4 Ekim 2025 Cumartesi

SENTEZ | Komprador Kapitalizmin Emperyalist Sermaye Bağımlılığı

"Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı beraberinde ekonominin çarklarının dönmesi için emperyalist sermayeden borçlanmayı da beraberinde getirmektedir."

30 Eylül 2025

Türk burjuvazisinin ve onların sözcüsü AKP hükümetlerinin 21. yy’ın ilk çeyreğinde en büyük propagandası, Türkiye ekonomisinin büyümesi olmuştur. Ne var ki, bu ekonomik büyümenin emperyalist mali sermayeye bağımlı, yarı-sömürge bir ekonominin büyümesi olduğu ve dahası Türkiye pazarının bu büyümesinde emperyalist sermayenin, özellikle de tefecilik yoluyla kârına kâr katan emperyalist mali sermayenin rolünün belirleyici olduğu dikkate alınmalıdır.

Nasıl ki, Türkiye halkı açısından var olan ekonomik büyüme “yoksullaştıran bir büyümeyse”, bu büyümede aslan payını emperyalist sermaye almakta, küçük bir parça da “hizmetleri karşılığı”nda Türk burjuvazisine bırakılmaktadır.

Türkiye pazarına giren “dış sermaye”, dalgalı bir izlemiştir. Bu dalgalı seyrin nedeni, uluslararası alanda, emperyalist sermayenin içinde bulunduğu durumdur. 2000’li yıllar sonrasında, AKP’nin tek başına hükümet olmasıyla Türkiye pazarında IMF politikalarını tavizsiz uygulaması, emperyalist sermayeye sunulan yüksek faiz oranları ve özelleştirmelere hız verilmesi gibi etkenler, emperyalist sermayeyi Türkiye pazarına çekmekte etkili oldu. 2006’da net toplam dış sermaye girişlerinin GSYH’ye oranı yüzde 11.3’e ulaşarak rekor kırdı. 2008’de ABD’de başlayan “konut krizi”nin uluslararası finans krizine evrilmesiyle, yarı-sömürge pazarlara sermaye girişlerinin yavaşlaması Türkiye’yi de etkiledi.

Türkiye pazarına dış sermaye girişleri neredeyse durdu; 2009’da net toplam dış sermaye girişleri 5.8 milyar dolarla sınırlı kaldı. Kapitalizmin “krizi aşmak” adı altında devreye soktuğu “parasal genişleme politikası” beraberinde Türkiye gibi yarı-sömürge pazarlara sermaye girişini yeniden artırmıştır. Süreç içinde Türkiye pazarına emperyalist sermayenin girişi sürmüştür. Son olarak, 2022 yılında 47.1 milyar dolarlık bir toplam sermaye girişi olmuştur. Bu sermaye girişinin, 13.1 milyar doları, doğrudan sermaye girişi olmakla birlikte aynı yıl içinde 17 milyar dolar dış sermayeye geri ödeme yapılmıştır.

Özellikle dikkat çeken noktalardan birisi, 2022 yılında “net hata ve noksan” olarak belirtilen 25.5 milyar dolarlık sermaye girişidir. Bu rakam, aynı yılın toplam sermaye girişinin yarısıdır. Bu kalemde ifade edilen sermaye girişinin “kaynağı belirsiz olarak” tanımlanması, Türkiye ekonomisinin gelinen aşamada uyuşturucu ticareti başta olmak üzere kaçakçılık, insan ticareti vb. başka “yol ve yöntem”lerle sermaye ihtiyacını karşıladığına işaret etmektedir. Ortadoğu coğrafyasında “petrol şeyhlikleri” ile kurulan bağımlılık ilişkisi de bu kalemde rol oynamış olabilir.

Bu gerçeklerin bize gösterdiği, Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlı olduğu dahası bu bağımlılığın sonucu olarak doğrudan kapitalizmin krizlerinden etkilenen, kırılgan bir ekonomik alt yapıya sahip olmasıdır.

Bu ekonomik alt yapı, emperyalist sermayeden kısa ve uzun vadeli alınan borçlarla birlikte düşünüldüğünde daha da kırılganlaşmakta, Türkiye ekonomisinin büyümesinin gerçekte emperyalist sermayeye bağımlı yarı sömürge pazarın bağımlılığının daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir. Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı, AKP hükümetleri dönemiyle sınırlı değildir.

Bu bağımlılık, TC devletinin kuruluşundan itibaren ve son olarak AKP hükümetlerini de kapsayan bir şekilde hakim sınıf temsilcisi partilerin “ekonomik büyüme”, “kalkınma” politikalarıyla açıklanmaktadır.

Bu yaklaşım, Türkiye ekonomisinin kuruluşundan itibaren emperyalist sermayeye bağımlı bir ekonomi olduğunu gözardı etmektedir. Türk burjuvazisi hangi politik söylememe sahip olurlarsa olsun hükümet olan bütün partilerinin (“aktörler değişse de”) görevi emperyalist sermayenin Türkiye pazarında aracılık görevini başarıyla yerine getirmektir. Bu görev ise “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma”, “kalkınma”, “büyüme” olarak propaganda edilir. Bu görev başarıyla yerine getirildiği oranda, bu hizmetin karşılığı olarak temsil edilen kliğin yararına “rant yaratımı ve yandaş şirket ya da parti gruplarına/cemaat kökenlerine rant aktarımı” sağlanır.

Komprador sermayenin aracılık hizmeti karşılığında aldığı payın yanısıra esas olarak sermaye dışa aktarılır. Emperyalist sermayenin 2003-2024 yılları arasında 21 yılda Türkiye’den 118.9 milyar dolar kârı, yurtdışına transfer ettiği dikkate alındığında yaşanan sömürünün boyutları da anlaşılabilir.

Emperyalist sömürü aracı borçlanma

Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı beraberinde ekonominin çarklarının dönmesi için emperyalist sermayeden borçlanmayı da beraberinde getirmektedir.

Bu nedenle borçlanma, Türkiye ekonomisi açısından bir istisna değil kuraldır. Bu kural nedeniyledir ki, 21. yy’ın son çeyreğinde Türkiye ekonomisi aşırı borçlu ekonomiler içerisinde yer almaktadır.

Türkiye’nin dış borcu yıllar içinde artış eğilimi göstermiştir. Gelinen aşamada 2022 yılı için Türkiye’nin dış borcunun 459 milyar olduğu ifade edilmektedir. Daha da önemli olan ise son yıllarda alınan dış borcun Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranının % 50’nin üzerine çıkmış olmasıdır. Günümüzde Türkiye pazarı açısından borçlandırma emperyalist sermayenin temel sömürü biçimlerinden birini oluşturmaktadır.

Yarı-sömürge ekonomiler açısından borçlandırma, temel sömürü biçimidir. Ancak bunu ifade ederken, bazı sömürge ve yarı-sömürgelerin, -emperyalizm açısından önemine binaen- doğrudan emperyalist sermayenin yatırımlarına (ki bu yatırımlarda emperyalist kapitalist merkezlere nazaran daha ucuz iş gücü, çevre kirliliği, sosyal haklar vb. gibi artı değer sömürüsünü düşüren maliyetler nedeniyle yarı-sömürge pazarlara yönelmenin sonucudur) maruz kaldığını, dahası emperyalizmin dönemsel politikalarının bu doğrudan sermaye yatırım yöntemlerinde etkili olduğunu belirtmek gerekir.

Türkiye açısından dış borçlar ekonomiyi döndüren bir taşıma su işlevi görmektedir. Bu taşıma su kesildiğinde ya da aksadığında, ekonominin çarkları durmakta ve ekonomi krize girmektedir. Kalkınma adı altında alınan bu borçlar, esas olarak borç veren emperyalist sermayenin faiziyle birlikte geri alması ve kâr elde ederek sömürüsünü sürdürmesinin yanında, borç verilen sektöre dair yapılan ek anlaşmalarla, başka emperyalist kuruluşların faaliyeti ve sömürüsü de sağlanmaktadır.

Bunun yanında borçlanma Türkiye pazarında iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıfın zenginleşmesi için kullanılmaktadır. Kısacası borçlanmayla emperyalist sermaye, sömürüsünü sürdürmekte, bu hizmeti karşılığında ise Türk burjuvazisi kendi payını almaktadır.

Türkiye ekonomisinin yıllar içinde borçlanma oranlarının artması sadece yarı-sömürge yapının derinleştiği anlamına gelmemektedir. Emperyalist merkezlerden alınan borçların ve hatta bu borçların sadece faizlerinin ödenmesi bile, yarı-sömürge ekonomik yapıya ağır bir yük getirmekte, bütçe planlaması adı altında, faiz ödemeleri için Türkiye emekçi halkının bugünü değil geleceği de ipotek altına alınmaktadır. Özellikle son yıllarda artan borçlanmaya paralel, bütçenin faiz ödeme giderleri de artmıştır.

Aşağıda Türkiye’nin dış borçlarının faiz ödemelerine dair bir şekil aktarılmıştır.

Kaynak: “Türkiye ne kadar faiz ödüyor? 2023’te 100 liralık borcun 48’i faize gidecek”, Euronews21

Şekilden de net olarak görüleceği üzere Türkiye ekonomisi ağır bir dış borç yükünün altında olmasının yanında bu dış borcun faiz yüküyle de karşı karşıyadır. Üstelik faiz giderleri olarak belirtilen rakamlar, son iki yılda (2022-23) neredeyse önceki 16 yılın faiz ödemelerine yakın bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Diğer bir ifadeyle, emperyalist mali sermaye, Türkiye pazarına borçlanma adı altında yaptığı yatırımın karşılığını fazlasıyla almaktadır. Burada emperyalist mali sermayenin tefeci karakteri, net bir biçimde görülmektedir. Türkiye’nin 2002-2017 yılları arasındaki 16 yılda toplam 811 milyar TL faiz ödediği ifade edilmektedir.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın duyurduğu resmi tahmin ve programa göre ise 2022 ve 2023 yıllarında 810 milyar TL faiz ödeneceği belirtilmektedir. Bunun anlamı ise Türkiye’nin 2023 yılında neredeyse anapara kadar faiz ödemesidir. Diğer bir ifadeyle Türkiye borç aldığı anapara için 564 milyar lira, faiz için ise 519 milyar lira ödeme planlamıştır.

Böylelikle geri ödenmesi planlanan 100 liranın 52 lirasının anaparaya, 48 lirasının ise faize gideceği ifade edilmektedir. Neredeyse yarı yarıya bir durum söz konusudur. Türkiye ekonomisinin faiz giderleri artma eğilimindedir. Nitekim 2021’de Türkiye’nin faiz gideri 180.9 milyar lira olduğu açıklanırken, Ocak-Eylül aylarını kapsayan 2022’nin ilk 9 ayında bu miktar aşıldığı ve yılın ilk üç çeyreğinde Türkiye’nin toplam 207.1 milyar faiz ödemesi yaptığı belirtilmektedir.

Üstelik emperyalist mali sermayeden borçlanma karşılığında sadece günümüz değil Türkiye’nin geleceği de ipotek altına alınmaktadır. Başta borcun anaparası olmak üzere, borcun faizinin geri ödenmesi için önümüzdeki yılların bütçe planlamasında hedeflenen rakamlar buna işaret etmektedir. Türkiye halkından toplanan vergilerin önemli bir kısmı dış borçların faiz ödemesine ayrılmaktadır. Bu durum emperyalist mali sermayenin Türkiye pazarındaki sömürüsüne işaret ettiği kadar aynı zamanda halktan toplanan dolaylı ve doğrudan vergilerin yüksekliğine de işaret etmektedir.

Emperyalist mali sermayenin borçlanma yoluyla Türkiye pazarında sömürüsünün sadece kısa vadeli değil önümüzdeki yılları da kapsayacak bir şekilde sürdürüldüğü, Orta Vadeli Program (OVP) adı altında faiz ödeme planlarında da görülmektedir.

Türkiye ekonomisinin 2024’te 1 trilyon 254 milyar lira 2025’te 1 trilyon 809.2 milyar, 2026’da da 2 trilyon 294.8 milyar liralık faiz ödemesi öngörülmüştür. Diğer bir ifadeyle üç yılda toplam faiz ödemesi 5 trilyon 358 milyar lira olarak hesaplanmaktadır. Ana paranın değil sadece iç ve dış borcun faizinin ödenmesi için toplanan her 100 liranın 20 lirası faize ödenecektir.

Bu yıl (2025) yayımlanan ve TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından duyurulan Orta Vadeli Program (2026-2028) belgesinde 2026 yılı için bütçenin faiz harcamaları 2.74 trilyon TL’ye yükseltilmiştir. 2027’de bütçenin faiz harcamasının 3 trilyon lirayı aşması ve 2028’de bütçeden 3 trilyon 346 milyar lira faiz ödemesi yapılması öngörülmektedir. Böylelikle OVP göre bütçenin faiz ödemeleri için Türkiye halkının vergi yükü daha da arta­cak. Üç yıllık dönemde top­lanması öngörülen verginin beşte birinin emperyalist mali sermayeye aktarılacak faiz ödemelerine gideceği anlaşılmaktadır.

Emperyalist sömürü yöntemi eşitsiz ticaret

Kapitalist gelişim sürecinin içinde bulunan bir ülkeye yönelik emperyalist borçlandırma ve böylelikle sermaye birikimini gasp etme siyaseti aynı zamanda eşitsiz ticaretin kaynağını da oluşturmaktadır. Emperyalist sermaye, Türkiye’yle gerçekleştirdiği eşitsiz ticaret sonucunda, Türkiye pazarındaki sermaye birikimine el koymaktadır.

Türkiye’nin 2022 yılında 363.7 milyar dolar olan ithalatına karşılık, aynı yıl ihracatı 254.2 milyar dolardır. 2023 yılında ise ithalatı 361.8 milyar dolarken, ihracatı ise 255.8 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Bu rakamlar kayda değer bir ticaret açığına işaret etmektedir.

Türkiye ekonomisinin özellikle 2022-23 yılları arasında ticaret açığı 100 milyar doların üzerindedir. Türk Ticaret Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre 2022 yılında 109.5 milyar dolar olan Türkiye’nin dış ticaret açığının, 2023 yılı dış ticaret verilerinde ihracatın 255 milyar 809 milyon dolar, ithalatın ise 361 milyar 847 milyon dolar olarak gerçekleştirildiği ve dış ticaret açığının ise 106 milyar 38 milyon olduğu ifade edilmektedir.

Türkiye ekonomisinin dış ticaret açığı vermesi, ekonominin yarı-sömürge yapısıyla doğrudan ilgilidir. Tıpkı emperyalist doğrudan sermaye yatırımı ve dış borçlanmada olduğu gibi, kapitalist tekellerin emperyalist aşamada bulunduğu günümüzde, yarı-sömürge ülkelerle emperyalist devletler arasında yapılan ticari faaliyette eşdeğer bir değişimin söz konusu olmaması nedeniyle dış ticaret açığı verilmesi kaçınılmazdır.

Eşitsiz ticaret aracılığıyla emperyalist sermaye, yarı-sömürge pazarlarda hakimiyetini ve sömürüsünü sürdürmektedir. Bu sömürü çarkının, Türkiye halkına yansıması ise daha fazla vergi yükü, daha fazla yoksulluk olmaktadır. TC devleti, dış ticarette var olan açığı kapatmak adına bir yandan halktan topladığı doğrudan ve dolaylı vergileri artırmakta diğer yandan yine emperyalist merkezlerden dış borçlanma içine girmektedir. Dış borçlanmanın yüksek olmasının bir nedeni de budur.

Böylelikle yarı-sömürge ülkenin pazarında emperyalist tekellerin ticaret adı altında elde ettiği kârın yanında aynı zamanda ticaret açığını kapatmak adı altında Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının ürettiği değerlerin talanı sürmektedir.

Emperyalist sermayenin yarı-sömürge Türkiye pazarındaki sömürüsünün bir diğer yöntemi ise hammadde talanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise sadece Türkiye’nin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının emperyalist tekeller tarafından yağmalanmasına değil, bu hammadde talanı sonucunda ortaya çıkan koşullardan Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkın doğrudan doğruya etkilenmesine neden olmaktadır.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı sadece hammadde talanıyla emperyalist sömürüye muhatap olmamakta, aynı zamanda bu hammadde talanının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan doğa ve çevre tahribatıyla karşı karşıya kalmaktadır.

Bu anlamda bahsini ettiğimiz hususlar ve dahası konusunda AKP iktidarının devasa medya aygıtının iddiaları ve manipülasyonlarının farkında olmalı komprador burjuvaziye yönelik her mücadelenin aynı zamanda emperyalizme karşı da olduğu bilinci ile hareket edilmelidir.

Nitekim önümüzdeki üç yıllık süreci belirleyecek OVP (2026-2028) hedeflerine göre, özellikle esnek çalışmayla ilgili düzenlemeler, güvencesiz çalışmanın daha fazla dayatılması, faiz giderlerinin karşılanması için vergilerin arttırılması, tasarruf adı altında kamu harcamalarının kısılması ve özellikle çocuk işçiliği ve kadın emeği sömürüsünün arttırılması gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk açısından koşulların daha da ağırlaşacağı bir döneme işaret etmektedir.

Komprador kapitalizmin emperyalist sermayenin ihtiyaçları temelinde hemen her alanda yürürlüğe soktuğu politikalarla, her gün daha fazla yoksullaşan ve gelecekleri çalınan emekçilerin bu tabloyu değiştirmesinin yolu direnmek ve örgütlenmekten geçmektedir!

 https://ozgurgelecek55.net/sentez-komprador-kapitalizmin-emperyalist-sermaye-bagimliligi

 

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)