6 Ekim 2025 Pazartesi

Ek 5 - Süleyman Cihan Hakkında-H. Hayri Aslan : ANLATIMI

 Mustafa Suphi’ye, İbrahim Kaypakkaya’ya ve son olarak Süleyman Cihan’a karşı gösterilen azgınlık tesadüfi bir şey değil. Bunların üçü de farklı tarihsel süreçlerdeki komünist liderlerdi ve aynı zamanda simgesel özellikleri vardı. Egemen sınıflar, onların şahsında komünizme karşı sınırsız düşmanlığı göstermek istedi. 

Onlara mahkemelerde kendilerini savunma kürsüsü sunmayı veya aleni bir devlet cinayeti olarak asmayı uygun bulmadı, azgın çetelere sunarak kalleşçe öldürtmeyi, sadist işkencelerle öldürttükten sonra “intihar” diye zapta geçirmeyi layık görmüşlerdi. Böylece onların düşüncelerinin ve kişiliklerinin saygınlığını sarsabileceklerini düşündüler ve aynı zamanda komünizmden ne kadar çok nefret ettiklerini duyurmuş oldular.

Halk düşmanı, emek düşmanı, insanlık düşmanı asalak egemen mülk sahiplerinin düşünceleri onların düşünceleri karşısında nasıl mukabele edebilirdi ki? Sömürmek iyidir, bir avuç asalak olarak milyonlarca yoksulu ve emekçi yığınları ezme hakkımız var, bakmayın anayasada öyle yazıldığına, bu ülke bütün vatandaşların değil bizimdir diyebilirler miydi? Elbette bu aczini kaba bir düşmanlık, vahşet ve işkence ile kapatmaya çalışacaklardır.

Sınırsız bir sömürü için halk hareketlerini ve devrimleri ezmek için tezgâhlanan askeri faşist diktatörlükler, her türlü kötülüğü, gericiliği ve ahlaksızlığı harekete geçiren ihanet zeminleridir. 12 Eylül askeri darbesi bunun en tipik örneğidir. Bugün ülkenin karşı karşıya geldiği bu manzara onların eseridir.


Sayfa 399

Süleyman Cihan 1975’ten beri aranıyordu, onun için görevlendirilmiş özel bir tim vardı, fakat bulamıyorlardı, tesadüfen karşılaştıkları zaman da tabana kuvvet kaçıyorlardı, buna bir defasında bizzat tanık olmuştum. Darbeden sonra kentlerde silah taşıma imkânı kalmamıştı, her köşede bir arama vardı. Bu koşullarda onu yakaladıklarında birikmiş öfke ve hınçla, pervasız bir akılsızlıkla 25-30 saatte hesapsız bir işkence vahşeti ile öldürdüler.

Süleyman Cihan yalnızca komünist lider değil, 78 devrimi kuşağının da en önemli simgelerinden biriydi. Coşur, gözü pek, atak bir pratik adamdı. Bu yönüyle Deniz’i anımsatıyoruz. Biz Deniz’i o ünlü yeşil kürklü parkasıyla, Süleyman’ı ise o siyah pardösüsü ile anımsarız; bu, büyük kitleleri sürüklemedeki benzerliğinin yanı sıra ikisi arasındaki mizaç ve önderlik etme tarzındaki farklılığı da bir ölçüde simgeler. Deniz, açık alanda kükreyen ve sesi bütün karasal alanda duyulan bir aslandı, Süleyman ise derin, özden, ve keskin tiz sinyallerini okyanus âleminin dört köşesine yayabildiği halde yüzeyde görünmeyen ve duyulmayan bir Yunus’tu. İbrahim de öyle değil miydi, ezber bozan düşünce ve pratikleriyle devrimci hareketi derinden etkilediği halde, popüler biçimde tanınması ölümünden sonra olmuştu.

Süleyman’la hemşeriyiz fakat tanışmamız çok eski değildi. Çünkü o Elazığ Lisesi’nde, ben ise Tunceli Lisesi’nde okumuştuk. Aynı yaşta olmamıza karşın, benim ilk ve ortaokulu bitirdikten sonra birer yıl ara vermem yüzünden onun mezun olduğu yıl, ben liseye yeni başlamıştım. Süleyman 1969 yılında liseden mezun olduktan sonra 1971’de Öğretmen Okulunun farklı derslerini vererek sınıf öğretmeni olmuştu. Ardından da Elazığ Kız Sanat Enstitüsünde öğretmenlik yapan Beşer’le 1972’de evlenmiş ve İstanbul’a taşınmışlardı. İstanbul’da öğretmenlik yaparken, bir yanda da üniversiteye başlamıştı. Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu’nun Kimya Mühendisliği Bölümüne devam ediyordu. Onun İstanbul’a taşındığı yıl, ben de lise son sınıfta 12 Mart cuntasına karşı yapılan üç günlük bir boykottan dolayı sürgün yemiş ve bitirme sınavlarını İstanbul’da vermek durumunda kalmıştım. Çoğu derslerimi geçen bir iki günde ancak çalışarak üniversiteye devam edebildim. Birkaç geçici iş denemesinden sonra Süleyman’ın öğrencisi olduğu


Sayfa 400

İbrahim Ünal

okulun not bürosunda işe başladım, ardından da İstanbul Üniversitesi'ne...

Bu arada İDMMA - Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulundan söz etmezsek olmaz. Bu okul, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun dedesi olan Turan Feyzioğlu tarafından kurulmuş özel yüksek okuldu. Dede Feyzioğlu, CHP'den ayrılıp Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni kuran ve genel başkanlığını yapan sağcı bir politikacıydı. Yönetim kadrosunda 27 Mayıs darbesi sırasında ordudan atılan albaylar vardı; bunlardan biri okulun genel sekreteriydi. Akademik kadro içinde de ünlüler vardı. Her ara rejim ve siyasi kriz döneminde hükümet kurmaya çağrılan Prof. Sadık Irmak, Türk Dil Kurumu'nun fahri başkanı ve Türkiye'nin İlk Ordinaryüs Kimya profesörü olduğu söylenen, aynı zamanda ünlü gazeteci Güneri Cıvaoğlu'nun babası İlhami Cıvaoğlu, Halil Berktay'ın ağabeyi sevgili Prof. İlhan Berktay, sağcı bir siyasetçi olan asistan Zeynel Abidin Erdem, 12 Mart öncesi Dev-Genç Bölge Sekreteri asistan Ümit Devrim, Devrim'in arkadaşı okulun ünlü matematik asistanı Metin Akın gibi renkli simalar vardı.

Sağcı kadroların kurduğu bu özel yüksekokul olmasına karşın öğrencilerinin ezici çoğunluğu solcuydu ve bu okulların devletleştirilmesi için mücadele eden Ömer Ayna gibi ünlü devrimciler vardı. 12 Mart sonrası devrimci gençlik hareketinin de en dirençen merkeziydi diyebilirim. Mezuniyet diplomasının hazırlandığı sırada faşistlerin aşağıdaki mescitten topluca çıkıp okul kantininde şişleyerek katlettikleri dünya iyisi Fevzi Azırçı, Ruhi Su'nun "Şişli Meydanında Üç Kız / Biri Çiğdem, biri Nergiz" türküsüne konu olan kadın devrimciler bu okulun öğrencileriydi. Keza Süleyman'ın dışında Atilla Erumutlu, Kerim Kabadayı, Ahmet Güvercin, Müfit Tarhan gibi 78 kuşağının daha pek çok ünlü isimleri de bu okulun öğrencileriydi. Tabii bizim Bingöllü "Kastro", Sivas'ın posbıyıklı Gorkisi, Düzgün Baba Kılı Köyü'nün "Aslan" deli kızı, onun arkadaşı Hataylı esmer "deli fişek"imiz, Rize'nin aynı zamanda öğretmenlik yapan "mavi gözlü güzeli" de anılmaya değer simalardı. Tarihin ilginç bir rastlantısı, sanki ülkenin her tarafından memleketin en iyi çocukları orada bir araya toplanmıştı!

Tabii devlet tarafından korunup kullanılan, 5 bin öğrenci mevcudu içinde toplam sayıları 22'yi geçmeyen okulun faşist


Sayfa 401

Tarihe Not

lanetlileri de vardı. Sık sık silahlı, bombalı okulu basan, ellerinde demir çubuk ve sopalarla kat koridorlarını işgal ederek öğrencilerin ve öğretim üyelerinin sınıflara girmesini engelleyen, kalleşçe gençlerin suratına iltan atan, mescitte cinayet planları yapan, aralarında tarikat müridi "Maraşlı Ayı Muhammet", mit elemanı olduğu söylenen "Malkoç", Ahmet Malkalı'nın olduğu tam bir lanetli katiller güruhu...


Biz Süleyman'la burada tanışmıştık, daha sonra biraz sürprizli şekilde oldu bu tanışma. O sıralar Okmeydanı Gazhane arkasında ENKA çay ocağında çalışan köylüm rahmetli Mehmet Şahin'le kiralık bir evde oturuyoruz. Bir akşam, gece yarısından sonra kapımız çalındı. Biraz ders çalıştıktan sonra ışıkları söndürmüş yatağa girmiştim. Bu saatte kimdir diye kendi kendime söylenip kapıyı yöneldim. "Benim, Hüseyin" dedi kapıdaki. Hüseyin, çekirdekten yetişme torba ustası ve aynı zamanda minüsbüsiiyle Şişhane-Okmeydanı hattında yolcu taşımacılığı yapan, kuzelimin müsahibi. Siyasi dehlizmin bir genci. İstanbul'a geldiğimden beri en samimi arkadaşımdı ve sosyal çevremi genişletmede bana çok katkısı olmuştu. Kendi semtlerinde öğretmenlik yaptığı için Süleyman'ı da o ahbaplık kurmuştu. "Hadi seni bizim Hesus'e ile tanıştırayım, o da bir devrimci, Tunceliden sürgün gelmiş" diyerek Süleyman'ı alıp gelmiş. "Hesuse" demekle halkımın söylemini taklit ederdi Hüseyin ve bundan yakınlık duygusuyla haz alırdı. Halam, göbek adım olan Hasan Hüseyin'i kısaltarak "Hesuse" diye çağırır ya da artık bana öyle seslenmeyi seviyor. Tanıştırmaya getirdiği arkadaş; benden utanıp, saygılı, az ve öz konuşan, ilk bakışta insana güven veren ciddi bir insana izlenimi bırakıyordu...

Süleyman'la ilk tanışmamız böyle oldu. O andan itibaren de ayrıntılarının çoğunu şimdi anımsayamadığım ilerleyen aralıkları bir arkadaşlığımız oluştu. O zamanlar mülkte uğraştığım ve sık sık halk gecelerinde sahne aldığım için çok geniş bir sosyal çevrem vardı. Meğer Süleyman'ın da müzikle ilgili ilginç bir geçmişi olmuş; Elazığ'daki okul etkinliklerinde, gazinolarda, hatta bölge radyosunda sanatçılara saz eşliği yaparmış. Bir tiyatro temsilinde Karacaoğlan rolü bile oynamış. Süreç ilerledikçe daha pek çok ortak yanımızın farkına vardık ve arkadaşlığımız

 


Sayfa 402

İbrahim Ünal

iyice pekişti. Güvenilir, sağlam, devrime yakınlık duyan bütün iyi arkadaşlarımı onunla tanıştırdım. Ailece birbirimize gider gelir olduk. Bu arada iç Mimarlık öğrencisi ve aynı zamanda iş arkadaşım olan Ünal Güldoğdu ile de tanıştı ve birlikte devrimci çalışmaya başladık.

Bir gün ikimizle özel bir görüşme yapmak istediğini söyledi. O sırada yine Mahmut Şevket Paşa Semtinde Niyaziler'le birlikte Karadenizli bir aileden kiraladığımız bir evde oturuyorduk. Akşama çıktı geldi, uzun siyah paltosunun altından naylon poşete sarılı kalın bir teksir yazısı çıkardı; İbrahim Kaypakkaya'nın partinin kuruluşuna temel olan Bütün Yazıları'ydı, teksir halinde elden ele, gizli gizli dolaşan yazılar... Sanırım o gece birlikte okuyup bitirdik. Okuma bittikten sonra "nasıl buldunuz" diye sordu Süleyman. İlginçtir Niyazi ile ikimiz "tam da bizim düşündüğümüz gibi" dedik. Aslında çoktandır çeşitli tartışmalarda, bildiri ve broşürlerden bu düşünceleri benimsemiştik, fakat ilk kez böyle derli toplu bir bütünlük içinde buluyorduk ve gerçekten çok etkilenmiştik. Kısa bir süre sonra bize üyelik teklifinde bulundu, kabul ettik. Aslında epey zamandan zaten örgütlü çalışma içindeydik, fakat üye olunca belirli alanlarda sorumluluk üstleniyor, organ olarak periyodik toplantılar yapıyorduk. Niyazi gençlik örgütlenmesini üstlendi, ben memur ve öğretmenler alanı dışı, kendisi de zaten işçi örgütlenmesi içindeydi. Tabii ayrı ayrı alanlarda görev yapmamıza karşın birbirimize yardım ediyor, gerektiğinde enerjimizi birleştiriyorduk, özellikle kitle hareketlerinde hep böyle yapardık.

Tabii bundan önce "Tün-Yar" ve "DGD" gibi derneklerin kuruluşuna da birlikte müdahil olmuştuk. Tün-Yar, Tuncelili Yardımlaşma Dayanışma ve Yurt Tapıtma¹ dernekti. Derneğin kuruluşuna bizim arkadaşlar öncülük yapmakla birlikte hem üye bileşimi ve hem de yönetim organlarında farklı siyasal eğilimlerden hemşehriler vardı. Bu derneğin 16 Mart 1975'te Taksim'deki Spor Sergi Sarayı'nda bir tanıtma etkinliği gerçekleştirdiler. Sahnenin arka tarafındaki tribünlere büyük bir Seyit Rıza portresi asılmıştı. Sanırım ilk kez legal planda Dersim ve Seyit Rıza için böyle bir aleni etkinlik oluyordu. Heyecan yaratmıştı. O yüzden kuliste ve koridorda birkaç kez gerilim yaratan polis uyarıları yaşandı.


Sayfa 403

Tarihe Not

O geceden dolayı Süleyman ve tertip komitesi üyeleri hakkında soruşturma açıldı, Abuzer Karakoç'la ikimizin de söylediğimiz türkülerden dolayı soruşturmalar dahil edilmişti. Diğerlerine bir şey olmadı ama, Süleyman için soruşturma derinleştirildi ve aranır duruma düştü. Arkasından Zeytinburnu'nda Atilla Özkan'ın polis tarafından vurulduğu operasyonda gözaltına alınanların "işçi sorumlusu" diye Süleyman'ın adını vermeleri yüzünden büsbütün polisin hedefi haline geldi ve ailesini başka bir semtte taşınmak zorunda kaldı. Bu nedenle öğretmenliği bıraktı ve bütün zamanını devrimci çalışmaya ayırdı.

Bir süre sonra Tün-Yar, Laleledeki Binasını Devrimci Gençlik Derneği'ne bırakarak bize yakın olan Hisko'ye taşındı. Aynı dönemde Okmeydanı'nda da Niyazi'nin başkanlığında geniş kitle desteğine sahip bir dernek kurmuştuk.² Her iki dernek dayanışma içinde oldukça etkili çalışmalar yürütüyorlardı. Taa ki Halkın Gücü tanıtma afişlerindeki o çatışma yaşanana kadar. Saldırgan, demokrasi düşmanı bir trafik polisinin provokasyonu hem gazeteyi daha yayımlanmadan önlemiş, hem de bölgedeki demokratik mücadele ve örgütlenmeye saldırmanın bahanesi olmuştu. Bu olaydan dolayı Niyazi ve gazetenin yayın sorumlusu birkaç ay Bayrampaşa Cezaevi'nde yatmak zorunda kaldı.

Tün-Yar bir dizi sanayi kuruluşunun ortasında bir yerde olduğu için işçilerin de devam ettiği bir dernekti. 1 Mayıs 1976'da kaçırılarak katledilen Mehmet Kocadağ, Süleyman bu dernekle bizimle tanıştırmıştı. Süleyman'ın yakın köylüsü Ahmet Eren o semtteki lisede yöneticiydi. Ahmet hocanın çocukları Zeynep öğretmen, sonradan avukat ve milletvekili olan Mehmet Ali derneğin aktiflerindendi ve onlar sayesinde folklor ve kültür çalışmalarının bazılarının zaman zaman lisenin salonlarında yapıyorduk.

Çalışmalar birkaç yıl içinde kuruluş dönemindeki parti kitlesinin yüzlerce katına ulaşmış ve ülkenin hemen hemen bütün belde, belli başlı illerine yayılmıştı. Tabii buna paralel olarak "en tehlikeli örgüt" olarak devletin de boy hedefi haline gelmişti. Ancak parti henüz bölgesel inisiyatifler halindeydi ve örgütlü merkezi bir yapıya kavuşturma sorunu yakıcı duruma

 

Sayfa 404

İbrahim Ünal

bulmuştu. Bu nedenle Süleyman çoğu zamanını bu görevlerle ilgili olarak diğer bölgeleri gezerek ve bir yığın tartışmaları yürüterek geçiriyor, bu nedenle daha seyrek karşılaşabiliyorduk. Bu arada Niyazi ile biz de ayrı semtlerde ev kiralayıp ayrılmıştık. Profilloda çalışan kardeşimle yine Gazhane arkasında dayıma ait bir gecekonduda tanışmıştık. Evimizin bir odasını da bölge yönetiminde görev yapan bir arkadaşa vermiştik. Bu vesileyle Süleyman'la yeniden periyodik olarak karşılaştık.

O dönemde bütün örgütlerin legal dergi ve gazeteleri çıkıyordu, bizimkisi ise hâlâ yoktu. Bu nedenle kitle çalışmalarında bazı zorluklarla karşılaşıyorduk. Partinin merkezileşmesi de bir türlü sonuçlanamıyordu. Taban bizi sıkıştırıyor, biz de Süleyman ve diğer kadroları sıkıştırıp duruyorduk.

Meğer Koordinasyon Komitesi (KK) tepeden dar örgütlü partinin görüşlerini değiştirme havasındaymış. Aftan dolayı cezaevlerinden çıkan ve KK'da ağırlık oluşturan eski kadrolar bir an önce önlerine konulan merkezileşme görevlerini ifa etmek yerine partinin kuruluşuna temel olan ve kurucular tarafından onaylanan İbrahim Kaypakkaya'nın beş temel belgesini israrla tartışmaya açmak istiyorlar ve bunun için "Parti Birliği" adı altında illegal bir dergi çıkarmayı planlıyorlarmış. Yani ihtiyaç ne ise, onlar adeta tersini yapıyorlar. Politik iklimin iyice ısındığı, büyük kitlelerin hareket halinde olduğu ve devrimcilerin yetişmekte zorlandığı bir anda tartışmanın sırası mıydı ki? Bizler o sırada DİSK'in DGM'ye karşı direnişimizi Profildo, Otosan, Prezis, Tersaneler, deri işkolunda, Tekel'de ve çeşitli tekstil fabrikalarında örgütleme pozisyonundaydık. Profilli direnişi günlerce gündemde düşmedi, sonunda büyük bir asker ve polis operasyonuyla bir işçi arkadaşımız katledildi, pek çok direnişçi yaralandı, 600 civarında işçi de stadyumda gözaltına alındı, onların arasında kardeşim dahil birçok arkadaş vardı.

Yine bu sırada üniversitelerde işlenen cinayetlere karşı, örneğin Kerim Yaman'ın cenazesinde on binler sokaklara dökülmüş, polisle çatışmış ve ardından da İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt kampüsü işgal edilmişti, birkaç gün süren bu kitlesel işgalde bizler de yoğun biçimde yer almıştık. Tabii diğer kentlerde de... Bu arada ABD'nin elçilik ve konsolosluk personeli ve CIA'nın da aleni biçimde dahil olduğu devrimci saldırı ve katliamlar da yoğunlaşmaya başlamıştı.


Sayfa 405

 


 Yapılması gereken şey çok açık biçimde ortadaydı; partinin bir an önce enerjisini toplayıp halka yardım etmesi ve bu saldırıları püskürtmeye çalışmasıydı. İbrahim Kaypakkaya'nın programatik görüşleri kısa sürede bu kadar büyük heyecan ve etki yaratmışken, böyle bir zamanda bizzat kendi içinden bu görüşlerin doğruluğuna dair şüphe uyandırmanın ne yararı vardı? Bunu kafa karıştırmak, kitlelerin devrimci heyecanını düşürmek, moral üstünlüğünü sarsmaktan başka nasıl bir sonucu olabilirdi?

KK'nın ileri sürdüğü o türden bir siyasal yürüyüşe konsa partinin durumunun mevcudundan daha iyi olacağına dair hangi inandırıcı argümanlar vardı? O görüşlerin üç aşağı beş yukarı benzerleri zaten başka örgütler tarafından politik sahnede yürürlükte değil miydi? Nitekim daha sonra KK'nın onlarla birlikte kurduğu "**Devrimci Blok"**un ne hâlde olduğu görüldü. Her aklı başında insan bu zamansız tartışmanın saf larda nasıl bir çalkantı ve kaosa yol açabileceğini, kitlelerin ruh hâlinde nasıl yıkıcı etki gösterebileceğini rahatlıkla sezebilirdi. Ama KK'lı arkadaşlar her nasılsa bunu göremiyorlardı! Elbette her görüş tartışılabilir. Devrimin kendisi her şeyi eleştiren, tartışan ve sürekli daha iyisine ulaşma arayışında olan canlı bir hareket demektir.

O sırada bizlerden daha sıkı araştırma yapan, okuyan çevre yoktu, ülkemizin kötü kaderini değiştirmek için çok kararlıydık. Bu yüzden tarihi daha ülkenin gerçek durumunu tam olarak bilmek, sorunları ve çıkış yollarını gerçekçi biçimde tesbit etmek için didinip duruyorduk. Fakat o aşamada lazım olan şey, merkezileşmiş, demokratik merkeziyetçi mekanizmaları işleyen, enerjisini toplama kabiliyetine erişmiş bir örgüttü; acil ihtiyaç buydu! Bunu baltalamak, iş tartışmayla yormak, oyalamak, gereksiz yere zaman kaybetmenin iyi niyetle yorumlanması çok zorlaşmış bulunuyordu. Kısacası KK, somut biçimde ayak bağı haline gelmişti. Zaten arkadaşların birliğe dair samimi arzusu yeterince zaman kaybına yol açmıştı, artık tabanda sabır taşı çatlamak üzereydi.

Sonunda mevcut bölgeler **"oportünist KK"**nın ilgasına ve yeni bir koordinasyonun kurulmasına karar vermiştir. İlk atak doğal olarak batıdan başladı. Çünkü Batı örgütü, aydınlanma ve entelektüel performansı bakımından daha iyi durumda olmanın yanı sıra sürekli kentlerin sanayi proletaryasının enerjisine


Sayfa 406

İbrahim Ünal

de sahipti. Gerçekten hareket hızla tam bir işçi sınıfı ve kent yoksulları hareketi haline gelmişti.

İşte Kızıl Yol bu sırada yayımlandı. İlk sayısı bizim kendilerine ayırdığımız evimizin bir odasında hazırlanıyordu. Son halini aldığında Süleyman ile İsmail gözden geçirmem için bana da verdiler. Kapak olarak düşünülen çizim çok amatörceydi. Ellerinde orak, çekiç, tırpan ve silah bulunan figürler eğreti bir kompozisyon içinde kaba saba çizilmişti.

"Yoldaşlar bu kapak, ilkokul çocuklarının yaptığı resimlere benzemiş" dedim, güldüler.

"Saflarımızda bir yığın ressam, karikatürist arkadaş vardı, neden bu tür örgüt olanaklarını değerlendirmiyorsunuz?" diye eleştirdim.

"Ama yazı fena olmamış, elimize sağlık" dedim.

Gerçekten Kızıl Yol, Batı örgütünün entelektüel ve teknik donanım seviyesini tam olarak yansıtmaktan uzaktı, fakat ideolojik ve siyasi olarak bölgesel dönemin aşılmasında partinin hızla toparlanmasında tarihsel bir rol oynadığı kesindi. Önemli olan da buydu.

Süleyman, yazı yazmaya pek yatkın değildi, fakat iyi bir örgütçüydü. Onun bu üstün becerisiyle örgüt, KK'nın tahribatını çok fazla hissetmeden hızla toparlandı. İbrahimler'in dönemini fazla bilmiyorum, ama tereddütsüz söyleyebilirim ki, örgütlenme becerisi konusunda tanıdığım ve bildiğim ülkemizin en yetkin devrimcisiydi. 12 Mart döneminin acımasız tutuklama ve katliam furyasını kazasız belasız atlatması da bunu kanıtlıyor. Düşününüz ki, o dönemde temas halinde olduğu birçok arkadaş yakalanıyor, şehirlerini katliam yaşıyor, ama Süleyman bütün bu kıyım furyasını atlatabiliyor. Sezgileri çok kuvvetliydi, nerede ve nasıl tehlikelerin gelebileceğini önceden çok iyi görebiliyordu. Son derece disiplinli, ilkeli, dikkatli ve uyanık örgütleme becerisine sahipti. Bu, hepimizin hayranlık duyduğu, örnek almaya çalıştığı en belirgin özelliği idi. Sanırım 68 hareketinin bu yöndeki zaaflarını iyi gözlemiş ve esaslı dersler çıkarmıştı. Yerinde ve anında inisiyatif kullanma ve karar verme yeteneği de ayrıca dikkat çekiciydi. Bir anda o sakin çelebi görünüşlü naif adam kanatlanıp halk düşmanlarını şaşkına çeviren yırtıcı bir kartala dönüşebiliyordu. Halka ve devrimcilere karşı son derece sakin, saygılı, nazik, hoşgörülü

Sayfa 407

Tarihe Not

iken; halk düşmanlarına karşı amansız derecede merhametsizdi. "Onlar fırsat düştüğünde halkın en iyi çocuklarını çiğ çiğ yiyorlar, görüyorsunuz. Onları tarihin çöplüğüne gömmek için biz de merhametsiz olacağız" diyordu.

Süleyman'ın örgütleme becerisi tesadüf değildi. Her şeyden önce asıl çalışma alanı olarak tercih ettiği işçi kitlelerinden, onların üretim sürecinden kaynaklanan disiplinlerden çok etkilendiği belliydi. İşçilerin algı ve anlayışına, haz ve antipati duydukları hususlara, sosyal ilişkilerine ve kültürel şekillenmelerinden tutun da, giyimlerinden başka günlük hallerine kadar büyük bir özenle dikkat ederdi.

Bir keresinde kahvede dayısı Murat'la oturduğumuz sırada şık giyimli, kravatlı, boynunda atkısı, kolları gömlek ve ütülü pantolonuyla çıktı geldi. Öğretmen ya dersten çıktığı gibi gelmiş, bir işçi toplantısına yetişme telaşında. "Vay, kıyafetimi değiştirmeye zaman kalmadı, bu halimle gitsem sizce işçiler yadırgar mı" diye bize danıştı. Murat abi; "Yadırgayacaklarını sanmam, fakat rahat olmazlar, sana aydın muamelesi yaparlar, seni yabancı görürler, sana istedikleri gibi içlerini dökmezler, sana karşı yanlış yapmaktan çekinirler, git günlük kıyafetleri giyin öyle git, biraz gecikmek boşuna gitmekten iyidir" dedi. "Haklısın" dedi, öyle yaptı.

II. Konferansın çalışmaları sırasında Anadolu yakasında bir toplantımız vardı. Niyazilerle birkaç tartışma metni bıraktığını ve mümkünse onları benim getirmemi söyledi. "Ama dikkat et, iyi kamuflaj içinde taşı, yakalatma, hem sen yanarsın hem işimiz berbat olur" dedi. Kendisi Kartal-Pendik tarafında bir işi olduğu için gün boyu üzerinde taşımayı sakıncalıydı. Niyazi ile onların evinde henüz açılmamış büyük boy bir defterin kutusunu üzerine tahril etmeden açtık, yazıları içine yerleştirdik, boş yerlerine biraz Tursil koyduk, tekrar orijinal gibi yapıştırdık, götürdüm. Süleyman kutuyu eline aldı, "Ooo yoldaş senin Tursil de çok ağrımış ha, bu nasıl bir şeydir hele bir bakalım" dedi. "Üstelik Anadolu yakasında dükkanlar Tursil dolu, kardeşim Tursil getirtmek dikkat çekmez mi? Uyarıcı bir polise rastlaştaydın boşu boşuna yakayı ele verirdin!" dedi. Haklıydı, bu yanları yeterince düşünememiştik, ya da "bir şey olmaz" deyip özensiz davranmıştık. "Ama işte çoğu kez böyle küçük özensizlikler feci sonuçlara yol açıyor, aman dikkat edin" dedi!


Sayfa 408

İbrahim Ünal

Örgüt işlerinde Lenin hayranı bir insandı, onun örgütlenmeyle ilgili kitapları elinden düşmezdi. Lenin'in bütün eserlerinin yeniden yeni biçimde çevrilerek basılmasını istiyordu ve bu yönde bir görevlendirme yapıldığını söylemişti. Bu işi üstlenen arkadaşlar II. Konferans'tan sonra bizden ayrıldılar ve sanırım kendileri yayınladılar. O sıralar "Maoizm" kavramı pek kullanılmazdı, ama gerçek bir Mao izleyicisi idi. Mao'nun bütün eserlerini okumuştu, özellikle Askeri Yazılar* ve Kızıl Kitabı tekrar tekrar okuduğunu bana anlatmıştır.

İlk tanıştığımız yıllarda çok kitap okurdu, fakat ağır örgütlenme görevleri üstlendikten sonra okumaya zamanı bulamıyordu ve "gerilediğini" düşünüyordu, bu yüzden genel sekreterlik görevi almak istemiyordu, entelektüel seviyesini düzeltmek için fırsat tanınmasını istiyordu. Pratiğin araştırma inceleme olanakları sınırlayıcı olsa dızahi cezaevlerindeki gibi bizler de daha sonra acı biçimde yaşayacaktık. Toplantıdan toplantıya koşmak, miting, gösteri, örgüt içi sorunlarla uğraşmak, örgütün çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak, raporlar yazmak, gelen raporları okumaktan insana okumayı zaman bulamıyor ve gerçekten siyasi hayatımız hızla düşüyordu. Kimi parti yayınlarını bile sonuna kadar okuyup bitirmeye zaman kalmazdı. Bu durum bilgi birikim hazinesinin boşalmasına, dağarcığın kavram yönünden koraklaşmasına, dilin başkalaşıp ezberlerle dolmasına, doğmalamasına, propaganda kabiliyetinin iyice zayıflamasına ve giderek düşünme yeteneğinin kaybolmasına yol açıyordu. Örgütsel çalışma önemdeydi, fakat örgütün niçin var olduğu daha önemliydi. Devasa toplumsal sorunlarla baş edebilmek ve ezilen sınıfların çıkarlarını layıkıyla savunabilmek için, harekete önderlik yapan insanların ideolojik ve siyasi donanımlarını sürekli geliştirmeleri ve yetkinleştirmeleri gerekiyor. Aksi halde içte ve ne de dışta keskin sınıf mücadelesinde başarı sağlanamazdı. Süleyman bunun çok iyi ayrımdaydı.

1978 Şubat'ta 1. Parti Konferansı başarıyla sonuçlandı. Kuşkusuz bu bütün Marksistlerin ortak başarısıydı, fakat kabul etmek gerekir ki, Süleyman'ın başarıdaki payı çok fazlaydı. Aslında Kaypakkaya'dan sonra fiilen partiye önderlik eden oydu. Bu yüzden ben dahil pek çok arkadaş, bu konferansta başka bir arkadaşın genel sekreterlik yaptığını duyunca doğrusu

* 408. Mao Zedung, Askeri Yazılar, Çev. N. Solukçu, Sol Yay., 1971 (y.h.n.).

Sayfa 409

Tarihe Not

bayağı şaşırdık. Hiç sormadım, fakat sanırım bu kendi tercihleri idi. Kariyer hesabı olmayan bir insandı, onun için önemli olan sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıydı ve ona en iyi katkıyı nasıl yapabileceğiydi. Sonraki gelişmelere bakınca örgütlenme sekreterliği görevinin üstlenmesinin çok isabetli olduğunu düşündüm. Bu konferansa delege olarak katılmamı istedi ve epey de ısrar etti, fakat o aşamada çok fazla ayak bağım vardı ve benim mazur görmesini söyledim. Bizi sitem etti ama, gerekçelerimi dinleyince ikna oldu, ısrar etmekten vazgeçti.

Konferans'tan sonra Süleyman'ın yüzleri azaldı, artık her görevin organları ve uzmanları var. Peş peşe Komünist, İşçi Köylü Kurtuluşu ve Partizan dergileri yayımlanıyordu. Yurtdışında Mücadele gazetesi yayımlanıyordu. Bütün bu gelişmeler devrimci çevrelerde büyük heyecan yarattı. Hatta burjuva basını bile sık sık bu gelişmeye dikkat çekmekten kendini alamıyordu.

Bazıları "Partizan adlı yeni bir örgüt" diye yazıyor, II. Dünya Savaşı'nda Hitler'e karşı silahlı mücadele veren Yugoslav Partizanlarına gönderme yapıyorlardı. Parti inanılmaz bir hızla kitleselleşiyor, geniş kitlelerde sempati uyandırıyor ve her çevrenin dikkatini çekiyordu.

Örgütlenme ve üye kampanyaları, çeşitli siyasi kampanyalar yürütülüyor, araştırma grupları, semt-işçi-aydın komiteleri ile çalışma alanları çeşitlenip zenginleştiriliyordu, partinin siyasal aktivitesi durmadan artıyor ve herkes eylemden eyleme daha çok efor harcamak zorunda kalıyordu. Fakat bu toparlanma, aynı zamanda faşist saldırıların çok yoğunlaştığı bir döneme rastlamıştı, her tarafta katliamlar, suikastler, cinayetler yaşanıyor ve ülke adeta bir iç savaş manzarasına bürünüyordu. Faşizme karşı silahlı direniş birimleri devrimci kitlelerin acil talebi olarak ön plana çıkmıştı. Çünkü tek taraflı olarak ilan edilmiş bir savaşta, halk savunmasızdı. Aralık 1978'de yaşanan Maraş Katliamı'nda bu durum can yakıcı biçimde kendini gösterdi.

Halk ve parti tabanı partiye güveniyor ve bunun için de beklentileri kimi zaman irrasyonel boyutlara varıyor. Kimi zaman elinde sihirli bir değnek yok, zorlu bir karşı devrimci saldırı altında, durmadan kadro kaybediliyor, ilk heyecanla katılan pek çok insan yıpranıp geri çekiliyor, örgütlenmelerde boşluklar doğuyor, şartlar durmadan kötüleşiyor, olanaklar azalıyor.

Bu süreç boyunca can dostlarımızı kaybediyorduk; araş-


Sayfa 410

İbrahim Ünal

tırma grubunda yer alan Efendi Diril, bizi her gördüğünde boynumuza atılan dünya sevimlimizi Mehmet Günalp, sevgili hocam Doğan Erdoğan ve arkadaşı Ümit Kafancıoğlu bu süreç içinde katledildiler.

Her gün yüreğimizi yakan cinayetler işleniyor ve bizler fazla bir şey yapamıyorduk. Bu şartlar altında partiye sığınan ve gerilla savaşına katılmak isteyen kadın işçiler ve gençler bile ayrı bir sorun haline gelmişti. Yetmemiş gibi kitlelerin asimetrik taleplerini istismar eden hizipçiler çıkıyor, parti kadrolarını ve olanaklarını berhava ediyor, defragmantasyon yaparak yakalanmalara sebep oluyorlardı. 18 Mayıs 1980'de ayrılık ilan eden "Geçici Koordinasyon Komitesi" (GKK) böyle bir hiziplerdi. O sıralar Süleyman, İstanbul'da görev yapıyordu ve sık sık görüşüyorduk. GKK'ya karşı bir yazı kaleme almamı istedi. O yazıyı yazıp yayımladık. Ardından GKK'nın düşüncelerine yakınlık duymakla birlikte ayrılıktan yana olmayan Hıdır Ayata'nın hazırladığı bir yazı yayımlandı. Bu grubun etkisi kısa sürede kırıldı ve kendi hataları sonucu çoğu yakalandığı için grup dağıldı. Bu grubun içinden iki itirafçı çıktı ve partiye de zarar verdi.

Fakat asıl sorun, bu tür hiziplerin varlığına bahane olan Merkez Komitesi'nin gelişmeler karşısında pasifliği ve acziyetiydi. Biri Genel Sekreter olmak üzere Siyasi Büro'nun iki etkili üyesi pek çok konu farklı düşünülüyor ve bu görüşlerini konferansa hâkim kılmak için durmadan iç tartışma yazıları yazıyor, kafa karıştırıyorlardı. Bu arkadaşlar partinin toparlanmasında ve entelektüel seviyesinin yükselmesinde iyi rol oynamışlardı, fakat şimdi nerdeyse yaptıkları bütün iyi şeyleri yok ediyorlardı. Çünkü biri Genel Sekreter, diğeri de parti içindeki tartışma yazılarıyla çok tanınan Siyasi Büro'nun yurtdışı sorumlusuydu. Zamanla yarışırmışçasına bir an önce konferansı toplamaya çalışan pratik alandaki kadrolara bunlar yayıntı yetiştirmekte yetersiz kalıyorlardı. O nedenle, bizimle aynı düşüncede olan 'ler (cezaevinde olan eski kadrolardan Muzaffer Oruçoğlu ile diğer iki arkadaşı MK "Fahri Üyesi" idi) bu görevi üstlenmişti. Süleyman, 1. Konferans'ta Sefa Kaçmaz, Hasan Aksu ve Hüseyin Balkır için yapıldığı gibi bunları da özgürleştirerek 2. Konferansa katmak istiyordu, ama bu türlü başaramadı. Sanırım Muzaffer ile Aslan'ın kaleme aldığı bu yazının 2. Konferans'ta bize büyük katkısı olmuştu.


Sayfa 411

Tarihe Not

2. Konferans'ın her aşamasında Süleyman'la birlikte çalıştık.⁵⁰ Bu arada nişanlısı Süleyman'ın Bahçelievler'deki evli karısı, kızı ve eşine işkence yapılmış, uzun süre evlerine karakol kurulmuştu. Çok üzüntülüydü, sürekli gelişmelerle ilgili bizi bilgilendiriyordu. Bir süre sonra bıraktılar, fakat ikisi de fena haldeydi! Bu süreç içinde Emekçi ve Balkır'ın pasaport işlerini yapıp yurtdışına çıkarılması işini de Süleyman yürütüyordu; hepsi kazasız belasız sonuçlandı. O sırada Emekçi'nin büyük etki yapan kasetinin çoğaltılıp dağıtılması işleriyle de ilgileniyordu. Yazımı bitirip yayımlanması gereken belgeleri de bölge yayın birimine kendisi iletiyordu. Bu arada Erhan da sonuçlanan belgeleri kuruyeler üzerinden yurtdışına göndermek için zaman zaman dikkatli biçimde evi terk ediyor ve tekrar geri geliyordu. Bu gidiş gelişlerde çeşitli bilgiler de ediniyorlardı. Bir akşamüstü eve üzgün ve telaşlı döndü; "Kirve hadi seninle bir yere gidelim" dedi. Sicim gibi yağmur yağıyor, nereye demeden evden çıktık, koşa koşa gidiyoruz. Bir yere girdik, iki tane ağır torba çıkardı, ağzını kendisi, hafifini bana verdi. Nefes nefese yağmur altında eve döndük. Torbaları bir açtık ki içinde ne yok ki! Meğer o gün bir yakalanma olmuş, bir parti evinin boşaltılması gerekiyormuş, ona da kendisi gitmiş ve bu eşyaları almış. "Kusura bakma kirve, tehlikeli bir iş yaptığımızı biliyorum, ama mecburuz, arkadaş yakalanmış evi basılırsa fena olurdu!" dedi. Alkıştım Süleyman'ın bu tür işlerine, bir şey demedim.


Buradaki işimiz bittikten sonra Erhan yurtdışındaki örgüt-sel sorunları çözmek üzere Almanya'ya gitti, biz de Dersime---


⁵⁰ Bu arada Süleyman'la aramızda geçen iki olayı da kaydetmek isterim: Birincisi Feride ile ilgili. Merkez delegesi tek bir kadını dahi olmaması gerektiğini söylerdi. Feride'yi merkezi organa almamak gerektiğini söyledim. "Kirve ideolojik dayatman gerek" diyerek nazikçe reddetti. Doğrusu "ideolojik farklılık" derecesinden çok ayrımlı bilginin yoktu, ısrar etmedim, fakat Feride de bir süre sonra talihsiz biçimde yakalandı ve herkesi şaşırtan bir direniş sergiledi. Bir başka olayı Hasan dayandırdık.

Bu arkadaş askeri alanda görevliydi, hepimizin en genci ve yiğit bir devrimciydi. Bölge konferansına delege olarak katılmış, ben merkez konferansına delege olarak katılmamıştım. Benimle tartışmalar sırasında oy oranları belli olduğu için ben gizli oylamada kendi oyumu ona verdim. Ona karşı ikimizin oyları eşit çıktı. Süleyman ve diğer arkadaşlar oyumu kendi lehinde değiştirmemde ısrar etti, değiştirdim ama içime sinmedi. Hasan da yakalandığı zaman işkencede destansı bir direniş sergilemiş ve sakat bırakılmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra ne yazık ki hayatını kaybetti, büyük bir onur duygusu ve saygı ile kendisini anımsarım hep.


 Sayfa 412

İbrahim Ünal

…..döndük, Süleyman Parti, Ziyaret Köylerine gitmişti, dönüşte beni aldı eve döndük. Ziyaret'te bir kadın şairin davetle bulunduğu ve yarın oraya gideceğimizi söyledi. Güzel bir sürpriz, "Tamam, gideriz" dedim. Şair, İstanbul'dan tanıdığım bir arkadaşın yengesiymiş. İki katlı yeşillik içinde sıradışı bir konakta güzel bir ziyafetle bizi ağırladılar. Bacımız gerçekten şair ruhlu sıcakkanlı bir kadın, her kadından beklenmeyen bir rahatlık ve olgunlukla sanki aileden biriymişiz gibi konuşuyorduk. Hangi şair böyle değil ki! Sonra bir tomar şiir çalışmasını koydu önümüze, onlardan birkaçını bize okudu. Okurken, yetersiz bulduğumuz düşündüğü herhangi bir dizede "ama bu olmamış, öyle değil mi hocam" deyip gülüyordu. Şiirlerini biraz gözden geçirdikten sonra "nasıl bulundunuz, yayınlanabilir mi?" dedi. Düşündüm, evet yetersizlikler var, ama buram buram şiir ruhu da... Üstelik kadın bir şair. Bu memleket böyle işte! "Feleğin menziline düşmemek sana yardım ederiz yayınlarsın" dedik vedalaştık.

Şimdi gelelim asıl yürek paralıyan perdeye:

Bir süre sonra İstanbul için randevulaşarak herkes görevinin başına döndü. İstanbul'a gidişte her birimizin görevlerimizle ilgili nedenleri vardı. Süleyman'ın bazı ilişkilerin devredilmesinin yanı sıra, faşizme karşı birlikte hareket etmek, araştırmacı kimlik örgüt yetkilileriyle görüşme planları vardı; randevular alınmıştı, yerlerini kararlaştırmıştık. Bir süre Rumeli yakasında buluştuk. Birbirimize görevlerimizle ilgili bilgi paylaşımı yaptık. Süleyman birkaç grupla görüşmüştü; sonuç iyi değildi. Birlikte mücadele etmek yerine yurtdışına çıkarılmak için yardım isteyenler çoğunluktaydı. Bazıları randevularına gelmemiş, bazıları da "durumumuz uygun değil, yetkili durumda değiliz, yetkili arkadaşlarla ulaşamıyoruz" gibi mazeretler bildirmişti. Sadece Devrimci Sol ile kısa bir görüşme gerçekleşmiş ve onlardan "her türlü ortak çalışmaya varız" yanıtı almıştı.

Süleyman'ı daha önce çok güvendiğim sağ bir eve yerleştirmiştim. Hıdır Ayata "daha güvenilir bir eve" taşınınca, eski eve "halel gelmesin" diye bir daha gitmemiş ve Hıdır'la birlikte kalmaya başlamıştı. Doğrusu Hıdır'ın yeni evinin "sağlamlığına pek ikna olmamıştım ama kısa bir kalış olacağı için de fazla eleştiri konusu yapmamıştım, zaten bu eleştiri-

Sayfa 413

Tarihe Not

lerimden "husumet" gibi yanlış alametler çıkarılacağına dair de endişelenmeye başlamıştım. Asıl sorun Hıdır'ın kendisiydi; Hıdır ve eşi Mualla bölgede çok tanınan insanlardı, bir-iki yıl önce burjuva basınında boy boy resimli haberleri çıkmıştı. Duruşu, yürüyüşü, konuşması, şekli şemaili kendine özgü bir insandı Hıdır. Siyasi polis de çok yakından tanıyor. Aslında onun İstanbul bölgesinde görev alması bile başlı başına ilkesiz bir durumdu. Görev bölüşümü sırasında bu yüzden "onu işaret yıldızı gibi izler, örgütə darbe vururlar" diye karşı çıkmıştım. Hıdır'la konferans sürecinin dışında hiçbir ortak çalışmamız olmamıştı, çalışma alanlarımız tamamen farklıydı. Dolayısıyla aramızda hizip husumet veya sorun yaşanmamıştı, karşı çıkışım ona antipatimden değil, hem kendisini ve hem de örgütü koruma isteğimdendi. Bunu yanakala Süleyman'a defalarca anlattım. "Senin dostların, benim de dostlarım, senin akrabaların benim de akrabalarım, senin kadar Hıdır'ı ben de severim, fakat sen Hıdır'a karşı liberal ve ilkesiz davranıyorsun! Bizim senden öğrendiğimiz bu değil!" diye çok sert eleştirmiştim. Fakat yine de Hıdır belinde fıtık var, kırda yapamaz diye geçici olarak İstanbul'da bırakıldı.

O arada Ali Haydar da gelmiş, son toplantımızı yapıp dönüş hazırlığına geçeceğiz. Tam o sırada 14 Temmuz'da ayaküstü yaptığımız buluşmaya Süleyman kötü bir haberle geldi; "Hıdır bu akşam gelmeli, sanırım yakalandı! Hemen bazı yoldaşların ailelerine haber verip evlerini boşaltmamız gerekiyor" dedi. Meğer önceki akşam Hıdır bölge toplantısına giderken Süleyman'a, "Bizim komitenin bir üyesi yakalanmış, toplantının yerini biliyor, umarım bizi ele vermez. Ama siz her ihtimale karşı tedbirli olun. Akşam gelmezsem, bilin ki yakalanmışım, evi boşaltıp terk edin, ben kesin olarak dört gün direnirim evi söylemem" demiş. Artık yakalandığı kesindi, ama dört gün direneceği çok kesin değil. Hemen harekete geçmek gerekiyordu. Aramızda ailelere haber vermek ve tedbir almak için görev bölüşümü yaptık... Süleyman, Hıdır'ın evini boşaltacaktı. Ali Haydar'la ikimiz onun Hıdır'ın evini boşaltma işine karşı çıktık, bu işi biz yapalım, sen kendini tehlikeye atma dedik. Çünkü onun yakalanması parti için çok kötü moral etkisi yapacaktı. Bazı haklı gerekçeler göstererek reddetti, "Bu işi beni yapmalıyım, endişelenmenize gerek yok, bir şey olmaz" dedi ayrıldı bizden.


Sayfa 414

İbrahim Ünal

Ben sabah erkenden bölge komitesi üyesi, ailece tanıştığımız saygın bir işçi lideri olan aileye koştum. Ortalığı iyice kollayarak gecekonduya girdim. Gecekonduda esrarengiz bir hal vardı, ışıklar sönüktü. Ev sahibi kadın perde aralığından baktı, kapıyı açar açmaz "Wuyy bira sen bura sen burada ne arıyorsun! Abinle Ali'yi gözaltına aldılar, polis eve karakol kurmuştu, yarım saat önce gittiler! Aman kurban olayım zaman kaybetmeden kaç! Bari sen yakalanma" dedi. Kadıncağız dehşet içindeydi, eşine ve çocuklarına gözaltına ağır işkence uygulamışlar. Tanınmış, legal bir insan olduğu için evi kolay buluyor, karakol kuruyorlardı. Oradan uzaklaştım, Kasımpaşa'dayım. Saat 9'da Perşembe Pazarı'nda dikkat çekmeyen bir yerde buluşacaktık. Yine kontrollü biçimde yaya halde oraya gittim. Erhan'la Ali Haydar oradaydı, biraz sonra gelmesi nefese Süleyman da geldi, çok telaşlı ve terliydi. Bilgi paylaşımı yaptık.

"Acilen bazı önemli şeyleri çıkardım" diye söze başladı. Yanıma aldığım bir kadın arkadaşı Mualla ile birlikte diğer sakıncalı şeyleri paketlesinler diye eve bıraktım, araba aramaya çıktım. Döndüğümde evi polisin bastığını anladım. Kapı açıktı, polisler kadınlarla Hıdır'ın bir arasına birer arayla oturmuş belgeleri okumaya dalmışlardı, onların dalgınlığından yararlanarak hemen merdivenden aşağı indim, sokağa çıktım. Sokak işe gitme telaşında olan ve istasyona doğru yürüyen insanlarla doluydu. Arkamda silahlı sivillerin "dur!" sesiyle bana doğru koştuklarını anlayınca kalabalığa karışarak kaçmaya başladım. Kalabalık da silahlı adamdan kaçıyordu, büyük bir kalabalık halinde birlikte istasyona doğru kaçtık, kalabalık sayesinde kılıç payı yırttık!" dedi.

Biraz polisin ahmaklığını alaya alarak konuşuyordu, fakat gülmüyordu, büyük bir tehlike atlatmıştı! Hıdır'a çok kızgındı. "Bu kadar kısa sürede evi verilir mi!? Bir gün daha dirense yeterdi! Üstelik dört gün direneceğine söz vermişti, kahramanlığın orda dursun bari sözünü tut!... Zaten pek fazla işkence görmüşe de benzemiyordu, korkmuş, söylemiş!" dedi.

Süleyman yırtmasına yırtmıştı ama çok üzgün, öfkeli ve endişeliydi.

Biz de şok olmuştuk.

Peki, şimdi ne olacak?

Sayfa 415

Tarihe Not

çok açık ki çember daralıyor, derhal bölgesel güveni biçimlendirmek istiyorduk. Süleyman, hemen bölgeyi terk etmemizi, bulunamayan arkadaşların durumunu birkaç gün izlememiz gerektiğini, operasyonun alt birimlerle yapılması için tanıdığı ilişkiler üzerinden tedbirler aldırmayı ve bölge organının yeniden oluşturulması için olanaklar araştırmayı düşünüyordu. İkna olmuştuk, "peki ama bütün bunların çok kısa sürede dikkatli biçimde sonuçlandıralım" dedik mutabakat halinde.

Artık Süleyman'la günlük görüşüyorduk. Bir gün Karaköy alt geçidinden geçerken orda yemek için bir şeyler aldık. Karşıdaki bazı "abiler" diyerek bizi tanıyormuş gibi sıcak davrandı. Süleyman, "kim bu tanıyor musun?" dedi. "Valla kirve ben tanımıyorum, ama o bizi tanıdı, büyük olasılıkla bizimkilerden biri!" Onun ilgisine aldırmadan uzaklaştık oradan. Meğer bu bizim Cahide Karakaş'mış, daha sonra onu Diyarbakır duruşmalarında gördüm.

Başka bir gün Süleyman'la Lalelide bir yerde buluştuk. Kendisine düzenlenecek yeni kimliği için orada bir yerde vesikalık fotoğraf çektirmişti, onları aldı. Beğenmişti, "Kirve başıma bir şey gelirse bu fotoğrafı kullanmanızı isterim" dedi. Aksaray'da tanıdık bir mühendislik bürosuna uğradı, yakalanan arkadaşlara avukat ayarlamaları için yardımlarını istemiş. Vatan Caddesi tarafında balık satılan bir yer vardı, kalabalık içinde sıkışık nizam ilerliyorduk. Şahsen tanışmadığım, ancak Süleyman'ın çevresinden biri olduğunu bildiğim bir adam Süleyman'ın eline bir şey sıkıştırarak hızla oradan uzaklaştı. Süleyman kolumdan tutarak "gel şuna bir bakalım" dedi. Orada bir apartmanın merdiven boşluğuna geçtik, notu açtı; çizgili cep defteri sayfasında aynen şunlar yazılıydı:

"Ben bugün bıraktılar, sanırım yem olarak bıraktılar. Ben bugün Lüleburgaz'da ailemin yanına gidiyorum. Sakın beni arama!"

Süleyman notu un ufak edip oradaki bir rögara mazgalına atarak yok etti. Bu arada, Mehmet Çetin ve diğer bazı arkadaşlar Mualla'dan gelen başka bir not olduğunu söylüyor; o notta görüşmek istediği ve telefon numarası yazdığı belirtiliyor; zaten o not bizden sonra o akşam geldiğine göre benim bilmem imkânsız. Bu son notun polis zoruyla dikte ettirildiği


Sayfa 416

İbrahim Ünal

kesin, ama bizim okuduğumuz not kesinlikle polisin bilgisi dışında Süleyman'ı uyarmak ve korumak amacıyla yazıldığına eminim.

Karaköy Köprüsü üzerinde diğer arkadaşlarla buluşmamız var, zaman dolduruyoruz ve bu arada konuşuyoruz. Israrla Lüleburgaz'a gidip Mualla ile görüşmek istiyor. Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyorum "ciddi misin" diye! Ciddi! Ortaklık geriliyor, kendisinden asla ummadığım ilkesiz, hatta düşüncesiz bir davranış. Gerçekten tam bir şok içindeyim, fakat arkadaşların buna izin vermeyeceği ümidiyle biraz rahatlıyorum. Randevuya yerin hiç konuşmadan biraz mesafe koyarak yürüyoruz. Bazı adımlarını hızlandırıp yetiyor, "kirve hele bir dinle" diyor, dinlemiyorum, küskün gibi yürüyerek diğer arkadaşların yanına varıyoruz. Onlar gerilimi anlayınca "ne oldu?" diye sordular.

Süleyman, Mualla'dan böyle bir not geldiğini, yarın Lüleburgaz'a gidip onunla görüşmek istediğini anlattı. Onlar da şaşkındı, ilkin ne diyeceklerini bilemediler, apışıp kaldılar. Sorar gibi yüzüme baktılar; "Beni yem olarak bıraktılar diyorlar, yoldaş hiç düşünmeden onunla görüşmeye gideceğim" diyor!" dedim tepkimi hissettirmek için. Ayaktaki küçük harflerle partner değiştirme değiştirme hem yürüyor, hem tartışıyoruz. Ben yeterince sert tepki göstermedikleri için diğer arkadaşlara da protesto olsun diye biraz uzaklaşmışım, onlar arkam sıra geliyorlar. Lüleburgaz dönüşü için birkaç saat arayla bir birimize randevu vermişiz, Benimkisi Moda-Kadıköy sahil yolunda, Erhan'la buluşup onlar aşağıdan geleceklermiş, ben de yukarıdan! Tabii ben randevu falan kabul etmiyorum, onun yüzde yüz yakalanacağından eminim. Gönlümü almak ve ikna etmek için onlardan ayrılmak yanıma geliyor.

"Kirve inan bir şey olmaz, fazla abartıyorsun, ne yapalım yani, arkadaşları bu halde zindanlarda bırakıp gidelim mi?

"Kirvem ben sana çok güveniyordum; şu an bu güvenimin sarsılmaya başlamasının şokunu yaşıyorum. Bir ilkesel davranmayı, örgütü korumayı, siyasi polise karşı uyanık olmayı senden öğrendik. Sen hepimizin en cesuru, en yiğidi, en iyisiydin, bundan dolayı arkadaşlığın her zaman onur duydum, fakat biz de korkak, kötü adamlar değiliz. Şu anda gücüm olsa seni burada hemen tutuklar, oraya gitmeni engellerim.

Yakalanmak…………


Sayfa 417

Tarzhe Not

………..istiyorsan hadi git! Randevu vermeyeceğim, çözülüp bizi ele vereceğinden korktuğumdan değil, bu konuda sana sonsuz güvenim var, fakat yakalanacağı kesin olan birinin randevusuna gitmek ahmaklık olur, onun için gelmeyeceğim."

Sarılıp öpüştük, vedalaştık... Benim için bunun son vedalaşma olduğu kesindi. Onu paramparça etmek isteyen cellatlara işte kendi ayaklarıyla gidiyor. Ne büyük trajedi! Yüreğim burkuluyor, gözlerim kararıyor, bir-iki saat önceki öfkem inanılmaz bir hüzne dönüşüyor. O vaziyet Kadıköy vapuruna doğru yürüyorum, gidip kamarada yolcuların arasında seyrek bir koltuğa çöküyorum. Sonra aklı Ali Haydar'la vedalaşmayı unutmuşum. Erhan ardım sıra gelip o da yanıma oturdu. Hiç konuşmadan Kadıköy rıhtımına vardık. "Randevuyu unutma, saat 22'de!" diye düşük bir sesle hatırlatıp ayrılıyor Erhan hoca. "Tamam, gelirim" diyorum, gülümsüyorum, el sallayıp gidiyor...

O akşam uyuyabildim mi bilmiyorum, diken üstündeyim. Ertesi gün randevuya ümitsiz adımlarla yürüyorum Modadan Kadıköy'e doğru. Kuzgun yaz güneşi denizen titrek aynalarda parlıyor, Sarayburnu, deniz, boğaz, Kadıköy ne güzel... İşte Erhan aşağıdan geliyor! Yalnız tabii ki!

"Benim randevuma gelmedi, bu yedek randevuydu, umarım buna gelir, hele bir tur daha atalım" diyerek bir sigara çıkarıp yaktı, denize baktı Erhan hoca.

"Gelir gelir, kesin gelir, bir değil birkaç tur daha atalım, mutlaka gelir! Sen bir bilinçaltı olarak öyle düşünüyorsun mutlaka gelir, ümitlenmelisin!..." Yaptığım alaylı ironiye gülümsedi Erhan, bilge uzak görüşlü bir insandı, böyle olacağından da emindi. Hüzünlüydü, onunla epey süre birlikte çalışmışlardı, sevdiği bir devrimciydi. "Tamam, haklısın, engellemeyi başaramadık, hadi gel bir yere sığınalım da ne yapacağımızı konuşalım." Kuzenimin sınanmış evine doğru yürüyoruz. İyi ki o da evde, ama bebeği henüz küçük, gazlandıkça zırlıyor, sık sık konuşmalarımızı bölüyor. O bebekten sonradan alımlı canlı bir manken çıktı, güzel bir kadın olmuştu.

Süleyman'ın bana söylediklerini özetledim:

"Eğer yakalanırsam, saklanmanıza, illegalite yapmanıza gerek yok, adımı vererek hemen kamuoyu yaratmaya bakın. Onlar beni yakaladıklarında, sahte kimliğimin sağlamlığına falan aldırmadan beni tanırlar ve büyük ihtimalle derimi yüze


Sayfa 418

İbrahim Ünal

yüzde öldürmeye çalışırlar. Benim için telaşa kapılmanıza, evlerinizi boşaltmanıza, yerlerinizi değiştirmenize, bundan dolayı kendinizi riske atmanıza gerek yok, bu dönemde taşınmak çok risktir, ben onların hiçbir isteğini kabul etmeyeceğim ve direneceğim, bu konuda bana güvenin, çünkü ben kendime güveniyorum!"

Ayrıca bir de önceki gün bana gösterdiği fotoğraflardan söz ettim ve "gerekirse bunu kullanın" dediğimi söyledim. Bundan sonra her yayında bu fotoğrafı kullanalım. Bunun onun isteği ne uygun olarak hemen bir bildiri kaleme alalım kamuoyuna duyuralım. Yurtdışındaki arkadaşların bu kampanyada büyük etkisi olacak, bildiriyi hemen onlara ulaştırmaya bakalım. Ben de hemen Dersime gidip ailesine haber vereyim, ağa amca gelsin kendisi bizzat takip etsin, bizim doğrudan ilişkilennemez, yaradan çok zarar verebilir.

Erhan da aynı görüşteydi. Zaten Süleyman'ın bana söylediklerinin çoğunu bir MK toplantısında da söylemişti. Ben bildiriyi kaleme almaya başladım, o da yurtdışı örgütüne gerekli talimatı hazırlamaya koyuldu. Sonra iki metni birlikte gözden geçirdik, eklemeler, çıkarmalar ve düzeltmeler yaptık

(Bu iki metni 1992'de yurtdışına çıktığımda çok aradım, bulamadım, doğru dürüst tutulmuş bir arşiv yoktu).

Dersime döndüm, hemen Hulukışlağı'na gittim. Süleyman'ın yakalandığını ailesine bizzat söylemeye bir türlü içim varmadı. Aklımda hiçbir sözcük yoktu, nasıl gerekçelendireceğimi, nasıl anlatacağımı kestiremiyordum; onlara bu kadar uğraştım da gitmesini önleyemediğimi mi söyleyeyim, ne diyeyim? Ayaklarım beni karşı eve götürdü. Komşuları olan Efendi Dirili'in evine gittim, onlara durumu anlattım. Onlar benim ruh halimi hemen anladılar, tamam o görevi biz yaparız dediler ve bana teselli vermeğe başladılar. "Ağa amcaya söyleyin hemen İstanbul'a gitsin, durumu yakından takip etsin" dedim vedalaştım onlarla.

O sırada MK'nın yeni toplantısı için planlama hazırlığı vardı. Dikkatimiz daha çok İstanbul'a yöneldi, orada yeniden önceki gibi yıkıcı bir yakalanma olursa bölgeyi onarmak çok zorlaşacaktı. Bölgeyi daha iyi tanımamdan dolayı benim gidip müdahale etmem zorunluydu. Fakat bölgeden çıkmak çok zordu, birkaç denemeden sonra ancak başaralabildim, kimliğim çürüktü. Neyse sonunda bölgeden çıkıp İstanbul'a varabildik ve


Sayfa 419

Tarzhe Not

örgütte moral yönünden bir katkımız oldu. Orada Süleyman'la ilgili bazı görüşmeler yaptık. Ağa amca İstanbul'da geldikten sonra İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'nın alevi olmasına istinaden bazı hatırlı kişiler araya girmiş, "sırf öldürülmesin" diye ricada bulunmuşlar. Balcı da "başka her isteğiniz başım üstüne ama komünistler için asla bir şey yapamam" demiş. Çomarlarına öldürtmüş ya bir de antikomünist gösteri yapıyor!...

Sağ mı ölümü olduğu dahi bilinmeden kampanyalar devam ediyor, suç duyuruları yapılıyor, dilekçeler yazılıyor. Oysa yakalandığı günün ertesi şafağında 30 Temmuz'da katledilmiş ve ölüsü sırf verilmek amacıyla Bostancıda bir apartman katından atılmıştı. Yakalandığı gün sahte ismiyle değil, asıl ismi ile yakalama tutanağı düzenlenmiş, "Süleyman Cihan" adına bir yığın resmi yazışma yapılmış, onlarca kişiyle yüzleştirmeler gerçekleştirilmiş, daha da ötesi o sırada morgda çalışan ve Süleyman'ı yakından tanıyan bir arkadaşın onun dehşet verici cesedini morgda görür görmez tanımış, ama belli ki yukarıdan gelen sert tehditlerden çekinerek kimseye söyleyememiş. Sonunda kimliği hem Süleyman Cihan ve hem de gene bu gerçekten bir kişi olan Oktay Emre adıyla belli olduğu halde, "meçhul" sayılarak Kulaksızdaki "Kimsesizler" Mezarlığına gizlice gömülmüştü.

Ekimde 1981'de MK toplantısı için Malatya'ya gittim. Güvenli bir evde bekleyecektim. O gün olağanüstü bir güvenlik artışı vardı; Meğer Diyarbakır'da yakalanan MK üyesi 20. günden sonra polise bilgi vermeye başlamış ve Malatyada bildiği evlere ve ilişkilere operasyon çektirmiş. Akşam gibi zaman doldurmak için gittiğimiz kafeteryada ağalarına düştük ve yakalandık. Malatyada yakalandığımda ben de Süleyman'ın hâlâ yaşadığını sanıyordum. Onlarda yakalananlarla birlikte sabaha karşı bizi alıp Diyarbakır işkence merkezine götürdüler. Diyarbakır işkence merkezindeyken daha önce Diyarbakır'ın bir ilçesinde öğretmenlik yapan Mazlum Eren Ankara'da yakalanmış Diyarbakır'a getirilmişti. "Son sayı üç" lü bir karavana seremonisinde fırsatını bulunca kulağıma yakalandığımı fısıldadı: "Hocayı öldürmüşler, Sülo'yu ha, anladın mı!" dedi.

Demek ki artık o yok! Herkese iyi dersler bırakarak koşulsuz tamamladı. Dünya proletaryasının ve ezilen halkların başı sağ olsun.


Sayfa 420

Besser işkence ve üzüntü sonucu karaciğer tahribatına uğramıştı, henüz 43 yaşında genç bir kadındı. Tedavisi için İsviçre'ye gelmişti, karaciğer nakli ve diğer masrafları için kampanya yürüttük, birkaç kez ziyaretine gittim. Bir keresinde Nezahat da vardı, bol bol birlikte resim çektik, gezdik. Yeniden hayata tutunmaya başlamıştı, çok sevinçliydik, mutlaka kurtulacak umuduna kapılmıştık. Yazık ki 1994'te İsviçre'de hayatını yitirdi ve Feriköy Mezarlığı'nda Süleyman'ın yanına gömüldü. 2008'de de Ağa amcayı kaybettik.

Bu güzel insanların, onurlu yiğit dostlarımın anısı önünde saygıyla...

10 Temmuz 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)