinde kendine “sosyalist”, “komünist”, “ML” diyen örgüt ve partiler olmasına karşın, reformist bir programa sahiptir. Yani, hükümete geldiğinde, kapitalist sistemin bazı yanlarını torpülemenin ötesine gidemeyecektir. Genel çerçevesi, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, geliştirilmesi, sömürünün azaltılması, doğanın korunması, Kürtler üzerindeki ezen ulus baskısına son verilmesi, ve “barış” gibi hedefleri vardır. Genel anlamda, anti-emperyalist, anti-faşist reformist bir programa sahiptir. Kapitalist sistemi var eden “ücretli kölelik” olarak adlandırılan ücretli işgücü sistemini ortadan kaldırmayı hedeflemiyor. Bunu hedeflemeyen bir program sosyalist olamaz.

 

Türkiye'de sosyal şovenist düşünce yapısına sahip örgüt ve partiler esasta Kürt ulusal hareketi ve buna yakın anlayışta olan örgüt ve partilerden uzak duruyorlar. Örneğin, Sol Parti, CHP ile birlikte olmak ya da onun listesinden belediye ya da millet vekilliği için aday olabilirken, DEM Parti ile böyle bir ilişki içine girmekten uzak duruyor. Ulusalcı TKP de, demokrasi mücadelesi veren legal Kürt parti ve örgütlerinden uzak durmaya özellikle dikkat ediyor. TUSAŞ olayını kınıyor, burada ölenler için başsağlığı mesajı yayınlıyor, aynı gece Türk devletinin bombalarıyla ölen Rojavalı çocuklar ve halktan insanlar için başsağlığı mesajı bir yana, bu katliamı kınamaktan özellikle kaçınıyor. Bu da onu, ezen ulus egemen sınıfın devleti yanında “yurtseverlik” gösterisi sergilediğini net olarak göstermeye yetiyor. Rojava'nın Türk devletinin “Filistini” olduğu gerçeğini göremeyecek kadar sosyal şovenizm bataklığına batmış bir siyasal yapılanmanın adı dışında komünist bir nitelik taşımıyacağı bir gerçektir.

 

Oysa, Türkiye'de, genel anlamda burjuva anlamda dahi olsa demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinde DEM Parti ile birlikte hareket etmemek, faşist iktidarın istemlerine boyun eğmek olurken, ezen ulus şovenizmin savunuculuğunu yapmaktır. En asgarisinden demokratik hak ve özgürlüklerden yana olanların, bu uğurda mücadele eden güçlerle birlikte hareket etmemesi (eylem birliği ya da ittifak şeklinde) işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesine zarar verir.

Nasıl Bir Birlik?

Her örgütlenme bir ihtiyaçtan doğduğu gibi, toplumsal gelişmeler de birlikleri zaman zaman “aynıların aynı yerde olması” prensibini daha acil olarak dayatır. Çünkü soyut bir birlik olamaz. Toplumdaki somut gelişmelere göre birlikler oluşur ve oluşturulmalıdır. Yani, özellikle komünist ve devrimci parti ve örgütlerin birliği işçi sınıfın mücadelesinin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Ve birlikler, sınıf mücadelesinin gelişmesine hizmet etmelidir.

Komünistlerin örgütsel birliği, sosyalizm mücadelesi için “yüce bir birlik” dense yeridir. Çünkü işçi sınıfının komünizm davası, insanlığın kurtuluş davasıdır. Bu bağlamda yücedir. Komünistler arasında, dünya görüşü açısından komünist olmalarına karşın bazı yorumlama ve bakış açılarındaki farklılıklar nedeniyle siyasal ve teorik ayrımlar olabilir. Ama, buna rağmen MLM dünya görüşü açısından bir yakınlık ve benzerlik olabilir.

Bu tür partiler, eğer aralarında ideolojik aynılık varsa, iradi ve yoğun tartışmalarla kendi aralarındaki ilkesel olmayan farklılıkları giderebilirler. Tabi, burada, bu örgütlerin yönetici kesimlerinin bu konuda samimi olmaları, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma iradesinde kararlı olmaları, daha doğrusu iktidar perspektifine sahip olmaları halinde, birleşmenin önündeki programsal ve örgütsel farklıklarda, proleter tartışma kültürü ışığında aşılıp, birlik gerçekleştirilebilir.

“Birlik” adına, oportünist uzlaşmacı, ciddi ideolojik ve teorik farklılıkları görmezden gelerek, salt “birlik olsun da ne olursa olsun” anlayışıyla hareket edilirse, elbette bu birlik, derin çelişmeleri de beraberinde getirir ve daha yıkıcı/yıpratıcı bir ayrılığa neden olabilir. Komünistlerin örgütsel birliğine bir eylem birliği olarak yaklaşılamaz. Program ve tüzük üzerinde anlaşılan, dünya görüşü konusunda farklı tereddüt ve ayrım yaşanmayan tam bir örgütsel birlik olmalıdır.

Birleşmek isteyenler, birlik sorunun canlı bir şekilde gündemde tutanlar, kendi aralarındaki tüm farklılıkları derinlemesine tartışmalıdır. Bu tartışmaya, birleşmek isteyen örgütlerin üyesinden en ileri tabanına kadar aktif olarak tartışmaya katılmaları sağlanmalıdır.

 

Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da kendini Marksist-Leninist (ML), Marksist-Leninist-Maoist (MLM) olarak adlandıran partiler var. Bunlar dışında sosyal şovenist TKP gibi ulusalcı “komünist(!)” partiler de var. Sosyalizm ve komünizm mücadelesinde kararlı ve ciddi olan partiler, “aynıların aynı yerde olması” prensibi gereği, iradi olarak başta her alanda eylem birlikteliklerini sıklaştırıp canlı tutarken, aynı zamanda örgütsel birlik içinde çaba harcamaları gerekir. Bunun yolu; proleter devrimci tartışma külütürü içinde, canlı siyasal tartışma ortamının sağlanmasından geçer. Kendine komünist diyen siyasi parti ve örgütler ne yazık ki, uzun bir zamandır birbirini eleştirmediği bir gerçektir. Bu suskunluk ya da duyarsızlık oprtünizmle uzalşama analyışının ta kendisidir.

Teorik ve politik canlı bir tartışmanın olmadığı yerde, işçi sınıfı içindeki sınıf bilinçli örgütlenme de gelişemez………………..7.11.2024

1Stefan Engel, İşçi Hareketi İçinde Düşünce Tarzı İçin Mücadele, sf. 130, Verlag Neuer Weg, 2001 Türkçe Basım

2https://www.yargitaycb.gov.tr/item/1093/siyasi-parti-genel-bilgileri

3https://de.wikipedia.org/wiki/Liste_der_politischen_Parteien_in_Deutschland

4https://demokrasiicinbirlik.com/hakkimizda/

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)