Güneydoğu’da 1980 Ocak ayında Ali Haydar Akgün sekreterliğinde yeni bir Alt Bölge Komitesi oluştu. Ben de bu komitede yer almak üzere Bölge Basını işini devrederek bölgeye gittim.
Birkaç ay
çalışma bölgem olan Urfa, Mardin’de ilişkileri dolaştım. Benim de yönetici
diğer arkadaşların da kafasında birçok soru vardı. Bizim 1. Konferans’tan sonra
mücadeleyi "halk savaşı" teorisine uygun olarak gerilla savaşına
dökmemiz beklentisi vardı. Ama işler pek öyle gelişmiyordu... Nasıl ve
nereden tutacağımız konusunda kafalar karışıktı. Biz, bölgenin yapısından
kaynaklanan baskılar altında, partinin o dönemki genel pratiğinden görece
ayrılan bir biçimde adım atmaya karar verdik.
Bu kararla birlikte ben de Urfa’da "ilişkileri
ayakta tutma ve yeni ilişkiler kazanmaktan" ibaret bir çalışmayı
bırakarak Siverek’e geçtim. Siverek, enteresan bir yer. Adıyla akla gelen
şey, en ünlü Siverekli Yılmaz Güney’in beslediği bir imajla biraz delikanlı,
biraz ateşli, biraz gözü kara, biraz kızıl, biraz samuray raconu. Bu damarı
bulabiliyorsunuz. Fakat bir de Bucak’ların verdiği imajla biraz zorba, biraz
despot, biraz kanlı! Sonradan fark ettim, sokak da biraz lümpen! Urfa
keyifçiydi.
43. Bölgede kurulacak İşçi Köylü Kurtuluşu Yazı Kurulu’nda
yer almak üzere 1979 başında Dersim’e geldiğimde, kurulda yer alması öngörülen
diğer arkadaşlardan bazıları tutuklanmıştı. Bu yazı kurulu oluşumu
gerçekleşemedi. O sırada geçici bir görev alarak bölge basın merkezinin kuruluş
işini üstlendim ve bu merkezi oluşturduk. Zernal Demir ve Gülderen Çelik’in de
içinde bulunduğu dört kişilik bir komite eliyle bu işi kotardık. Büyükurt
bölgesinde bir baskı merkezi kurduk. Birkaç fiili baskı ve dağıtım işinden
sonra Güneydoğu göreviyle ayrıldım Dersim’den.
İbrahim Ünal (Sayfa 364 - Soldaki Sütun)
1980 yılının Ocak ayı toplantısındaki görev alanı
taksimine göre Siverek, Müslüm Elma’nın sorumluluğundaydı. Sonradan sözünü
ettiğim bu adım kapsamında bana bağlanmış oldu. Dahası benim doğrudan doğruya
orada kalmam, (yeni konseptimize uygun bir ifade kullanırsam) “üslenmem”
gerekiyordu. 1970’li yılların başında parti örgütlenmesi için yapılan ilk
çalışmalarda burada Muzaffer Oruçoğlu’nun geliştirdiği ilişkiler vardı.
Sonradan başka arkadaşlar da (Ahmet Cihan, Nezih Uzuner) kısa süreli gelip
gitmişler ama istikrarlı bir ilişki kurulmamış olmasına karşın bir şekilde
bağıntı, ilgisini koruyan arkadaşlar vardı. Bizden kopan da çoktu. Bütün diğer
yapıların önderlerinden birçoğunun “eskiden arkadaşımız” olduğu
söyleniyordu. Biraz gecikmiştik!...
Siverek, o günlerde Türkiye’nin en çatışmalı
bölgesiydi. Hemen her yerde çatışmalar vardı ama Siverek’te olan çok farklıydı.
Kentin mahallelerinde, hatta sabah erken saatlerde anacaddelerde GL’li,
GD’li 15-20 adam son derece kankasız, ilgisiz bir kalabalığın arasında yürürken
görebilirdiniz. Celal Bucak’a yönelik Hılvan saldırısından sonra PKK ile
Bucaklar ciddi kapışmıştı. İlçe semt semt, mahalle mahalle bölünmüş
durumdaydı. Bucakların emrinde 150-200 kadar “tırşıkçı” vardı. “Tırşık”
aslında yöresel bir yemek ismi. Patlıcan (Siverek’liler “balcan”
diyor!), domates, biber... Varsa birkaç parça kuşbaşı e.a... Ama yokluğu da tırşık
bozmuyor. Sebze ucuz. Siverek’te o zaman. Evler başka, köylerden ilçeye
gelenler, hatta ilçe merkezinden gençler, öğlene doğru karınları acıktı mı
fırınlara tırşık attırıyorlar. Ekmek fırınlarında bu iş için hazır tepsiler
var. Ucuz bir yemek.
Siverekli, Bucak’ın adamlarına “tırşıkçı” diyerek,
bir şekilde aşağılıyor. Bunlar gün 24 saat elde silah. Bucaklar’ın kapısını
bekleyen veya onların işlerini kovalayan, köylerini koruyan adamlardı. Kan
davasından dolayı dağ çıkmış namlı “mahkûm”lar vardı (“Mahkûm” aslında “kanun
kaçağı” anlamında kullanılıyor). Adlarını arkadaşlardan öğrendiğim Mehmedî
Araban, Halil Kazan, Hasanı Fatan, Hacı Osmanî Goli, Aydınî Hasanî Hes, Mehmedi
Zel... (Mehmedî Zeli, sonradan PKK tarafına geçti). Diyarbakır Cezaevi’nde
bir süre beraber yattık. Orada tanıma fırsatım oldu. Ama bu istisnadır. Çok
sayıda “mahkûm”, bu despot ailenin feodal iktidarı için
Tarihe Not (Sayfa 365 - Sağdaki Sütun)
savaştı, kan döktü! gibi mahkûmlar Celal Bucak’a
sığınarak hem bir koruma sağlamış oluyorlar hem de “tırşığı” garantiliyorlardı.
Bu da bir mahkûm için az şey değil.
“Bucaklar” özel olarak incelenmeyi hak eden bir yapıdır
aslında. 12 Eylül öncesinde Siverek çevresinde PKK’ya karşı savaşan tek güç
Bucak çetesiydi. Devlet vardı ama etkisizdi. Bucaklar ciddi bir feodal
iktidardı. PKK’nın ve diğer sol (veya ulusalcı) grupların varlığını,
gelişmesini tehdit olarak görüyor, despotik karakteri yüzünden oldukça kanlı
bir hal yaratara k savaşıyordu. Bu ailenin serüveni Mehmet Celal
Bucak’ın ölümünden sonra aşiretin temsilciliğini üstlenen Sedat Bucak’ın
Susurlukçularca maçarası devam etti. Susurlukçu cinayet şebekesinin içinden
çıktığı sırada Sedat Bucak’ındı. Soförü, tetikçisi Abdülgani
Kızılkaya, Susurluk çetesiyle birlikte bazı cinayetlere katılmaktan
yargılandı. Devletin 12 Eylül öncesinde sola karşı olduğu sürece “serbest
cinayet” izni vermiş gibi davrandığı Bucaklar, 12 Eylül’den sonra Mehmet
Ağar’ın organizasyonuyla yürütülen “faili meçhul” serisinin
içindeydi. Ailenin tepkisinin böyle şiddetli bir hal almasının ve böyle amansız
bir süreklilik içinde hiç gerilemeden devam etmesinin kökeni incelemeye değer.
Dikkat çekmek istediğim şu: Bucaklar’ın bu şiddeti, sadece ideolojik değil
olaya aynı zamanda bir kan davası olarak bakmaları nedeniyle katlandı,
derinleşti. Emrindeki adamlar korucu maaşı aldılar ama bu aile korucu kalıbına
sığmaz, gönüllü savaştı.
Konuya dönersek... İlçenin bir yarısı da esas itibariyle
PKK’nın elindeydi. Tekosin, Rızgarî, Kawa vs grupların yanında, bizim de
yerleştiğimiz bir mahalle vardı; Hayriye Mahallesi. Şimdi manzara şöyle:
Gündüz zaman zaman ama geceleri genellikle çatışma oluyor. Mahallelerin
kesiştiği noktalarda herkesin mevzileri (Siverekliler “kozık” diyor)
var. Taşlarla örülmüş, ateş gözleri açılmış, düzenli mevziler. Gündüzleri de
boş bırakılmıyor ama gündüz daha çok bir sızma, baskın durumuna karşı gözleme
yapılıyor. Geceleri çatışma zamanı. Siverek’e devrimci çalışma böyle! Herkes
sabaha kadar oraları tutmak zorunda. Herkesin “düşman”a saldırıp sonucu alma
derdi var. Çatışmasız geçen gece pek az. Bir kıpırtı, bir sızma girişimi
çatışmanın kopmasına yetiyor. Karanlıkta kurşun izleri dışında hedef görmek
zor. Bu yüzden kurşun duvarı yaratmak için
:
İbrahim Ünal (Sayfa 366 - Soldaki Sütun)
herkes tarıyor. Abartı yok, saatlerce ateş ediliyor.
İlçe memi sesinden inliyor ama asker, polis gece asla müdahale etmiyor.
Gündüzleri de uzun aralıklarla zaman zaman mahallelere giriyorlar. Onların
giriş haberi anında dip mevzilere kadar ulaşıyor. Herkes silahını yanına alıp
yürüyerek yan mahalleye geçiyor, o kadar! Sonra devam! Kentin neredeyse yarısı
boşaltılmış gitmiş, evler boş. En sağlamları ve yeri uygunları karargâh gibi
kullanılıyor.
Bizim durumumuza gelince... Hayriye Mahallesi’nde bir
evde kalıyoruz. İki katlı, avlulu bir ev. Sahibi terk etmiş. Bu mahallenin üst
katları bizim kontrolümüzde. İlişkiler dışında birkaç ayda 20 civarında büyük
silahlı adama ulaştık! Rızgarî ve **“Tekoşin”**cilerle iyi konuşuyoruz.
Sıkışma olduğunda bir birimizin kozığına koşuyoruz. Diğerleriyle çok da
muhabbetimiz yok ama pazarlığı, konuşması yapılmamış gönüllü bir ittifakın
tarafları gibiyiz.
Bizim toparlanıp bir kozıkte görünmemizle 12 Eylül
arasında 5-4 ay geçmiştir. Çok şiddetli çatışmalar oldu. Diğer
gruplardan ciddi kayıplar oldu. Bizden bir tek ben hafif şekilde yaralandım.
Sırtımdan enseme doğru serpilmiş parçaları doldu bir saldırıda. Kendimden geçer
gibi olunca arkadaşlar beni sırtlarında taşıyarak bizim karargâh eve
götürdüler. Sonrasında bayılmışım ama kendime geldiğim kısa süre sonra.
Diyarbakır’a uçurup tedavi ettiler bir hafta.
Şimdi bizim buradaki amacımız, aslında bir mahalleyi
tutmak ve korumak değil ama bu fiili bir durum. Siverek’e adam topluyoruz,
gelenler oldu. Sağdan soldan temin edilen silahlar aktarılıyor. Bu işlerde biraz
yol aldığımızda Karacadağ merkezli bir gerilla savaşı planı var. “Hazırlık”
aşamasının bazı zorunlu işlerini atlayan bir girişim oldu. Adam ve silah temini
ile sınırlı. Düşündüğümüz bölge ile ilgili kaba bilgiler var. Ayrıntılı bir harita
çalışması, güvenli yollar, çekilme, barınma noktaları, yiyecek ve depoları yok.
Eğitim açısından da eksiğiz. Biraz kervanı yolda düzmek anlayışı
diyelim.
Fakat her şey altüst oldu. 12 Eylül sabahına Urfa-Akziyaret’te
bir evin damında uyandım. Bir arkadaşımızın babası ile görüşmek için oradaydım.
Amca sabaha doğru uyandırdı. “Darbe olmuş, hele kalkın!” dedi. O gün çok
maceralı bir yolculukla ve yakalanmaktan şans eseri kurtularak (yanımda Mehmet
Tarihe Not (Sayfa 367 - Sağdaki Sütun)
Yeşilçalı vardı) Siverek’e döndüğümüzde manzara şu:
Herkes gibi bizim arkadaşlarımız da bir iki gözlemci bırakarak ve bütün
malzemeyi yanlarına alarak köylere doğru çekilmişler. Bu doğru bir önlem ancak
köylerde nasıl barınacağımız sorunu var. Mahallede kalan arkadaşlarla kısa bir
sohbetten sonra, biz de ayrılan arkadaşlara katılmak üzere Siverek’ten çıktık. 14
Eylül akşamına kadar arazide bundan sonra nasıl hareket etmemiz gerektiğini
tartıştık. Bazı önlemler aldık. Ama açık ki çok hazırlıksızız.
14 Eylül akşamı Siverek’te bir evde 2. Konferans
hazırlığı kapsamında bazı dokümanlar üzerinde çalışmak üzere Ali Haydar Akgün
ile randevum var. Gelip gelemeyeceğini bilmiyorum ama gitmemek olmazdı.
İşte bu randevu için akşam saatlerinde Siverek merkeze geldim.
Ayrıntısına girmeyeceğim, “PKK’yı desteklediği” söylenen Kırvarlar’a
yönelik bir operasyonun içine düştük ve yakalandık. Ramazan Kılavuz’un
üzerindeki dokümanları alarak her şeyi üstlenme ve beni kurtarma girişimi
sonuç vermedi. Bizden sonra Siverek Bağlar bölgesinde beni bekleyen
birlik içinde hareket tarzı ile ilgili tartışmalar olmuş. Kaza denildi,
bilmiyorum. Grubun içindeki en güvenilir arkadaşlardan Halil İbrahim
vurulmuş, sonradan öğrendim. 44
Bizden sonra da bu bölgede çabalar oldu. Hüseyin Yıldırım
anlatmıştı: “12 Eylül olduktan hemen sonra gittim. Operasyon var bize
yönelik. Diyarbakır’da yakalanmalar olmuştu. Yeni kadrolarla takviye için bizi
gönderdiler. İki kişi gittik. Arkadaş operasyon var yarın görüşelim dedi, gitti
ama bir daha gelmedi. Yurtdışından gelmişti benimle birlikte gelen... Terk
etti, gelmedi. Biz devam ettik. Diyarbakır, Urfa çalışmasına başladık. Ali
Haydar geldi. Siverek’e gittik. İki gerilla bölgesi faaliyeti oluşturmaya
başladık. Karacadağ bölgesinde biri, birisi Lice bölgesinde.
Sayıları 10-12 kişilik gruplar. Şanssızlığımız
44. Bu olay kaza olarak
anlatıldı. Halil İbrahim, Orhan Bakır’ın kaçırılması olayında da rolü olan bir
yoldaşımızdı. Hazırlıklar kapsamında bölgeye gelen ilk arkadaştı. Siverekli
Medet Özbalcı’nın elindeki silahın kazayla ateş alması sonucu hayatını
kaybetti. Medet’e sonradan, Diyarbakır Cezaevi’nde tüberküloz tedavisi
sırasında hastanede birlikte yattık. Yanımda vefat etti. Medet biraz disiplin
sorunluydu. Konuşurdu. Bu da bir bilgi. Bu bir de kaza öncesi grup içinde seri
bir tartışma yaşandığı bilgisi, kafamın bir tarafında belirsiz bir kuşkudan
dolaşmasına yol açtı. Ancak grup içinde bulunan Mehmet Emin Tüyüz, yakın
tanık olarak olayın bir kaza olduğuna beni temin etti.
İbrahim Ünal (Sayfa
368 - Metnin Sonu)
önceden bir hazırlık yoktu... Peş peşe operasyonlar
yemeye başladık. İki ayda 30 civarında operasyon yedik. Köylüler
abartıyor ve bir kamyon gerilla gelmiş diye yayıyorlar. Bağlarımız zayıf
insanlarla. Depolarımız filan yok. Sıkıntıya düşmeye başladık. Operasyonların
birinde Haydar Aslan’la İhsan Parçacı’yı kaybettik. Hazro’da çatışma
oldu, Serdar Can yaralı yakalandı. Gerilla grubunun barınma imkânı
kalmadığı için şehre indik. Konferans oldu o sırada. Bölge insanı da bizi çok
kendinden görmüyordu. Bu talebelere yazıktır diye bakıyordu. Politikamızdan
kaynaklanan sıkıntılar vardı. (...) PKK da büyük darbe almıştı. Bizden
halka zarar veren yakalanmalar da yok. Halk nezdinde bunlar sağlamdır gibi bir
izlenim vardı ama bu yetmiyordu. O insanların sorunlarıyla bizim sorunlarımız
tam örtüşmediği için sempatiyle bakmalarına rağmen katılım yoktu. Mehmet
Özgül var, Hüseyin Yağmur var. Ben varım, Ali Sarıbal bizden
önce yakalanmıştı. 2. konferans sonrası dönemde. Öncesinde Şener
Şahin de vardı. 7 Eylül 1981’de Diyarbakır merkezde tesadüfen
yakalandım. Benden sonra da Mehmet Özgül yakalanmış. Bu, bölgedeki
örgütlenmenin çöküşü oldu.”