Yılmaz Güney’in, daha doğrusu Güney dergisi çevresinin
bir ara bize katılması söz konusu idi. Sonra bu olmadı. Senin Yılmaz Güney’le
irtibatın oldu mu? Bu konu nasıl gelişti?
Yılmaz Güney’le Toptaşı Cezaevi’ndeyken tanıştım. Bu
tanışmaya aracılık eden Nihat Behram’dı. Nihat’la hukukumuz 1975’lere gidiyor.
O yıllarda Vatan gazetesinde çalışırken tanıştık. O sıralarda Ser
Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit adlı Kaypakkaya’nın direniş öyküsünü
hazırlıyordu. Savaş Ay’la da o zaman tanıştım. Kişisel dostluğumuz gelişti,
devam etti. Nihat’ın aracılığıyla tanıştım Yılmaz Güney’le. O sırada Toptaşı
eyleminin örgütlenmesi gündemdeydi.
Yılmaz’ın ziyaretine girmek kolaydı. Bir takım malzemeleri o
görüşmelere içeriye gönderiyorduk. Yılmaz’ın ziyaretçisi gibi gidiyordum.
Yılmaz da geliyordu ziyaret mahalline. Ona, şu arkadaşı görmek istiyorum
diyordum. O da, diyelim Hasan’ı veya Safa’yı çağırıyordu. Ben de gelen
arkadaşla konuşuyor, alışverişimi yapıyordum. Onunla tanışıp ziyaretçisi olmam,
büyük bir avantaj oldu.
Daha sonra belirli aralıklarla Yılmaz’la görüşmem devam
etti. Oradan Sağmalcılar’a hastaneye geldi. Görüşmelerimiz devam ediyordu.
Nihat’la zaten devamlı görüşüyordum. Nihat’la zaten samimi bir yakınlığımız
oluşmuştu. Zaman içinde siyaseten de yakınlaştık. Tartışmalarımızda
Kaypakkaya’nın görüşlerinin kabullenilmesi konusunda epeyce ilerledik.
Nihat, o sıralar Halkın Kurtuluşu çevresinden ayrılmıştı.
Süreç içinde siyasi düşünceleri açısından bizi kendisine epeyce yakın bulmaya
başladı. Hatta örgütlü çalışmaya da hazırdı diyebilirim. Benim kafamda Yılmaz
da vardı, onu kazanmaktı önemliydi. Bu düşüncemi Nihat’a açtım. “Çok iyi olur”
dedi. Zaten konuşuyoruz biz Yılmaz’la dedi. Gelişen zaman içerisinde Nihat bana
Yılmaz’ın da görüşlerini netleştirdiğini ve bir özeleştiri ile partiye katılmak
istediklerini söyledi. Tamam dedim. Yazın dedim. Nasıl yazılacağını biraz
konuştuk. Asıl olan siyasettir filan dedik. Bu gelişmeleri de o gün için
arkadaşlara ilettim, rapor ettim.
Sonuçta dört-beş sayfalık bir metin hazırlandı. Metnin esası
Kaypakkaya’nın görüşlerini, halk savaşını savunuyorlardı. Yılmaz, Kürdistan
sömürge diyor. Bizi birkaç komünist hareketten biri olarak görüyorlar. Güven
açısından bizi tercih ediyorlar. Güvenlerini ifade ederek, elimizden geleni
yaparız, yapacağız, mücadele içinde bunu göstereceğiz türünden ifadelerle biten
bir özeleştiri ve iltihak metni hazırladılar. Partiye katılmak istediklerini
açıkça söylüyorlardı.
Bu metin alındı. O sırada Yılmaz Güney, İmralı’ya gitmişti,
yarı açık cezaevine. Metni götürdük arkadaşlara gönderdik. Partizan’ın
çıkacak ilk sayısında yayımlamaya kararlaştırdık. Aradan bir hafta geçti,
geceydi Nihat derginin baskıya giremediğini söyledi ve “O özeleştiriyi
yayımlamayın” dedi. Yılmaz, düşünmüş. “Düşüncelerimde, görüşlerimde bir
değişiklik yok. Güvenim de devam ediyor. Bir harekete angaje olursam bu benim
sanatçı olarak beni daraltır” diye düşünüyordu.
Bunun üzerine baskıya konulmasın diye haber gönderdim hemen.
Bundan sonra Yılmaz’la görüşmelerim bitti. Aynen Nihat’ın söylediğini ileterek
etti, şöyle.
Güvenimde ve
görüşlerimde bir değişiklik yok. Ama ben halka mal olmuş biriyim. Pek çok
devrimci çevreyle olumlu ilişkilerim var. Sanatımla devrimci sosyalist yanım
bütünleşmiş ve tüm sosyalistlerin, demokratların, devrimcilerin ortak bir
değeri olmuşum. Buradan birisini tercih edersem —ki ettim— bunu kamuoyuna
deklare edersem, bu beni daraltır.
Belki siyasal anlamda çok önemli değil ama sanatına
yansıyabilir. Gereksiz polemiklere de girmek durumunda kalabiliriz. Kısacası,
bu düşüncelerimden ve doğrudan bir siyasi harekete angaje olmaktan dolayı böyle
bir karar verdim.
Metin (Sayfa 302–303)
Katıldığımı açıklamayı doğru bulmuyorum. Ama Kaypakkaya
benim de önderim ve sizler de benim en güvendiğim yoldaşlarımsınız.
Peki, dedim. Israr etmedim. O anda ben de konuşmalarından
etkilendiğimi hatırlıyorum. Bizim açımızdan önemli bir prestij olacaktı. Birçok
kesimden, kitlelerden sempatisini artıracaktı ama uzun vadede, Yılmaz’ın
konumundan baktığımızda söz ettiği olumsuzluklardan da yaşayacaktık. Zaten
sonradan bunlara engel de olamadık. TKP/ML’ye iltihak edeceklerini deklare
etmelerine ama buna rağmen bu olay zaman zaman diğer siyasi gruplarla polemik
konusu oldu. Özeleştiri metninin iltihak bölümünü çıkararak Güney
dergisinde yayımlandılar.
Güney dergisi, Yılmaz Güney’in çıkardığı bir sanat
dergisiydi. Ortak değerlendirmelerimizin çıktığı sayıdan itibaren, sanat
haberlerinin yanında asıl olarak teorik siyasi yayın yapan bir dergi şekline
dönüştürdüler. Konsepti değişmiş şekliyle Güney dergisi de siyasi
yayınlar arasında yerini aldı. Politikleşmiş Güney dergisini savunduğu
görüşlere, revizyonist ve oportünist cepheden saldırılar da başladı. Bu
saldırılar Güney’i de aşarak bize saldırıya dönüştü. Bunun üzerine Partizan’ın
4. sayısında bu konu ele alındı. “Partizan’da Güney Dergisi’ne Açık Mektup”
başlıklı yazıda, “… Saldırı kampanyasının başlıca kaynakları Halkın Kurtuluşu
ve Aydınlık oldu. Bunu parti çizgisine sahip çıktıklarını unutmadan söyleyen ve
sımsıkı Marksist Leninist harekete saldıran HL izledi. Bunlara daha başka
örnekler de ekleneceği şimdiden söylenebilir” deniyordu. Bu yazının devamında
her üç kaynaktan eleştirinin ortak yanının, partimizin esas itibariyle Marksist
Leninist mücadele çizgisi görülmesinin olduğunu dikkatle açıklıyordu. Yani Güney
dergisi üzerinden partimize saldırıyorlardı.
Sonra nasıl gelişti?
Güney’le bizim ilişkilerimiz devam ederken derginin
çevresinde birtakım toplanmaya başladı. Örgütsüz bazı kimseler Güney’le
ilişkilendiler. Yayın faaliyetine başladılar ama sanat yönü çevresindekiler
ayrı bir örgüt olma konusunda Nihat’ın kafasını karıştırdılar. HL’den ayrılmış
bir gruptu. Bunların içinde nitelikli insanlar vardı. Biraz da Nihat’ın bazı
öneri ve davranışlarından sezindim bunu. Yılmaz’ın bundan haberi var mı
bilmiyordum. Nihat’la konuşmalarımda tamamen yazarı, çizerini, bir yayın
etrafında örgüt olmak ve muhtemelen başka bir şeyle anlatmaya çalıştım,
kırmadan. O da öyle bir düşüncenin olmadığını ifade etti. Güney’in çevresindeki
çocukların niyeti, Nihat üzerinde de etkili oldu diye düşünüyorum. O arada ben
Yılmaz’la görüşmelerime devam ediyordum.
Yılmaz’ın bir de kaçırılması konusu var. Bununla ilgili
bazı hazırlıklar yapılmıştı. Biz de geçici görüş konusunda ayarlamalarda
görevlendirilmiştik. Ben onun için bir süre Viranşehir’de, Ceylanpınar’da
kalacak olan geçiş planlamaya çalıştım. Sonra gelmeyeceği bildirildi. Bu nasıl
oldu, niye vazgeçildi bundan?
Yılmaz’la görüşmelerimizde onun ısrar etmesini de
konuşuyorduk. Bir görüşmemizde, halinden memnun musun, ne yapalım, nasıl
yapalım filan diye bir giriş yaptım. Sertçe baktı, “ne demezsin, halimden çok
çok memnunum, yer değişelim, biraz da sen mutlu ol” dedi. Kabul ederek seve
seve dedim. Mutlaka bir çözüm vardır bu işin, bulalım dedim. Yılmaz, benim
kafamda bir çözüm var, zaman gelince söylerim dedi.
Aradan biraz zaman geçti. Haber geldi. Yılmaz çağırıyor.
Hazırlığa emişmiş galiba. Dedi ki önümüzdeki yıl benim izin hakkım çıkıyor. Bir
bayramda 5 günlük iznini kullanma hakkım var. 1980’in eylül ayına rastlayan bir
bayram vardı. Bu izin hakkımı kullanarak Türkiye’den gideceğim. Doğum yerine
gitme şartı varmış. “Oradan götürülebilirsin beni Suriye’ye götürün. Oradan da
Avrupa’ya geçirin.” Ben de olur, hallederiz dedim. Bu ifradan hiç kimseyle
konuşmadan (Nihat bana isimleri de söyleyerek) haberi olmadan dedi. Daha zaman
vardı. Ben bunun üzerine dedim: Doğu’ya gideceğim. Uzun süredir Doğu’da işimiz
vardı. Bayram geliyordu, ben Doğu’ya gidiyordum.
Yılmaz zor bir durumda. Kolay geçinemediği bir bölgeydi.
Bildiklerimden şaşmadı. Tarzından taviz vermezdi. Yerime gelecek arkadaşla
sorunu yaşayabileceğini biliyordum. Bunu kendisine de söyledim. Doğu’ya
gideceğim, orada görevlendirildiğimi söyledim. Onun için ilişkiyi başka bir
arkadaşla sürdürmesini istedim.
Sayfa 304
İbrahim Ünal
düşüreceğimi söyledim. Kabul etmedi, olmaz dedi, arada gelip
gitmemi önerdi. Bunun çok zor olacağını, hatta mümkün olmayabileceğini filan
söyledim. O ısrarla bu ilişkiyi değiştirmek istemiyordu. Hatta ikna etmek için,
arada bir de gelemem oradan Ortadoğu’ya geçeceğim yalanını uydurdum. Kafasında
güven bunalımı yaşıyordu. Daha sonraki bir görüşmemizde bunun parti kararı
olduğunu, benim elimde olmadığını, mücadelenin gereklerine göre hareket
ettiğimizi söyledim. Bunu değiştiremem, anlaman lazım dedim. Bir süre düşündü.
Biraz karamsar oldu. Bak dedim, eğer bana güveniyorsan sözlerime de güven.
İlişkili olacak yeni arkadaş çok sağlam biri. Hatta benden daha güvenli
olduğunu bile söyleyebilirim, tereddütün olmasın dedim. Çok içine sinmedi ama
kabul etmek zorunda kaldı. Vedalaştık, sarıldık, ayrıldım. Son görüşün oldu.
Benden sonra Süleyman irtibat kurdu. Süleyman’la da Yılmaz’ın zor
bir adam olduğunu, titizliğini ve ayrılırken aramızda geçen konuşmaları, da
anlattım.
Sonra, bu kaçırılma konusu Güneydoğu’dan kotarılacağı için
hazırlıkları yapma konusunu Ali Haydar’la görevlendirdik. O da
hazırlıklar konusunda bizi bilgilendiriyordu. Ancak 12 Eylül
darbeleriyle birlikte Yılmaz’ın o şekilde kaçırılması şartları da ortadan
kalkmış, Darbeden önce ben yakalanmıştım. Sonradan edindiğim bilgiler, 12
Eylül darbesinin ardından Yılmaz’ın Afyon Bolvadin Cezaevine
götürüldüğü şeklinde idi. Sanırım bayram izni de ortadan kalkıyor.
Daha önceki görüşmelerimizde ben adam alıp rahatça
götürebileceğimizi söylemiştim, İnanıldı. Onu kabul etmedi. Ben buradan
çıktığım anda yurtdışına gittim. Bir gün bile bir yerde saklanamam, firardan
devletin haberi olduğunda benim yurtdışında olmam gerekir diyordu. Gerçekten de
7 yaşındaki çocukların bile tanıdığı biri. Bir gün bile saklamak zordu. Siverek
planını örgütlemek üzere harekete geçtik. Suyu tarifinde FKO ile ilişki
kurup Suriyede onlara teslim edeceğiz. Onlar da Yılmaz’ı Avrupa’ya
götürecek. Ben yakalandığımda Siverek’ten Suriye’ye güvenli bir
geçiş planları ve ilişkileri üzerindeki çalışmalar senin bulunduğun bölgede
yapılıyordu. İşin bu yanını senin üstlendiğini bilmiyordum.
Sayfa 305
Tarihe Not
Yurtdışına gittikten sonra ne oldu?
1981’de Süleyman’ın öldüğünü duyduğunda resmini
bastırıp Paris’te kendi çevresiyle afişleme yapmış. Yurtdışına gittikten
sonra kendi sanatıyla ilgili çalışmalar yapıyor, arkadaşlarla ilişkileri devam
etmiş zaten.
Burada bir ekleme yapayım. Erdoğan Sencer, Sürgün
Adlı kitabında, Yılmaz Güney’in Cannes’da Süleyman Cihan’ın
ölüm haberini aldığını yazıyor. Sanırım ödül aldığı festivalde. Bir arkadaştan
aldığı fotoğrafı görüyor ve tanıyor. Sonra bahsettiği afişi işte o fotoğraftan
yaptırıyor, 14 bin afiş bastırmış. Festival döneminde Cannes
sokaklarının duvarlarında binlerce Süleyman Cihan afişi asılmış.