6 Ekim 2025 Pazartesi

Ek 2-Güneydoğu-Siverek - İbrahim Ekinci:ANLATIMI

Güneydoğu’da 1980 Ocak ayında Ali Haydar Akgün sekreterliğinde yeni bir Alt Bölge Komitesi oluştu. Ben de bu komitede yer almak üzere Bölge Basını işini devrederek bölgeye gittim. 

Birkaç ay çalışma bölgem olan Urfa, Mardin’de ilişkileri dolaştım. Benim de yönetici diğer arkadaşların da kafasında birçok soru vardı. Bizim 1. Konferans’tan sonra mücadeleyi "halk savaşı" teorisine uygun olarak gerilla savaşına dökmemiz beklentisi vardı. Ama işler pek öyle gelişmiyordu... Nasıl ve nereden tutacağımız konusunda kafalar karışıktı. Biz, bölgenin yapısından kaynaklanan baskılar altında, partinin o dönemki genel pratiğinden görece ayrılan bir biçimde adım atmaya karar verdik.

Bu kararla birlikte ben de Urfa’da "ilişkileri ayakta tutma ve yeni ilişkiler kazanmaktan" ibaret bir çalışmayı bırakarak Siverek’e geçtim. Siverek, enteresan bir yer. Adıyla akla gelen şey, en ünlü Siverekli Yılmaz Güney’in beslediği bir imajla biraz delikanlı, biraz ateşli, biraz gözü kara, biraz kızıl, biraz samuray raconu. Bu damarı bulabiliyorsunuz. Fakat bir de Bucak’ların verdiği imajla biraz zorba, biraz despot, biraz kanlı! Sonradan fark ettim, sokak da biraz lümpen! Urfa keyifçiydi.


43. Bölgede kurulacak İşçi Köylü Kurtuluşu Yazı Kurulu’nda yer almak üzere 1979 başında Dersim’e geldiğimde, kurulda yer alması öngörülen diğer arkadaşlardan bazıları tutuklanmıştı. Bu yazı kurulu oluşumu gerçekleşemedi. O sırada geçici bir görev alarak bölge basın merkezinin kuruluş işini üstlendim ve bu merkezi oluşturduk. Zernal Demir ve Gülderen Çelik’in de içinde bulunduğu dört kişilik bir komite eliyle bu işi kotardık. Büyükurt bölgesinde bir baskı merkezi kurduk. Birkaç fiili baskı ve dağıtım işinden sonra Güneydoğu göreviyle ayrıldım Dersim’den.

İbrahim Ünal (Sayfa 364 - Soldaki Sütun)

1980 yılının Ocak ayı toplantısındaki görev alanı taksimine göre Siverek, Müslüm Elma’nın sorumluluğundaydı. Sonradan sözünü ettiğim bu adım kapsamında bana bağlanmış oldu. Dahası benim doğrudan doğruya orada kalmam, (yeni konseptimize uygun bir ifade kullanırsam) “üslenmem” gerekiyordu. 1970’li yılların başında parti örgütlenmesi için yapılan ilk çalışmalarda burada Muzaffer Oruçoğlu’nun geliştirdiği ilişkiler vardı. Sonradan başka arkadaşlar da (Ahmet Cihan, Nezih Uzuner) kısa süreli gelip gitmişler ama istikrarlı bir ilişki kurulmamış olmasına karşın bir şekilde bağıntı, ilgisini koruyan arkadaşlar vardı. Bizden kopan da çoktu. Bütün diğer yapıların önderlerinden birçoğunun “eskiden arkadaşımız” olduğu söyleniyordu. Biraz gecikmiştik!...

Siverek, o günlerde Türkiye’nin en çatışmalı bölgesiydi. Hemen her yerde çatışmalar vardı ama Siverek’te olan çok farklıydı. Kentin mahallelerinde, hatta sabah erken saatlerde anacaddelerde GL’li, GD’li 15-20 adam son derece kankasız, ilgisiz bir kalabalığın arasında yürürken görebilirdiniz. Celal Bucak’a yönelik Hılvan saldırısından sonra PKK ile Bucaklar ciddi kapışmıştı. İlçe semt semt, mahalle mahalle bölünmüş durumdaydı. Bucakların emrinde 150-200 kadar “tırşıkçı” vardı. “Tırşık” aslında yöresel bir yemek ismi. Patlıcan (Sive­rek’liler “balcan” diyor!), domates, biber... Varsa birkaç parça kuşbaşı e.a... Ama yokluğu da tırşık boz­muyor. Sebze ucuz. Siverek’te o zaman. Evler başka, köylerden ilçeye gelenler, hatta ilçe merkezinden gençler, öğlene doğru karınları acıktı mı fırınlara tırşık attırıyorlar. Ekmek fırınlarında bu iş için hazır tepsiler var. Ucuz bir yemek.

Siverekli, Bucak’ın adamlarına “tırşıkçı” diyerek, bir şe­kilde aşağılıyor. Bunlar gün 24 saat elde silah. Bucaklar’ın kapısını bekleyen veya onların işlerini kovalayan, köylerini koruyan adamlardı. Kan davasından dolayı dağ çıkmış namlı “mahkûm”lar vardı (“Mahkûm” aslında “kanun kaçağı” anla­mında kullanılıyor). Adlarını arkadaşlardan öğrendiğim Mehmedî Araban, Halil Kazan, Hasanı Fatan, Hacı Osmanî Goli, Aydınî Hasanî Hes, Mehmedi Zel... (Mehmedî Zeli, sonradan PKK tarafına geçti). Diyarbakır Cezaevi’nde bir süre beraber yattık. Orada tanıma fırsatım oldu. Ama bu istisnadır. Çok sayıda “mahkûm”, bu despot ailenin feodal iktidarı için


Tarihe Not (Sayfa 365 - Sağdaki Sütun)

savaştı, kan döktü! gibi mahkûmlar Celal Bucak’a sığınarak hem bir koruma sağlamış oluyorlar hem de “tırşığı” garantili­yorlardı. Bu da bir mahkûm için az şey değil.

“Bucaklar” özel olarak incelenmeyi hak eden bir yapıdır aslında. 12 Eylül öncesinde Siverek çevresinde PKK’ya karşı savaşan tek güç Bucak çetesiydi. Devlet vardı ama etkisizdi. Bucaklar ciddi bir feodal iktidardı. PKK’nın ve diğer sol (veya ulusalcı) grupların varlığını, gelişmesini tehdit olarak görüyor, despotik karakteri yüzünden oldukça kanlı bir hal yaratara k savaşıyordu. Bu ailenin serüveni Mehmet Celal Bucak’ın ölümünden sonra aşiretin temsilciliğini üstlenen Sedat Bucak’ın Susurlukçu­larca maçarası devam etti. Susurlukçu cinayet şebekesinin içinden çıktığı sırada Sedat Bucak’ındı. Soförü, tetikçisi Abdülgani Kızılkaya, Susurluk çetesiyle birlikte bazı cinayetlere katılmaktan yargılandı. Devletin 12 Eylül öncesinde sola karşı olduğu sürece “serbest cinayet” izni vermiş gibi davrandığı Bucaklar, 12 Eylül’den sonra Mehmet Ağar’ın organizasyonuyla yürütülen “faili meçhul” serisinin içindeydi. Ailenin tepkisinin böyle şiddetli bir hal almasının ve böyle amansız bir süreklilik içinde hiç gerilemeden devam etmesinin kökeni incelemeye değer. Dikkat çekmek istediğim şu: Bucaklar’ın bu şiddeti, sadece ideolojik değil olaya aynı zamanda bir kan davası olarak bakmaları nedeniyle katlandı, derinleşti. Emrindeki adamlar korucu maaşı aldılar ama bu aile korucu kalıbına sığmaz, gönüllü savaştı.

Konuya dönersek... İlçenin bir yarısı da esas itibariyle PKK’nın elindeydi. Tekosin, Rızgarî, Kawa vs grupların yanında, bizim de yerleştiğimiz bir mahalle vardı; Hayriye Mahallesi. Şimdi manzara şöyle: Gündüz zaman zaman ama geceleri genellikle çatışma oluyor. Mahallelerin kesiştiği noktalarda herkesin mevzileri (Siverekliler “kozık” diyor) var. Taşlarla örülmüş, ateş gözleri açılmış, düzenli mevziler. Gündüzleri de boş bırakılmıyor ama gündüz daha çok bir sızma, baskın durumuna karşı gözleme yapılıyor. Geceleri çatışma zamanı. Siverek’e devrimci çalışma böyle! Herkes sabaha kadar oraları tutmak zorunda. Herkesin “düşman”a saldırıp sonucu alma derdi var. Çatışmasız geçen gece pek az. Bir kıpırtı, bir sızma girişimi çatışmanın kopmasına yetiyor. Karanlıkta kurşun izleri dışında hedef görmek zor. Bu yüzden kurşun duvarı yaratmak için

 :


İbrahim Ünal (Sayfa 366 - Soldaki Sütun)

herkes tarıyor. Abartı yok, saatlerce ateş ediliyor. İlçe memi sesinden inliyor ama asker, polis gece asla müdahale etmiyor. Gündüzleri de uzun aralıklarla zaman zaman mahallelere giriyorlar. Onların giriş haberi anında dip mevzilere kadar ulaşıyor. Herkes silahını yanına alıp yürüyerek yan mahalleye geçiyor, o kadar! Sonra devam! Kentin neredeyse yarısı boşaltılmış gitmiş, evler boş. En sağlamları ve yeri uygunları karargâh gibi kullanılıyor.

Bizim durumumuza gelince... Hayriye Mahallesi’nde bir evde kalıyoruz. İki katlı, avlulu bir ev. Sahibi terk etmiş. Bu mahallenin üst katları bizim kontrolümüzde. İlişkiler dışında birkaç ayda 20 civarında büyük silahlı adama ulaştık! Rızgarî ve **“Tekoşin”**cilerle iyi konuşuyoruz. Sıkışma olduğunda bir bi­rimizin kozığına koşuyoruz. Diğerleriyle çok da muhabbetimiz yok ama pazarlığı, konuşması yapılmamış gönüllü bir ittifakın tarafları gibiyiz.

Bizim toparlanıp bir kozıkte görünmemizle 12 Eylül arasında 5-4 ay geçmiştir. Çok şiddetli çatışmalar oldu. Diğer gruplardan ciddi kayıplar oldu. Bizden bir tek ben hafif şekilde yaralandım. Sırtımdan enseme doğru serpilmiş parçaları doldu bir saldırıda. Kendimden geçer gibi olunca arkadaşlar beni sırtlarında taşıyarak bizim karargâh eve götürdüler. Sonrasında bayılmışım ama kendime geldiğim kısa süre sonra. Diyarbakır’a uçurup tedavi ettiler bir hafta.

Şimdi bizim buradaki amacımız, aslında bir mahalleyi tutmak ve korumak değil ama bu fiili bir durum. Siverek’e adam topluyoruz, gelenler oldu. Sağdan soldan temin edilen silahlar aktarılıyor. Bu işlerde biraz yol aldığımızda Karacadağ merkezli bir gerilla savaşı planı var. “Hazırlık” aşamasının bazı zorunlu işlerini atlayan bir girişim oldu. Adam ve silah temini ile sınırlı. Düşündüğümüz bölge ile ilgili kaba bilgiler var. Ayrıntılı bir harita çalışması, güvenli yollar, çekilme, barınma noktaları, yiyecek ve depoları yok. Eğitim açısından da eksiğiz. Biraz kervanı yolda düzmek anlayışı diyelim.

Fakat her şey altüst oldu. 12 Eylül sabahına Urfa-Akziyaret’te bir evin damında uyandım. Bir arkadaşımızın babası ile görüşmek için oradaydım. Amca sabaha doğru uyandırdı. “Darbe olmuş, hele kalkın!” dedi. O gün çok maceralı bir yolculukla ve yakalanmaktan şans eseri kurtularak (yanımda Mehmet

Tarihe Not (Sayfa 367 - Sağdaki Sütun)

Yeşilçalı vardı) Siverek’e döndüğümüzde manzara şu: Herkes gibi bizim arkadaşlarımız da bir iki gözlemci bırakarak ve bütün malzemeyi yanlarına alarak köylere doğru çekilmişler. Bu doğru bir önlem ancak köylerde nasıl barınacağımız sorunu var. Mahallede kalan arkadaşlarla kısa bir sohbetten sonra, biz de ayrılan arkadaşlara katılmak üzere Siverek’ten çıktık. 14 Eylül akşamına kadar arazide bundan sonra nasıl hareket etmemiz gerektiğini tartıştık. Bazı önlemler aldık. Ama açık ki çok hazırlıksızız.

14 Eylül akşamı Siverek’te bir evde 2. Konferans hazırlığı kapsamında bazı dokümanlar üzerinde çalışmak üzere Ali Haydar Akgün ile randevum var. Gelip gelemeyeceğini bilmiyorum ama gitmemek olmazdı. İşte bu randevu için akşam saatlerinde Siverek merkeze geldim. Ayrıntısına girmeyeceğim, “PKK’yı desteklediği” söylenen Kırvarlar’a yönelik bir operasyonun içine düştük ve yakalandık. Ramazan Kılavuz’un üzerindeki dokümanları alarak her şeyi üstlenme ve beni kurtarma giri­şimi sonuç vermedi. Bizden sonra Siverek Bağlar bölgesinde beni bekleyen birlik içinde hareket tarzı ile ilgili tartışmalar olmuş. Kaza denildi, bilmiyorum. Grubun içindeki en güvenilir arkadaşlardan Halil İbrahim vurulmuş, sonradan öğrendim. 44

Bizden sonra da bu bölgede çabalar oldu. Hüseyin Yıldırım anlatmıştı: “12 Eylül olduktan hemen sonra gittim. Operasyon var bize yönelik. Diyarbakır’da yakalanmalar olmuştu. Yeni kadrolarla takviye için bizi gönderdiler. İki kişi gittik. Arkadaş operasyon var yarın görüşelim dedi, gitti ama bir daha gelmedi. Yurtdışından gelmişti benimle birlikte gelen... Terk etti, gelmedi. Biz devam ettik. Diyarbakır, Urfa çalışmasına başladık. Ali Haydar geldi. Siverek’e gittik. İki gerilla bölgesi faaliyeti oluşturmaya başladık. Karacadağ bölgesinde biri, birisi Lice bölgesinde. Sayıları 10-12 kişilik gruplar. Şanssızlığımız


44. Bu olay kaza olarak anlatıldı. Halil İbrahim, Orhan Bakır’ın kaçırılması olayında da rolü olan bir yoldaşımızdı. Hazırlıklar kapsamında bölgeye gelen ilk arkadaştı. Siverekli Medet Özbalcı’nın elindeki silahın kazayla ateş alması sonucu hayatını kaybetti. Medet’e sonradan, Diyarbakır Cezaevi’nde tüberküloz tedavisi sırasında hastanede birlikte yattık. Yanımda vefat etti. Medet biraz disiplin sorunluydu. Konuşurdu. Bu da bir bilgi. Bu bir de kaza öncesi grup içinde seri bir tartışma yaşandığı bilgisi, kafamın bir tarafında belirsiz bir kuşkudan dolaşmasına yol açtı. Ancak grup içinde bulunan Mehmet Emin Tüyüz, yakın tanık olarak olayın bir kaza olduğuna beni temin etti.

 

 İbrahim Ünal (Sayfa 368 - Metnin Sonu)

önceden bir hazırlık yoktu... Peş peşe operasyonlar yemeye başladık. İki ayda 30 civarında operasyon yedik. Köylüler abartıyor ve bir kamyon gerilla gelmiş diye yayıyorlar. Bağla­rımız zayıf insanlarla. Depolarımız filan yok. Sıkıntıya düş­meye başladık. Operasyonların birinde Haydar Aslan’la İhsan Parçacı’yı kaybettik. Hazro’da çatışma oldu, Serdar Can yaralı yakalandı. Gerilla grubunun barınma imkânı kalmadığı için şehre indik. Konferans oldu o sırada. Bölge insanı da bizi çok kendinden görmüyordu. Bu talebelere yazıktır diye bakıyordu. Politikamızdan kaynaklanan sıkıntılar vardı. (...) PKK da büyük darbe almıştı. Bizden halka zarar veren yakalanmalar da yok. Halk nezdinde bunlar sağlamdır gibi bir izlenim vardı ama bu yetmiyordu. O insanların sorunlarıyla bizim sorunlarımız tam örtüşmediği için sempatiyle bakmalarına rağmen katılım yoktu. Mehmet Özgül var, Hüseyin Yağmur var. Ben varım, Ali Sarıbal bizden önce yakalanmıştı. 2. konferans sonrası dönemde. Öncesinde Şener Şahin de vardı. 7 Eylül 1981’de Diyarbakır merkezde tesadüfen yakalandım. Benden sonra da Mehmet Özgül yakalanmış. Bu, bölgedeki örgütlenmenin çöküşü oldu.”

 

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)