30 Temmuz 2025 Çarşamba

Devletin Silahlarının Gölgesinde „Terörsüz Türkiye“ Masalı- Yusuf Köse-24Temmuz2025

 

PKK’nin silah bırkacağını açıklamasının ve sembolik silah yakma olayından sonra, bir çok küçük burjuva reformist ve burjuva liberalleri arasında, devletin artık „terör“ü gerekçe göstererek, anti-demokratik ve baskıcı davaranamayacağını ileri sürenler oldu.

 „Silahlar susarsa demokrasinin yolu açılır“ gibi, kapitalist toplumsal gerçekliğinden ve devlete egemen olan tekelci burjuva diktatörlüğü ve gericiliği yok sayılarak bu tür görüşler ileri sürülebiliyor.

 Her şeyden önce ülkede „demokrasi“ yoksa, bu PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla oluşmadığı bir gerçektir. Sorun, PKK’nin silah bırakması değil, devletin silah bırakması gerekir. Öncelikle bu istenmeli ve bu vurgulanmaldır. PKK’nin ya da devrimcilerin silah bırakması değil, devletin silah bırkması için mücadele verilmelidir. Burjuva devleti tepeden tırnağa kadar silahlı olduğu gibi, silahlı örgütlenmesini yukarıdan aşağıya (ordu, polis, bekçi, korucu, paramiliter güçler vs.) yagınlaştırmıştır.

 Türl devleti, kuruluşundan beri, işçi sınıfına, emekçilere, azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı ceberrut bir devletti. Bu, bir niyet sorunu değil, burjuva develtinin en karakteristik özelliğidir.

 Türk devletini tanımayanlar da sanırı ki, Türkiye’de PKK’den önce de demokrasi „varmış“. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla „demokrasi“ rafa kaldırılmış(!) Bazı geçici kısa dönemler hariç.Türk devleti, burjuva anlamda, hiç bir zaman bir demokrasiye sahip olmadı.

 Ayrıca belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal hareketinin savaşının uzun sürmesini, Türk devleti istemiştir. Asgari çözümlere dahi yanaşmamıştır. Kürt Ulusal Hareketi defalarca tek taraflı „ateşkes“ ilan etmiş, barış görüşmelerine samimi olarak yaklaşmış, ancak Türk devleti, her seferinde, „barış“ değil, teslimiyet istemiştir. Yani, Kürt ulusunun en asgari ulusal demokratik haklarını tanımak istememiştir. İnsanlar kendi ana dili Kürtçeyi konuştuğu için ya tutuklanmış ya linç edilmiş ve hatta katledilmiştir. Kürt belediyelerine el konulmuş, siyasetçileri esir alınmıştır. 

Güncel „silah bırakma“ olayı da tek taraflıdır. Devletin verdiği bir taviz, daha ortada yoktur. Bu konuda, devletin ağzından Kürtlerin ulusal demokratik hakları lehine olumlu tek bir kelime daha çıkmamıştır. Türk devlet yetkilileri, Kürt sorununu Kürtlerin en doğal hakları olan ulusal demokratik haklarının içeren bir sorun değil, „terör sorunu“ olarak ele almışlar ve almaya devam ediyorlar.

 Türk devleti, kuruluşunun hemen akabinden beri Kürt ulusunu varlığını inkar ede gelmiştir. Burjuva muhalefet partisi CHP lideri Ö. Özel’in övmekten sesinin kısıldığı TC süreci, bugünü aratan süreçlerden farklı değildi ve bir kıyaslama yapılacaksa bugünden daha baskıcıydı. 1925-1945 arası yarı-askeri faşist diktatörlüğü (ki, bu süreç tek parti faşist diktatörlüğü hakimdi ve ilerici partiler yasak olduğu gibi, devlet partisi CHP dışında, diğer burjuva partileri de yasaktı) saymasak bile, DP dönemi de aynı şekildeydi. 

Bunların dışında 1960, 1971, 1980 askeri cunta dönemlerinde olduğu gibi yıllarca işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde uygulanan aşırı sömürü ve baskı ve Kürt ulusu üzerinde estirilen asimilasyon ve inkar politikalarını görmezden gelmek, büyük bir burjuva aymazlığı ve riyakarlığıdır.

 Hakları gasp edilen, sömürülen ve ağır baskı koşullarında yaşamaya mecbur edilen işçi sınıfı ve emekçilerdir. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri katliamlara, asimilasyona ve her türlü ulusal hakları gasp edilen ve hatta uzun bir dönem inkar edilen Kürt ulusuydu. Ezilenlerin ezenlere karşı silahlı olması, kötü değil, toplumsal çelişmelerin çözümü ve gelişimi için iyi bir şeydir. Bu, gerici zora karşı devrimci zorun diyalektiğidir. Burjuva devletininin (ki bu devlet, bir avuç tekelci burjuvazinin diktatörlük aracıdır) silahlanmasını, onun doğal bir hakkı görenler, işçi sınıfı ve emekçilerin ve ezilen uluslaraın silahlanmasını „terör“ olarak nitelemeleri, açık bir riyakarlıktır. Oysa, ezilen yığınların (ezilen uluslarda dahil) kendilerini silahlı ezenlere karşı silahlanmaları, kaçınılmaz ve bu onların en doğal demokratik haklarıdır.

 Burjuva devletinin silahlanmasına karşı çıkmayıp, sadece işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen uluslardan halkların silahlanmasına karşı çıkanlar demokrat olamaz. Silahlanmayı burjuva devletin temel hakkı görenlerin demokratlığı, iki yüzlü burjuva sahtekarlığıdır. Bu açık bir halk düşmanlığıdır. Işçi sınıfından yana bir tavır değil, tekelci burjuvazinin soygun diktatörlüğünün sürmesini istemektir.

 Kapitalist-emperyalist sistem içinde kalıcı bir „barış“ olmayacağı gibi, silahların ebediyen susması da gerçekci değildir. Çünkü kapitalist-emperyalist sistem işçi sınıfının artı-değerine zorla el koyma ve aşırı sömürü üzerine varlığını sürdürür. Yani, kapitalizm, savaşları ve eşitsizliği sürekli üreten ve artan ölçüde geliştiren bir sistemdir. Böyle bir sistem, savaşlar olmadan yaşayamaz. Sermayenin büyümesi ve merkezileşmesinin artmasına koşut olarak saldırganlığı artar. Bugün içinde bulunuduğumuz koşullar böyledir ve bütün emperyalist devletler, aşırı silahlanarak emperyalist bir savaşa hazırlanmaktadır. Emperyalist Türk devleti de bu sürecin içindedir.

 Emperyalist Türk devleti, PKK’nin silah bırakmasını, ülke içinde işçi ve emekçilerin (ve ezilen ulsuların) lehine demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek için değil, kendi emperyalist çıkarları ve faşist-islamcı iktidarını daha da pekiştirmek için istemektedir. Bölgede etkinliğini geliştirmek ve yayılmacılığını pekiştirmeyi amaçlıyor. 

Bu nedenle, „Kürtlerin hamisi biziz“ gevelemesini sık sık tekraralıyor. Buradan hareketle, silahların tek yanlı bırakılması, silahlanmayı kaçınılmaz olarak yaratan toplumsal çelişmeleri ortadan kaldırmayacaktır. Belki, bir süre, geçici olarak tek yanlı „silahların susmasını“ getirecektir. Ama, esas olarak, iktidardaki silahlı tekelci burjuva sınıfının diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı savaşımını ortadan kaldırmayacaktır. Tersine, kapitalist çürümenin artışına bağlı olarak bu süreç daha erken bir zamanda ortaya çıkacaktır.

 Ezilen Ulus Hareketlerinin Çıkmazı

 Ayrıca, belirtmek gerekir ki; Kürt ulusal sorunu demokratik bir sorundur. Özgürce çözülmesi ancak ve ancak Kürt ulusunun kendi özgür iradesiyle olabilir. Bunun anlamı, Kürt ulusu özgürce ayrılma ya da birlikte kalma hakkını kullanmaya sahip olmalıdır. Bu gerçekleşmeden Kürt ulusal sorunu çözülemez. Bugün geçici olarak gerileyebilir, ama yarın yendien ortaya çıkacaktır. 

Yani, bu sorun hep varolacaktır. Öcalan’ın, Türk devleti ile ortaklaşan politikalarıyla, varolan temel bir toplumsal sorun ortadan kalkmaz. Öcalan kaba bir idalist olduğu için, var olan toplumsal bir gerçekliği yok sayınca yok olacağını düşünüyor. Materyalist Diyalektik soyut değil, somut gerçeklikten hareket eder.

 Günümüzde ezilen ulus hareketleri hala ilerici özelliklerini bütünüyle kaybetmese de, ulusal nitelikleri gereği emperyalizmle uzalaşıcıdırlar. Ve özellikle de Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip olmadıkları, sosyalizm perspektifiyle harket etmedikleri için, ulusal özgürlüklerini gerçek anlamda kazanma şansları yoktur. Öcalan önderliğindeki PKK’nin geldiği son nokta bunun yalın bir göstergesidir. Sorun silahları -daha ileri gidemiyordu- yakma-bırakma değil, Kürt ulusal haklarından ezen (Türk) ulus lehine vazgeçme politikasına evrilmesidir. 

En azından yakın bir örnek olarak bügünün Irak (Güney) Kürdistan bölgesi, uluslararası emperyalist sermayenin cenneti haline gelmiştir. Feder Kürt yönetimini elinde bulunduranlarda birer tekel sahipleridir. Güney Kürdistan’ın ulusal burjuvazisi zenginleşirken, ulusal savaşta peşmerge olarak ölenlerin geride kalanları işçileşerek ve ağır sömürü ve baskı koşulları altında yoksullaşmıştır.

 

Bu gerçekler, 

ezilen ulus proletaryasının ve emekçilerinin çıkarı, ezen ulsu paroletaryası ve emekçilerinin ortaklaştığını ve sosyalizm için birlikte mücadele etmeleri gerekliliğini bir kere daha göstermiştir. Çünkü ezilen ulus burjuvazisi önderliğinde bir mücadele, ezilen ulus işçi ve emekçilerini gerçek toplumsal kurtuluşa götürmez.

 Ulusal sorunların çözümü, emperyalist sistem içinde gerçek anlamda çözülemez. Bütün dünyada işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi başarıya ulaştığında, gerçekten o zaman, sadece o zaman, silahların hepsi teredütsüz yakılacak ve gerçek barış gelecektir. Çünkü artık silahlara gereksinim olmayacaktır, insanlık yaşamını sürdürmek için ürettiği her şey, doğayla uyum içinde, yaşamını çok yönlü zenginleştirmek için gerçekleşecektir. 

 24 Temmuz 2025 Perşembe

28 Temmuz 2025 Pazartesi

BİR İŞKENCEHANE OLARAK SANSARYAN HAN VE SÜLEYMAN CİHAN!_H_Gündoğan

 


Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı: 

 “Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930 yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]

 Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün, sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir. 

Bu kararın özel önemi; TC. Devleti’nin doğrudan zorbalığının, gaspçılığının, azınlıkların sermaye ve mülklerine çökmesinin, kendisi de bir devlet kurumu olan Anayasa Mahkemesince, tescillenmiş olmasındadır. 

 Denilebilir ki; asla tekil bir örnek olmamakla birlikte, ama yine de Sansaryan Han’ın ‘özel öyküsü’, TC.  Devleti’nin neme nem bir öz karaktere sahip olduğunun da çarpıcı bir örneğidir. Hiçbir hak-hukuk tanımadan, “fakir öğrencilerin eğitim masraflarının karşılanması” hizmeti gören bir vakıf malına, hiçbir vicdani değer taşımadan, el koyup gasp edeceksin ve sonrada burayı devletin resmi işkence hanesi olarak, “devletin bekası” ‘ulvi amacı’nın hizmetine sunacaksın!.. 

 İşte budur, kuruluşundan itibaren kesintisiz bir şekilde devam edegelen bu zorba, bu kan emici faşist devletin öz karakteri!.. 

 Anayasa Mahkemesi, aldığı bu kararla bunu, “resmi ağız”dan da itiraf ederek, onaylamış oluyor. Bu bakımdan da ayrıca bir önem taşır. 

 İnternette, “Sansaryan Han” yazıp, kısa bir arama yaptığınızda, karşınıza şu tür başlık ve yorumlar çıkıyor: 

 - “Adı işkencelerle anılan Sansaryan Han...” 

- “...Ünlü Sansaryan Han(….) sonraları MİT tarafından kullanılmış, işkence denince akla gelen isim olmuştur.” 

- “El konduktan sonra yıllarca İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullannılan tarihi Sansaryan Han, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Ruhi Su, Hikmet Kıvılcımlı, Aziz Nesin, Mihri Belli (ve elbette Sevim Kalkavan Belli bn.), Deniz Gezmiş, Vedat Türkali’nin de, Alparslan Türkeş’in de işkence gördüğü ‘tabutluk’larıyla tanındı...” 

- “Atilla İlhan ise, ‘Tutuklunun Günlüğü’ şiirinde Sansaryan Han’ı şöyle anlatıyor: 

 

“... / Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında/ didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Han’ında/ küflenir suyun bir bakır çalığı birikir ağzında/ kendini öldürmeyi belki bin kere tasarlarsında/ bir kere aklından geçmez bitirmeden ölmek şarkıyı.”

 

Evet, nasıl ki şarkıyı bitirmeden ölmek aklımızdan geçmezse; Anayasa Mahkemesi’nin kararına atfen gazetenin başlığında kullandığı “Sansaryan Han için tarihi karar” ifadesinin de aslında nihai ‘son söz’ olmadığını, bunun sadece, “mülkiyet hakkının ihlali” ile sınırlı bir karar olduğunu, Sansaryan Han’ın gerçek öyküsünün itinayla es geçildiğinin; sorulması gereken bu esas hesabın sorulmadığı bir kararın da asla “tarihi bir karar” olamayacağını aklımızdan çıkarmayacağız. Ve ancak bu hesap sorulduğunda, Sansaryan Han’a ilişkin, “tarihi karar” hükmü kurulmuş olabilecektir. 

 Ve o zaman geniş kamuoyu da bilecek ki; Sansaryan Han işkence hanesinde sadece yukarıda isimleri anılan, kamuoyunca yakinen bilinip tanınan öne çıkmış siyasetçi, sanatçı ve devrimci/solcu kimi şahsiyetlere işkence yapılmamıştır; binlerce, evet binlerce muhalife, binlerce emekçiye, binlerce sol-sosyalist-komünist devrimciye ve hatta yüzbinlerce ‘adli vaka’ zanlısı kişiye günlerce, haftalarca ve bazen aylarca süren hunharca/gaddarca işkenceler hep yapıla geldi. Yüzlercesi sakat bırakıldı ve onlarcası da işkencelerle, bir şekilde katledildi... Bunların hesabı sorulmadan; Sansaryan Han işkence hanesi, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı söz konusu kararla da, ‘beş yıldızlı otel’ olarak yaftalamasıyla da, o kanlı-irinli ‘ünlü tarih’i geçmişinden asla yakasını sıyıramayacaktır. 

 

Bugüne değin, Sansaryan Han’da yapılan işkencelere dair anlatımlar, esasen, 1975 öncesi döneme dairdir. Oysa, özellikle de 1980 Askeri Faşist Darbesiyle birlikte burası, daha uzun yıllar, devletin aktif bir resmi işkence merkezi olarak kullanılmaya devam edildi. Bu süreçte yapılan işkence ve işlenen cinayetler, es geçilemeyecek kadar önem arz eder Sansaryan Han işkence hanesi tarihinin anlatılmasında. 

 

Sansaryan Han işkence hanesi tarihinde işlenen ilk siyasi cinayet de işte bu süreçte işlendi: SÜLEYMAN CİHAN’ dı katledilen... Yıl 1981... Aylardan Temmuz... İşkence hanenin müdürü ise; şu meşhur “bin tuğla”cı Mehmet Ağar’dı. 

 

Süleyman Cihan, TC. Devleti tarafından, haklarında “vur emri” alınarak, duvarlara afişleri yapıştırılan onlarca devrimciden biriydi. Ve o, aynı zamanda, TKP/ML Genel Sekreteri olarak da tutuklama kararıyla aranan biriydi. 

 İşkenceci güruhu saymazsak, Sansaryan Han işkence hanesinde onu sağ olarak gören en son kişi, sanırım benim... 

 ***

 1981 Ocak’ında tutsak edilip, o dönemin en popüler işkence merkezi olan İstanbul Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde, bir ayı kesintisiz olmak üzere, toplamda üç aylık ağır işkencelerden geçirildikten sonra, sırasıyla; Selimiye Kışlası ve Sultanahmet Hapishanesi’nde de şahsıma özel olarak, günlerce süren “hoş geldin” işkencelerine maruz kaldım. Derken, nihayet ben de diğer tutsaklar gibi, ‘normal hapishane yaşamı’na geçebildim. Ancak bu, pek uzun sürmedi; “idarede görüşmen var” denilerek, koğuştan çıkarılıp, kaçırılırcasına bir korsanlıkla; “2.Şube” olarak andığımız Sansaryan Han İşkence merkezine götürüldüm. 

 Bu korsan muamelenin gereği neydi, henüz öğrenememişken; işkence hanenin en üst katına çıkarılıp, küçük boş bir odaya tıkıldım... Odada, ‘mobilya’ adına, sadece kırmızı bir bank ve çelik bir dolap vardı. Banka oturtup, ellerimi ve ayaklarımı yanlara doğru ayırarak, bankın ayaklarına kelepçelediler. Yani dört kelepçeyle, o banka adeta çivilediler bedenimi. Ardından, kanı- irinli çok pis, iğrenç bir bez parçasıyla gözlerimi ve yetinmeyip, aynı şekilde kulaklarımı da kapattılar. 

 

Şok etkisi yaratacak böylesi ‘anormal’ uygulamalarla, besbelliydi ki gözdağı vermek ve galiba birazda eğlenmek istiyorlardı... Bunun ayırdında ve bilincinde olduğumdan ve de düşmanımı, şahsım özelindeki beş aylık fiili uygulamalarından bizzat ve doğrudan tanıdığımdan; tepkisizce öylece duruyordum. 

 Sonra farklı bir hareketlilik başladı. Kafamdan aşağı geçirerek, omuzlarıma bir şey oturttular... Ama nasılda ağır öyle, bedenimi çökertiyor resmen. 

 Öylece kalakaldım... Bir süre sonra vücudumun şişmekte olduğunu, el ve ayak bileklerime gömülen kelepçe demirlerinden hissediyordum. Denir ya; ‘ciğerlerine kadar işleyen”, müthiş bir acı... Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, ama sanırım sabaha karşıydı. Davudi, buyurgan bir ses: 

“Bu da kim lan oğlum? Niye böyle her yerinden bağlı? O devasa battal merdiveni ne diye boynuna geçirdiniz lan oğlum?” (Böylece anladım ki bedenimi çökerten o şey, bir merdivenmiş!)

 “Amirim” diyor biri, ‘resmiyet’ mecburiyetinin gereği olan ‘saygıyla’, “bu, şu meşhur TİKKO’cu Proleter!..” diyerek, amirinin sorularına yanıt vermeye çalışıyor. 

 “Haaa!..” diyor amirleri. “Ama oğlum, Proleter de olsa o, biyolojik bir adam mı ki (artık ne demekse) taktığınız o dört kelepçe yetmiyor da bir de o merdivenle sabitlemişsiniz adamı!.. Derhal kaldırın şu merdiveni... Kelepçeler de bileklerine gömülmüş, kangren mi yapmak istiyorsunuz adamı?.. Çabuk gevşetin şunları!.. Ayaklarındaki kelepçeleri ve kulaklarına bağladığınız o bezi de çıkarın!” dedi ve ekledi:  

 “Bildin mi beni Proleter? ‘İşkenceci/katil polis şefi’ diyerek öldürmek istediğiniz Ahmet Ateşli’yim ben... Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte; bak iyileşip geldim, görevimin başındayım yine... Sen bizim çocukların da kusuruna bakma, tedbiri biraz fazla abartıp, seni hayli sıkıntıya sokmuşlar. Halden anlarsın sen, onlar emir kulu, kendilerine söyleneni yapıyorlar.” dedi.

 (Elbette Ahmet Ateşli’yi gıyabında çok iyi tanıyordum. O, meşhur bir polis amiriydi. Meşhur olmasını, amiri devletin kendisine verdiği ‘kutsal vatani görev’ olan, bir sorgu yöntemi olarak işkenceciliği, çok mahir bir şekilde uygulamasına borçludur. Ve o aynı zamanda, azılı bir anti-komünist olup, birçok devrimcinin katledildiği operasyonların as elemanlarındandı... En son, 1980 ortalarında, İstanbul’da, MLSPB’li devrimcilerin katledilmesinde görev üstlenmişti... MLSPB militanları da meşru misilleme haklarını kullanarak, pusuya düşürüp vurmuşlardı... Yukarı da kast ettiği de buydu.) 

 ‘Kendilerine söyleneni yapanlar’, yine kendilerine söyleneni yaparak; merdiveni, ayaklarıma vurdukları kelepçeyi ve kulak bağını çıkardılar. Ve tabii ki bayağı bir rahatladım... Ahmet Ateşli’nin uygun gördüğü; iki kolumla banka bağlı tutulma ve gözlerimin bağlı olması hali, orada alıkonduğum 37 gün boyunca, değişmeksizin kaldı. Yemek verdiklerin de bile, sadece bir kelepçeyi açıyorlardı. 

 Yazın o kavurucu sıcağında, çoğu kereler ve uzun süreler susuz bıraktılar. Hem de benim için getirdikleri küçük bir bidon su, bankın altında duruyorken; onca seslenmelerime rağmen, gelip de veren olmazdı çoğunlukla. Bir tek, “gözden kaçmış” tek tük sol eğilimli ve demokrat kişilerin nöbetçi oldukları zamanlarda nispeten daha kolay karşılanırdı su ve tuvalet ihtiyacım. 

 Bağlı tutulduğum odayı, işkence yaptıkları odadan sadece ince bir duvar ayırıyordu. Kapıları da birbirine adeta bitişikmişçesine yakındı. Böyle olunca da onlarca insana yapıkları işkencenin, doğrudan “kulak misafiri” pozisyonundaydım: O çığlıklar, o acı acı feryat ve iniltiler, işkencecilerin o galiz küfürleri, adi/aşağılık şakaları, rol yapışları ve yaptıklarından aldıkları haz ile attıkları kahkahaları, insanları aşağılayıcı envai türden iğrençlikleri, adli vakalardan insanların yalvarıp yakarmaları, kimilerinin ise düştüğü onursuzca yalakalıkları vs. vs. Bunların her birini, mecburen dinliyor ve haliyle de zorunlu tanığı oluyordum maalesef ki. (Herhalde ya delireyim istiyorlardı ya da onlar için bunda bir anormallik yoktu; öyle ya, kendileri delirmedikleri gibi, tam aksine haz da alıyorlardı.) 

 Yakalayıp getirdikleri gençten adli bir insanın verdiği tepkilerse; o koşullarda, acı acı da olsa, gülümsetmişti beni: Odaya soktuklarında, sürekli olarak kendisinin suçsuz ve masum olduğunu, yaptığı söylenen şeyle bir alakasının olmadığını tekrarlayıp duruyordu. Birileri, azarlayarak, susmasını ve derhal soyunmasını, kilotu dahil, üzerindeki tüm giysileri çıkarmasını söyleyince; genç adam panikledi, afalladı: “Ne diyorsun abi ne soyunması, ne anadan üryan...” demekteyken; “kes lan karı gibi vıdı-vıdı yapmayı da, çabuk denileni yap!” diyerek, azarlayıp sözünü kesti işkenceci.

 Bu arada pata küte yumruk ve tekme sesleri ve bunlara verilen gayri ihtiyari sözel tepkiler gelmeye başladı. Ardından başka bir safhaya geçtiler, tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken; “Abi bu ne ya, beni İsa gibi çarmıha gerdiniz (demesiyle, çarmıha gerip, askıya alacakları da anlaşılmış oldu.) böyle ne yapacaksınız ki?” deyince, kalabalık, ‘hayvani’ gülüşleriyle; “birazdan ananın ...nı görünce, ne olduğunu da, ne yaptığımızı da anlayacaksın,  ..cık herif. İyilikten anlamadın, bunu sen kendin istedin, bizden günah gitti.” deyip, bir hamle yaptılar. Ardından da “Biz gidiyoruz, konuşmaya karar verdiğinde, seslen gelip seni indirelim.” deyip, kapıyı açıp kapattılar ve ayak sesleri duyuldu. Numara mı yaptılar, ya da bir kısmı gitti de bir kısmı orada mı kaldı, bilemiyorum. 

 Delikanlı bir süre acı acı inledikten sonra (ki, yüzlerce kez maruz kaldığım çarmığa gerili askı işkencesinin nasıl tarifsiz bir acı verdiğini, hele ki askıdayken, birde ayaklarınıza ekstran ağırlıklar bağlandığında ve elektrik verildiğinde, mislince artan o acıyı çok iyi bildiğimden; delikanlının acı inlemelerini anlayabiliyordum.) Birden, boğuk ve ama acı bir sesle: “İmdaaat!.. İmdaaat!.. Burada adam öldürüyorlaaar!” demesin mi?  

 Tamda şu, “güleriz ağlanacak halimize” misali bir durumdu. Yardım alabileceği hiçbir yere ve hiçbir kimseye duyuramayacağı kesin olan bu saftirik aman dileme, “güler misin ağlarmısın” ikileminde, acı acı gülümsememe neden olmuştu... “Sık dişini, korkma ölmesin; birazdan gelip indirirler seni.” diyebildim sadece. Duydu mu bilmiyorum, ama sessizce bekleyişe geçti ve bir süre sonra da gelip indirdiler zaten. 

 ***

 Artık Temmuz’un “son düzlüğü”ndeydik; üçte ikilik bölümü geride kalmıştı... Örgütün İstanbul yapılanmasından alınan ve tıkış tıkış, o daracık hücrelerde tutulan 45-50 kişilik kalabalık grubun günlerce süren ağır işkenceleri nihayet bitmiş ve artık yazılı ifadeleri hazırlanıyordu. Bunların arasında, dışarıda birlikte örgütsel faaliyet yürüttüğüm arkadaşlarımda vardı. Meğerse beni de bu sebepten ötürü buraya getirmişlermiş... Oysa bir yüzleştirme gerekiyorduysa, bunu mahkeme zaten yapacaktır. Hadi diyelim ki poliste de yapmak istediler; bu, taş çatlasın, bir günlük bir işti... Sahi, peki beni, günlerdir bu halde tutmalarının gereği neydi ki?!.. 

 O güne kadar, yakalananlar arasında henüz bir Merkez Komite üyesi yoktu ve bir bakıma bu, sevindiriciydi elbette... Fakat o gün, işkenceciler ‘müjdeli’ bir bilgiye ulaşmış olmalıydılar ki; pek neşeli ve pek heyecanlı bir halleri vardı. 

 Ortam, kısa bir süreliğine sessizleşti. Sonra birden, ‘it sürüsü’ misali, şamatayla koridora doluşu verdiler. Belliydi ki ‘av’dan dönüyorlardı ve elleri de boş değildi... Nitekim boş olmadığı ve ele geçirdikleri kişinin de çok iyi bilip tanıdıkları, bir dönemin miting ve yürüyüşlerinin meşhur ajitatörlerinden de olan, MK üyesi Brütüs olduğu, ismini zikrettiklerinde anlaşılmış oldu. 

 “Ya Brütüs, biz seni gökte ararken, yerde, Kabataş İskelesi’nde bulduk. Gözümüzde çok mu büyütmüşüz, ne dersin? Çekirge misali ha!... Gerçi sen biraz fazla zıpladın, hakkını yemeyelim. Neyse, filim koptu ve artık elimizdesin; buranın kurallarını biliyorsun: Ya akıllı davranmayı tercih eder, kendini boş yere ezdirmeden, efendi-efendi her şeyi anlatırsın; yada yine çok iyi bildiğin tezgahlar senin için de işler ve anacığının ..cığını boylarsın. Sana iki dakika düşünme payı veriyorum.” dedi, işkenceci başlarından bir yetkili. Brütüs, yanıtını anında verdi: “Örgütsel faaliyetlerime ilişkin size anlatacak bir şeyim yok.” deyip sustu.  

 “Öyle mi?” dedi işkenceci. “Oğlum şu taşak buran neredeyse çağırın hemen buraya gelsin; müşterisinin acelesi varmış.” dedi. 

 İşkencecilerin bir de ünlendikleri böylesi özel ‘uzmanlık’ dalları vardı işte... Taşak buran da bunlardan biriydi. Karslı, eski bir gece bekçisi emekçisiydi. 2. Şube’nin işkenceci ekibine terfi ettirilince, herhalde ki köy yaşamından feyz alarak, kendisine özgü bir işkence metodu geliştirmek istemiş olmalı. Boğaları hadım ederlerken, hayvanın taşaklarını, özel olarak geliştirilmiş bir kıskaç arasına sıkıştırarak büker ve ezerler. Hayvanın çektiği acı tarifsizdir. Zapt edebilmek için bağlar ve birçok kişi üzerine çöker... İşte bu tarz bir işkence metodunu uygulamaya koyar ve kısa sürede de “taşak buran” ünvanına erişir. 

 Taşak buran, Brütüs’e tam olarak nasıl bir muamele çekti bilmiyorum, ama birkaç dakikalık kısa bir mesai ile, ününe ün kattığı kesindi: “Koskoca MK üyesi Brütüs’ü bülbül gibi öttürdü herif.” diyerekten. Keza yüklüce bir prim alacağı da kesindi. Evet, işkencecileri, daha pervazsız kılmanın bir aracı olarak, başarıları nispetinde, parasal ödülle mükafatlandırıyorlardı da. 

 Brütüs, acıya yenik düşmüştü maalesef ki. Artık, ‘kendini ezdirmeden, bildiklerini veya anlatılması istenenleri, efendi-efendi anlatma’ tercihinin gereğince davranacaktı. 

 Bu arada evine operasyon düzenlenmiş ve hayat arkadaşı kadın da getirilmişti. Oysa çok iyi biliyorlardı ki; kadının aktif örgütsel bir faaliyeti yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu işkenceciler için; önemli olan tek şey, her şeyi bir işkence aparatına çevirip kullanmaktı. 

 

Brütüs ile ‘efendi-efendi konuşma’yı başka yerde yaptıklarından; neler anlattığı hakkında bir bilgi sahibi değilim. Ancak, alacaklarını almış olmalılar ki; artık üzerinde durdukları tek konu Süleyman Cihan’dı: 

 “Oğlum yolu yok, Süleyman Cihan’ı bize vereceksin; başka kurtuluşun yok!” diyordu sorgucu başı. Brütüs biraz kemküm ettikten sonra; “Süleyman ile bu aralar bir randevum yok. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Onunla eşimin kontağı var, bilirse o bilir.” dedi. (Yakın akraba olduklarından, aralarında böylesi bir ‘ailevi’ ilişki vardı.) 

 Fakat kadın arkadaş Brütüs’ün bu söylediklerini reddetmiş olmalı ki; sorgucu başı, Brütüs’e; “Karın inkâr ediyor senin söylediklerini. Konuş ikna et, bırakalım evine gitsin.” dedi. 

 Brütüs kadını ikna etti mi ve bıraktılar mı bilemiyorum. Sonraki bir zamanda, bir öğle vakti, yine ortalık hareketlendi. Heyecanla Brütüs’ten bilgi istiyorlardı: “Nereden, hangi yoldan gelir bu adam, bunu bilse- bilsen sen bilirsin.” diyordu, operasyonun başındaki yetkili. 

 Belliydi ki bir bilgi almışlardı. Muhtemelen de kadın ile Süleyman Cihan’ın o gün görüştüğü bilgisiydi bu. Ama nerede buluştukları bilinmiyor olmalı ki; bunu Brütüs’ten öğrenmek istiyorlardı. 

 Gayet soğukkanlı bir şekilde, verdiği yanıt aynen şöyle olmuştu: “Muhtemelen yolcu otobüsüyle, Trakya’dan İstanbul’a gelecektir.”  

 

Ve böylece, bir devlet politikası olarak işkencenin temel ve tek sorgulama metodu olarak kullanıldığı bu ortamda; kişilere, canlarını kurtarmaları karşılığında, başkalarını ele verme onursuzluğu ve bir kara lekeyi, bir ömür boyu anlında taşıma sefilliği dayatılıyordu... Brütüs’e dayatılıp, kabul ettirilen de buydu... Sistem böyle kurgulanmış ve böyle işliyordu. Ve tabii, bir büyük riyakarlık örneği olarak; yazılı ifade tutanağının değişmez klişe ilk cümlesi ise, hep ve her daim şöyle başlıyordu: “Hiçbir baskı altında kalmadan, tamamen kendi hür irademle...” 

 Brütüs’ten aldıkları bu yanıtla, çekip gittiler. Onların gitmesiyle, ortalık yine sessizliğe gömüldü... Sanırım saat 15:00 sularında, yine ve ama daha büyük bir coşku şamatasıyla geri döndüler... Belliydi kialmışlardı Süleyman Cihan’ı. 

 Bir öğretmen adına düzenlenmiş, sahte kimlikteki adıyla hitap ederek: “Hoş geldin” diyordu, sorgucu başı. “Yıllarca peşinde koşturdun devletin onca memurunu. Afişlerini bile yapıştırdık, sokaklarda köşe başlarına ve garlara. Çok uğraştırdın bizi, ama nihayet elimizdesin işte...” diyordu, üstenci-kibirli bir edayla. 

 Bu tür kışkırtıcı söylevler karşısında bir süre sessiz kaldıktan sonra, şu sözlerine tanık oldum: “Bırakın oyun oynamayı, bana sahte isimle hitap etmeyi. Süleyman Cihan olduğumu çok da iyi biliyorsunuz. Evet, ben Süleyman Cihan’ım... Bu beyanım dışında, size söyleyecek hiçbir şeyim yok!” deyip, sustu. 

 Bunu bekliyor muydu sorgucu başı (veya başları) bilemiyorum; fakat, bir profesyonelin sakinliğiyle, şöyle dedi: “Pekala!.. Tamam, istediğin gibi olsun Süleyman Cihan.” 

 “Papaz rolü” oynayan ekip sessizce aradan çekilip; sahneyi hemen, “cellat rolü”nü oynayacak fiziki işkence ekibine bırakmıştı. 

 Çok net ve kararlı bir restle karşılaşmış olmalarının da verdiği hırsla; çok, ama inanılmaz derece çok ağır ve yoğun bir şekilde yüklendiler. Kesinlikle o anda onlar, sahici insan görünümlü birer işkence robotuydular. Tek kelimeyle benlikleri sadizmin işgalindeydi ve “götürü iş almış”ların gayretiyle, soluksuzca “çalışıyor”lardı. 

 Süleyman Cihan’ dan ise, sadece arada bir, ağır iniltiler duyuyordum.  İlginçtir, devlet açısından da çok önemli olan TKP/ML gibi bir örgütün Genel Sekreteri ellerinde ve ama ona yönelttikleri tek soru şuydu: “Sende, içi Alman Markı ile dolu yeşil bir valiz var; onu bize vereceksin.” 

 Görünüşte, bütün o ağır ve yoğun işkence bunun için yapılıyordu... Dört-beş saat kadar sürdü bu iğrenç ve kirli emekli, parasal ‘mesai’leri. Yorulmuş ve açıkmış olmalılar ki, ara verdiler. 

 Bir süre sonra, bir-iki kişi yanıma geldi: “Duydun mu Proleter, sorumlun Süleyman Cihan’ı da aldık; elimizde şu an? Görüştürelim mi sizi, ister misin?” dedi, içlerinden biri. 

 “Biliyorum burada olduğunu ve kendisine işkence yaptığınızı... Evet, elbette görmek isterim onu.” dedim. 

 Bunun üzerine, kelepçeleri çözüp, yan odaya götürdüler. Orada gözbağını da çıkardılar. Odada loş bir ışık vardı... Süleyman Cihan çok bitkin bir vaziyetteydi; adeta bir külçe gibi, yere yığılmış, sırtını dayadığı duvardan aldığı destek ile, öylece duruyordu. 

 “Merhaba yoldaş. Nasılsın?” dedim. O bana, “Esmer”derdi hep. “Merhaba Esmer. Kaygılanma, iyiyim.” dedi, feri zar zor belli olan gözlerinde ve sesindeki olanca sıcaklığıyla. 

 Bu görüştürmeyi sağlayanlar, artık bunla neyi görmek veya anlamak istemişlerdiyse; “Tamam, bu kadar yeter.” deyip, koluma girerek, odadan çıkardılar.  

 O gece (hafızam beni yanıltmıyorsa, 28 Temmuz’u 29’a bağlayan geceydi.) tam olarak ne olmuştu, bilmiyorum. Sabah uyandığımda sadece hücrelerin açılıp kapanan kapı sesleri ve tuvalete götürüp getirilen arkadaşların ayak sesleri ve konuşmaları vardı. Bunun dışında hiçbir bağırtı çağırtı, İşkence sesi yoktu...  Beni tuvalete götürmeye gelen görevliye, Süleyman Cihan'ın nerede olduğunu sordum.  “Onu Gayrettepe’dekiler gelip aldı. Yani o artık bizde değil.” dedi. 

 Yanıtı mantıklı olduğu için, bir şey demedim. Bu mümkündü çünkü. Ne de olsa İstanbul'da siyasi sorgulamaların ana merkezi Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü idi. Süleyman Cihan'ı onların almış olma olasılığı, bu yüzden hayli yüksekti. 

 Birkaç gün sonra da beni tekrardan Sultanahmet Hapishanesi'ne geri götürdüler. Bu arada çeşitli söylentiler ortalığa salındı. Süleyman Cihan'ın Gayrettepe'de olduğunu duyanlar olmuş. Güya birkaç sefer ismini söyleyerek seslenmiş ve orada olduğunu söylemiş... Eylül ayı ortalarında da işkencede öldürüldüğü duyumu ulaştı. 

 Biz tutsakların, ailesi ve avukatlarının uzun uğraşları sonucu, öldüğü kabul edildiyse de; cesedinin nerede tutulduğu bilgisi, bir ‘devlet sırrı’ olarak gizlendi. Ailesinin ve avukatlarının çok yoğun uğraşları sonucu, cesedinin Feriköy kimsesizler mezarlığına gömüldüğü bilgisine ulaşıldı. 

 Yani, Süleyman Cihan açık kimliğiyle katlettikleri birinin cesedini ailesine dahi vermeyip, ‘kimliği meçhul’ biriymiş gibi, sessiz sedasız bir şekilde götürüp ‘kimsesizler Mezarlığı’na gömerek, cinayetlerini ört bas etmeyi planlayacak kadar profesyonel cinayet şebekesiydi bunlar. 

 Cesedin Feriköy kimsesizler mezarlığında olduğu bilgisi, elbette ki önemliydi; fakat bu, cesede ulaşmak için yeterli bir bilgi değildi. 

 Uzun uğraşlar sonucu, morg kayıtları üzerinden, nihayet cesedine ulaşıldı. Ve gerçek de işte ancak ki o zaman gün yüzüne çıkmaya başladı. 

 Gerek olay yeri savcı raporuna ve gerekse otopsi ve morg kayıtlarına “Kimliği meçhul şahıs” olarak geçirilen ceset, aslında 29 Temmuz günü, bir apartmanın koridor penceresinden atlayarak öldüğü söylenen kişiye aittir. Olay yeri savcılık tutanağı ve otopsi raporunda da; ölüm sebebi, yüksekten düşerek ölme değildir. Bu her iki raporda da düşmeden önce zaten ölü olduğu, çok açık ve net olarak kayda geçirilmiştir. 

 Ve çok daha sonra, eli kanlı katil Mehmet Ağar'ın üst mercilere yazdığı rapora ulaşılır: “Süleyman Cihan'ın, Göztepe'de yer gösterilmeye götürüldüğü esnada, bir anlık boşluktan yararlanarak kendisini pencereden atarak intihar ettiği” kayda geçirilmiştir. 

 Oysa, İstanbul Göztepe'de yer göstermek üzere götürüldüğü söylenen apartman dairesi ise, zaten daha önceden “örgüt evi” olarak basılmış ve ardından da kapısı mühürlenmiş, boş bir dairedir. 

 “Oradan atlayarak intihar etti” diye, üst merciye rapor yazılıyorken; ama savcılığa da, “kimliği meçhul birisi intihar etmiş”miş gibi, işlem yaptırılıyor. 

 Yani özetle olan şu: Süleyman Cihan’da olduğunu var saydıkları o bir valiz dolusu Alman Markına ulaşmak için o gece, kontrolsüz bir şekilde, oldukça ağır işkence yapıldı ve Süleyman Cihan bunun sonucu, tabiri caizse, ellerinde kaldı... İşte bunu paniğiyle, hemen öylesi bir senaryo düzenlenerek, cinayet örtbas edilmek istendi. Yani burada Mehmet Ağar katili, üstlerine dahi sahte rapor verecek kadar pervasızdır. 

 Çünkü aksi takdirde, Süleyman Cihan gibi çok kilit bir ismin, konuşturulup bilgi alınmaya çalışılmadan, bir gün gibi çok kısa bir sürede ‘devre dışı’ bırakılmış olmasının hesabını vermesi gerekecekti. İşte bu hesabı vermemenin çıkar yolu olarak da üste sahte rapor sunmayı, bize de Gayrettepe'ye götürüldü yalanını söylemeyi ve Gayrettepe'de olduğuna inanılması için de; “ben buradayım” oyununun tezgahlanması tercih edilmişti. 

 Ama hani denir ya: “Gerçekler asla ilelebet gizlenemez, er ya da geç ortaya çıkar.”  Süleyman Cihan'ın Sansaryan Han İşkence hanesinde 9-10 saatlik bir sürede hunharca katledilmesi ve “kimliği meçhul” biriymiş gibi “kimsesizler mezarlığı”na gömülmesi olayı; aslında bu devletin ve özelde de Sansaryan Han işkence hanesinin tam olarak nasıl bir öz karaktere sahip olduğunun resmidir. 

 Ve elbette ki bu devletin öz karakterini çok daha fazlasıyla ortaya koyan yüzlerce “resim” var; ama söz Sansaryan Handan açılmışken; özel olarak onun da ‘hakkını’ vermeyi önceledik, hepsi bu. 

(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/sansaryan-han-icin-tarihi-karar-7525723/) 

26 Temmuz 2025 Cumartesi

DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ VE ULUSAL SORUNDA ÇÖZÜM PERSPEKTİFLERİ_Fikret Karavaz

 Genel olarak üretim ilişkilerinin, özel olarak tarımın kapitalistleşme süreci uluslaşma sürecine tarihsel olarak paralelelik gösterir.Ulusal hareketler sınıfsal kombinasyonlarında komprador burjuvazi ve toprak ağalarından milli burjuvazi, köylülük ve proleteryaya kadar geniş bir yelpaze gösterirler.

Bu nedenle ulusal hareketler tarihsel konjonktürlerin belirleyiciliğinde proleterya ve köylülük gibi halk sınıflarının etkisi ile sosyalizme de yönelebilir komprador burjuvazi, toprak ağaları ve milli burjuvazinin ekisi ile kapitalist yola ve emperyalizm ile işbirliğine de yönelebilir.Kapitalizmin emperyalizm aşamasından sonra yarı yada yeni- sömürgelerdeki ulusal hareketlerin milli burjuvazi önderliğinde dahi olsa ulusal bir kapitalizm inşa etme dinamiklerinden neden yoksun oldukları yukarıda değerlendirilmişti. Şimdi ML nin ulusal hareketlere dair ilkesel siyasetinin belirleyici kavramlarına da kısaca değinmemiz gerekecektir.Yarı-sömürgelik ve komprador kapitalizm koşullarında gelişen bir ulusal hareket siyaseten kararsız bir atom gibidir.Tarımı kapitalistleştirerek ulusal bir kapitalizm inşa edemeyeceği için emperyalizme bağımlılık ilşkilerini kapitalist üretim ilşkilerine dayanarak sonlandıramaz.Yine sınıfsal birleşenlerinin çok renkliliği ve seremaye ve büyük toprak mülküyetini de içermesi nedeni ile mevcut siyasal yapısı ile tarımı kollektifleştiremeyeceğinden tarım ve köylü sorununu çözemez.

Bu olgu emperyalist kapitalizm çağı ile burjuva demokratik devrimler çağının sona ermiş olmasının yarattığı bir gerçekliktir.Kapitalizmin emperyalizm aşamasında yarı ve yeni sömürgelerde tarım ve köylü sorununu çözecek yegane devrim proleterya ve köylülüğün ittifakına dayanan Demokratik Halk Devrimidir.Bu tarihsel koşularda bir ulusal hareket siyaseten kararsız bir durumdan kararlı hale ancak kendi içinden gelişecek ve proleterya ile köylülüğün siyasal beklentilerini ifade eden bir dönüşümle sosyalist bir niteliğe bürünerek veya dışında gelişen sosyalist hareketlere entegre olarak ulaşabilir.Komprador kapitalizm koşullarında gelişen ve sosyalist bir dönüşüm yaşamayan ulusal hareketlerin sınıfsal nitelikleri sonucu eninde sonunda emperyalizmle uzlaşarak kompradorlaşmaları tarihsel olarak kaçınılmaz bir olgudur.Anadoluda İttihat Terakki deneyimi böyle sonuçlanmıştır.

Bir tür Kürt Kemalizmi görünümündeki Kürt ulusal hareketi kendi içnde sosyalist bir evrim geçirmediği koşularda sonuç farklı olmayacaktır.Yarı- sömürge bir yapıda DHD kapsamında tarımın kollektifleştirilmesi ve finanas kapitalin bütün kurum ve ilşkileri ile tasfiyesi emperyalizme bağımlılığı sonlandırmak için bir siyaal keyfiyet değil zorunluluktur. Kürt kompradorlar, toprak ağaları ve Kürt milli burjuvazisinin oluşturduğu büyük mülküyetin ulusal sorunla ilgili talepleri ulusal kimlik, dilin serbestleşmesi ve yerel yönetimle ilgili düzenlemelerden ibarettir.Üst yapısal ve yönetsel taleplerden oluşan bu istemler burjuva -feodal devlet aygıtı ile mümkünse ortaklaşmak, mümkün değilse ayrı bir devlet olarak örgütlenme şeklinde özetlenebilir.Mülk sahibi sınıflar için ulusal sorun pazar sorunu ve yönetsel ayrıcalıklar edinme yada mevcut devlet örgütlenmesinde kendileri için getirilmiş sınırlamaların kaldırılması sorunudur.

Demokratik Halk Devriminin bir unsuru olarak proleteryanın öncüsünün gündeminde olan ulusal sorun ise hakim ulusa ayrıcalıklarının giderilmesi ile birlikte esas olarak komprador kapitalizmin ekonomipolitiğinden kaynaklanan sorunların, başta tarım ve köylü sorunun çözülmesi, dil, ulusal ve kültürel kimlik üstündeki baskıların kaldırılması kollektif üretim ilşkilerinde halkların tam eşitliğinin koşullarının yaratılması sorunudur.Mülk sahibi sınıflar için sorun esasta pazar sorunu iken proletryanın öncüsü için sorunun nedeni üretim ilşkileri ile birlikte pazarın kendisidir.Ortada paylaşılacak bir pazar var olduğu sürece mülk sahibi sınıflar için ulusal sorun her zaman güncel kalacaktır.Proleteryanın öncüsünün hedefi ise sorunu yaratan üretim ilşkilerini ve pazarı ortadan kaldırarak kollektif üretim ilişkileri esasında halkların tam eşitliğinin koşullarını yaratmaktır.Ezen ve ezilen ulusun mülk sahibi sınıfları ulusal sorunun kendileri için esasta pazar sorunu olması gerçekliğinin üstünü miillyetçilik ideolojisi ile örtmeye çalışırlar.

Çünkü onların pazar çelişkileri için mücadele edecek kitleleri manüpüle edecek milliyetçilikten daha uygun bir ideoloji yoktur.Zaten ulusları yaratan tarihsel olgu da aynı pazar etrafında toplanan yığınların dil, tarih ve coğrafi birlik oluşturmalıdır.Ulusal birlikler çelişkisiz birlikler değildir.Mülk sahibi sınıflar ile mülksüzler arasındaki çelişki ulus devletlerin temel çelişkisidir ve sosyalist öngörü ulus devletlerin bu temel çelişki ile sonlanacağını belirler.

Yukarıdaki verilerden tarımda kapitalist üretim ilşkilerinin nispi olarak en fazla geliştiği bölgelerden birinin ücretli iş gücü kullanım oranlarına göre Güney Doğu Anadolu Bölgesi olduğunu gördük.Bu bölge aynı zamanda büyük toprak mülküyetinin de en fazla görüldüğü bölgelerden biridir.Anadolu coğrafyasının üretim ilşkilerinin siyasete yansıması olarak baş çelişkisi tefeci tüccar, tefeci tüccar niteliğindeki devlet ve büyük toprak mülküyeti ile halk yığınları arasındaki çelişkidir.Bu çelişme İbrahim tarafından feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme olarak ifade edilmiştir.Çünkü kompradfor kapitalizmin bütün diğer üretim ve değişim süreçleri bu çelişki tarasfından belirlenmektedir.Bu çelişkiyi yaratan esas etken küçük meta üretimi tarzındaki tarımsalş üretimde emeğin kendisinin metalaşmamasıdır.

Böyleyken ulusal sorundan ikinci bir baş çelişkitüretmek esasta DHD nin yerine burjuva demokratik devrimi ikame etmekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.Bu burjuva demokratik devrimler çağının kapandığını bilerek söylenmekte ve böylelikle ulusal harekete tpprak ağaları, Kürt komprador burjuvazisi dolayısı ile emperyalizmle işbirliğine kadar geniş bir siyasal manevra alanı bırakılmaktadır.Şimdi sosyalist hareket bu manevra alanını bırakmasa ulusal hareket niteliği gereği böyle bir siyasal hat oluşturabilir denilebilir.

Bu başka bir şeydir; burada bahsedilen olgu DHD nin niteliği ve sınıf ittifakları ile burjuva demoktatik devrimin niteliği ve sınıf ittifakları arasındaki nitel farktır.Ulusal hareket birleşenlerindeki güç dengelerine bağlı olarak büyük mülküyet ve emperyalizme karşı farklı siyasetler üretebilir; sosyalist hareket ulusal hareketin ürettiği siyasetten bağımsız olarak DHD nin genel ilkelerinin ve gereklerinin siyasetini üretmekle yükümlüdür.Bu nedenle gerek bölgede gerekse bölge dışındaki çalışmasında örgütsel ve sovyetik bağımsızlığını titizlikle korumalı ve DHD nin genel ilkelerinin propagandasını yapmalıdır.

Ulusal sorunda çelişkiler kaçınılmaz olarak baş çelişkiye gelip dayandığında baş çelişkinin bu bölge için geçerli olmadığı iddası DHD nin üstü örtülü bir şekilde yadsınmasından başka siyasal bir anlam ifade etmez.

16 Temmuz 2025 Çarşamba

POLİTİK-GÜNDEM | “Bir Halkın Ordusu Yoksa Hiçbir Şeyi Yoktur!”: Demokrasi Devrimle Gelecek

Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

16 Temmuz 2025

https://ozgurgelecek55.net/politik-gundem-bir-halkin-ordusu-yoksa-hicbir-seyi-yoktur-demokrasi-devrimle-gelecek/


İsrail ile İran arasındaki savaşa ara verilmesinden sonra Ortadoğu’da birbiri ardına önemli gelişmeler yaşanıyor.

Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısından sonra İsrail Başbakanı soykırımcı B.Netanyahu’nun “Ortadoğu’nun haritasını değiştireceğiz” tehdidiyle başlayan işgal ve saldırganlık siyaseti önemli değişikliklere neden oldu ve olmaya devam ediyor.

Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırım acımasızca devam ettirilirken, Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırılarının ardından Suriye’de Esad rejimi devrildi ve iktidar selefi cihatçı HTŞ çetesine teslim edildi. Hemen ardından da İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik saldırısı gerçekleşti. İsrail’in İran yönelik saldırısının bir ön saldırı olarak değerlendirmek gerekir.

Önümüzdeki süreçte bu savaşın yeniden başlayacağı ihtimal dahilindedir. Savaşa şimdilik ara verilmiştir ve taraflar yeni bir savaşa hazırlık yapmaktadırlar.

Emperyalist tekeller arasında giderek artan çelişkiler beraberinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı hazırlıklarına işaret ederken, emperyalist güçler ve bu güçlerin ekseninde olan bölgesel gerici güçler, bu gelişmelere karşı pozisyon almaya çalışmakta ve deyim yerindeyse kendi saflarını tahkim etmektedir.

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin askeri örgütlenmesi NATO üyesi ülkelerin, “savunma” adı altında silahlanma bütçelerini artırması bu nedenledir. Sadece silahlanma yarışının hızlanması değil örneğin Ukrayna savaşı ABD, İngiltere ve AB emperyalistleriyle Rusya emperyalizmi arasında bir bölgesel savaş olarak sürmektedir. Ortadoğu’da ise başını İsrail’in çektiği işgal ve saldırganlık tüm hızıyla sürmektedir.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin fazlasıyla ortaya çıktığı koşullarda, emperyalist güçler ve bölgesel gerici güçler kendilerini bu koşullara göre hazırlamaktadır.

Coğrafyamızda İsrail’in saldırganlığı bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine TC devletinin “iç cepheyi tahkim” adı altında sürdürdüğü politika ve özellikle Kürt Ulusal Hareketi’yle (KUH) “uzlaşma” yönelimi bu açıdan değerlendirilmelidir.

Bu noktada şu önemlidir: ABD ve batı emperyalizmi açısından Orta Doğu’da siyonist İsrail’e yönelik temel politikasının “İsrail’in güvenliğini sağlamak ve çıkarlarını gözetmek” olduğu mutlaka dikkate alınmalıdır. Benzer bir durum ABD ve batı emperyalizminin yarı-sömürgesi olan faşist TC devleti içinde geçerlidir.

Bir NATO üyesi olan TC devletinin bölgesel dış politikasının şekillenişinde de ABD’nin çıkarları belirleyici önemdedir. Bu gerçeğin sayısız pratik tarihsel örneği bulunmaktadır. Dolayısıyla TC devletinin son süreçteki yönelimi ABD emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değildir.

Bu kapsamda örneğin Suriye’de Esad rejiminin ABD, İngiltere AB emperyalistleri, İsrail ve TC tarafından selefi cihatçıların “eğit donat” projesiyle devrilmesi ve iktidarın DAİŞ artığı HTŞ’ye teslim edilmesinden sonra yaşananlar bu gerçekliği kanıtlamaktadır.

Gelinen aşamada Suriye’de iktidar selefi cihatçılara teslim edilmiş ve “İsrail dostu” bir rejim inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri’nin inşa edilen yeni rejime entegrasyonu için çaba harcanmaktadır. ABD’nin girişimleriyle HTŞ ile SDG arasında 10 Mart 2025 tarihli anlaşmanın ardından Şam’da yeni görüşmeler yapılmaktadır.

Bu görüşmeler sürerken ABD emperyalizminin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye ve Irak’ta federal yönetim modellerinin işleyemeyeceğini belirterek, “Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye” ifadelerini kullanması dikkat çekicidir. (10.07.2025)

ABD emperyalizminin Türkiye-Suriye Genel Valisi’nin, TC devletinin bilinen “tekçi” faşist yaklaşımıyla benzer açıklamalar yapıyor oluşu dikkat çekicidir. Dikkat çekici olan ise T.Barrack’ın Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “çözüm” modelidir. T.Barrack, bölge için “Osmanlı millet sistemi”ni önermektedir: “Osmanlı millet sistemi, tarihte farklı kimliklerin barış içinde bir arada var olabildiğinin önemli bir örneğidir. Bu modelin, bugün Ortadoğu’da barış ve istikrarın temeli olabileceğine inanıyorum.” (4 Temmuz)

Bu yaklaşım kendini fesheden KUH gerillalarının sembolik olarak silah bırakmasından sonra Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan yaptığı açıklamayla örtüşmektedir: “Türk, Kürt, Arap birse, beraberse o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır. Bugün Malazgirt ruhu, bugün Kudüs ittifakı, bugün İstiklal Savaşı’nın nüvesi yeniden şekilleniyor” diyerek “Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye’deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir. Onlarla bu süreci görüşüyoruz” ifadelerini kullanmaktadır. (12 Temmuz)

 

Faşizm koşullarında demokratik siyaset hedefi!

T.Barrack’ın açıklamalarıyla R.T.Erdoğan’ın açıklamalarının paralelliği bir tesadüf olarak değerlendirilemez.

Ortadoğu’da ABD, İngiltere, AB emperyalistlerinin çıkarlarını gözeten, İsrail ve TC’nin bölgesel yayılmacı politikalarının önünü açan bir yönelim olduğu anlaşılmaktadır. Bu politika, Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını için Türk hakim sınıflarının gündemleştirdiği “Yeni Osmanlıcılık” propagandasıyla örtüşmektedir.

Dolayısıyla TC faşizminin son süreçte özellikle KUH’la geliştirdiği ilişkinin (KUH’nin amaç ve hedefinden farklı olarak) arka planında Türk hakim sınıflarının Suriye ve Irak’ı kapsayacak biçimde -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden “İslam bayrağı altında” “Türk-Kürt-Arap ittifakı”nın kurulması hedefi vardır. “Misak-ı Milli” sınırları içinde Türk hakim ulus imtiyazı altında, Kürt ve Arap uluslarının entegrasyonu hedeflenmektedir. Türk hakim sınıflarının güncel politikasının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Ortadoğu’da İsrail saldırılarıyla birlikte Türk hakim sınıfları “iç cepheyi tahkim etme” politikası devreye sokulmuş ve bu amaçla MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve ABD ve İsrail’in yardımlarıyla esir edilip TC’ye teslim edilen ve 26 yıldır İmralı Hapishanesi’nde tecrit altında tutulan KUH lideri Abdullah Öcalan’ın inisiyatifinde gelişen bir “süreç”in söz konusu olması, bu gelişmelerle birlikte değerlendirilmelidir.

Adı konulmayan ve taraflarca “Terörsüz Türkiye” ya da “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak adlandırılan “sürecin” özellikle KUH tarafından yükümlülüklerin yerine getirildiği ancak sorunun kaynağını oluşturan TC devletinin herhangi bir somut adım atmadığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, yukarıda işaret ettiğimiz konuşmasında; “İlk adım olarak TBMM’de bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” ifadelerini kullanarak, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdiklerini” de açıklamıştır.” (12 Temmuz 2025)

Kısaca TC devleti, ilk elden yapması gerekenleri örneğin hapishanelerdeki hasta tutsakların ve rehin tutulan tutsakların serbest bırakılması, kayyum atamalarının iptal edilmesi vb. gibi yasal düzenleme gerektirmeyen adımları dahi atmamakta ısrar etmektedir. Öte yandan R.T.Erdoğan, meselenin “çözümü”nü komisyona havale ederken, aynı zamanda DEM Parti’yi iktidarla “işbirliği” içinde davrandığını ileriye sürerek, “çözüm”den ne anladığını ortaya koymuş durumdadır.

AKP iktidarının “çözüm planı” Kürt ulusuyla barış değil, Kürt ulusunun bir kez daha hakim Türk ulus imtiyazını kabulü, ezilen bağımlı Kürt ulus statüsünün, “İslam kardeşliği” adı altında yeniden üretimidir.

Görüleceği üzere TC devleti ile KUH’un “çözüm”den anladıkları bambaşka şeylerdir. Sorunun kaynağını ortadan kaldırmak değil tam aksine sorunu yeni koşullar altında güncellemek hedefi söz konusudur. KUH’un bu gerçekliğin farkında olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Buna rağmen bizzat A.Öcalan’ın ifadeleriyle “kendisi ve devlet yetkilileriyle” yapılan görüşmelere paralel olarak, KUH lideri A.Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı çağrısının ardından PKK, 5-7 Mayıs 2025 gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongre ile kendini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etti.

9 Temmuz 2025 tarihinde İmralı’dan bir video mesajı yayınlandı. Ardından kendini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlayan bir grup PKK gerillası, 11 Temmuz 2025 tarihinde Irak Kürdistanı’nda silahlarını yakarak imha etti. Bu anlamıyla KUH cephesinden verilen sözleri yerine getirildi.

Bu noktada yukarıda ifade ettiğimiz sorunun kaynağı vurgumuzun altı çizilmelidir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununun nedeni Türk hakim ulus imtiyazlarının korunması, ezilen bağımlı Kürt ulusunun başta Özgürce Ayrılma Hakkı olmak üzere en temel haklarının gasp edilmesi, kitle katliamlarına, baskı ve işkencelere maruz bırakılmasıdır.

Kürt ulusu üzerinde ulusal baskıyı ısrarla sürdürme politikasıdır. Dolayısıyla Kürt ulusunun silahlı mücadelesi, bu ulusal baskı politikasına, kitle katliamlara karşı gelişen haklı bir devrimci savaş olarak gelişmiştir. Haklı ve meşrudur.

A.Öcalan’ın KUH’un paradigma değişikliğine gerekçe olarak ileriye sürdüğü “varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” söyleminin doğru olmadığı ise açıktır. Bu coğrafyada Kürt ulusu can bedeli bir mücadele yürütmüş, deyim yerindeyse “küllerinden yeniden doğmuştur.” Ancak bu topraklarda Kürt ulusunun, PKK ile birlikte var olduğunu iddia etmek tarihsel gerçeklere aykırıdır.

PKK’ye kadar tarihe not düşen isyan hareketleri bir yana daha PKK ortada yokken İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olarak var olduğunu ifade etmiş, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkı başta olmak üzere bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu temelde Kaypakkaya, okun sivri ucunu ezen ulus imtiyazlarına ve hakim ulus milliyetçiliğine yöneltmiştir.

Gelinen aşamada, bırakalım, Kürt ulusun bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi, en genel demokratik hakların kullanılmasında dahi sorun olduğu açıktır. Her şey bir yana, bırakalım düzen dışı muhalefete yönelik faşist saldırganlığı, 19 Mart sonrasında burjuva muhalefete yönelik devreye sokulan politika bile “kör göze parmak sokarcasına” ortadır.

Türkiye’de faşizm sadece bir devlet biçimi değildir. Aynı zamanda bir yönetme biçimidir. Kendi içlerindeki klik dalaşında bile faşizmi uygulayanların, söz konusu işçi ve emekçiler, Kürt ulusu, azınlık milliyetler ve inançlar vb. olduğunda “demokrasi” uygulayacağını ileriye sürmek eşyanın tabiatına terstir.

Dolayısıyla KUH sözcülerinin “pozitif entegrasyon” ya da “demokratik entegrasyon” olarak tanımladıkları “şey”in koşulları yoktur. Ki tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı faşist bir devlet aygıtına entegrasyonla onu “demokratik toplum”a dönüştürülebileceği yanılgısı, komünistlerin Paris Komünü’nden günümüze deneyimlediği bir tezdir ve elbette gerçekçi değildir.

 

 

Devrimci savaş her şeye kadirdir ve görevler bizimdir!

Daha önceden A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”na yönelik değerlendirmemizi “Asrın Çağrısı”: Çözüm Mü Çözülme Mi? başlığıyla ele aldığımız için burada yeniden ayrıntıya girmiyoruz.

Nitekim bu çağrı sonucunda PKK kendini bir kez daha feshetmiş ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etmiştir. Ardından da sembolik olarak silah yakma töreni gerçekleştirilmiştir. Sembolik de olsa gerillanın silahsızlandırılması göz ardı edilemez; bu çok önemlidir.

Ancak temel değildir. Önemlidir çünkü genel olarak bu tavır halkın silahsızlanmasını teşvik eder, böylece doğru bir ideolojik çizginin, proleter askeri strateji geliştirme olasılığını zorlaştırır.

Silah meselesi neden önemli ama temel değildir? Çünkü silahlar herkesin elinde olabilir, ancak silahların doğru ideolojiyle yönlendirilen savaşçıların elinde olması meseleyi temelden farklılaştırır.

Başkan Mao; “ideolojik ve siyasi çizginin doğru olup olmadığı her şeyi belirler. Parti çizgisi doğru olduğunda her şeye sahibiz. İnsanımız yoksa, buluruz; silahımız yoksa, alırız; gücümüz yoksa, fethedersiniz. Çizgi yanlışsa, kazandıklarımızı kaybederiz” demektedir. Dolayısıyla silahlara hangi ideolojik siyasal çizginin emrinde olduğu belirleyicidir, silahın kendisi değil. Bu konuda net olunmalıdır.

Ancak yine de silahları imha etmenin, -bir kararlılık göstergesi olarak yansıtılsa da- bu “gösteri”nin silahlı mücadelenin, devrimci şiddetin modası geçmiş ve yenilgiye “mahkum” bir yol olarak propaganda edilmesine vesile olacağı ve olduğu açıktır.

Nitekim A.Öcalan defalarca bu türden açıklamalarda bulunmuştur. Ancak Ortadoğu coğrafyasında silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu ilan etmek, gerçeklerle uyuşmaz. Nitekim bunu silah yakanlarda açıkça ifade etmektedir. “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına yapılan açıklamada; “Dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü ve halkımızın barış içinde özgür, eşit ve demokratik bir yaşama her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu bu ortamda attığımız bu tarihi adımın büyük önemini, doğruluğunu ve aciliyetini görüyor ve hissediyoruz.” (11 Temmuz 2025)

Silahlarını imha edenlerin dahi; “dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü”nü ifade edildiği koşullarda böylesine bir adımın tarihsel bir kırılmaya işaret ettiği açıktır. Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.

Kürt ulusunun var olma ve kazandığı hak ve özgürlüklerini savunmak için de, silahlı güçlerinin bulunması, üstelik de işgalci ve yayılmacı devletlerin varlığı ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gözönüne alındığında gerekli ve zorunludur. Kürt ulusunun hiçbir uluslararası güvenceye, anayasal garantilere ve hukuksal bir statüye sahip olmadan silahsızlanmasını talep etmek yanlıştır ve dahası tehlikelidir.

Bu konuda Başkan Mao’nun; “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur. Bu meselede hiçbir boş teoriye yer yoktur” uyarısı dikkate alınmalı ve dahası; “Bizi savaşın her şeye gücü yeten teorisinin destekçileri olarak alay edenler var. Evet, biz devrimci savaş teorisinin destekçileriyiz; bu kötü bir şey değil, iyi bir şey, Marksist bir şey” yaklaşımı akıldan çıkarılmamalıdır.

Ancak her şeyden önce Kürt ulusal sorununun çözümünün proletaryanın omuzlarında olduğu bilinciyle, işçi sınıfı ve halk arasında çalışmalarımızı ısrarla sürdürmeli, “demokratik toplumun” ancak ve ancak Demokratik Halk Devrimi ile inşa edilebileceği unutulmamalıdır. Bu anlamda özellikle Kürt halkı içinde çalışmanın önemi daha fazla açığa çıkmış durumdadır.

 

 

12 Temmuz 2025 Cumartesi

Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -1- 2 - Halil Gündoğan-8.07.2025

Kongreyi ikna etme ihtiyacı

Öcalan PKK 12. Kongresine bir perspektif yazısı sunmuş. 23 sayfalık, uzunca bir yazı. Bu çalışma için; “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.” başlığını uygun görmüş. 

Bilindiği kadarıyla PKK’nin silahlı mücadeleyi bitirme ve daha da önemlisi kendisini feshetmek şeklinde bir gündemi yoktu. Bunu Öcalan istedi: “Kongrenizi toplayın kendinizi feshedin.” Dedi. Bu çağrı, kapalı kapılar ardında Öcalan’ın devlet ile yaptığı görüşmelerde karar altına alınmıştı. Yani böylesi hayati ve stratejik bir konuda Öcalan tarafından iradesi hiçe sayılan PKK ve Kürt tarafı bunlardan çok sonraları haberdar oldu. Doğal olarak da bir şaşkınlık ve bocalama süreci yaşandı.

Bunun bir ifadesi olarak kimileri; “Önderlik asla öyle bir karar almaz”, kimileri; “böyle bir kararı ancak biz dışarda mücadele yürütenler alabilir”, kimileri; “Bu kararın Reber Apo’nun kararı olduğundan emin olmamız için doğrudan kendisiyle temas kurmamız lazım” dedi. Sonra yapılan görüşmelerle ve yazışmalarla kararın Apo’nun kararı olduğuna ikna oldular. Ancak bu kez de: “Biz kadrolarımızı ve savaşçı yapıyı ikna edemeyiz.

 Bunu ancak ki Önderlik yapabilir. Bu yüzden Önderliğin kongreye katılması şarttır.” Vs. vb. türü bir yığın pasif direniş sergileyerek, ayak sürdüler. Sonuçta “makul” bir yolla, Öcalan Kongreye önderlik yapmış ve de söz konusu bu perspektif yazısını sunmuş.

 

Normal ve de mantıken, şayet silahlı mücadelenin ve silahların bırakılması ve örgütün tüm kurumlarıyla kendisini feshetmesi çağrısına, kadro ve savaşçı yapının ikna edilmesi gibi özel bir sorun yaşanıyorsa; Öcalan’ın kongreye sunacağı perspektif de doğal olarak, doğrudan bu sorunla ilgili olması gerekirdi, değil mi?

 

“Ulu bilge” algısı oluşturma ihtiyacı

Evet, normalde olması gereken budur. Ama Öcalan 23 sayfalık bu perspektif yazısının dörtte üçlük bölümünde; “Doğa ve anlam”, “Toplumsal doğa ve sorunsallık”, “Tarihsel toplumda devlet ve komün ikilemi” ve “Modernite” alt başlıkları altında, Kongrenin acil gündem maddesiyle doğrudan bağı olmayan bir peşrev çekiyor.

 Niye bunu yapıyor? Tek izahı var: Önderlik her şeyi biliyor. O ölçüsüz bir bilgi deryası. O, her şeyi en iyi sezinleyen ve analiz edebilen bir deha. O, bu yer yüzünde yaşayan tek filozof. O, bizim onun derinliğine ve ufkuna asla vakıf olamayacağımız bir ulu kişi…

 Hipnoz etme yöntemi

Evet, konu dışı ve dereden tepeden, az gittik uz gittik misali onca laf kalabalığı, işte esasen bu amaca dönük olarak yapılmış bilinçli bir hipnoz etme yöntemidir. Nitekim Kongre delegelerinden hemen hemen tamamının ağzından dökülenlerin ekseriyeti Apo’nun dehasına ve ulaşılmazlığına yapılan övgülerden oluşuyor. Çok daha önceleri Ali Haydar Kaytan, son dönemlerde de Sabri Ok gibi kimi kadrolar da hızlarını alamayarak Apo’yu açıktan peygamber ilan etmeye kadar vardırdılar bu saçma tapınma ve tabulaştırma ritüelini.

 Nobran faşizan metot

Öte yandan Öcalan bu “ikna” yazısına da yine o bildik “demirbaş” metoduyla başlamış. Başlamasaydı şaşırtıcı olurdu zaten. Neydi o nobran faşizan metot? Özetle: Önce hiçleştir ve aşağıla, kişilik, gurur ve öz güvenini tarumar et. Sonra o şey (kişi veya topluluk), bir ulu kurtarıcı olarak senin sayende yeniden dirilsin, ayağa kalksın ve onurlu-gururlu bir kimlik sahibi olsun. Böyle olsun ki ömür boyu sana minnet duyabilsin.

 

Öcalan Kongreye sunduğu bu “ikna” amaçlı perspektif yazısında da hem Kürtleri ve hem de PKK kadro ve militanlarını hiçleştirmekle işe başlamış ki yeni sürece dair buyuracakları itirazsız ve ama kesinlikle de büyük bir övgüyle kabul görsün. Şöyle diyor örneğin:

 

“Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar olabilirler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. (…)” Kendisinin büyük harflerle yazdığı “APO DÖNEMİ (ne)” gelindiğinde, yani; “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. (…)” “Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da gerçeklik olarak da Kürt Kürdistan Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. (…) Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı.” (Apo dışında birileri bunları dillendirse, muhtemelen başına gelmedik felaket kalmazdı.)

 Tarihsel olgular Öcalan’ı yalanlıyor

Diyor demesine de peki yüklemeye çalıştığı anlam itibariyle bunların bir gerçekliği var mı? Yani TC. ile birlikte Kürt, Kürtlük ve Kürdistan buharlaşıp atmosferde yok mu olmuştu? Elbette ki tarihi gerçeklik Öcalan’ın bu maksatlı inkârcılığını desteklemiyor. TC. döneminde, 1925 ile 1938 yılları arasında irili ufaklı onlarca ulusal hak talepli Kürt isyanı meydana gelmiştir. PKK ile başlayanın 29. İsyan olduğu kendilerince de kabul edildiğine göre, birkaçı Cumhuriyet öncesi döneme ait olsa da sayıyı “onlarca” olarak ifade etmek yanlış olmaz. Keza özellikle de 1960 yıllarda Öcalan’ın “pro Apocu” diye tanımladığı politik yapılanmalar tarih sahnesindedir.

Kürt, Kürtlük ve Kürt sorunu öylesine aktüeldir ki TİP başta olmak üzere birçok politik öznenin programına dahi girebilmiştir. Keza 1960 Darbesinin ilk icraatlarından biri de Kürt yurtseverlerine kitlesel operasyonlar çekip, onları kamplara kapatıp, ardından da sürgün etmek olmuştur.

 İbrahim Kaypakkaya’nın sorunu ele alıp tanımlayışı ise başlı başına Öcalan’ın bugünkü inkârcı ve egemen ulus ağzından söylemlerine ta o günden verilmiş bir yanıt gibidir.

Örneğin Öcalan İmralı Savunmasında Şeyh Sait İsyanını hem İngiliz kışkırtması ve hem de ulusal yönü olmayan, daha çok Cumhuriyet karşıtı, şeriat istemcisi bir hareket olarak tanımlayabiliyor. (Öcalan hatta: “Atatürk ayrıca bizzat bir nevi otonomi, mahalli özerklik gibi deyimler de kullanmış, çözüm niyetini ortaya koymuş ama isyanların bilinen özellikleri bunu gündemden kaldırmıştır.” dahi diyebilmiştir aynı savunmasında.

Oysa bu, bugün de tekrardan temel tezleri haline geldiği anlaşılan şu; “Cumhuriyet ile birlikte inkâr siyaseti isyanlara neden oldu.” şeklindeki bu argümanı boşa çıkarıyor.

 İnsanın; ‘artık bir karar ver, hangi dönem söylediğini baz alalım?’ diyesi geliyor haklı olaraktan.) Fakat bu bir istisna da değildir: Öcalan, tutsak alındıktan sonra uçakta: “Fırsat verilirse devlete hizmete hazırım.

 Benim annem de Türk” diyebilmiş birisidir. İmralı Savunmalarında da devlete ve Atatürk’e bağlılığını ifade etmiştir. Artık tek amacının “Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi yapmak için yaşamak” olarak ifade etmiş de biridir.

Ama böyleyken kendisi dışında gerek kendisinden önceki ve gerekse kendi döneminin tüm Kürt önderlerini şaibeli kişilikler olarak itham edebilmektedir. Keza daha da trajik olanı; kendisine muhalif olan veya bu potansiyeli taşıdığını düşündüğü yüzlerce kadroyu, “devletin ajanı” olarak yaftalayıp, fiziken tasfiye etmekten de geri durmamış biri olarak hâlâ da bunları söylemeye devam ediyor olması ilginç ve bir o kadar da düşündürücü olsa gerek.

 Diğer parçalardaki olgular

Keza diğer parçalara ilişkin tarihi gerçekler de Öcalan’ın tarihi inkârcılığını ortaya koymaktadır. Örneğin kısa ömürlü de olsa, ama Birleşmiş Milletler tarafından bile tanınan bir Mahabad Cumhuriyeti gerçekliği söz konusudur. Yıl 1946. “Modernite” ile birlikte buharlaşmış Kürtler ve Kürtlük işte böylesine de capcanlı bir şekilde varlığını sürdürmekte oysa. Aynı şekilde Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtlük davası ta 1943 yılında Irak Krallığına karşı ayaklanır. 1960 lı yıllar boyunca silahlı direniş olarak varlığını devam ettirir. 1970 yılında otonomi anlaşması yapar Irak devletiyle. Ardından fiili olarak 1992 yılında Kürdistan Federasyonu olarak kendi kaderini tayin eder ve bu, 2005 yılında da Irak Anayasasınca kabul edilir. Ayrıca bir diğer parça olan Rojhilat’ta da Kürtlerin ulusal haklarının kazanılması amacıyla KDP-İ ta 1945 yılında kurulur. Vs. vs.

 Öcalan’ın “Apo mucizesine” ihtiyacı var

Yani özetle; demek ki olmayan Kürtler ve Kürtlük davası yine de bütün bu örgüt, isyan ve mücadeleleri ortaya çıkarabiliyormuş. Tıpkı PKK ve 29. İsyanı ortaya çıkardığı gibi. Ama yok, böyle olmaz; Apo’nun ölüyü diriltmesi, cesedi ayağa kaldırması ve yoktan var etmesi gerekir:

“APO DÖNEMİ” dediği “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. (…)” “Modern bir hareket olarak PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Kürt hareketlerinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin varlığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti.” “PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. (…)”

 Dikkat edilirse burada Öcalan bunları PKK’nin öncelikli hedefi olarak sunmayı ve bu hedefe de varıldığını empoze etmeye çalışıyor. PKK’nin ana programı olan ve Öcalan’ın bugün “özgürlük çözümü” demeyi tercih ettiği Kürt ulusal kurtuluş sorununun da ise tıkanma yaşandığını ve bunu aşmak için yeni yol, yöntem ve araçlara ihtiyaç olduğunu ileri sürüyor. Bunun için de yine eski yol, yöntem ve araçların bir şekilde boşa düşürülmesi gerekiyor. (Devam edecek)


Hiçleştirme ve kendisiyle yeniden var etme stratejisi -2- Halil Gündoğan -11.07.2025

Nalıncı keseri


Öcalan, eline aldığı nalıncı keseriyle, olgu ve olayları kendi sübjektif ihtiyacına göre yontup, yeni biçimlere büründürüyor. Bunu yaparken de hiçbir kural ve etiksel değer takmıyor. Yeter ki kurguladığı şeylere hizmet etsin. Gerisi fasa fiso şeylerdir onun için.

Bunun tipik bir diğer örneğini de “başarı” ve “başarısızlık” değerlendirmelerinde görüyoruz. 12. Kongre’ye sunduğu söz konusu perspektif yazısında PKK’yi, kendisini gönül rahatlığıyla feshedebilmesi için, ona bir başarı öyküsü sunuyor:

Başarı öyküsü ihtiyacı

“PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sorgulamalar yapmak gerekiyor.

Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım.

 (…) Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, (Görüldüğü gibi Öcalan burada hâlâ da “Kürdistan Sömürgedir” tespitinin ne kadar tarihi bir öneme ve role sahip olduğunu böbürlenerek anlatmaya devam ediyor.

Oysa aynı Öcalan İmralı süreciyle birlikte, Kürt sorununa ilişkin bu ve diğer tüm tespitlerinin ideolojik olarak “reel sosyalizmin” etkisinde kalınarak alınmış, gerçekliği olmayan, aşırı uç şeyler olarak değerlendirir. Kürt sorununu ise, değil yurdu dört parçaya bölünmüş sömürge veya bağımsızlığı elinden alınmış ulus sorunu olarak değerlendirmek; “varlığının kabulü, dil ve kültürel serbestlik gibi küçük birtakım iyileştirmelerle çözülebilecek” basit bir takım demokratik hak ihlalleri kapsamında sayılabilecek bir sorun olarak tanımlar.

Kendi isyanlarını da Cumhuriyetin inkârcı tutumuna karşı oluşan bir tepki olarak ifade eder. (*)

 Peki bunların her ikisi de aynı esnada doğru olabilir mi?

Öcalan’ın işine yarıyorsa, evet, her ikisi de aynı esnada doğru olabilir pekâlâ. Apocu müritlere göre ise doğruluğu tartışma konusu dahi olamaz. Bn.)

 (…) Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük başarıdır. PKK bu başarının adıdır.” Diyor.

 Başarı kriteri

Burada öncelikle şunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor: Öcalan’ın başarı olarak sıraladığı bu şeyler, program ve stratejik hedef anlamında, en başından itibaren öncelikle ulaşılması gereken hedefler olmuş olsaydı; o zaman kesinlikle bu “başarı öyküsü” yerli yerine otururdu. Oysa gerek PKK’nin kuruluş ve program kongresinde ve gerekse “1. Manifesto” olarak deklare ettikleri belgelerinde bunlar, “varılması gereken 1. Hedef” olarak anılmaz.

Hatta lafı bile edilmez. Tek hedef: Sömürgeciliğe son verip, birleşik bağımsız Kürdistan’ı kurmaktı. Dolayısıyla da PKK veya “Önderliğin” yarım asırlık mücadelesinin başarı veya başarısızlığı ancak ki bu hedefe ulaşılıp ulaşılmadığı üzerinden sorgulanabilir. İmralı süreciyle birlikte gelinen noktada, “Apocu paradigma” ya da “Önderlik” bu hedefe ulaşmayı gerçekçi bulmayarak, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığına ve dolayısıyla da kendisini feshetmesi gerektiğine hükmettiğine göre; hangi başarıdan bahsedilebilir acaba?

 Tahrifat ve manipüle

Açıktır ki Öcalan’ın yukarıda başarı olarak sıraladıkları ise, gerçekleşmeleri hedeflenen değil; yürütülen bütünlüklü mücadelenin var ettiği sonuçsal kazanımlarıdır. Dolayısıyla da Öcalan’ın bunu, sanki de PKK’nin baştan önüne koyduğu iki hedeften biriymiş gibi sunması, hem tarihi gerçeklerin açıktan tahrifatıdır ve hem de manipüle amaçlıdır.

Neden manipüle amaçlıdır? Çünkü Öcalan, PKK kadro ve savaşçılarını ve halkı, PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığı için artık kendisini feshetmesi gerektiği fikrine bir şekilde ikna edebilmesi için böylesi bir başarı öyküsüne ihtiyaç duymuştur. Bu öyküyle hem onların duygu ve gururlarını okşayacak ve hem de verdiği kararı nispeten daha kolay hazmedebilmelerinin zeminini hazırlayacak. Bütün mesele bu aslında.

 Temel fesih gerekçeleri

Öcalan, PKK’nin kendisini feshetmesinin temel gerekçelerini “fesih çağrısı” metninde farklı, kongreye sunduğu perspektif yazısında ise farklı formüle ediyor. “Çağrı” metninde mealen: “Artık hareketin ve mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremiyorsunuz. Kısır bir döngü içinde kendinizi tekrardan öte bir varlık gösteremiyorsunuz. Anlamsız ve beyhude bir çaba…Kongrenizi toplayıp kendinizi feshedin.” Derken; perspektif yazısında ise esas olarak şu iki gerekçeye dayandırıyor:

 

1-     “90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mücadele perspektifine göre örgütlenmişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şekillenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden ayakta kaldı. (Demezler mi bu ne yaman açmaz böyle.

Hem 90’lı yıllarla birlikte ideolojik zeminini yitirip bunalıma giriyor ve ama hem de buna rağmen “sosyalist tandaslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden” onca kuşatılmışlığa ve topyekûn bir savaşa rağmen ayakta kalma başarısı gösterebiliyor. Hem de öyle az buz da değil, 35 yıl gibi koca bir zaman boyunca… Bu durumda besbelli ki bu “ideolojik zemin yitimi” ve “ideolojik bunalım” Öcalan’ın kendi şahsında yaşanmış.

Çünkü “90’ların başında çöktü” dediği, sosyalizmin teori ve ilkeleri değil; Öcalan’ın sırtını dayadığı ve onlar üzerinden kendisini ve savaşı var etme hesapları yaptığı SSCB ve Varşova Paktı ülke devletleriydi. Sol literatürde “reel sosyalizm” kavramı da zaten bu ülkelerde, iç savaş, ağır ekonomik sorunlar ve 2. Dünya Savaşı yıkıcılığı koşullarında deneyimlenen pratiğin ve ama özellikle de 1956 yılı itibariyle hakimiyeti ele geçiren modern revizyonistlerin temsil ettiği sistemi tanımlamak için kullanılır. İşte bunların çökmesiyle zemin yitimine uğrayıp, yolun sonunun geldiğine ve yıkmak için yola çıktığı devletin yenilmezliğine hükmeden ve 1993’deki o meşhur; “Bir muhatap arıyorum” mesajıyla, açıktan bir uzlaşı yolu arayışına giren, tarihin tanıklığı ve kendi beyanlarıyla da sabittir ki Öcalan’ın kendisi olmuştur. Bilindiği gibi İmralı süreciyle birlikte ise; kendisine sunulan “sivil toplumcu” ve anarşist ideolojik kaynaklardan esinlenerek bunlara, yüksek kalibreden, teorik kılıflar uyarlamakla meşgul. Bn.)”

2-     “(…) Kürtler Cumhuriyetle birlikte yok sayılıyor. PKK bu inkârı büyük bir direnişle boşa çıkardı; (…) Ama bu inkârın sizde yaşanan sonuçları hâlâ tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum sizde, göremiyorum. (Öcalan burada da yine bir hiçleştirme operasyonuyla, hizaya alma ayarı çekiyor Kongre delegelerine. Bn.) Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu anti kapitalist olmalı.

(Nasıl olacak bu?

Kürtleri kapitalist bir sisteme ve onun devletine entegre edeceksin ve ama kalkıp, “Bunlar kapitalizmle olmaz” diyeceksin. Keza diyeceksin ki “Kürt toplumu anti kapitalist olmalı” Kürt toplumu denilen toplum işçiden, köylü, esnaf, ağa-bey, küçük, orta ve büyük burjuvaziden oluşan bir toplum olduğuna göre, sırf Apo istedi diye tüm o kapitalist sistem mensubu sınıf ve ara tabakalar anti kapitalist mi olacaklar yani, bu mümkün olabilecek bir şey midir? Bn.)

Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomik ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabii ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır. Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz.”

 

“Özgürlük çözümü başarıldı mı?” diye soruyor ve buna şu yanıtı veriyor: “Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu (hangi ideolojik bilinç? Kuruluş sürecinden 1990’lara kadar olan sürecin ideolojik bilinci mi? Bunun zemininin çöktüğü ve o süreçten 2000’li yıllara kadar olan süreçte, aleni bir “ideolojik bunalım” yaşandığının söylendiği ve sonrası sürecin “ideolojik bilincin” ise esasen Öcalan’ın yeniden oluşturma gayretlerine girdiği ve ama halen de tam olarak şekillendirememiş olduğu, “ideolojik bilinç” mi? Bn.) fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı.

Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır.” “Demokratik ulus çözümü önümüzdeki sürecin temeli olacaktır.” “Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum komünalite temelinde etik-politik doğrultuda şekillenecek varlık bulacaktır.” Fakat diyor; “Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. (Burada ki ikilem tipiktir. Peki madem bilimdir rehber, o halde bunun da bilimsel açılımının ortaya konularak, insanların ikna edilmesi doğru olanı değil midir? Tabii işin aslının şu olduğu bir durumda; bunun bilimsel bir izahatı da mümkün olmayacaktır:

 “Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık verdim.” Diyor, kendi sözleriyle. Yani daha sade haliyle tekrarlamak gerekirse, demiş oluyor ki bunu devlet istedi ben de işi kolaylaştırmak için kabul ettim. Bn.)”

 Tek bilen ve tek belirleyen olmak

“Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim.” Diye, kalıp bir söz var ya Öcalan da sonda söyleyeceğini perspektif yazısının başlarında da söylemiş. Şöyle diyor: “Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabii çünkü ciddi bir iş.

Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. (…) Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat (…) Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. (…) Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. (…) devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içendeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. (…)”

 

Özetle Öcalan Kongreye demiş oluyor ki: Herkes haddini bilsin otursun oturduğu yerde. Bu örgütü ben kurduğuma göre, feshetme yetkisi de bende. Karar aldım, bunun gereğini yapın ve kendinizi feshedin. Bu savaşımın bir numaralı sorumlusu ve yürütücüsü de ben olduğuma göre, “savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecini” de sonlandırıyor ve TC. Devletiyle "barış ve demokratik bütünleşme” sürecine giriyoruz. Anlaşıldı mı? O halde formaliteyi yerine getirin ve kendinizi feshettiğinizi kamuoyuna deklare edin. Nokta.

 Bu, Öcalan’ın demokrasi ve özgürlüklerden ne anladığının resmidir de. İşte bu zihniyet, dinci faşist bir iktidarla el ele vererek demokratik toplum inşa edecekmiş. Şaka gibi, değil mi?

 (*) İmralı Savunması




 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)