Mustafa Suphi’ye, İbrahim Kaypakkaya’ya ve son olarak Süleyman Cihan’a karşı gösterilen azgınlık tesadüfi bir şey değil. Bunların üçü de farklı tarihsel süreçlerdeki komünist liderlerdi ve aynı zamanda simgesel özellikleri vardı. Egemen sınıflar, onların şahsında komünizme karşı sınırsız düşmanlığı göstermek istedi.
Onlara mahkemelerde kendilerini savunma kürsüsü sunmayı veya aleni bir devlet cinayeti olarak asmayı uygun bulmadı, azgın çetelere sunarak kalleşçe öldürtmeyi, sadist işkencelerle öldürttükten sonra “intihar” diye zapta geçirmeyi layık görmüşlerdi. Böylece onların düşüncelerinin ve kişiliklerinin saygınlığını sarsabileceklerini düşündüler ve aynı zamanda komünizmden ne kadar çok nefret ettiklerini duyurmuş oldular.
Halk düşmanı, emek düşmanı, insanlık düşmanı asalak egemen
mülk sahiplerinin düşünceleri onların düşünceleri karşısında nasıl mukabele
edebilirdi ki? Sömürmek iyidir, bir avuç asalak olarak milyonlarca yoksulu ve
emekçi yığınları ezme hakkımız var, bakmayın anayasada öyle yazıldığına, bu
ülke bütün vatandaşların değil bizimdir diyebilirler miydi? Elbette bu aczini
kaba bir düşmanlık, vahşet ve işkence ile kapatmaya çalışacaklardır.
Sınırsız bir sömürü için halk hareketlerini ve devrimleri
ezmek için tezgâhlanan askeri faşist diktatörlükler, her türlü kötülüğü,
gericiliği ve ahlaksızlığı harekete geçiren ihanet zeminleridir. 12
Eylül askeri darbesi bunun en tipik örneğidir. Bugün ülkenin karşı karşıya
geldiği bu manzara onların eseridir.
Sayfa 399
Süleyman Cihan 1975’ten beri aranıyordu, onun için
görevlendirilmiş özel bir tim vardı, fakat bulamıyorlardı, tesadüfen
karşılaştıkları zaman da tabana kuvvet kaçıyorlardı, buna bir defasında bizzat
tanık olmuştum. Darbeden sonra kentlerde silah taşıma imkânı kalmamıştı, her
köşede bir arama vardı. Bu koşullarda onu yakaladıklarında birikmiş öfke ve
hınçla, pervasız bir akılsızlıkla 25-30 saatte hesapsız bir işkence
vahşeti ile öldürdüler.
Süleyman Cihan yalnızca komünist lider değil, 78
devrimi kuşağının da en önemli simgelerinden biriydi. Coşur, gözü pek, atak
bir pratik adamdı. Bu yönüyle Deniz’i anımsatıyoruz. Biz Deniz’i
o ünlü yeşil kürklü parkasıyla, Süleyman’ı ise o siyah pardösüsü ile
anımsarız; bu, büyük kitleleri sürüklemedeki benzerliğinin yanı sıra ikisi
arasındaki mizaç ve önderlik etme tarzındaki farklılığı da bir ölçüde simgeler.
Deniz, açık alanda kükreyen ve sesi bütün karasal alanda duyulan bir aslandı,
Süleyman ise derin, özden, ve keskin tiz sinyallerini okyanus âleminin
dört köşesine yayabildiği halde yüzeyde görünmeyen ve duyulmayan bir Yunus’tu.
İbrahim de öyle değil miydi, ezber bozan düşünce ve pratikleriyle devrimci
hareketi derinden etkilediği halde, popüler biçimde tanınması ölümünden sonra
olmuştu.
Süleyman’la hemşeriyiz fakat tanışmamız çok eski
değildi. Çünkü o Elazığ Lisesi’nde, ben ise Tunceli Lisesi’nde
okumuştuk. Aynı yaşta olmamıza karşın, benim ilk ve ortaokulu bitirdikten sonra
birer yıl ara vermem yüzünden onun mezun olduğu yıl, ben liseye yeni başlamıştım.
Süleyman 1969 yılında liseden mezun olduktan sonra 1971’de Öğretmen Okulunun
farklı derslerini vererek sınıf öğretmeni olmuştu. Ardından da Elazığ Kız
Sanat Enstitüsünde öğretmenlik yapan Beşer’le 1972’de evlenmiş ve İstanbul’a
taşınmışlardı. İstanbul’da öğretmenlik yaparken, bir yanda da üniversiteye
başlamıştı. Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu’nun Kimya Mühendisliği
Bölümüne devam ediyordu. Onun İstanbul’a taşındığı yıl, ben de lise son sınıfta
12 Mart cuntasına karşı yapılan üç günlük bir boykottan dolayı sürgün
yemiş ve bitirme sınavlarını İstanbul’da vermek durumunda kalmıştım. Çoğu
derslerimi geçen bir iki günde ancak çalışarak üniversiteye devam edebildim.
Birkaç geçici iş denemesinden sonra Süleyman’ın öğrencisi olduğu
Sayfa 400
İbrahim Ünal
okulun not bürosunda işe başladım, ardından da İstanbul
Üniversitesi'ne...
Bu arada İDMMA - Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulundan
söz etmezsek olmaz. Bu okul, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun
dedesi olan Turan Feyzioğlu tarafından kurulmuş özel yüksek okuldu. Dede
Feyzioğlu, CHP'den ayrılıp Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni
kuran ve genel başkanlığını yapan sağcı bir politikacıydı. Yönetim kadrosunda 27
Mayıs darbesi sırasında ordudan atılan albaylar vardı; bunlardan biri
okulun genel sekreteriydi. Akademik kadro içinde de ünlüler vardı. Her ara
rejim ve siyasi kriz döneminde hükümet kurmaya çağrılan Prof. Sadık Irmak,
Türk Dil Kurumu'nun fahri başkanı ve Türkiye'nin İlk Ordinaryüs Kimya
profesörü olduğu söylenen, aynı zamanda ünlü gazeteci Güneri Cıvaoğlu'nun
babası İlhami Cıvaoğlu, Halil Berktay'ın ağabeyi sevgili Prof. İlhan
Berktay, sağcı bir siyasetçi olan asistan Zeynel Abidin Erdem, 12
Mart öncesi Dev-Genç Bölge Sekreteri asistan Ümit Devrim,
Devrim'in arkadaşı okulun ünlü matematik asistanı Metin Akın gibi renkli
simalar vardı.
Sağcı kadroların kurduğu bu özel yüksekokul olmasına karşın
öğrencilerinin ezici çoğunluğu solcuydu ve bu okulların
devletleştirilmesi için mücadele eden Ömer Ayna gibi ünlü devrimciler
vardı. 12 Mart sonrası devrimci gençlik hareketinin de en dirençen
merkeziydi diyebilirim. Mezuniyet diplomasının hazırlandığı sırada
faşistlerin aşağıdaki mescitten topluca çıkıp okul kantininde şişleyerek
katlettikleri dünya iyisi Fevzi Azırçı, Ruhi Su'nun "Şişli Meydanında
Üç Kız / Biri Çiğdem, biri Nergiz" türküsüne konu olan kadın
devrimciler bu okulun öğrencileriydi. Keza Süleyman'ın dışında Atilla
Erumutlu, Kerim Kabadayı, Ahmet Güvercin, Müfit Tarhan
gibi 78 kuşağının daha pek çok ünlü isimleri de bu okulun öğrencileriydi.
Tabii bizim Bingöllü "Kastro", Sivas'ın posbıyıklı Gorkisi,
Düzgün Baba Kılı Köyü'nün "Aslan" deli kızı, onun
arkadaşı Hataylı esmer "deli fişek"imiz, Rize'nin
aynı zamanda öğretmenlik yapan "mavi gözlü güzeli" de anılmaya
değer simalardı. Tarihin ilginç bir rastlantısı, sanki ülkenin her tarafından
memleketin en iyi çocukları orada bir araya toplanmıştı!
Tabii devlet tarafından korunup kullanılan, 5 bin öğrenci
mevcudu içinde toplam sayıları 22'yi geçmeyen okulun faşist
Sayfa 401
Tarihe Not
lanetlileri de vardı. Sık sık silahlı, bombalı okulu basan,
ellerinde demir çubuk ve sopalarla kat koridorlarını işgal ederek öğrencilerin
ve öğretim üyelerinin sınıflara girmesini engelleyen, kalleşçe gençlerin
suratına iltan atan, mescitte cinayet planları yapan, aralarında tarikat
müridi "Maraşlı Ayı Muhammet", mit elemanı olduğu söylenen
"Malkoç", Ahmet Malkalı'nın olduğu tam bir lanetli
katiller güruhu...
Biz Süleyman'la burada tanışmıştık, daha sonra biraz
sürprizli şekilde oldu bu tanışma. O sıralar Okmeydanı Gazhane arkasında
ENKA çay ocağında çalışan köylüm rahmetli Mehmet Şahin'le kiralık
bir evde oturuyoruz. Bir akşam, gece yarısından sonra kapımız çalındı. Biraz
ders çalıştıktan sonra ışıkları söndürmüş yatağa girmiştim. Bu saatte kimdir
diye kendi kendime söylenip kapıyı yöneldim. "Benim, Hüseyin"
dedi kapıdaki. Hüseyin, çekirdekten yetişme torba ustası ve aynı zamanda
minüsbüsiiyle Şişhane-Okmeydanı hattında yolcu taşımacılığı yapan, kuzelimin
müsahibi. Siyasi dehlizmin bir genci. İstanbul'a geldiğimden beri en
samimi arkadaşımdı ve sosyal çevremi genişletmede bana çok katkısı olmuştu.
Kendi semtlerinde öğretmenlik yaptığı için Süleyman'ı da o ahbaplık
kurmuştu. "Hadi seni bizim Hesus'e ile tanıştırayım, o da bir devrimci,
Tunceliden sürgün gelmiş" diyerek Süleyman'ı alıp gelmiş.
"Hesuse" demekle halkımın söylemini taklit ederdi Hüseyin
ve bundan yakınlık duygusuyla haz alırdı. Halam, göbek adım olan Hasan
Hüseyin'i kısaltarak "Hesuse" diye çağırır ya da artık
bana öyle seslenmeyi seviyor. Tanıştırmaya getirdiği arkadaş; benden utanıp,
saygılı, az ve öz konuşan, ilk bakışta insana güven veren ciddi bir insana
izlenimi bırakıyordu...
Süleyman'la ilk tanışmamız böyle oldu. O andan
itibaren de ayrıntılarının çoğunu şimdi anımsayamadığım ilerleyen aralıkları
bir arkadaşlığımız oluştu. O zamanlar mülkte uğraştığım ve sık sık halk
gecelerinde sahne aldığım için çok geniş bir sosyal çevrem vardı. Meğer Süleyman'ın
da müzikle ilgili ilginç bir geçmişi olmuş; Elazığ'daki okul
etkinliklerinde, gazinolarda, hatta bölge radyosunda sanatçılara saz eşliği
yaparmış. Bir tiyatro temsilinde Karacaoğlan rolü bile oynamış. Süreç
ilerledikçe daha pek çok ortak yanımızın farkına vardık ve arkadaşlığımız
Sayfa 402
İbrahim Ünal
iyice pekişti. Güvenilir, sağlam, devrime yakınlık duyan
bütün iyi arkadaşlarımı onunla tanıştırdım. Ailece birbirimize gider gelir
olduk. Bu arada iç Mimarlık öğrencisi ve aynı zamanda iş arkadaşım olan Ünal
Güldoğdu ile de tanıştı ve birlikte devrimci çalışmaya başladık.
Bir gün ikimizle özel bir görüşme yapmak istediğini söyledi.
O sırada yine Mahmut Şevket Paşa Semtinde Niyaziler'le birlikte
Karadenizli bir aileden kiraladığımız bir evde oturuyorduk. Akşama çıktı geldi,
uzun siyah paltosunun altından naylon poşete sarılı kalın bir teksir yazısı
çıkardı; İbrahim Kaypakkaya'nın partinin kuruluşuna temel olan Bütün
Yazıları'ydı, teksir halinde elden ele, gizli gizli dolaşan yazılar... Sanırım
o gece birlikte okuyup bitirdik. Okuma bittikten sonra "nasıl
buldunuz" diye sordu Süleyman. İlginçtir Niyazi ile ikimiz "tam da
bizim düşündüğümüz gibi" dedik. Aslında çoktandır çeşitli
tartışmalarda, bildiri ve broşürlerden bu düşünceleri benimsemiştik, fakat ilk
kez böyle derli toplu bir bütünlük içinde buluyorduk ve gerçekten çok
etkilenmiştik. Kısa bir süre sonra bize üyelik teklifinde bulundu, kabul ettik.
Aslında epey zamandan zaten örgütlü çalışma içindeydik, fakat üye olunca
belirli alanlarda sorumluluk üstleniyor, organ olarak periyodik toplantılar
yapıyorduk. Niyazi gençlik örgütlenmesini üstlendi, ben memur ve
öğretmenler alanı dışı, kendisi de zaten işçi örgütlenmesi içindeydi. Tabii
ayrı ayrı alanlarda görev yapmamıza karşın birbirimize yardım ediyor,
gerektiğinde enerjimizi birleştiriyorduk, özellikle kitle hareketlerinde hep
böyle yapardık.
Tabii bundan önce "Tün-Yar" ve "DGD"
gibi derneklerin kuruluşuna da birlikte müdahil olmuştuk. Tün-Yar, Tuncelili
Yardımlaşma Dayanışma ve Yurt Tapıtma¹ dernekti. Derneğin kuruluşuna bizim
arkadaşlar öncülük yapmakla birlikte hem üye bileşimi ve hem de yönetim organlarında
farklı siyasal eğilimlerden hemşehriler vardı. Bu derneğin 16 Mart 1975'te
Taksim'deki Spor Sergi Sarayı'nda bir tanıtma etkinliği
gerçekleştirdiler. Sahnenin arka tarafındaki tribünlere büyük bir Seyit Rıza
portresi asılmıştı. Sanırım ilk kez legal planda Dersim ve Seyit Rıza
için böyle bir aleni etkinlik oluyordu. Heyecan yaratmıştı. O yüzden kuliste ve
koridorda birkaç kez gerilim yaratan polis uyarıları yaşandı.
Sayfa 403
Tarihe Not
O geceden dolayı Süleyman ve tertip komitesi üyeleri
hakkında soruşturma açıldı, Abuzer Karakoç'la ikimizin de söylediğimiz
türkülerden dolayı soruşturmalar dahil edilmişti. Diğerlerine bir şey olmadı
ama, Süleyman için soruşturma derinleştirildi ve aranır duruma düştü.
Arkasından Zeytinburnu'nda Atilla Özkan'ın polis tarafından
vurulduğu operasyonda gözaltına alınanların "işçi sorumlusu"
diye Süleyman'ın adını vermeleri yüzünden büsbütün polisin hedefi haline geldi
ve ailesini başka bir semtte taşınmak zorunda kaldı. Bu nedenle öğretmenliği
bıraktı ve bütün zamanını devrimci çalışmaya ayırdı.
Bir süre sonra Tün-Yar, Laleledeki Binasını Devrimci
Gençlik Derneği'ne bırakarak bize yakın olan Hisko'ye taşındı. Aynı
dönemde Okmeydanı'nda da Niyazi'nin başkanlığında geniş kitle
desteğine sahip bir dernek kurmuştuk.² Her iki dernek dayanışma içinde oldukça
etkili çalışmalar yürütüyorlardı. Taa ki Halkın Gücü tanıtma
afişlerindeki o çatışma yaşanana kadar. Saldırgan, demokrasi düşmanı bir trafik
polisinin provokasyonu hem gazeteyi daha yayımlanmadan önlemiş, hem de bölgedeki
demokratik mücadele ve örgütlenmeye saldırmanın bahanesi olmuştu. Bu olaydan
dolayı Niyazi ve gazetenin yayın sorumlusu birkaç ay Bayrampaşa
Cezaevi'nde yatmak zorunda kaldı.
Tün-Yar bir dizi sanayi kuruluşunun ortasında bir
yerde olduğu için işçilerin de devam ettiği bir dernekti. 1 Mayıs 1976'da
kaçırılarak katledilen Mehmet Kocadağ, Süleyman bu dernekle
bizimle tanıştırmıştı. Süleyman'ın yakın köylüsü Ahmet Eren o
semtteki lisede yöneticiydi. Ahmet hocanın çocukları Zeynep
öğretmen, sonradan avukat ve milletvekili olan Mehmet Ali derneğin
aktiflerindendi ve onlar sayesinde folklor ve kültür çalışmalarının
bazılarının zaman zaman lisenin salonlarında yapıyorduk.
Çalışmalar birkaç yıl içinde
kuruluş dönemindeki parti kitlesinin yüzlerce katına ulaşmış ve ülkenin
hemen hemen bütün belde, belli başlı illerine yayılmıştı. Tabii buna paralel
olarak "en tehlikeli örgüt" olarak devletin de boy hedefi
haline gelmişti. Ancak parti henüz bölgesel inisiyatifler halindeydi ve
örgütlü merkezi bir yapıya kavuşturma sorunu yakıcı duruma
Sayfa 404
İbrahim Ünal
bulmuştu. Bu nedenle Süleyman çoğu zamanını bu
görevlerle ilgili olarak diğer bölgeleri gezerek ve bir yığın tartışmaları
yürüterek geçiriyor, bu nedenle daha seyrek karşılaşabiliyorduk. Bu arada Niyazi
ile biz de ayrı semtlerde ev kiralayıp ayrılmıştık. Profilloda çalışan
kardeşimle yine Gazhane arkasında dayıma ait bir gecekonduda
tanışmıştık. Evimizin bir odasını da bölge yönetiminde görev yapan bir arkadaşa
vermiştik. Bu vesileyle Süleyman'la yeniden periyodik olarak
karşılaştık.
O dönemde bütün örgütlerin legal dergi ve gazeteleri
çıkıyordu, bizimkisi ise hâlâ yoktu. Bu nedenle kitle çalışmalarında bazı
zorluklarla karşılaşıyorduk. Partinin merkezileşmesi de bir türlü
sonuçlanamıyordu. Taban bizi sıkıştırıyor, biz de Süleyman ve diğer
kadroları sıkıştırıp duruyorduk.
Meğer Koordinasyon Komitesi (KK) tepeden dar örgütlü
partinin görüşlerini değiştirme havasındaymış. Aftan dolayı cezaevlerinden
çıkan ve KK'da ağırlık oluşturan eski kadrolar bir an önce önlerine
konulan merkezileşme görevlerini ifa etmek yerine partinin kuruluşuna temel
olan ve kurucular tarafından onaylanan İbrahim Kaypakkaya'nın beş temel
belgesini israrla tartışmaya açmak istiyorlar ve bunun için "Parti
Birliği" adı altında illegal bir dergi çıkarmayı planlıyorlarmış. Yani
ihtiyaç ne ise, onlar adeta tersini yapıyorlar. Politik iklimin iyice ısındığı,
büyük kitlelerin hareket halinde olduğu ve devrimcilerin yetişmekte zorlandığı
bir anda tartışmanın sırası mıydı ki? Bizler o sırada DİSK'in DGM'ye
karşı direnişimizi Profildo, Otosan, Prezis, Tersaneler, deri işkolunda,
Tekel'de ve çeşitli tekstil fabrikalarında örgütleme pozisyonundaydık. Profilli
direnişi günlerce gündemde düşmedi, sonunda büyük bir asker ve polis
operasyonuyla bir işçi arkadaşımız katledildi, pek çok direnişçi yaralandı, 600
civarında işçi de stadyumda gözaltına alındı, onların arasında kardeşim dahil
birçok arkadaş vardı.
Yine bu sırada üniversitelerde işlenen cinayetlere
karşı, örneğin Kerim Yaman'ın cenazesinde on binler sokaklara dökülmüş,
polisle çatışmış ve ardından da İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt
kampüsü işgal edilmişti, birkaç gün süren bu kitlesel işgalde bizler de
yoğun biçimde yer almıştık. Tabii diğer kentlerde de... Bu arada ABD'nin
elçilik ve konsolosluk personeli ve CIA'nın da aleni biçimde dahil
olduğu devrimci saldırı ve katliamlar da yoğunlaşmaya başlamıştı.
Sayfa 405
Yapılması
gereken şey çok açık biçimde ortadaydı; partinin bir an önce enerjisini
toplayıp halka yardım etmesi ve bu saldırıları püskürtmeye çalışmasıydı. İbrahim
Kaypakkaya'nın programatik görüşleri kısa sürede bu kadar büyük heyecan ve
etki yaratmışken, böyle bir zamanda bizzat kendi içinden bu görüşlerin
doğruluğuna dair şüphe uyandırmanın ne yararı vardı? Bunu kafa karıştırmak,
kitlelerin devrimci heyecanını düşürmek, moral üstünlüğünü sarsmaktan başka
nasıl bir sonucu olabilirdi?
KK'nın ileri sürdüğü o türden bir siyasal yürüyüşe konsa
partinin durumunun mevcudundan daha iyi olacağına dair hangi inandırıcı
argümanlar vardı? O görüşlerin üç aşağı beş yukarı benzerleri zaten başka
örgütler tarafından politik sahnede yürürlükte değil miydi? Nitekim daha sonra
KK'nın onlarla birlikte kurduğu "**Devrimci Blok"**un ne hâlde olduğu
görüldü. Her aklı başında insan bu zamansız tartışmanın saf larda nasıl bir
çalkantı ve kaosa yol açabileceğini, kitlelerin ruh hâlinde nasıl yıkıcı etki
gösterebileceğini rahatlıkla sezebilirdi. Ama KK'lı arkadaşlar her nasılsa bunu
göremiyorlardı! Elbette her görüş tartışılabilir. Devrimin kendisi her şeyi
eleştiren, tartışan ve sürekli daha iyisine ulaşma arayışında olan canlı bir
hareket demektir.
O sırada bizlerden daha sıkı araştırma yapan, okuyan çevre
yoktu, ülkemizin kötü kaderini değiştirmek için çok kararlıydık. Bu yüzden tarihi
daha ülkenin gerçek durumunu tam olarak bilmek, sorunları ve çıkış yollarını
gerçekçi biçimde tesbit etmek için didinip duruyorduk. Fakat o aşamada
lazım olan şey, merkezileşmiş, demokratik merkeziyetçi mekanizmaları
işleyen, enerjisini toplama kabiliyetine erişmiş bir örgüttü; acil ihtiyaç
buydu! Bunu baltalamak, iş tartışmayla yormak, oyalamak, gereksiz yere zaman
kaybetmenin iyi niyetle yorumlanması çok zorlaşmış bulunuyordu. Kısacası KK,
somut biçimde ayak bağı haline gelmişti. Zaten arkadaşların birliğe dair
samimi arzusu yeterince zaman kaybına yol açmıştı, artık tabanda sabır taşı
çatlamak üzereydi.
Sonunda mevcut bölgeler **"oportünist KK"**nın
ilgasına ve yeni bir koordinasyonun kurulmasına karar vermiştir. İlk atak doğal
olarak batıdan başladı. Çünkü Batı örgütü, aydınlanma ve entelektüel
performansı bakımından daha iyi durumda olmanın yanı sıra sürekli kentlerin
sanayi proletaryasının enerjisine
Sayfa 406
İbrahim Ünal
de sahipti. Gerçekten hareket hızla tam bir işçi sınıfı
ve kent yoksulları hareketi haline gelmişti.
İşte Kızıl Yol bu sırada yayımlandı. İlk sayısı bizim
kendilerine ayırdığımız evimizin bir odasında hazırlanıyordu. Son halini
aldığında Süleyman ile İsmail gözden geçirmem için bana da
verdiler. Kapak olarak düşünülen çizim çok amatörceydi. Ellerinde orak,
çekiç, tırpan ve silah bulunan figürler eğreti bir kompozisyon içinde kaba saba
çizilmişti.
"Yoldaşlar bu kapak, ilkokul çocuklarının yaptığı
resimlere benzemiş" dedim, güldüler.
"Saflarımızda bir yığın ressam, karikatürist arkadaş
vardı, neden bu tür örgüt olanaklarını değerlendirmiyorsunuz?" diye
eleştirdim.
"Ama yazı fena olmamış, elimize sağlık" dedim.
Gerçekten Kızıl Yol, Batı örgütünün entelektüel ve
teknik donanım seviyesini tam olarak yansıtmaktan uzaktı, fakat ideolojik
ve siyasi olarak bölgesel dönemin aşılmasında partinin hızla toparlanmasında
tarihsel bir rol oynadığı kesindi. Önemli olan da buydu.
Süleyman, yazı yazmaya pek yatkın değildi, fakat iyi
bir örgütçüydü. Onun bu üstün becerisiyle örgüt, KK'nın tahribatını çok
fazla hissetmeden hızla toparlandı. İbrahimler'in dönemini fazla
bilmiyorum, ama tereddütsüz söyleyebilirim ki, örgütlenme becerisi konusunda
tanıdığım ve bildiğim ülkemizin en yetkin devrimcisiydi. 12 Mart
döneminin acımasız tutuklama ve katliam furyasını kazasız belasız atlatması da
bunu kanıtlıyor. Düşününüz ki, o dönemde temas halinde olduğu birçok arkadaş
yakalanıyor, şehirlerini katliam yaşıyor, ama Süleyman bütün bu kıyım
furyasını atlatabiliyor. Sezgileri çok kuvvetliydi, nerede ve nasıl
tehlikelerin gelebileceğini önceden çok iyi görebiliyordu. Son derece
disiplinli, ilkeli, dikkatli ve uyanık örgütleme becerisine sahipti. Bu,
hepimizin hayranlık duyduğu, örnek almaya çalıştığı en belirgin özelliği idi.
Sanırım 68 hareketinin bu yöndeki zaaflarını iyi gözlemiş ve esaslı dersler
çıkarmıştı. Yerinde ve anında inisiyatif kullanma ve karar verme yeteneği de
ayrıca dikkat çekiciydi. Bir anda o sakin çelebi görünüşlü naif adam kanatlanıp
halk düşmanlarını şaşkına çeviren yırtıcı bir kartala dönüşebiliyordu.
Halka ve devrimcilere karşı son derece sakin, saygılı, nazik, hoşgörülü
Sayfa 407
Tarihe Not
iken; halk düşmanlarına karşı amansız derecede
merhametsizdi. "Onlar fırsat düştüğünde halkın en iyi çocuklarını çiğ
çiğ yiyorlar, görüyorsunuz. Onları tarihin çöplüğüne gömmek için biz de
merhametsiz olacağız" diyordu.
Süleyman'ın örgütleme becerisi tesadüf değildi. Her
şeyden önce asıl çalışma alanı olarak tercih ettiği işçi kitlelerinden,
onların üretim sürecinden kaynaklanan disiplinlerden çok etkilendiği
belliydi. İşçilerin algı ve anlayışına, haz ve antipati duydukları
hususlara, sosyal ilişkilerine ve kültürel şekillenmelerinden tutun da,
giyimlerinden başka günlük hallerine kadar büyük bir özenle dikkat ederdi.
Bir keresinde kahvede dayısı Murat'la oturduğumuz
sırada şık giyimli, kravatlı, boynunda atkısı, kolları gömlek ve ütülü
pantolonuyla çıktı geldi. Öğretmen ya dersten çıktığı gibi gelmiş, bir işçi
toplantısına yetişme telaşında. "Vay, kıyafetimi değiştirmeye zaman
kalmadı, bu halimle gitsem sizce işçiler yadırgar mı" diye bize
danıştı. Murat abi; "Yadırgayacaklarını sanmam, fakat rahat
olmazlar, sana aydın muamelesi yaparlar, seni yabancı görürler, sana
istedikleri gibi içlerini dökmezler, sana karşı yanlış yapmaktan çekinirler,
git günlük kıyafetleri giyin öyle git, biraz gecikmek boşuna gitmekten
iyidir" dedi. "Haklısın" dedi, öyle yaptı.
II. Konferansın çalışmaları sırasında Anadolu yakasında
bir toplantımız vardı. Niyazilerle birkaç tartışma metni bıraktığını
ve mümkünse onları benim getirmemi söyledi. "Ama dikkat et, iyi
kamuflaj içinde taşı, yakalatma, hem sen yanarsın hem işimiz berbat olur"
dedi. Kendisi Kartal-Pendik tarafında bir işi olduğu için gün boyu
üzerinde taşımayı sakıncalıydı. Niyazi ile onların evinde henüz
açılmamış büyük boy bir defterin kutusunu üzerine tahril etmeden açtık,
yazıları içine yerleştirdik, boş yerlerine biraz Tursil koyduk, tekrar
orijinal gibi yapıştırdık, götürdüm. Süleyman kutuyu eline aldı, "Ooo
yoldaş senin Tursil de çok ağrımış ha, bu nasıl bir şeydir hele bir
bakalım" dedi. "Üstelik Anadolu yakasında dükkanlar Tursil
dolu, kardeşim Tursil getirtmek dikkat çekmez mi? Uyarıcı bir polise
rastlaştaydın boşu boşuna yakayı ele verirdin!" dedi. Haklıydı, bu
yanları yeterince düşünememiştik, ya da "bir şey olmaz" deyip
özensiz davranmıştık. "Ama işte çoğu kez böyle küçük özensizlikler feci
sonuçlara yol açıyor, aman dikkat edin" dedi!
Sayfa 408
İbrahim Ünal
Örgüt işlerinde Lenin hayranı bir insandı, onun
örgütlenmeyle ilgili kitapları elinden düşmezdi. Lenin'in bütün
eserlerinin yeniden yeni biçimde çevrilerek basılmasını istiyordu ve bu yönde
bir görevlendirme yapıldığını söylemişti. Bu işi üstlenen arkadaşlar II.
Konferans'tan sonra bizden ayrıldılar ve sanırım kendileri yayınladılar. O
sıralar "Maoizm" kavramı pek kullanılmazdı, ama gerçek bir Mao
izleyicisi idi. Mao'nun bütün eserlerini okumuştu, özellikle Askeri
Yazılar* ve Kızıl Kitabı tekrar tekrar okuduğunu bana anlatmıştır.
İlk tanıştığımız yıllarda çok kitap okurdu, fakat ağır
örgütlenme görevleri üstlendikten sonra okumaya zamanı bulamıyordu ve "gerilediğini"
düşünüyordu, bu yüzden genel sekreterlik görevi almak istemiyordu, entelektüel
seviyesini düzeltmek için fırsat tanınmasını istiyordu. Pratiğin araştırma
inceleme olanakları sınırlayıcı olsa dızahi cezaevlerindeki gibi bizler
de daha sonra acı biçimde yaşayacaktık. Toplantıdan toplantıya koşmak, miting,
gösteri, örgüt içi sorunlarla uğraşmak, örgütün çeşitli ihtiyaçlarını
karşılamak, raporlar yazmak, gelen raporları okumaktan insana okumayı zaman
bulamıyor ve gerçekten siyasi hayatımız hızla düşüyordu. Kimi parti yayınlarını
bile sonuna kadar okuyup bitirmeye zaman kalmazdı. Bu durum bilgi birikim
hazinesinin boşalmasına, dağarcığın kavram yönünden koraklaşmasına, dilin
başkalaşıp ezberlerle dolmasına, doğmalamasına, propaganda kabiliyetinin iyice
zayıflamasına ve giderek düşünme yeteneğinin kaybolmasına yol açıyordu. Örgütsel
çalışma önemdeydi, fakat örgütün niçin var olduğu daha önemliydi. Devasa
toplumsal sorunlarla baş edebilmek ve ezilen sınıfların çıkarlarını layıkıyla
savunabilmek için, harekete önderlik yapan insanların ideolojik ve siyasi
donanımlarını sürekli geliştirmeleri ve yetkinleştirmeleri gerekiyor. Aksi
halde içte ve ne de dışta keskin sınıf mücadelesinde başarı sağlanamazdı. Süleyman
bunun çok iyi ayrımdaydı.
1978 Şubat'ta 1. Parti Konferansı başarıyla
sonuçlandı. Kuşkusuz bu bütün Marksistlerin ortak başarısıydı, fakat
kabul etmek gerekir ki, Süleyman'ın başarıdaki payı çok fazlaydı.
Aslında Kaypakkaya'dan sonra fiilen partiye önderlik eden oydu. Bu
yüzden ben dahil pek çok arkadaş, bu konferansta başka bir arkadaşın genel
sekreterlik yaptığını duyunca doğrusu
* 408.
Mao Zedung, Askeri Yazılar, Çev. N. Solukçu, Sol Yay., 1971 (y.h.n.).
Sayfa 409
Tarihe Not
bayağı şaşırdık. Hiç sormadım, fakat sanırım bu kendi
tercihleri idi. Kariyer hesabı olmayan bir insandı, onun için önemli olan
sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıydı ve ona en iyi katkıyı nasıl yapabileceğiydi.
Sonraki gelişmelere bakınca örgütlenme sekreterliği görevinin üstlenmesinin çok
isabetli olduğunu düşündüm. Bu konferansa delege olarak katılmamı istedi ve
epey de ısrar etti, fakat o aşamada çok fazla ayak bağım vardı ve benim mazur
görmesini söyledim. Bizi sitem etti ama, gerekçelerimi dinleyince ikna
oldu, ısrar etmekten vazgeçti.
Konferans'tan sonra Süleyman'ın yüzleri
azaldı, artık her görevin organları ve uzmanları var. Peş peşe Komünist,
İşçi Köylü Kurtuluşu ve Partizan dergileri yayımlanıyordu. Yurtdışında Mücadele
gazetesi yayımlanıyordu. Bütün bu gelişmeler devrimci çevrelerde büyük
heyecan yarattı. Hatta burjuva basını bile sık sık bu gelişmeye dikkat
çekmekten kendini alamıyordu.
Bazıları "Partizan adlı yeni bir örgüt"
diye yazıyor, II. Dünya Savaşı'nda Hitler'e karşı silahlı
mücadele veren Yugoslav Partizanlarına gönderme yapıyorlardı. Parti
inanılmaz bir hızla kitleselleşiyor, geniş kitlelerde sempati uyandırıyor ve
her çevrenin dikkatini çekiyordu.
Örgütlenme ve üye kampanyaları, çeşitli siyasi
kampanyalar yürütülüyor, araştırma grupları, semt-işçi-aydın komiteleri
ile çalışma alanları çeşitlenip zenginleştiriliyordu, partinin siyasal
aktivitesi durmadan artıyor ve herkes eylemden eyleme daha çok efor
harcamak zorunda kalıyordu. Fakat bu toparlanma, aynı zamanda faşist
saldırıların çok yoğunlaştığı bir döneme rastlamıştı, her tarafta katliamlar,
suikastler, cinayetler yaşanıyor ve ülke adeta bir iç savaş manzarasına
bürünüyordu. Faşizme karşı silahlı direniş birimleri devrimci kitlelerin
acil talebi olarak ön plana çıkmıştı. Çünkü tek taraflı olarak ilan edilmiş bir
savaşta, halk savunmasızdı. Aralık 1978'de yaşanan Maraş Katliamı'nda
bu durum can yakıcı biçimde kendini gösterdi.
Halk ve parti tabanı partiye güveniyor ve bunun için de
beklentileri kimi zaman irrasyonel boyutlara varıyor. Kimi zaman elinde
sihirli bir değnek yok, zorlu bir karşı devrimci saldırı altında,
durmadan kadro kaybediliyor, ilk heyecanla katılan pek çok insan yıpranıp geri
çekiliyor, örgütlenmelerde boşluklar doğuyor, şartlar durmadan kötüleşiyor,
olanaklar azalıyor.
Bu süreç boyunca can dostlarımızı kaybediyorduk; araş-
Sayfa 410
İbrahim Ünal
tırma grubunda yer alan Efendi Diril, bizi her
gördüğünde boynumuza atılan dünya sevimlimizi Mehmet Günalp, sevgili
hocam Doğan Erdoğan ve arkadaşı Ümit Kafancıoğlu bu süreç içinde
katledildiler.
Her gün yüreğimizi yakan cinayetler işleniyor ve bizler
fazla bir şey yapamıyorduk. Bu şartlar altında partiye sığınan ve gerilla
savaşına katılmak isteyen kadın işçiler ve gençler bile ayrı bir sorun haline
gelmişti. Yetmemiş gibi kitlelerin asimetrik taleplerini istismar eden
hizipçiler çıkıyor, parti kadrolarını ve olanaklarını berhava ediyor, defragmantasyon
yaparak yakalanmalara sebep oluyorlardı. 18 Mayıs 1980'de ayrılık ilan
eden "Geçici Koordinasyon Komitesi" (GKK) böyle bir
hiziplerdi. O sıralar Süleyman, İstanbul'da görev yapıyordu ve sık sık
görüşüyorduk. GKK'ya karşı bir yazı kaleme almamı istedi. O yazıyı yazıp
yayımladık. Ardından GKK'nın düşüncelerine yakınlık duymakla birlikte
ayrılıktan yana olmayan Hıdır Ayata'nın hazırladığı bir yazı yayımlandı.
Bu grubun etkisi kısa sürede kırıldı ve kendi hataları sonucu çoğu yakalandığı
için grup dağıldı. Bu grubun içinden iki itirafçı çıktı ve partiye de
zarar verdi.
Fakat asıl sorun, bu tür hiziplerin varlığına bahane olan
Merkez Komitesi'nin gelişmeler karşısında pasifliği ve acziyetiydi.
Biri Genel Sekreter olmak üzere Siyasi Büro'nun iki etkili üyesi
pek çok konu farklı düşünülüyor ve bu görüşlerini konferansa hâkim
kılmak için durmadan iç tartışma yazıları yazıyor, kafa karıştırıyorlardı.
Bu arkadaşlar partinin toparlanmasında ve entelektüel seviyesinin yükselmesinde
iyi rol oynamışlardı, fakat şimdi nerdeyse yaptıkları bütün iyi şeyleri yok
ediyorlardı. Çünkü biri Genel Sekreter, diğeri de parti içindeki
tartışma yazılarıyla çok tanınan Siyasi Büro'nun yurtdışı sorumlusuydu.
Zamanla yarışırmışçasına bir an önce konferansı toplamaya çalışan pratik
alandaki kadrolara bunlar yayıntı yetiştirmekte yetersiz kalıyorlardı. O
nedenle, bizimle aynı düşüncede olan FÜ'ler (cezaevinde olan eski
kadrolardan Muzaffer Oruçoğlu ile diğer iki arkadaşı MK "Fahri
Üyesi" idi) bu görevi üstlenmişti. Süleyman, 1. Konferans'ta Sefa
Kaçmaz, Hasan Aksu ve Hüseyin Balkır için yapıldığı gibi bunları da
özgürleştirerek 2. Konferansa katmak istiyordu, ama bu türlü başaramadı.
Sanırım Muzaffer ile Aslan'ın kaleme aldığı bu yazının 2.
Konferans'ta bize büyük katkısı olmuştu.
Sayfa 411
Tarihe Not
2. Konferans'ın her aşamasında Süleyman'la
birlikte çalıştık.⁵⁰ Bu arada nişanlısı Süleyman'ın Bahçelievler'deki
evli karısı, kızı ve eşine işkence yapılmış, uzun süre evlerine karakol
kurulmuştu. Çok üzüntülüydü, sürekli gelişmelerle ilgili bizi
bilgilendiriyordu. Bir süre sonra bıraktılar, fakat ikisi de fena haldeydi!
Bu süreç içinde Emekçi ve Balkır'ın pasaport işlerini
yapıp yurtdışına çıkarılması işini de Süleyman yürütüyordu; hepsi
kazasız belasız sonuçlandı. O sırada Emekçi'nin büyük etki yapan
kasetinin çoğaltılıp dağıtılması işleriyle de ilgileniyordu. Yazımı bitirip
yayımlanması gereken belgeleri de bölge yayın birimine kendisi iletiyordu.
Bu arada Erhan da sonuçlanan belgeleri kuruyeler üzerinden
yurtdışına göndermek için zaman zaman dikkatli biçimde evi terk ediyor ve
tekrar geri geliyordu. Bu gidiş gelişlerde çeşitli bilgiler de ediniyorlardı.
Bir akşamüstü eve üzgün ve telaşlı döndü; "Kirve hadi seninle bir yere
gidelim" dedi. Sicim gibi yağmur yağıyor, nereye demeden evden çıktık,
koşa koşa gidiyoruz. Bir yere girdik, iki tane ağır torba çıkardı, ağzını
kendisi, hafifini bana verdi. Nefes nefese yağmur altında eve döndük.
Torbaları bir açtık ki içinde ne yok ki! Meğer o gün bir yakalanma olmuş, bir
parti evinin boşaltılması gerekiyormuş, ona da kendisi gitmiş ve bu eşyaları
almış. "Kusura bakma kirve, tehlikeli bir iş yaptığımızı biliyorum, ama
mecburuz, arkadaş yakalanmış evi basılırsa fena olurdu!" dedi. Alkıştım
Süleyman'ın bu tür işlerine, bir şey demedim.
Buradaki işimiz bittikten sonra Erhan yurtdışındaki örgüt-sel
sorunları çözmek üzere Almanya'ya gitti, biz de Dersime---
⁵⁰ Bu
arada Süleyman'la aramızda geçen iki olayı da kaydetmek isterim:
Birincisi Feride ile ilgili. Merkez delegesi tek bir kadını dahi
olmaması gerektiğini söylerdi. Feride'yi merkezi organa almamak
gerektiğini söyledim. "Kirve ideolojik dayatman gerek"
diyerek nazikçe reddetti. Doğrusu "ideolojik farklılık"
derecesinden çok ayrımlı bilginin yoktu, ısrar etmedim, fakat Feride
de bir süre sonra talihsiz biçimde yakalandı ve herkesi şaşırtan bir
direniş sergiledi. Bir başka olayı Hasan dayandırdık.
Bu
arkadaş askeri alanda görevliydi, hepimizin en genci ve yiğit bir devrimciydi. Bölge konferansına
delege olarak katılmış, ben merkez konferansına delege olarak
katılmamıştım. Benimle tartışmalar sırasında oy oranları belli olduğu için ben
gizli oylamada kendi oyumu ona verdim. Ona karşı ikimizin oyları eşit çıktı.
Süleyman ve diğer arkadaşlar oyumu kendi lehinde değiştirmemde ısrar
etti, değiştirdim ama içime sinmedi. Hasan da yakalandığı zaman
işkencede destansı bir direniş sergilemiş ve sakat bırakılmıştı. Cezaevinden
çıktıktan sonra ne yazık ki hayatını kaybetti, büyük bir onur duygusu ve
saygı ile kendisini anımsarım hep.
Sayfa 412
İbrahim Ünal
…..döndük, Süleyman Parti, Ziyaret Köylerine
gitmişti, dönüşte beni aldı eve döndük. Ziyaret'te bir kadın şairin davetle
bulunduğu ve yarın oraya gideceğimizi söyledi. Güzel bir sürpriz, "Tamam,
gideriz" dedim. Şair, İstanbul'dan tanıdığım bir arkadaşın
yengesiymiş. İki katlı yeşillik içinde sıradışı bir konakta güzel bir ziyafetle
bizi ağırladılar. Bacımız gerçekten şair ruhlu sıcakkanlı bir kadın, her
kadından beklenmeyen bir rahatlık ve olgunlukla sanki aileden biriymişiz gibi
konuşuyorduk. Hangi şair böyle değil ki! Sonra bir tomar şiir çalışmasını koydu
önümüze, onlardan birkaçını bize okudu. Okurken, yetersiz bulduğumuz düşündüğü
herhangi bir dizede "ama bu olmamış, öyle değil mi hocam"
deyip gülüyordu. Şiirlerini biraz gözden geçirdikten sonra "nasıl
bulundunuz, yayınlanabilir mi?" dedi. Düşündüm, evet yetersizlikler
var, ama buram buram şiir ruhu da... Üstelik kadın bir şair. Bu memleket böyle
işte! "Feleğin menziline düşmemek sana yardım ederiz yayınlarsın"
dedik vedalaştık.
Şimdi gelelim asıl yürek paralıyan perdeye:
Bir süre sonra İstanbul için randevulaşarak herkes
görevinin başına döndü. İstanbul'a gidişte her birimizin görevlerimizle
ilgili nedenleri vardı. Süleyman'ın bazı ilişkilerin devredilmesinin
yanı sıra, faşizme karşı birlikte hareket etmek, araştırmacı kimlik örgüt
yetkilileriyle görüşme planları vardı; randevular alınmıştı, yerlerini
kararlaştırmıştık. Bir süre Rumeli yakasında buluştuk. Birbirimize
görevlerimizle ilgili bilgi paylaşımı yaptık. Süleyman birkaç grupla
görüşmüştü; sonuç iyi değildi. Birlikte mücadele etmek yerine yurtdışına
çıkarılmak için yardım isteyenler çoğunluktaydı. Bazıları randevularına
gelmemiş, bazıları da "durumumuz uygun değil, yetkili durumda değiliz,
yetkili arkadaşlarla ulaşamıyoruz" gibi mazeretler bildirmişti. Sadece
Devrimci Sol ile kısa bir görüşme gerçekleşmiş ve onlardan "her
türlü ortak çalışmaya varız" yanıtı almıştı.
Süleyman'ı daha önce çok güvendiğim sağ bir eve
yerleştirmiştim. Hıdır Ayata "daha güvenilir bir eve"
taşınınca, eski eve "halel gelmesin" diye bir daha gitmemiş ve
Hıdır'la birlikte kalmaya başlamıştı. Doğrusu Hıdır'ın yeni
evinin "sağlamlığına pek ikna olmamıştım ama kısa bir kalış olacağı
için de fazla eleştiri konusu yapmamıştım, zaten bu eleştiri-
Sayfa 413
Tarihe Not
lerimden "husumet" gibi yanlış alametler
çıkarılacağına dair de endişelenmeye başlamıştım. Asıl sorun Hıdır'ın
kendisiydi; Hıdır ve eşi Mualla bölgede çok tanınan insanlardı,
bir-iki yıl önce burjuva basınında boy boy resimli haberleri çıkmıştı.
Duruşu, yürüyüşü, konuşması, şekli şemaili kendine özgü bir insandı Hıdır.
Siyasi polis de çok yakından tanıyor. Aslında onun İstanbul bölgesinde görev
alması bile başlı başına ilkesiz bir durumdu. Görev bölüşümü sırasında
bu yüzden "onu işaret yıldızı gibi izler, örgütə darbe vururlar"
diye karşı çıkmıştım. Hıdır'la konferans sürecinin dışında hiçbir
ortak çalışmamız olmamıştı, çalışma alanlarımız tamamen farklıydı. Dolayısıyla
aramızda hizip husumet veya sorun yaşanmamıştı, karşı çıkışım ona antipatimden
değil, hem kendisini ve hem de örgütü koruma isteğimdendi. Bunu yanakala
Süleyman'a defalarca anlattım. "Senin dostların, benim de dostlarım,
senin akrabaların benim de akrabalarım, senin kadar Hıdır'ı ben de severim,
fakat sen Hıdır'a karşı liberal ve ilkesiz davranıyorsun! Bizim senden
öğrendiğimiz bu değil!" diye çok sert eleştirmiştim. Fakat yine de Hıdır
belinde fıtık var, kırda yapamaz diye geçici olarak İstanbul'da
bırakıldı.
O arada Ali Haydar da gelmiş, son toplantımızı yapıp
dönüş hazırlığına geçeceğiz. Tam o sırada 14 Temmuz'da ayaküstü yaptığımız
buluşmaya Süleyman kötü bir haberle geldi; "Hıdır bu akşam gelmeli,
sanırım yakalandı! Hemen bazı yoldaşların ailelerine haber verip evlerini
boşaltmamız gerekiyor" dedi. Meğer önceki akşam Hıdır bölge
toplantısına giderken Süleyman'a, "Bizim komitenin bir üyesi
yakalanmış, toplantının yerini biliyor, umarım bizi ele vermez. Ama siz her
ihtimale karşı tedbirli olun. Akşam gelmezsem, bilin ki yakalanmışım, evi
boşaltıp terk edin, ben kesin olarak dört gün direnirim evi söylemem"
demiş. Artık yakalandığı kesindi, ama dört gün direneceği çok kesin değil.
Hemen harekete geçmek gerekiyordu. Aramızda ailelere haber vermek ve tedbir
almak için görev bölüşümü yaptık... Süleyman, Hıdır'ın evini
boşaltacaktı. Ali Haydar'la ikimiz onun Hıdır'ın evini
boşaltma işine karşı çıktık, bu işi biz yapalım, sen kendini tehlikeye atma
dedik. Çünkü onun yakalanması parti için çok kötü moral etkisi yapacaktı.
Bazı haklı gerekçeler göstererek reddetti, "Bu işi beni yapmalıyım,
endişelenmenize gerek yok, bir şey olmaz" dedi ayrıldı bizden.
Sayfa 414
İbrahim Ünal
Ben sabah erkenden bölge komitesi üyesi, ailece tanıştığımız
saygın bir işçi lideri olan aileye koştum. Ortalığı iyice kollayarak
gecekonduya girdim. Gecekonduda esrarengiz bir hal vardı, ışıklar sönüktü. Ev
sahibi kadın perde aralığından baktı, kapıyı açar açmaz "Wuyy bira sen
bura sen burada ne arıyorsun! Abinle Ali'yi gözaltına aldılar, polis eve
karakol kurmuştu, yarım saat önce gittiler! Aman kurban olayım zaman
kaybetmeden kaç! Bari sen yakalanma" dedi. Kadıncağız dehşet
içindeydi, eşine ve çocuklarına gözaltına ağır işkence uygulamışlar.
Tanınmış, legal bir insan olduğu için evi kolay buluyor, karakol kuruyorlardı.
Oradan uzaklaştım, Kasımpaşa'dayım. Saat 9'da Perşembe Pazarı'nda
dikkat çekmeyen bir yerde buluşacaktık. Yine kontrollü biçimde yaya
halde oraya gittim. Erhan'la Ali Haydar oradaydı, biraz sonra
gelmesi nefese Süleyman da geldi, çok telaşlı ve terliydi. Bilgi
paylaşımı yaptık.
"Acilen bazı önemli şeyleri çıkardım" diye
söze başladı. Yanıma aldığım bir kadın arkadaşı Mualla ile birlikte diğer
sakıncalı şeyleri paketlesinler diye eve bıraktım, araba aramaya çıktım.
Döndüğümde evi polisin bastığını anladım. Kapı açıktı, polisler kadınlarla
Hıdır'ın bir arasına birer arayla oturmuş belgeleri okumaya dalmışlardı,
onların dalgınlığından yararlanarak hemen merdivenden aşağı indim, sokağa
çıktım. Sokak işe gitme telaşında olan ve istasyona doğru yürüyen insanlarla
doluydu. Arkamda silahlı sivillerin "dur!" sesiyle bana doğru
koştuklarını anlayınca kalabalığa karışarak kaçmaya başladım. Kalabalık da
silahlı adamdan kaçıyordu, büyük bir kalabalık halinde birlikte istasyona doğru
kaçtık, kalabalık sayesinde kılıç payı yırttık!" dedi.
Biraz polisin ahmaklığını alaya alarak konuşuyordu, fakat
gülmüyordu, büyük bir tehlike atlatmıştı! Hıdır'a çok kızgındı. "Bu kadar
kısa sürede evi verilir mi!? Bir gün daha dirense yeterdi! Üstelik dört gün
direneceğine söz vermişti, kahramanlığın orda dursun bari sözünü tut!... Zaten
pek fazla işkence görmüşe de benzemiyordu, korkmuş, söylemiş!" dedi.
Süleyman yırtmasına yırtmıştı ama çok üzgün, öfkeli
ve endişeliydi.
Biz de şok olmuştuk.
Peki, şimdi ne olacak?
Sayfa 415
Tarihe Not
çok açık ki çember daralıyor, derhal bölgesel güveni biçimlendirmek
istiyorduk. Süleyman, hemen bölgeyi terk etmemizi, bulunamayan arkadaşların
durumunu birkaç gün izlememiz gerektiğini, operasyonun alt birimlerle
yapılması için tanıdığı ilişkiler üzerinden tedbirler aldırmayı ve bölge
organının yeniden oluşturulması için olanaklar araştırmayı düşünüyordu. İkna
olmuştuk, "peki ama bütün bunların çok kısa sürede dikkatli biçimde
sonuçlandıralım" dedik mutabakat halinde.
Artık Süleyman'la günlük görüşüyorduk. Bir gün Karaköy
alt geçidinden geçerken orda yemek için bir şeyler aldık. Karşıdaki bazı "abiler"
diyerek bizi tanıyormuş gibi sıcak davrandı. Süleyman, "kim bu tanıyor
musun?" dedi. "Valla kirve ben tanımıyorum, ama o bizi tanıdı,
büyük olasılıkla bizimkilerden biri!" Onun ilgisine aldırmadan
uzaklaştık oradan. Meğer bu bizim Cahide Karakaş'mış, daha sonra onu Diyarbakır
duruşmalarında gördüm.
Başka bir gün Süleyman'la Lalelide bir yerde
buluştuk. Kendisine düzenlenecek yeni kimliği için orada bir yerde vesikalık
fotoğraf çektirmişti, onları aldı. Beğenmişti, "Kirve başıma bir
şey gelirse bu fotoğrafı kullanmanızı isterim" dedi. Aksaray'da
tanıdık bir mühendislik bürosuna uğradı, yakalanan arkadaşlara avukat
ayarlamaları için yardımlarını istemiş. Vatan Caddesi tarafında balık
satılan bir yer vardı, kalabalık içinde sıkışık nizam ilerliyorduk.
Şahsen tanışmadığım, ancak Süleyman'ın çevresinden biri olduğunu
bildiğim bir adam Süleyman'ın eline bir şey sıkıştırarak hızla oradan
uzaklaştı. Süleyman kolumdan tutarak "gel şuna bir bakalım"
dedi. Orada bir apartmanın merdiven boşluğuna geçtik, notu açtı; çizgili cep defteri sayfasında aynen şunlar yazılıydı:
"Ben bugün bıraktılar, sanırım yem olarak
bıraktılar. Ben bugün Lüleburgaz'da ailemin yanına gidiyorum. Sakın beni
arama!"
Süleyman notu un ufak edip oradaki bir rögara
mazgalına atarak yok etti. Bu arada, Mehmet Çetin ve diğer bazı
arkadaşlar Mualla'dan gelen başka bir not olduğunu söylüyor; o notta görüşmek
istediği ve telefon numarası yazdığı belirtiliyor; zaten o not bizden
sonra o akşam geldiğine göre benim bilmem imkânsız. Bu son notun polis zoruyla
dikte ettirildiği
Sayfa 416
İbrahim Ünal
kesin, ama bizim okuduğumuz not kesinlikle polisin
bilgisi dışında Süleyman'ı uyarmak ve korumak amacıyla yazıldığına
eminim.
Karaköy Köprüsü üzerinde diğer arkadaşlarla
buluşmamız var, zaman dolduruyoruz ve bu arada konuşuyoruz. Israrla Lüleburgaz'a
gidip Mualla ile görüşmek istiyor. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyorum
"ciddi misin" diye! Ciddi! Ortaklık geriliyor, kendisinden asla
ummadığım ilkesiz, hatta düşüncesiz bir davranış. Gerçekten tam bir şok
içindeyim, fakat arkadaşların buna izin vermeyeceği ümidiyle biraz
rahatlıyorum. Randevuya yerin hiç konuşmadan biraz mesafe koyarak yürüyoruz.
Bazı adımlarını hızlandırıp yetiyor, "kirve hele bir dinle"
diyor, dinlemiyorum, küskün gibi yürüyerek diğer arkadaşların yanına varıyoruz.
Onlar gerilimi anlayınca "ne oldu?" diye sordular.
Süleyman, Mualla'dan böyle bir not geldiğini, yarın Lüleburgaz'a
gidip onunla görüşmek istediğini anlattı. Onlar da şaşkındı, ilkin ne
diyeceklerini bilemediler, apışıp kaldılar. Sorar gibi yüzüme baktılar; "Beni
yem olarak bıraktılar diyorlar, yoldaş hiç düşünmeden onunla görüşmeye
gideceğim" diyor!" dedim tepkimi hissettirmek için. Ayaktaki küçük
harflerle partner değiştirme değiştirme hem yürüyor, hem tartışıyoruz. Ben
yeterince sert tepki göstermedikleri için diğer arkadaşlara da protesto
olsun diye biraz uzaklaşmışım, onlar arkam sıra geliyorlar. Lüleburgaz
dönüşü için birkaç saat arayla bir birimize randevu vermişiz, Benimkisi Moda-Kadıköy
sahil yolunda, Erhan'la buluşup onlar aşağıdan geleceklermiş, ben de yukarıdan!
Tabii ben randevu falan kabul etmiyorum, onun yüzde yüz yakalanacağından
eminim. Gönlümü almak ve ikna etmek için onlardan ayrılmak yanıma geliyor.
"Kirve inan bir şey olmaz, fazla abartıyorsun, ne
yapalım yani, arkadaşları bu halde zindanlarda bırakıp gidelim mi?
"Kirvem ben sana çok güveniyordum; şu an bu
güvenimin sarsılmaya başlamasının şokunu yaşıyorum. Bir ilkesel davranmayı,
örgütü korumayı, siyasi polise karşı uyanık olmayı senden öğrendik. Sen
hepimizin en cesuru, en yiğidi, en iyisiydin, bundan dolayı arkadaşlığın her
zaman onur duydum, fakat biz de korkak, kötü adamlar değiliz. Şu anda gücüm
olsa seni burada hemen tutuklar, oraya gitmeni engellerim.
Yakalanmak…………
Sayfa 417
Tarzhe Not
………..istiyorsan
hadi git! Randevu vermeyeceğim, çözülüp bizi ele vereceğinden korktuğumdan
değil, bu konuda sana sonsuz güvenim var, fakat yakalanacağı kesin olan
birinin randevusuna gitmek ahmaklık olur, onun için gelmeyeceğim."
Sarılıp
öpüştük, vedalaştık... Benim için bunun son vedalaşma olduğu kesindi. Onu
paramparça etmek isteyen cellatlara işte kendi ayaklarıyla gidiyor. Ne büyük
trajedi! Yüreğim burkuluyor, gözlerim kararıyor, bir-iki saat önceki öfkem
inanılmaz bir hüzne dönüşüyor. O vaziyet Kadıköy vapuruna doğru
yürüyorum, gidip kamarada yolcuların arasında seyrek bir koltuğa çöküyorum.
Sonra aklı Ali Haydar'la vedalaşmayı unutmuşum. Erhan ardım sıra
gelip o da yanıma oturdu. Hiç konuşmadan Kadıköy rıhtımına vardık.
"Randevuyu unutma, saat 22'de!" diye düşük bir sesle
hatırlatıp ayrılıyor Erhan hoca. "Tamam, gelirim" diyorum,
gülümsüyorum, el sallayıp gidiyor...
O
akşam uyuyabildim mi bilmiyorum, diken üstündeyim. Ertesi gün randevuya ümitsiz
adımlarla yürüyorum Modadan Kadıköy'e doğru. Kuzgun yaz güneşi denizen
titrek aynalarda parlıyor, Sarayburnu, deniz, boğaz, Kadıköy ne güzel...
İşte Erhan aşağıdan geliyor! Yalnız tabii ki!
"Benim randevuma gelmedi, bu yedek randevuydu,
umarım buna gelir, hele bir tur daha atalım" diyerek bir sigara
çıkarıp yaktı, denize baktı Erhan hoca.
"Gelir gelir, kesin gelir, bir değil birkaç tur daha
atalım, mutlaka gelir! Sen bir bilinçaltı olarak öyle düşünüyorsun mutlaka
gelir, ümitlenmelisin!..." Yaptığım alaylı ironiye gülümsedi Erhan, bilge
uzak görüşlü bir insandı, böyle olacağından da emindi. Hüzünlüydü, onunla epey
süre birlikte çalışmışlardı, sevdiği bir devrimciydi. "Tamam, haklısın,
engellemeyi başaramadık, hadi gel bir yere sığınalım da ne yapacağımızı
konuşalım." Kuzenimin sınanmış evine doğru yürüyoruz. İyi ki o da evde,
ama bebeği henüz küçük, gazlandıkça zırlıyor, sık sık konuşmalarımızı bölüyor.
O bebekten sonradan alımlı canlı bir manken çıktı, güzel bir kadın olmuştu.
Süleyman'ın bana söylediklerini özetledim:
"Eğer yakalanırsam, saklanmanıza, illegalite
yapmanıza gerek yok, adımı vererek hemen kamuoyu yaratmaya bakın. Onlar beni
yakaladıklarında, sahte kimliğimin sağlamlığına falan aldırmadan beni tanırlar
ve büyük ihtimalle derimi yüze
Sayfa 418
İbrahim Ünal
yüzde öldürmeye
çalışırlar. Benim için telaşa kapılmanıza, evlerinizi
boşaltmanıza, yerlerinizi değiştirmenize, bundan dolayı kendinizi riske
atmanıza gerek yok, bu dönemde taşınmak çok risktir, ben onların hiçbir
isteğini kabul etmeyeceğim ve direneceğim, bu konuda bana güvenin, çünkü ben
kendime güveniyorum!"
Ayrıca bir de önceki gün bana gösterdiği fotoğraflardan
söz ettim ve "gerekirse bunu kullanın" dediğimi söyledim. Bundan
sonra her yayında bu fotoğrafı kullanalım. Bunun onun isteği ne uygun olarak
hemen bir bildiri kaleme alalım kamuoyuna duyuralım. Yurtdışındaki arkadaşların
bu kampanyada büyük etkisi olacak, bildiriyi hemen onlara ulaştırmaya bakalım.
Ben de hemen Dersime gidip ailesine haber vereyim, ağa amca gelsin
kendisi bizzat takip etsin, bizim doğrudan ilişkilennemez, yaradan çok zarar
verebilir.
Erhan da aynı görüşteydi. Zaten Süleyman'ın
bana söylediklerinin çoğunu bir MK toplantısında da söylemişti. Ben
bildiriyi kaleme almaya başladım, o da yurtdışı örgütüne gerekli talimatı
hazırlamaya koyuldu. Sonra iki metni birlikte gözden geçirdik, eklemeler,
çıkarmalar ve düzeltmeler yaptık
(Bu iki metni 1992'de yurtdışına
çıktığımda çok aradım, bulamadım, doğru dürüst tutulmuş bir arşiv yoktu).
Dersime döndüm, hemen Hulukışlağı'na gittim.
Süleyman'ın yakalandığını ailesine bizzat söylemeye bir türlü içim varmadı.
Aklımda hiçbir sözcük yoktu, nasıl gerekçelendireceğimi, nasıl anlatacağımı
kestiremiyordum; onlara bu kadar uğraştım da gitmesini önleyemediğimi mi
söyleyeyim, ne diyeyim? Ayaklarım beni karşı eve götürdü. Komşuları olan Efendi
Dirili'in evine gittim, onlara durumu anlattım. Onlar benim ruh halimi
hemen anladılar, tamam o görevi biz yaparız dediler ve bana teselli vermeğe
başladılar. "Ağa amcaya söyleyin hemen İstanbul'a gitsin, durumu
yakından takip etsin" dedim vedalaştım onlarla.
O sırada MK'nın yeni toplantısı için planlama
hazırlığı vardı. Dikkatimiz daha çok İstanbul'a yöneldi, orada yeniden
önceki gibi yıkıcı bir yakalanma olursa bölgeyi onarmak çok zorlaşacaktı.
Bölgeyi daha iyi tanımamdan dolayı benim gidip müdahale etmem zorunluydu. Fakat
bölgeden çıkmak çok zordu, birkaç denemeden sonra ancak başaralabildim,
kimliğim çürüktü. Neyse sonunda bölgeden çıkıp İstanbul'a varabildik ve
Sayfa 419
Tarzhe Not
örgütte moral yönünden bir katkımız oldu. Orada Süleyman'la
ilgili bazı görüşmeler yaptık. Ağa amca İstanbul'da geldikten sonra İstanbul
Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'nın alevi olmasına istinaden bazı hatırlı
kişiler araya girmiş, "sırf öldürülmesin" diye ricada
bulunmuşlar. Balcı da "başka her isteğiniz başım üstüne ama komünistler
için asla bir şey yapamam" demiş. Çomarlarına öldürtmüş ya bir
de antikomünist gösteri yapıyor!...
Sağ mı ölümü olduğu dahi bilinmeden kampanyalar devam
ediyor, suç duyuruları yapılıyor, dilekçeler yazılıyor. Oysa yakalandığı
günün ertesi şafağında 30 Temmuz'da katledilmiş ve ölüsü sırf
verilmek amacıyla Bostancıda bir apartman katından atılmıştı. Yakalandığı
gün sahte ismiyle değil, asıl ismi ile yakalama tutanağı düzenlenmiş, "Süleyman
Cihan" adına bir yığın resmi yazışma yapılmış, onlarca kişiyle
yüzleştirmeler gerçekleştirilmiş, daha da ötesi o sırada morgda çalışan ve
Süleyman'ı yakından tanıyan bir arkadaşın onun dehşet verici cesedini
morgda görür görmez tanımış, ama belli ki yukarıdan gelen sert tehditlerden
çekinerek kimseye söyleyememiş. Sonunda kimliği hem Süleyman Cihan ve hem de
gene bu gerçekten bir kişi olan Oktay Emre adıyla belli olduğu halde,
"meçhul" sayılarak Kulaksızdaki "Kimsesizler"
Mezarlığına gizlice gömülmüştü.
Ekimde 1981'de MK toplantısı için Malatya'ya
gittim. Güvenli bir evde bekleyecektim. O gün olağanüstü bir güvenlik artışı
vardı; Meğer Diyarbakır'da yakalanan MK üyesi 20. günden sonra polise bilgi
vermeye başlamış ve Malatyada bildiği evlere ve ilişkilere operasyon
çektirmiş. Akşam gibi zaman doldurmak için gittiğimiz kafeteryada ağalarına
düştük ve yakalandık. Malatyada yakalandığımda ben de Süleyman'ın hâlâ
yaşadığını sanıyordum. Onlarda yakalananlarla birlikte sabaha karşı bizi
alıp Diyarbakır işkence merkezine götürdüler. Diyarbakır işkence
merkezindeyken daha önce Diyarbakır'ın bir ilçesinde öğretmenlik yapan Mazlum
Eren Ankara'da yakalanmış Diyarbakır'a getirilmişti. "Son
sayı üç" lü bir karavana seremonisinde fırsatını bulunca kulağıma
yakalandığımı fısıldadı: "Hocayı öldürmüşler, Sülo'yu ha, anladın mı!"
dedi.
Demek ki artık o yok! Herkese iyi dersler bırakarak koşulsuz
tamamladı. Dünya proletaryasının ve ezilen halkların başı sağ olsun.
Sayfa 420
Besser işkence ve üzüntü sonucu karaciğer tahribatına
uğramıştı, henüz 43 yaşında genç bir kadındı. Tedavisi için İsviçre'ye
gelmişti, karaciğer nakli ve diğer masrafları için kampanya yürüttük, birkaç
kez ziyaretine gittim. Bir keresinde Nezahat da vardı, bol bol birlikte
resim çektik, gezdik. Yeniden hayata tutunmaya başlamıştı, çok sevinçliydik,
mutlaka kurtulacak umuduna kapılmıştık. Yazık ki 1994'te İsviçre'de hayatını
yitirdi ve Feriköy Mezarlığı'nda Süleyman'ın yanına gömüldü.
2008'de de Ağa amcayı kaybettik.
Bu güzel insanların, onurlu yiğit dostlarımın anısı önünde
saygıyla...
10 Temmuz 2019