28 Temmuz 2025 Pazartesi

BİR İŞKENCEHANE OLARAK SANSARYAN HAN VE SÜLEYMAN CİHAN!_H_Gündoğan

 


Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı: 

 “Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930 yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]

 Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün, sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir. 

Bu kararın özel önemi; TC. Devleti’nin doğrudan zorbalığının, gaspçılığının, azınlıkların sermaye ve mülklerine çökmesinin, kendisi de bir devlet kurumu olan Anayasa Mahkemesince, tescillenmiş olmasındadır. 

 Denilebilir ki; asla tekil bir örnek olmamakla birlikte, ama yine de Sansaryan Han’ın ‘özel öyküsü’, TC.  Devleti’nin neme nem bir öz karaktere sahip olduğunun da çarpıcı bir örneğidir. Hiçbir hak-hukuk tanımadan, “fakir öğrencilerin eğitim masraflarının karşılanması” hizmeti gören bir vakıf malına, hiçbir vicdani değer taşımadan, el koyup gasp edeceksin ve sonrada burayı devletin resmi işkence hanesi olarak, “devletin bekası” ‘ulvi amacı’nın hizmetine sunacaksın!.. 

 İşte budur, kuruluşundan itibaren kesintisiz bir şekilde devam edegelen bu zorba, bu kan emici faşist devletin öz karakteri!.. 

 Anayasa Mahkemesi, aldığı bu kararla bunu, “resmi ağız”dan da itiraf ederek, onaylamış oluyor. Bu bakımdan da ayrıca bir önem taşır. 

 İnternette, “Sansaryan Han” yazıp, kısa bir arama yaptığınızda, karşınıza şu tür başlık ve yorumlar çıkıyor: 

 - “Adı işkencelerle anılan Sansaryan Han...” 

- “...Ünlü Sansaryan Han(….) sonraları MİT tarafından kullanılmış, işkence denince akla gelen isim olmuştur.” 

- “El konduktan sonra yıllarca İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullannılan tarihi Sansaryan Han, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Ruhi Su, Hikmet Kıvılcımlı, Aziz Nesin, Mihri Belli (ve elbette Sevim Kalkavan Belli bn.), Deniz Gezmiş, Vedat Türkali’nin de, Alparslan Türkeş’in de işkence gördüğü ‘tabutluk’larıyla tanındı...” 

- “Atilla İlhan ise, ‘Tutuklunun Günlüğü’ şiirinde Sansaryan Han’ı şöyle anlatıyor: 

 

“... / Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında/ didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Han’ında/ küflenir suyun bir bakır çalığı birikir ağzında/ kendini öldürmeyi belki bin kere tasarlarsında/ bir kere aklından geçmez bitirmeden ölmek şarkıyı.”

 

Evet, nasıl ki şarkıyı bitirmeden ölmek aklımızdan geçmezse; Anayasa Mahkemesi’nin kararına atfen gazetenin başlığında kullandığı “Sansaryan Han için tarihi karar” ifadesinin de aslında nihai ‘son söz’ olmadığını, bunun sadece, “mülkiyet hakkının ihlali” ile sınırlı bir karar olduğunu, Sansaryan Han’ın gerçek öyküsünün itinayla es geçildiğinin; sorulması gereken bu esas hesabın sorulmadığı bir kararın da asla “tarihi bir karar” olamayacağını aklımızdan çıkarmayacağız. Ve ancak bu hesap sorulduğunda, Sansaryan Han’a ilişkin, “tarihi karar” hükmü kurulmuş olabilecektir. 

 Ve o zaman geniş kamuoyu da bilecek ki; Sansaryan Han işkence hanesinde sadece yukarıda isimleri anılan, kamuoyunca yakinen bilinip tanınan öne çıkmış siyasetçi, sanatçı ve devrimci/solcu kimi şahsiyetlere işkence yapılmamıştır; binlerce, evet binlerce muhalife, binlerce emekçiye, binlerce sol-sosyalist-komünist devrimciye ve hatta yüzbinlerce ‘adli vaka’ zanlısı kişiye günlerce, haftalarca ve bazen aylarca süren hunharca/gaddarca işkenceler hep yapıla geldi. Yüzlercesi sakat bırakıldı ve onlarcası da işkencelerle, bir şekilde katledildi... Bunların hesabı sorulmadan; Sansaryan Han işkence hanesi, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı söz konusu kararla da, ‘beş yıldızlı otel’ olarak yaftalamasıyla da, o kanlı-irinli ‘ünlü tarih’i geçmişinden asla yakasını sıyıramayacaktır. 

 

Bugüne değin, Sansaryan Han’da yapılan işkencelere dair anlatımlar, esasen, 1975 öncesi döneme dairdir. Oysa, özellikle de 1980 Askeri Faşist Darbesiyle birlikte burası, daha uzun yıllar, devletin aktif bir resmi işkence merkezi olarak kullanılmaya devam edildi. Bu süreçte yapılan işkence ve işlenen cinayetler, es geçilemeyecek kadar önem arz eder Sansaryan Han işkence hanesi tarihinin anlatılmasında. 

 

Sansaryan Han işkence hanesi tarihinde işlenen ilk siyasi cinayet de işte bu süreçte işlendi: SÜLEYMAN CİHAN’ dı katledilen... Yıl 1981... Aylardan Temmuz... İşkence hanenin müdürü ise; şu meşhur “bin tuğla”cı Mehmet Ağar’dı. 

 

Süleyman Cihan, TC. Devleti tarafından, haklarında “vur emri” alınarak, duvarlara afişleri yapıştırılan onlarca devrimciden biriydi. Ve o, aynı zamanda, TKP/ML Genel Sekreteri olarak da tutuklama kararıyla aranan biriydi. 

 İşkenceci güruhu saymazsak, Sansaryan Han işkence hanesinde onu sağ olarak gören en son kişi, sanırım benim... 

 ***

 1981 Ocak’ında tutsak edilip, o dönemin en popüler işkence merkezi olan İstanbul Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde, bir ayı kesintisiz olmak üzere, toplamda üç aylık ağır işkencelerden geçirildikten sonra, sırasıyla; Selimiye Kışlası ve Sultanahmet Hapishanesi’nde de şahsıma özel olarak, günlerce süren “hoş geldin” işkencelerine maruz kaldım. Derken, nihayet ben de diğer tutsaklar gibi, ‘normal hapishane yaşamı’na geçebildim. Ancak bu, pek uzun sürmedi; “idarede görüşmen var” denilerek, koğuştan çıkarılıp, kaçırılırcasına bir korsanlıkla; “2.Şube” olarak andığımız Sansaryan Han İşkence merkezine götürüldüm. 

 Bu korsan muamelenin gereği neydi, henüz öğrenememişken; işkence hanenin en üst katına çıkarılıp, küçük boş bir odaya tıkıldım... Odada, ‘mobilya’ adına, sadece kırmızı bir bank ve çelik bir dolap vardı. Banka oturtup, ellerimi ve ayaklarımı yanlara doğru ayırarak, bankın ayaklarına kelepçelediler. Yani dört kelepçeyle, o banka adeta çivilediler bedenimi. Ardından, kanı- irinli çok pis, iğrenç bir bez parçasıyla gözlerimi ve yetinmeyip, aynı şekilde kulaklarımı da kapattılar. 

 

Şok etkisi yaratacak böylesi ‘anormal’ uygulamalarla, besbelliydi ki gözdağı vermek ve galiba birazda eğlenmek istiyorlardı... Bunun ayırdında ve bilincinde olduğumdan ve de düşmanımı, şahsım özelindeki beş aylık fiili uygulamalarından bizzat ve doğrudan tanıdığımdan; tepkisizce öylece duruyordum. 

 Sonra farklı bir hareketlilik başladı. Kafamdan aşağı geçirerek, omuzlarıma bir şey oturttular... Ama nasılda ağır öyle, bedenimi çökertiyor resmen. 

 Öylece kalakaldım... Bir süre sonra vücudumun şişmekte olduğunu, el ve ayak bileklerime gömülen kelepçe demirlerinden hissediyordum. Denir ya; ‘ciğerlerine kadar işleyen”, müthiş bir acı... Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, ama sanırım sabaha karşıydı. Davudi, buyurgan bir ses: 

“Bu da kim lan oğlum? Niye böyle her yerinden bağlı? O devasa battal merdiveni ne diye boynuna geçirdiniz lan oğlum?” (Böylece anladım ki bedenimi çökerten o şey, bir merdivenmiş!)

 “Amirim” diyor biri, ‘resmiyet’ mecburiyetinin gereği olan ‘saygıyla’, “bu, şu meşhur TİKKO’cu Proleter!..” diyerek, amirinin sorularına yanıt vermeye çalışıyor. 

 “Haaa!..” diyor amirleri. “Ama oğlum, Proleter de olsa o, biyolojik bir adam mı ki (artık ne demekse) taktığınız o dört kelepçe yetmiyor da bir de o merdivenle sabitlemişsiniz adamı!.. Derhal kaldırın şu merdiveni... Kelepçeler de bileklerine gömülmüş, kangren mi yapmak istiyorsunuz adamı?.. Çabuk gevşetin şunları!.. Ayaklarındaki kelepçeleri ve kulaklarına bağladığınız o bezi de çıkarın!” dedi ve ekledi:  

 “Bildin mi beni Proleter? ‘İşkenceci/katil polis şefi’ diyerek öldürmek istediğiniz Ahmet Ateşli’yim ben... Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte; bak iyileşip geldim, görevimin başındayım yine... Sen bizim çocukların da kusuruna bakma, tedbiri biraz fazla abartıp, seni hayli sıkıntıya sokmuşlar. Halden anlarsın sen, onlar emir kulu, kendilerine söyleneni yapıyorlar.” dedi.

 (Elbette Ahmet Ateşli’yi gıyabında çok iyi tanıyordum. O, meşhur bir polis amiriydi. Meşhur olmasını, amiri devletin kendisine verdiği ‘kutsal vatani görev’ olan, bir sorgu yöntemi olarak işkenceciliği, çok mahir bir şekilde uygulamasına borçludur. Ve o aynı zamanda, azılı bir anti-komünist olup, birçok devrimcinin katledildiği operasyonların as elemanlarındandı... En son, 1980 ortalarında, İstanbul’da, MLSPB’li devrimcilerin katledilmesinde görev üstlenmişti... MLSPB militanları da meşru misilleme haklarını kullanarak, pusuya düşürüp vurmuşlardı... Yukarı da kast ettiği de buydu.) 

 ‘Kendilerine söyleneni yapanlar’, yine kendilerine söyleneni yaparak; merdiveni, ayaklarıma vurdukları kelepçeyi ve kulak bağını çıkardılar. Ve tabii ki bayağı bir rahatladım... Ahmet Ateşli’nin uygun gördüğü; iki kolumla banka bağlı tutulma ve gözlerimin bağlı olması hali, orada alıkonduğum 37 gün boyunca, değişmeksizin kaldı. Yemek verdiklerin de bile, sadece bir kelepçeyi açıyorlardı. 

 Yazın o kavurucu sıcağında, çoğu kereler ve uzun süreler susuz bıraktılar. Hem de benim için getirdikleri küçük bir bidon su, bankın altında duruyorken; onca seslenmelerime rağmen, gelip de veren olmazdı çoğunlukla. Bir tek, “gözden kaçmış” tek tük sol eğilimli ve demokrat kişilerin nöbetçi oldukları zamanlarda nispeten daha kolay karşılanırdı su ve tuvalet ihtiyacım. 

 Bağlı tutulduğum odayı, işkence yaptıkları odadan sadece ince bir duvar ayırıyordu. Kapıları da birbirine adeta bitişikmişçesine yakındı. Böyle olunca da onlarca insana yapıkları işkencenin, doğrudan “kulak misafiri” pozisyonundaydım: O çığlıklar, o acı acı feryat ve iniltiler, işkencecilerin o galiz küfürleri, adi/aşağılık şakaları, rol yapışları ve yaptıklarından aldıkları haz ile attıkları kahkahaları, insanları aşağılayıcı envai türden iğrençlikleri, adli vakalardan insanların yalvarıp yakarmaları, kimilerinin ise düştüğü onursuzca yalakalıkları vs. vs. Bunların her birini, mecburen dinliyor ve haliyle de zorunlu tanığı oluyordum maalesef ki. (Herhalde ya delireyim istiyorlardı ya da onlar için bunda bir anormallik yoktu; öyle ya, kendileri delirmedikleri gibi, tam aksine haz da alıyorlardı.) 

 Yakalayıp getirdikleri gençten adli bir insanın verdiği tepkilerse; o koşullarda, acı acı da olsa, gülümsetmişti beni: Odaya soktuklarında, sürekli olarak kendisinin suçsuz ve masum olduğunu, yaptığı söylenen şeyle bir alakasının olmadığını tekrarlayıp duruyordu. Birileri, azarlayarak, susmasını ve derhal soyunmasını, kilotu dahil, üzerindeki tüm giysileri çıkarmasını söyleyince; genç adam panikledi, afalladı: “Ne diyorsun abi ne soyunması, ne anadan üryan...” demekteyken; “kes lan karı gibi vıdı-vıdı yapmayı da, çabuk denileni yap!” diyerek, azarlayıp sözünü kesti işkenceci.

 Bu arada pata küte yumruk ve tekme sesleri ve bunlara verilen gayri ihtiyari sözel tepkiler gelmeye başladı. Ardından başka bir safhaya geçtiler, tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken; “Abi bu ne ya, beni İsa gibi çarmıha gerdiniz (demesiyle, çarmıha gerip, askıya alacakları da anlaşılmış oldu.) böyle ne yapacaksınız ki?” deyince, kalabalık, ‘hayvani’ gülüşleriyle; “birazdan ananın ...nı görünce, ne olduğunu da, ne yaptığımızı da anlayacaksın,  ..cık herif. İyilikten anlamadın, bunu sen kendin istedin, bizden günah gitti.” deyip, bir hamle yaptılar. Ardından da “Biz gidiyoruz, konuşmaya karar verdiğinde, seslen gelip seni indirelim.” deyip, kapıyı açıp kapattılar ve ayak sesleri duyuldu. Numara mı yaptılar, ya da bir kısmı gitti de bir kısmı orada mı kaldı, bilemiyorum. 

 Delikanlı bir süre acı acı inledikten sonra (ki, yüzlerce kez maruz kaldığım çarmığa gerili askı işkencesinin nasıl tarifsiz bir acı verdiğini, hele ki askıdayken, birde ayaklarınıza ekstran ağırlıklar bağlandığında ve elektrik verildiğinde, mislince artan o acıyı çok iyi bildiğimden; delikanlının acı inlemelerini anlayabiliyordum.) Birden, boğuk ve ama acı bir sesle: “İmdaaat!.. İmdaaat!.. Burada adam öldürüyorlaaar!” demesin mi?  

 Tamda şu, “güleriz ağlanacak halimize” misali bir durumdu. Yardım alabileceği hiçbir yere ve hiçbir kimseye duyuramayacağı kesin olan bu saftirik aman dileme, “güler misin ağlarmısın” ikileminde, acı acı gülümsememe neden olmuştu... “Sık dişini, korkma ölmesin; birazdan gelip indirirler seni.” diyebildim sadece. Duydu mu bilmiyorum, ama sessizce bekleyişe geçti ve bir süre sonra da gelip indirdiler zaten. 

 ***

 Artık Temmuz’un “son düzlüğü”ndeydik; üçte ikilik bölümü geride kalmıştı... Örgütün İstanbul yapılanmasından alınan ve tıkış tıkış, o daracık hücrelerde tutulan 45-50 kişilik kalabalık grubun günlerce süren ağır işkenceleri nihayet bitmiş ve artık yazılı ifadeleri hazırlanıyordu. Bunların arasında, dışarıda birlikte örgütsel faaliyet yürüttüğüm arkadaşlarımda vardı. Meğerse beni de bu sebepten ötürü buraya getirmişlermiş... Oysa bir yüzleştirme gerekiyorduysa, bunu mahkeme zaten yapacaktır. Hadi diyelim ki poliste de yapmak istediler; bu, taş çatlasın, bir günlük bir işti... Sahi, peki beni, günlerdir bu halde tutmalarının gereği neydi ki?!.. 

 O güne kadar, yakalananlar arasında henüz bir Merkez Komite üyesi yoktu ve bir bakıma bu, sevindiriciydi elbette... Fakat o gün, işkenceciler ‘müjdeli’ bir bilgiye ulaşmış olmalıydılar ki; pek neşeli ve pek heyecanlı bir halleri vardı. 

 Ortam, kısa bir süreliğine sessizleşti. Sonra birden, ‘it sürüsü’ misali, şamatayla koridora doluşu verdiler. Belliydi ki ‘av’dan dönüyorlardı ve elleri de boş değildi... Nitekim boş olmadığı ve ele geçirdikleri kişinin de çok iyi bilip tanıdıkları, bir dönemin miting ve yürüyüşlerinin meşhur ajitatörlerinden de olan, MK üyesi Brütüs olduğu, ismini zikrettiklerinde anlaşılmış oldu. 

 “Ya Brütüs, biz seni gökte ararken, yerde, Kabataş İskelesi’nde bulduk. Gözümüzde çok mu büyütmüşüz, ne dersin? Çekirge misali ha!... Gerçi sen biraz fazla zıpladın, hakkını yemeyelim. Neyse, filim koptu ve artık elimizdesin; buranın kurallarını biliyorsun: Ya akıllı davranmayı tercih eder, kendini boş yere ezdirmeden, efendi-efendi her şeyi anlatırsın; yada yine çok iyi bildiğin tezgahlar senin için de işler ve anacığının ..cığını boylarsın. Sana iki dakika düşünme payı veriyorum.” dedi, işkenceci başlarından bir yetkili. Brütüs, yanıtını anında verdi: “Örgütsel faaliyetlerime ilişkin size anlatacak bir şeyim yok.” deyip sustu.  

 “Öyle mi?” dedi işkenceci. “Oğlum şu taşak buran neredeyse çağırın hemen buraya gelsin; müşterisinin acelesi varmış.” dedi. 

 İşkencecilerin bir de ünlendikleri böylesi özel ‘uzmanlık’ dalları vardı işte... Taşak buran da bunlardan biriydi. Karslı, eski bir gece bekçisi emekçisiydi. 2. Şube’nin işkenceci ekibine terfi ettirilince, herhalde ki köy yaşamından feyz alarak, kendisine özgü bir işkence metodu geliştirmek istemiş olmalı. Boğaları hadım ederlerken, hayvanın taşaklarını, özel olarak geliştirilmiş bir kıskaç arasına sıkıştırarak büker ve ezerler. Hayvanın çektiği acı tarifsizdir. Zapt edebilmek için bağlar ve birçok kişi üzerine çöker... İşte bu tarz bir işkence metodunu uygulamaya koyar ve kısa sürede de “taşak buran” ünvanına erişir. 

 Taşak buran, Brütüs’e tam olarak nasıl bir muamele çekti bilmiyorum, ama birkaç dakikalık kısa bir mesai ile, ününe ün kattığı kesindi: “Koskoca MK üyesi Brütüs’ü bülbül gibi öttürdü herif.” diyerekten. Keza yüklüce bir prim alacağı da kesindi. Evet, işkencecileri, daha pervazsız kılmanın bir aracı olarak, başarıları nispetinde, parasal ödülle mükafatlandırıyorlardı da. 

 Brütüs, acıya yenik düşmüştü maalesef ki. Artık, ‘kendini ezdirmeden, bildiklerini veya anlatılması istenenleri, efendi-efendi anlatma’ tercihinin gereğince davranacaktı. 

 Bu arada evine operasyon düzenlenmiş ve hayat arkadaşı kadın da getirilmişti. Oysa çok iyi biliyorlardı ki; kadının aktif örgütsel bir faaliyeti yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu işkenceciler için; önemli olan tek şey, her şeyi bir işkence aparatına çevirip kullanmaktı. 

 

Brütüs ile ‘efendi-efendi konuşma’yı başka yerde yaptıklarından; neler anlattığı hakkında bir bilgi sahibi değilim. Ancak, alacaklarını almış olmalılar ki; artık üzerinde durdukları tek konu Süleyman Cihan’dı: 

 “Oğlum yolu yok, Süleyman Cihan’ı bize vereceksin; başka kurtuluşun yok!” diyordu sorgucu başı. Brütüs biraz kemküm ettikten sonra; “Süleyman ile bu aralar bir randevum yok. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Onunla eşimin kontağı var, bilirse o bilir.” dedi. (Yakın akraba olduklarından, aralarında böylesi bir ‘ailevi’ ilişki vardı.) 

 Fakat kadın arkadaş Brütüs’ün bu söylediklerini reddetmiş olmalı ki; sorgucu başı, Brütüs’e; “Karın inkâr ediyor senin söylediklerini. Konuş ikna et, bırakalım evine gitsin.” dedi. 

 Brütüs kadını ikna etti mi ve bıraktılar mı bilemiyorum. Sonraki bir zamanda, bir öğle vakti, yine ortalık hareketlendi. Heyecanla Brütüs’ten bilgi istiyorlardı: “Nereden, hangi yoldan gelir bu adam, bunu bilse- bilsen sen bilirsin.” diyordu, operasyonun başındaki yetkili. 

 Belliydi ki bir bilgi almışlardı. Muhtemelen de kadın ile Süleyman Cihan’ın o gün görüştüğü bilgisiydi bu. Ama nerede buluştukları bilinmiyor olmalı ki; bunu Brütüs’ten öğrenmek istiyorlardı. 

 Gayet soğukkanlı bir şekilde, verdiği yanıt aynen şöyle olmuştu: “Muhtemelen yolcu otobüsüyle, Trakya’dan İstanbul’a gelecektir.”  

 

Ve böylece, bir devlet politikası olarak işkencenin temel ve tek sorgulama metodu olarak kullanıldığı bu ortamda; kişilere, canlarını kurtarmaları karşılığında, başkalarını ele verme onursuzluğu ve bir kara lekeyi, bir ömür boyu anlında taşıma sefilliği dayatılıyordu... Brütüs’e dayatılıp, kabul ettirilen de buydu... Sistem böyle kurgulanmış ve böyle işliyordu. Ve tabii, bir büyük riyakarlık örneği olarak; yazılı ifade tutanağının değişmez klişe ilk cümlesi ise, hep ve her daim şöyle başlıyordu: “Hiçbir baskı altında kalmadan, tamamen kendi hür irademle...” 

 Brütüs’ten aldıkları bu yanıtla, çekip gittiler. Onların gitmesiyle, ortalık yine sessizliğe gömüldü... Sanırım saat 15:00 sularında, yine ve ama daha büyük bir coşku şamatasıyla geri döndüler... Belliydi kialmışlardı Süleyman Cihan’ı. 

 Bir öğretmen adına düzenlenmiş, sahte kimlikteki adıyla hitap ederek: “Hoş geldin” diyordu, sorgucu başı. “Yıllarca peşinde koşturdun devletin onca memurunu. Afişlerini bile yapıştırdık, sokaklarda köşe başlarına ve garlara. Çok uğraştırdın bizi, ama nihayet elimizdesin işte...” diyordu, üstenci-kibirli bir edayla. 

 Bu tür kışkırtıcı söylevler karşısında bir süre sessiz kaldıktan sonra, şu sözlerine tanık oldum: “Bırakın oyun oynamayı, bana sahte isimle hitap etmeyi. Süleyman Cihan olduğumu çok da iyi biliyorsunuz. Evet, ben Süleyman Cihan’ım... Bu beyanım dışında, size söyleyecek hiçbir şeyim yok!” deyip, sustu. 

 Bunu bekliyor muydu sorgucu başı (veya başları) bilemiyorum; fakat, bir profesyonelin sakinliğiyle, şöyle dedi: “Pekala!.. Tamam, istediğin gibi olsun Süleyman Cihan.” 

 “Papaz rolü” oynayan ekip sessizce aradan çekilip; sahneyi hemen, “cellat rolü”nü oynayacak fiziki işkence ekibine bırakmıştı. 

 Çok net ve kararlı bir restle karşılaşmış olmalarının da verdiği hırsla; çok, ama inanılmaz derece çok ağır ve yoğun bir şekilde yüklendiler. Kesinlikle o anda onlar, sahici insan görünümlü birer işkence robotuydular. Tek kelimeyle benlikleri sadizmin işgalindeydi ve “götürü iş almış”ların gayretiyle, soluksuzca “çalışıyor”lardı. 

 Süleyman Cihan’ dan ise, sadece arada bir, ağır iniltiler duyuyordum.  İlginçtir, devlet açısından da çok önemli olan TKP/ML gibi bir örgütün Genel Sekreteri ellerinde ve ama ona yönelttikleri tek soru şuydu: “Sende, içi Alman Markı ile dolu yeşil bir valiz var; onu bize vereceksin.” 

 Görünüşte, bütün o ağır ve yoğun işkence bunun için yapılıyordu... Dört-beş saat kadar sürdü bu iğrenç ve kirli emekli, parasal ‘mesai’leri. Yorulmuş ve açıkmış olmalılar ki, ara verdiler. 

 Bir süre sonra, bir-iki kişi yanıma geldi: “Duydun mu Proleter, sorumlun Süleyman Cihan’ı da aldık; elimizde şu an? Görüştürelim mi sizi, ister misin?” dedi, içlerinden biri. 

 “Biliyorum burada olduğunu ve kendisine işkence yaptığınızı... Evet, elbette görmek isterim onu.” dedim. 

 Bunun üzerine, kelepçeleri çözüp, yan odaya götürdüler. Orada gözbağını da çıkardılar. Odada loş bir ışık vardı... Süleyman Cihan çok bitkin bir vaziyetteydi; adeta bir külçe gibi, yere yığılmış, sırtını dayadığı duvardan aldığı destek ile, öylece duruyordu. 

 “Merhaba yoldaş. Nasılsın?” dedim. O bana, “Esmer”derdi hep. “Merhaba Esmer. Kaygılanma, iyiyim.” dedi, feri zar zor belli olan gözlerinde ve sesindeki olanca sıcaklığıyla. 

 Bu görüştürmeyi sağlayanlar, artık bunla neyi görmek veya anlamak istemişlerdiyse; “Tamam, bu kadar yeter.” deyip, koluma girerek, odadan çıkardılar.  

 O gece (hafızam beni yanıltmıyorsa, 28 Temmuz’u 29’a bağlayan geceydi.) tam olarak ne olmuştu, bilmiyorum. Sabah uyandığımda sadece hücrelerin açılıp kapanan kapı sesleri ve tuvalete götürüp getirilen arkadaşların ayak sesleri ve konuşmaları vardı. Bunun dışında hiçbir bağırtı çağırtı, İşkence sesi yoktu...  Beni tuvalete götürmeye gelen görevliye, Süleyman Cihan'ın nerede olduğunu sordum.  “Onu Gayrettepe’dekiler gelip aldı. Yani o artık bizde değil.” dedi. 

 Yanıtı mantıklı olduğu için, bir şey demedim. Bu mümkündü çünkü. Ne de olsa İstanbul'da siyasi sorgulamaların ana merkezi Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü idi. Süleyman Cihan'ı onların almış olma olasılığı, bu yüzden hayli yüksekti. 

 Birkaç gün sonra da beni tekrardan Sultanahmet Hapishanesi'ne geri götürdüler. Bu arada çeşitli söylentiler ortalığa salındı. Süleyman Cihan'ın Gayrettepe'de olduğunu duyanlar olmuş. Güya birkaç sefer ismini söyleyerek seslenmiş ve orada olduğunu söylemiş... Eylül ayı ortalarında da işkencede öldürüldüğü duyumu ulaştı. 

 Biz tutsakların, ailesi ve avukatlarının uzun uğraşları sonucu, öldüğü kabul edildiyse de; cesedinin nerede tutulduğu bilgisi, bir ‘devlet sırrı’ olarak gizlendi. Ailesinin ve avukatlarının çok yoğun uğraşları sonucu, cesedinin Feriköy kimsesizler mezarlığına gömüldüğü bilgisine ulaşıldı. 

 Yani, Süleyman Cihan açık kimliğiyle katlettikleri birinin cesedini ailesine dahi vermeyip, ‘kimliği meçhul’ biriymiş gibi, sessiz sedasız bir şekilde götürüp ‘kimsesizler Mezarlığı’na gömerek, cinayetlerini ört bas etmeyi planlayacak kadar profesyonel cinayet şebekesiydi bunlar. 

 Cesedin Feriköy kimsesizler mezarlığında olduğu bilgisi, elbette ki önemliydi; fakat bu, cesede ulaşmak için yeterli bir bilgi değildi. 

 Uzun uğraşlar sonucu, morg kayıtları üzerinden, nihayet cesedine ulaşıldı. Ve gerçek de işte ancak ki o zaman gün yüzüne çıkmaya başladı. 

 Gerek olay yeri savcı raporuna ve gerekse otopsi ve morg kayıtlarına “Kimliği meçhul şahıs” olarak geçirilen ceset, aslında 29 Temmuz günü, bir apartmanın koridor penceresinden atlayarak öldüğü söylenen kişiye aittir. Olay yeri savcılık tutanağı ve otopsi raporunda da; ölüm sebebi, yüksekten düşerek ölme değildir. Bu her iki raporda da düşmeden önce zaten ölü olduğu, çok açık ve net olarak kayda geçirilmiştir. 

 Ve çok daha sonra, eli kanlı katil Mehmet Ağar'ın üst mercilere yazdığı rapora ulaşılır: “Süleyman Cihan'ın, Göztepe'de yer gösterilmeye götürüldüğü esnada, bir anlık boşluktan yararlanarak kendisini pencereden atarak intihar ettiği” kayda geçirilmiştir. 

 Oysa, İstanbul Göztepe'de yer göstermek üzere götürüldüğü söylenen apartman dairesi ise, zaten daha önceden “örgüt evi” olarak basılmış ve ardından da kapısı mühürlenmiş, boş bir dairedir. 

 “Oradan atlayarak intihar etti” diye, üst merciye rapor yazılıyorken; ama savcılığa da, “kimliği meçhul birisi intihar etmiş”miş gibi, işlem yaptırılıyor. 

 Yani özetle olan şu: Süleyman Cihan’da olduğunu var saydıkları o bir valiz dolusu Alman Markına ulaşmak için o gece, kontrolsüz bir şekilde, oldukça ağır işkence yapıldı ve Süleyman Cihan bunun sonucu, tabiri caizse, ellerinde kaldı... İşte bunu paniğiyle, hemen öylesi bir senaryo düzenlenerek, cinayet örtbas edilmek istendi. Yani burada Mehmet Ağar katili, üstlerine dahi sahte rapor verecek kadar pervasızdır. 

 Çünkü aksi takdirde, Süleyman Cihan gibi çok kilit bir ismin, konuşturulup bilgi alınmaya çalışılmadan, bir gün gibi çok kısa bir sürede ‘devre dışı’ bırakılmış olmasının hesabını vermesi gerekecekti. İşte bu hesabı vermemenin çıkar yolu olarak da üste sahte rapor sunmayı, bize de Gayrettepe'ye götürüldü yalanını söylemeyi ve Gayrettepe'de olduğuna inanılması için de; “ben buradayım” oyununun tezgahlanması tercih edilmişti. 

 Ama hani denir ya: “Gerçekler asla ilelebet gizlenemez, er ya da geç ortaya çıkar.”  Süleyman Cihan'ın Sansaryan Han İşkence hanesinde 9-10 saatlik bir sürede hunharca katledilmesi ve “kimliği meçhul” biriymiş gibi “kimsesizler mezarlığı”na gömülmesi olayı; aslında bu devletin ve özelde de Sansaryan Han işkence hanesinin tam olarak nasıl bir öz karaktere sahip olduğunun resmidir. 

 Ve elbette ki bu devletin öz karakterini çok daha fazlasıyla ortaya koyan yüzlerce “resim” var; ama söz Sansaryan Handan açılmışken; özel olarak onun da ‘hakkını’ vermeyi önceledik, hepsi bu. 

(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/sansaryan-han-icin-tarihi-karar-7525723/) 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)