2 Ekim 2025 Perşembe

YILMAZ GÜNEY OLAYI- -Tariha Not--iBRAHiM ÜNAL

Yılmaz Güney’in, daha doğrusu Güney dergisi çevresinin bir ara bize katılması söz konusu idi. Sonra bu olmadı. Senin Yılmaz Güney’le irtibatın oldu mu? Bu konu nasıl gelişti?

Yılmaz Güney’le Toptaşı Cezaevi’ndeyken tanıştım. Bu tanışmaya aracılık eden Nihat Behram’dı. Nihat’la hukukumuz 1975’lere gidiyor. O yıllarda Vatan gazetesinde çalışırken tanıştık. O sıralarda Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit adlı Kaypakkaya’nın direniş öyküsünü hazırlıyordu. Savaş Ay’la da o zaman tanıştım. Kişisel dostluğumuz gelişti, devam etti. Nihat’ın aracılığıyla tanıştım Yılmaz Güney’le. O sırada Toptaşı eyleminin örgütlenmesi gündemdeydi.

Yılmaz’ın ziyaretine girmek kolaydı. Bir takım malzemeleri o görüşmelere içeriye gönderiyorduk. Yılmaz’ın ziyaretçisi gibi gidiyordum. Yılmaz da geliyordu ziyaret mahalline. Ona, şu arkadaşı görmek istiyorum diyordum. O da, diyelim Hasan’ı veya Safa’yı çağırıyordu. Ben de gelen arkadaşla konuşuyor, alışverişimi yapıyordum. Onunla tanışıp ziyaretçisi olmam, büyük bir avantaj oldu.

Daha sonra belirli aralıklarla Yılmaz’la görüşmem devam etti. Oradan Sağmalcılar’a hastaneye geldi. Görüşmelerimiz devam ediyordu. Nihat’la zaten devamlı görüşüyordum. Nihat’la zaten samimi bir yakınlığımız oluşmuştu. Zaman içinde siyaseten de yakınlaştık. Tartışmalarımızda Kaypakkaya’nın görüşlerinin kabullenilmesi konusunda epeyce ilerledik.

Nihat, o sıralar Halkın Kurtuluşu çevresinden ayrılmıştı. Süreç içinde siyasi düşünceleri açısından bizi kendisine epeyce yakın bulmaya başladı. Hatta örgütlü çalışmaya da hazırdı diyebilirim. Benim kafamda Yılmaz da vardı, onu kazanmaktı önemliydi. Bu düşüncemi Nihat’a açtım. “Çok iyi olur” dedi. Zaten konuşuyoruz biz Yılmaz’la dedi. Gelişen zaman içerisinde Nihat bana Yılmaz’ın da görüşlerini netleştirdiğini ve bir özeleştiri ile partiye katılmak istediklerini söyledi. Tamam dedim. Yazın dedim. Nasıl yazılacağını biraz konuştuk. Asıl olan siyasettir filan dedik. Bu gelişmeleri de o gün için arkadaşlara ilettim, rapor ettim.

Sonuçta dört-beş sayfalık bir metin hazırlandı. Metnin esası Kaypakkaya’nın görüşlerini, halk savaşını savunuyorlardı. Yılmaz, Kürdistan sömürge diyor. Bizi birkaç komünist hareketten biri olarak görüyorlar. Güven açısından bizi tercih ediyorlar. Güvenlerini ifade ederek, elimizden geleni yaparız, yapacağız, mücadele içinde bunu göstereceğiz türünden ifadelerle biten bir özeleştiri ve iltihak metni hazırladılar. Partiye katılmak istediklerini açıkça söylüyorlardı.

Bu metin alındı. O sırada Yılmaz Güney, İmralı’ya gitmişti, yarı açık cezaevine. Metni götürdük arkadaşlara gönderdik. Partizan’ın çıkacak ilk sayısında yayımlamaya kararlaştırdık. Aradan bir hafta geçti, geceydi Nihat derginin baskıya giremediğini söyledi ve “O özeleştiriyi yayımlamayın” dedi. Yılmaz, düşünmüş. “Düşüncelerimde, görüşlerimde bir değişiklik yok. Güvenim de devam ediyor. Bir harekete angaje olursam bu benim sanatçı olarak beni daraltır” diye düşünüyordu.

Bunun üzerine baskıya konulmasın diye haber gönderdim hemen. Bundan sonra Yılmaz’la görüşmelerim bitti. Aynen Nihat’ın söylediğini ileterek etti, şöyle.


 Güvenimde ve görüşlerimde bir değişiklik yok. Ama ben halka mal olmuş biriyim. Pek çok devrimci çevreyle olumlu ilişkilerim var. Sanatımla devrimci sosyalist yanım bütünleşmiş ve tüm sosyalistlerin, demokratların, devrimcilerin ortak bir değeri olmuşum. Buradan birisini tercih edersem —ki ettim— bunu kamuoyuna deklare edersem, bu beni daraltır.

Belki siyasal anlamda çok önemli değil ama sanatına yansıyabilir. Gereksiz polemiklere de girmek durumunda kalabiliriz. Kısacası, bu düşüncelerimden ve doğrudan bir siyasi harekete angaje olmaktan dolayı böyle bir karar verdim.

Metin (Sayfa 302–303)

Katıldığımı açıklamayı doğru bulmuyorum. Ama Kaypakkaya benim de önderim ve sizler de benim en güvendiğim yoldaşlarımsınız.

Peki, dedim. Israr etmedim. O anda ben de konuşmalarından etkilendiğimi hatırlıyorum. Bizim açımızdan önemli bir prestij olacaktı. Birçok kesimden, kitlelerden sempatisini artıracaktı ama uzun vadede, Yılmaz’ın konumundan baktığımızda söz ettiği olumsuzluklardan da yaşayacaktık. Zaten sonradan bunlara engel de olamadık. TKP/ML’ye iltihak edeceklerini deklare etmelerine ama buna rağmen bu olay zaman zaman diğer siyasi gruplarla polemik konusu oldu. Özeleştiri metninin iltihak bölümünü çıkararak Güney dergisinde yayımlandılar.

Güney dergisi, Yılmaz Güney’in çıkardığı bir sanat dergisiydi. Ortak değerlendirmelerimizin çıktığı sayıdan itibaren, sanat haberlerinin yanında asıl olarak teorik siyasi yayın yapan bir dergi şekline dönüştürdüler. Konsepti değişmiş şekliyle Güney dergisi de siyasi yayınlar arasında yerini aldı. Politikleşmiş Güney dergisini savunduğu görüşlere, revizyonist ve oportünist cepheden saldırılar da başladı. Bu saldırılar Güney’i de aşarak bize saldırıya dönüştü. Bunun üzerine Partizan’ın 4. sayısında bu konu ele alındı. “Partizan’da Güney Dergisi’ne Açık Mektup” başlıklı yazıda, “… Saldırı kampanyasının başlıca kaynakları Halkın Kurtuluşu ve Aydınlık oldu. Bunu parti çizgisine sahip çıktıklarını unutmadan söyleyen ve sımsıkı Marksist Leninist harekete saldıran HL izledi. Bunlara daha başka örnekler de ekleneceği şimdiden söylenebilir” deniyordu. Bu yazının devamında her üç kaynaktan eleştirinin ortak yanının, partimizin esas itibariyle Marksist Leninist mücadele çizgisi görülmesinin olduğunu dikkatle açıklıyordu. Yani Güney dergisi üzerinden partimize saldırıyorlardı.


Sonra nasıl gelişti?

Güney’le bizim ilişkilerimiz devam ederken derginin çevresinde birtakım toplanmaya başladı. Örgütsüz bazı kimseler Güney’le ilişkilendiler. Yayın faaliyetine başladılar ama sanat yönü çevresindekiler ayrı bir örgüt olma konusunda Nihat’ın kafasını karıştırdılar. HL’den ayrılmış bir gruptu. Bunların içinde nitelikli insanlar vardı. Biraz da Nihat’ın bazı öneri ve davranışlarından sezindim bunu. Yılmaz’ın bundan haberi var mı bilmiyordum. Nihat’la konuşmalarımda tamamen yazarı, çizerini, bir yayın etrafında örgüt olmak ve muhtemelen başka bir şeyle anlatmaya çalıştım, kırmadan. O da öyle bir düşüncenin olmadığını ifade etti. Güney’in çevresindeki çocukların niyeti, Nihat üzerinde de etkili oldu diye düşünüyorum. O arada ben Yılmaz’la görüşmelerime devam ediyordum.


Yılmaz’ın bir de kaçırılması konusu var. Bununla ilgili bazı hazırlıklar yapılmıştı. Biz de geçici görüş konusunda ayarlamalarda görevlendirilmiştik. Ben onun için bir süre Viranşehir’de, Ceylanpınar’da kalacak olan geçiş planlamaya çalıştım. Sonra gelmeyeceği bildirildi. Bu nasıl oldu, niye vazgeçildi bundan?

Yılmaz’la görüşmelerimizde onun ısrar etmesini de konuşuyorduk. Bir görüşmemizde, halinden memnun musun, ne yapalım, nasıl yapalım filan diye bir giriş yaptım. Sertçe baktı, “ne demezsin, halimden çok çok memnunum, yer değişelim, biraz da sen mutlu ol” dedi. Kabul ederek seve seve dedim. Mutlaka bir çözüm vardır bu işin, bulalım dedim. Yılmaz, benim kafamda bir çözüm var, zaman gelince söylerim dedi.

Aradan biraz zaman geçti. Haber geldi. Yılmaz çağırıyor. Hazırlığa emişmiş galiba. Dedi ki önümüzdeki yıl benim izin hakkım çıkıyor. Bir bayramda 5 günlük iznini kullanma hakkım var. 1980’in eylül ayına rastlayan bir bayram vardı. Bu izin hakkımı kullanarak Türkiye’den gideceğim. Doğum yerine gitme şartı varmış. “Oradan götürülebilirsin beni Suriye’ye götürün. Oradan da Avrupa’ya geçirin.” Ben de olur, hallederiz dedim. Bu ifradan hiç kimseyle konuşmadan (Nihat bana isimleri de söyleyerek) haberi olmadan dedi. Daha zaman vardı. Ben bunun üzerine dedim: Doğu’ya gideceğim. Uzun süredir Doğu’da işimiz vardı. Bayram geliyordu, ben Doğu’ya gidiyordum.

Yılmaz zor bir durumda. Kolay geçinemediği bir bölgeydi. Bildiklerimden şaşmadı. Tarzından taviz vermezdi. Yerime gelecek arkadaşla sorunu yaşayabileceğini biliyordum. Bunu kendisine de söyledim. Doğu’ya gideceğim, orada görevlendirildiğimi söyledim. Onun için ilişkiyi başka bir arkadaşla sürdürmesini istedim.

Sayfa 304

İbrahim Ünal

düşüreceğimi söyledim. Kabul etmedi, olmaz dedi, arada gelip gitmemi önerdi. Bunun çok zor olacağını, hatta mümkün olmayabileceğini filan söyledim. O ısrarla bu ilişkiyi değiştirmek istemiyordu. Hatta ikna etmek için, arada bir de gelemem oradan Ortadoğu’ya geçeceğim yalanını uydurdum. Kafasında güven bunalımı yaşıyordu. Daha sonraki bir görüşmemizde bunun parti kararı olduğunu, benim elimde olmadığını, mücadelenin gereklerine göre hareket ettiğimizi söyledim. Bunu değiştiremem, anlaman lazım dedim. Bir süre düşündü. Biraz karamsar oldu. Bak dedim, eğer bana güveniyorsan sözlerime de güven. İlişkili olacak yeni arkadaş çok sağlam biri. Hatta benden daha güvenli olduğunu bile söyleyebilirim, tereddütün olmasın dedim. Çok içine sinmedi ama kabul etmek zorunda kaldı. Vedalaştık, sarıldık, ayrıldım. Son görüşün oldu. Benden sonra Süleyman irtibat kurdu. Süleyman’la da Yılmaz’ın zor bir adam olduğunu, titizliğini ve ayrılırken aramızda geçen konuşmaları, da anlattım.

Sonra, bu kaçırılma konusu Güneydoğu’dan kotarılacağı için hazırlıkları yapma konusunu Ali Haydar’la görevlendirdik. O da hazırlıklar konusunda bizi bilgilendiriyordu. Ancak 12 Eylül darbeleriyle birlikte Yılmaz’ın o şekilde kaçırılması şartları da ortadan kalkmış, Darbeden önce ben yakalanmıştım. Sonradan edindiğim bilgiler, 12 Eylül darbesinin ardından Yılmaz’ın Afyon Bolvadin Cezaevine götürüldüğü şeklinde idi. Sanırım bayram izni de ortadan kalkıyor.

Daha önceki görüşmelerimizde ben adam alıp rahatça götürebileceğimizi söylemiştim, İnanıldı. Onu kabul etmedi. Ben buradan çıktığım anda yurtdışına gittim. Bir gün bile bir yerde saklanamam, firardan devletin haberi olduğunda benim yurtdışında olmam gerekir diyordu. Gerçekten de 7 yaşındaki çocukların bile tanıdığı biri. Bir gün bile saklamak zordu. Siverek planını örgütlemek üzere harekete geçtik. Suyu tarifinde FKO ile ilişki kurup Suriyede onlara teslim edeceğiz. Onlar da Yılmaz’ı Avrupa’ya götürecek. Ben yakalandığımda Siverek’ten Suriye’ye güvenli bir geçiş planları ve ilişkileri üzerindeki çalışmalar senin bulunduğun bölgede yapılıyordu. İşin bu yanını senin üstlendiğini bilmiyordum.

Sayfa 305

Tarihe Not

Yurtdışına gittikten sonra ne oldu?

1981’de Süleyman’ın öldüğünü duyduğunda resmini bastırıp Paris’te kendi çevresiyle afişleme yapmış. Yurtdışına gittikten sonra kendi sanatıyla ilgili çalışmalar yapıyor, arkadaşlarla ilişkileri devam etmiş zaten.

Burada bir ekleme yapayım. Erdoğan Sencer, Sürgün Adlı kitabında, Yılmaz Güney’in Cannes’da Süleyman Cihan’ın ölüm haberini aldığını yazıyor. Sanırım ödül aldığı festivalde. Bir arkadaştan aldığı fotoğrafı görüyor ve tanıyor. Sonra bahsettiği afişi işte o fotoğraftan yaptırıyor, 14 bin afiş bastırmış. Festival döneminde Cannes sokaklarının duvarlarında binlerce Süleyman Cihan afişi asılmış.

 

 

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)