23 Nisan 2025 Çarşamba

KIZILBAŞLAR VE DOĞRUDAN DEMOKRASİ _Mehmet Akkaya

Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, 17. Olağan Genel Kurulu'nu Ankara'da Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde gerçekleştirdi (19-20 Nisan 2025). 

Haftasonu düzenlenen kongre, başta örgüt, tartışma kültürü ve demokrasi anlayışımız olmak üzere pekçok açıdan öğretici pratikler de ortaya çıkardı.

 

Her şeyden evvel, Kızılbaşların dayandığı tarihsel kaynaklar olan "klan demokrasisi" anlayışından epeyce uzaklaşıldığını işaret etmiş oldu. 

Kongreden günler önce, Cuma Erçe ve Hüseyin Güzelgül şansında iki çevrenin yarışacağı biliniyordu.

 

Ama toplantıda Aleviler ve ezilenler için bu denli moral bozucu sahnelerin yaşanacağı pek de düşünülmüyordu.

 

Moral bozucu sahneler derken tartışma yöntemindeki kabalık, dil ve usluptaki nezaket yoksunluğu, divanı zorda bırakma, kürsüyü işgal girişimi, "genel irade"yi yok sayma, kendini dayatma, gücünü fazla gösterme, bunun için şiddet eğilimi içine girme, sonuçta salonu terk etme gibi davranışlar ilk aklıma gelenler.

 Şaşırdım mı peki?

Hayır.

 Çünkü netice itibariyle sınıflı bir toplumda, feodalizm ve sermayecilik çağında yaşıyoruz. Bundan eşitlikçi topluluklar ve ezilenler de payını alıyor.

Kapitalizm ideolojisi, yalnız proletarya ve emekçi sınıfların değil ezilenlerin, bizim örneğimizde olduğu gibi Kızılbaşlar'ın da doğasını bozacak şekilde zihinlere sızıyor. Dolayısıyla Marksist terminoloji ile söylersek, emeğin emekle çatışması gibi ezilenlerin ezilenlerle çatışması da büyük bir sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.

 Devrimci - Demokratik Çizgi

 Büyük anlatı içinden bakarak şunu söyleyebilirim ki, sömürü, zulüm ve savaşa dayalı beş - on bin yıllık, adına modern, uygar dedikleri bu sınıflı uygarlık yıkılmadıkça doğrudan demokrasinin (eşitlikçi toplum) kurulması mümkün olmayacaktır. Bu temalar açısından coğrafyamız ve ülkemiz hareketli bir görünüş ortaya koymaktadır.

 Kimliksel taleplerin öne çıkması, sınıfsal talepleri gölgeler gibi algılansa da gerçeklik biraz farklıdır. Zira son zamanlardaki konjonktürel dalgalanmakarı saymazsak Kürt hareketi ve bilhassa Pir Sultan örgütlülüğü bağlamında Alevi hareketinin devrimci - demokratik çizgide var olduğunun altını çizmek gerekiyor.

 Ezilenler ve Toplumsal Sorumluluk

 Son 20 - 30 yıldır ülkemizin politik, entelektüel dünyasında sınıf dinamiklerine ek olarak ezilen ulus (Kürtler) ve ezilen inanç toplulukları da (Aleviler / Kızılbaşlar) epeyce kendini gösterir oldu. Ezilenler, kendini gösterirken içerdikleri demokrasi anlayışı, politik tavır, etik ve estetik anlayışları da görünür oluyor. Aynı zamanda bu iki ezilen hareketin, bilim - düşün insanları ve aydınlar için bir çekim merkezi oluşturduğu da bir gerçek.

 Ben de birkaç yıldır, toplumsal sorumluluk gereği, ayrıca yakın çevrenin önerisi ve bir tür talebi üzerine Alevi kurumlarına angaje olmuş durumdayım. Alt kongreler sürecinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Güngören Şube'den (İstanbul) delege olarak seçilen birisi olduğum için Ankara'daki kongreye ben de eşlik etmek durumunda kaldım.

 Bir Bir'den Büyüktür!

Benim felsefemde her zaman bir, birden büyüktür. Bu nedenle Pir Sultan kongresi benim için yalnızca bir kongre değil, sadece bir seçim değil, yalnızca Kızılbaşlar değil, yalnızca ezilenler değil, yalnızca Türkiye ve Kürdistan değildir. Daha fazlasıdır.

 

Çünkü diyalektiğin, Alevi kültüründeki karşılığı Vahdeti vücuttur, o da birlikte çokluk ve çoklukta birlik anlamına gelir. Bu yüzden salonda kalanlar da salonu terkedenler de öz de aynıdır. Nihayetinde salondan ayrılmak, kongreden ve örgütten ayrılmak anlamına gelmez. Gelmemesi gerekir. Ne var ki ezenler, ezilenlerin dağınıklığını fırsata çevirip ayrılığı kışkırtarak derinleştirmek ister. Buna karşı, iki çizgi mücadelesi anlayışıyla tavır almak elzemdir. Aksi halde biçimsel, geçici karşıtlıklar antagonist hale getirilir.

Azınlığa Ayrıcalık Tanımak

Terkçilerin, yani salondan ayrılan arkadaşların zayıf ve güçsüz kanadı temsil ettikleri, kongre öncesinden de kongre sırasında da biliniyordu. En azından, bana verilen bilgilerden çıkardığım sonuç böyleydi. Azınlık grubun, ayrılıkçı bir eğilime girecekleri, oyun bozan bir tutum içinde olacakları da kongrenin ilk gününden işaretini vermişti. Benim de taraftarı olduğum çoğunluk grup, uygun yöntemler bularak azgınlığı salonda tutmanın bir yolunu bulmalıydı. Bu yol maalesef bulunamadı, denenmedi bile!

 Kongre boyunca rekabete ve karşılıklı atışmalara dönüştü iş. Kendi yetersizliğini aşamayan zayıf grupların, halk içinde bile şiddet eğilimi taşıdıkları çok sayıda örnekten dolayı biliniyor. Azınlık grupların, sosyal - psikolojik arkaplanı budur.

 Bu durum dikkate alınarak terkçilere pozitif ayrımcılık yapılabilirdi.

 Örneğin daha fazla söz hakkı verilebilirdi.

 Temsili demokrasilerde bile azınlığın birtakım hakları olması gerektiği ileri sürülür. Yani alttan alınarak, azınlığın birliğe bağlanması sağlanabilirdi. Olmadı!

 Kongre ve Kadınların Yoğunluğu

 Kongre, kuşkusuz ki iki grubun çekişmesinden ibaret değildi. Türkiye - Kürdistan toplumunu yansıtan hatta dünyayı imleyen bir niteliğe de sahipti denilebilir. Belki de küçük bir evrendi. Genç yaşlı, kadın erkek binlerce insan bir araya gelmiştik. Kadınların yoğunluğu dikkat çekiciydi. Konuşmalarda ilk sırayı Suriye'de Kızılbaşlara yönelik yapılan saldırı ve katliamların lanetlenmesi aldı. Şehitler pekçok bağlamda anıldı. Kızılbaşların mücadele tarihi selamlandı. Alevilerin inançsal talepleri de sıklıkla vurgulandı.

 

En çok dikkatimi çeken ise devlet ve Aleviler arasındaki ilişkilerin durumu oldu. Devletin Alevi toplumunu, Kültür Bakanlığı'na bağlama anlayışı sıklıkla mahkum edildi. Merak edenler için söylüyorum. Genel Kurul, Türkiye genelinde 75 şubeden 750 civarı delegenin katılımıyla toplanmış oldu. Yaklaşık 200 delegenin salondan ayrıldığını düşünürsek tek listeden ibaret seçimde Cuma Erçe ve dostları 500 civarı delegenin oyunu almış aldı. Detaylara girmeden söylüyorum. Başkan ve yönetime giren arkadaşlara başarı dileklerimi iletiyorum.

 

Pir Sultan Derneklerinin Özgünlüğü

 

Angaje olduğum için mi, yoksa gerçek durum böyle midir, emin olmasam da gördüğüm kadarıyla Alevi / Kızılbaş kurumları içinde en dinamik kurum Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'dir. Kızılbaş kültürü yanlızca bir din ve inanç olarak değil daha geniş çerçeveli bir gelenek olarak görülüyor. Bilime, felsefeye, aydınlığa, eşitliğe, bireye, özgürlüğe sıklıkla atıf yapılması, bu genişlik ve derinlikle ilgili olsa gerek.

 

Tartışma, fikir teatisi, eleştiri, itiraz mantığı da, kültürün genelliği ve derinliğiyle alakalıdır.

 

İki slogan belirgindi:

 

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz.

 

İkinci olarak da:

 

Faşizme karşı omuz omuza!

 

Salonun terk edilmesi, negatif bir atmosfer yaratsa da tartışmalı ortamları, bilhassa düzeyli tartışmaların olduğu mekan ve platformlara yakınlık duyduğum bilinir. Ne var ki salondaki azınlığın, divanı anti demokratik olmakla itham edip suçlaması gerçekleri yansıtmıyor.

 

Kapitalizm İdeolojisi ve Kızılbaşlar

 

Kongrede sıklıkla tanık olduğum düzeysiz tartışmaların kaynağını da mercek altına almak gerekiyor. Böyle bir araştırma bizi sınıflı toplumların varlığına götürür. En aşırı örneğini verirsek, kapitalizm kendi suretinde Kızılbaşlar yaratıyor diyebiliriz.

 

 Birçok konuşmacının, hırsından, tutkusundan, rekabet duygusundan, şiddet dilinden bunu anlamak mümkündür. Bu olumsuz duygu durumlarının, hakim sınıf ideolojisi olarak burjuva toplumlarından geldiği bellidir. Aleviler ve komünistler için en karanlık, gerici ve tutucu ideolojinin burjuva sınıfından geldiği kanaatindeyim.

 

Kızılbaş kültürü, ancak burjuva toplumu ve kapitalist ilişkilerinden arındığı oranda özünü, eşitlikçi komünal değerleri ve doğrudan demokrasiyi tesis edebilir.

 

Kişisel Dostluklar, Arkadaşlar

 

Dedim ya, katıldığım her etkinlik, benim için kendisinden daha fazla bir değer taşır. Ortamın genel görüntüsünü çıkarıp mikro alanlara projeksiyon tutmaya çalışırım. Kişisel dost ve arkadaşlıkları merkeze koyduğum için ortamdaki tanıdıklarla görüşmek de bunlar arasındadır. Ayrıca yeni insanlar tanımak da söz konusu oluyor.

 

Alevi aktivisti ve hukukçu Ali Yıldırım, Hasgül, sosyal ve politik aktivist Songül Tunçdemir, hemşehrim Sadık Yıldırım, Akçadağ - Ören'den Aliseydi, Erdoğan, Kartal'dan Kasım ve ayrıca onlarca Alevi aktivisti dost, arkadaş ile de kısa süreli diyaloglarımız oldu.

 

 Genel Kurulu kimin kazandığı kadar kişisel dostluk ilişkilerini de, bu türden buluşmaların bir bileşeni olarak düşünmek gerekiyor. Bu diyaloglar, ortamın yerel kısmına tekabül ederken salondaki sloganlar da ortamı evrensele bağlayan bir boyut olarak not edilmelidir.

Sistemin Kızılbaşları Kuşatması

 

Kongreden çıkartılacak dersler muhteliftir. Tartışmalar, karşıt görüşlerin bir arada bulunması, barışçıl yollarla mücadele, doğal ve meşrudur. Bunlar, kültürel ve demokratik zenginlik getirir. Pir Sultan örgütlülüğü dışındaki ana akım Kızılbaş kurumlarında vakıflaşma nedeniyle örgüt içi demokratik mücadelenin yollarının her geçen gün kapanmaya yüz tuttuğu tartışmaları eksik olmuyor. Buna göre Alevi kurumlarında, önlem alınmazsa belli bir bürokrasinin oluşacağı ve bunun da Kızılbaş kültürünü kendi eşitlikçi doğasına yabancılaştıracağı ileri sürülebilir. Bu da özgür ve gönüllü gelenekler yanında doğrudan demokrasi düşüncesinin son bulması demektir.

 

Dernek, örgüt, vakıf toplantıları, kongre buluşmaları, üye kabulü, delege, Başkan, yönetim kurulu gibi birimlerin varlığı ve bunların giderek kurumsallaşması, Kızılbaşları kuşatıp sistemin bir parçası haline getirebilir. Böyle olursa Kızılbaşların mücadele tarihinin, bundan sonra kongre, vakıflaşma, bürokratlaşma ve örgüt içi mücadelelerin tarihi haline gelmesi kaçınılmaz olur. Kanaatimce Alevi kurumları içinde devrimci - demokratik çizgi açısından en makul pozisyonda bulunan Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'dir. Burada bile böyle bir gidişat söz konusu ise sisteme entegre eğilimi taşıyan Alevi örgütlerinin durumunu varın siz düşünün.

 

Yol'a Devam Eden Kazanıyor

 

Pir Sultan'dan birkaç kez yapılan alıntıda da olduğu gibi bozuk düzende düzgün yaşamak mümkün değildir. Bu yüzden de Alevilerin sorunu, diğer dinlerde olduğu gibi kabaca bir ibadet meselesi değil, bozuk dünyanın düzeltilmesi ve değiştirilmesi sorunudur. Bunu gerçekleştirmek üzere günümüz koşullarında binlerce insanın başkentte bir araya gelmesi ve direnç göstermesi anlamlıdır.

 

Mücadele pratikleri gösteriyor ki, ortamdan ayrılanlar kaybediyor, kalan, geleneklere bağlanan ve yola devam edenler kazanıyor.

 

Bu yüzden de salonda Baba İlyaslar ve Şeyh Bedreddinler'den gelip Seyyit Rızalar'a bağlanmak gerektiği vurgusu anlamlı olmuştur. Keza söylemlere damgasını vuran Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Kaypakkaya, Mazlum Doğan yanında Maraş ve Sivas şehitlerine referans verilmesi de yolun niteliğini göstermesi bakımından öğretici olmuştur.

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)