KEMALİZMʼİN İDEOLOJİK-POLİTİK AÇIDAN FİLİZLENDİĞİ
TARİHSEL TEMEL
Her egemen sınıf gibi burjuvazi de kendi tarihine resmiyet
kazandırırken egemen bir güç olarak iktidarlaştığı andan itibaren ihtiyacı olan
ideolojik, siyasi, kültürel, psikolojik, ahlaki vs. bir dizi aracı
güçlendirerek kalıcılaştır- maya yönelir. Bunu yaparken çıkarları gereği tarihi
yeniden yazmayı esas alır. Tarihsel süreci ve sürecin ana eksenini doğrudan
kendisiyle başlatır. Kendisini var eden önceki toplumsal yapıyı ya da süreci
inkar etmek artık olağan bir davranış olarak görülür.
TC tarihi de kendisini kurarak iktidarlaşanların, ders
kitaplarında empoze ettikleri gibi 19 Mayıs 1919’da başlatılır. Gerisi yani
öncesi lüzumsuz bir teferruattır ve aslolan cumhuriyettir artık.
“Ulu önder” her şeyi 15 Ekim 1927 yılında TBMM’de okumaya
başladığı ve 20 Ekim’de son bulan “Nutuk”ta belirtmiştir. Sistemin tarihsel
metni olarak kabul görür ve herkesin üzerine titreyeceği tarihe dair düşünce
sınırları ve içeriği dokunulmaz bir resmiyet kazanır. Böylece TC’nin siyasal
tarihi, kutsanan M. Kemal’in iktidarlaşma sürecinde istediği başarıya
ulaşmasıyla ihtiyaca göre yazılmış olur.
Fakat materyalist tarih anlayışı, böylesine öznel tutumlarla
dizilen ve bir sistemin resmi sıfatı niteliği verilerek meşruiyet kazandırılan
çarpıtma tarihe karşı kayıtsız kalamazdı. Nitekim Kaypakkaya resmi ideolojinin
kendisi için kurgulamış olduğu bu tarihe karşı başkaldırıyordu.
Güvenilir bir tanık, sağlam bir Bolşeviktir” dediği
Şnurov’un, Kemalist hareketin niteliği ve iktidarlaşmasıyla birlikte kurduğu
düzenin uygulamaları üzerine yaptığı gözlem ve değerlendirmeleri esas alarak,
öğretilmiş olan resmi tarih karşısında materyalist tutumla mevzileniyordu.
Kaypakkaya, öğretilen resmi tarihin referans noktalarına
bağlı değildi. Kemalizm’in köklerinin izini yakalamıştı. “Kemalist devrim, Jön
Türk devriminin benzeri ve izleyicisidir” diyerek önemli bir noktaya işaret
ediyordu.
Kemalist tarih
anlayışında 1919 öncesinin yakın dönemi yani 1908’le başlayan ve İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin (İTC) iktidarlaşmasıyla devam eden, Osmanlı’nın emperyalistlerce
paylaşılmasıyla nihayete eren süreç, pek de kabul görmez. Çünkü emperyalist
paylaşım savaşının sonuçlarıyla oluşan yeni duruma uyum sağlayabilmek ancak ve
ancak geçmişin inkarıyla ve ondan “kopuşla” mümkündü. Emperyalist-kapitalist
sistem, haritaları yeniden çizerken Kemalistler de kendilerinden istenilen
rollere uygun davranmak durumundaydılar.
Oysa bugün halen resmi tarih, Kemalist hareketi ve onun
iktidarlaşmasıyla oluşan “cumhuriyet” rejimini ve bu rejimin niteliğini İttihat
ve Terakki’nin ideolojisinden, politik görüşlerinden ve uygulamalarından
tamamen ayrı tutar ve bir “kopuş” olarak nitelendirir. Halbuki gerçek tarih
bilimi yani materyalizm, olguları ve süreçleri incelediğinde İTC ve onun
iktidarlaşmasını sağlayan temel dayanakların devamı niteliğindeki bir
Kemalizm’e işaret etmektedir.
Bir kopuş değil
aksine bariz bir devamlılık söz konusudur. Biraz olsun İTC sürecini ve tarihsel
arka planını irdelemek gerekir. Kema- lizm ile İTC arasındaki ilişkinin, bağın
aslında ne kadar da organik olduğunun ve birinin zemin, diğerinin de kabaca
tasfiye edilen bu zemin üzerine yükselen bina olduğunu iyi görmek lazım. Aksi
takdirde Kemalizm’e dair resmi tarihin zihinlere vurduğu kulluk halkasından
kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Kaypakkaya’nın Kemalizm’e dair tahlillerini tarihsel
kökleriyle daha iyi kavramak için bu sürece kısaca da olsa değinmek bir
zorunluluktur.
İttihat ve Terakki Partisi’nin (İTP) ideolojisi, siyasi
emelleri, yaratmak istediği iktidar biçimi, ekonomik-sosyal projeleri, mevcut
rejime bakışı ve öngördüğü reformları, dayandığı ve sözcülüğünü yaptığı
sınıfsal-sosyal kesimlerin niteliği, iktidarlaşma yöntemi vs. ile iyi
irdelendiğinde aslında nasıl da Kemalizm ile somutlanan gerçekliğin bir ön
tasarımı, provası ve benzeri olduğu görülür.
Şunu baştan söylemek pek de abartılı olmaz;
Kemalizm, İTP’nin mirasçısıdır, onun devamcısıdır, tamamlayıcı nitelikteki bir
sonraki aşamasıdır.
a)
İTC’yi doğuran şartlar ve 1908
Osmanlı İmparatorluğu bir yandan iç yapısal sorunları gereği
ekonomik, sosyal ve siyasal temelde köklü krizler yaşarken bir yandan da hızla
gelişen serbest rekabetçi kapitalizm ve onun yayılmacı baskısıyla karşı
karşıyaydı. Bu sürecin bunalımını aşmak için kimi düzenlemelere başvuruyordu.
19. yüzyılın neredeyse tamamı Osmanlı’nın güç kaybeden sürecini durdurabilmek
ve varlığını sürdürebilmek amaçlı tepeden inmeci kimi düzenlemelerle geçmiştir.
Burada şüphesiz ki belirleyici dinamik batıda gelişen ve
hızla yayılmakta olan serbest
rekabetçi kapitalizm ve sonrasında emperyalizmdir. Kapitalist sistem,
kendine daha geniş sömürü alanı açarak hem gelişimini devam ettirebilir hem de
kendisini daha ileri bir düzeye taşıyabilirdi. Bunun için de pazar alanlarının
genişletilmesi gerekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu bu yönüyle bulunmaz bir nimetti.
Zaten uzun süreden beri olgunlaşmakta olan bir ilişki vardı. Osmanlı’nın
yapısal krizi, serbest rekabetçi kapitalizmin pazar arayışıyla örtüşen
özellikler taşıyordu. Yani bağımlılık ilişkisi hem ka- çınılmazdı hem de
Osmanlı açısından bir soluklanma niteliğindeydi.
Nihayetinde serbest rekabetçi kapitalizm Osmanlı’nın mevcut
krizini, pazara olan ihtiyacı açısından bir fırsata dönüştürüyordu. Böylece
derinleşmesi kaçınılmaz bir sömürgeleşme sürecinin önü iyice açılıyordu.
Osmanlı, kendi yapısal bunalımını “batıya uyum” bağlamında ama kapitalizminin
de ihtiyaçlarına cevap verebilecek niteliklerde olan reformlarla aşma
çabasındaydı. Temel amaç, düzeni reformlarla kurtarabilmek ve yaşatabilmekti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun düzeni, askeri-feodal karakterine göre
şekillenmişti. Sürekliliğinde ordu temel araçtı. Güçlü ordusuyla işgal ettiği
topraklardan elde ettiği ganimet ve rant, düzenin garantisi gibiydi. Gelişen
kapitalizm Osmanlı’nın kurulu düzenini tehdit ediyordu artık. Düzen, sürece
yanıt olmuyordu. Öncelikli adım düzenin temel aracı olan ordunun “ıslah”
edilmesiydi. Osmanlı’da hakim olan ve orduyla devletsel varlığı birbirinden
kopmaz kılan tutumun (askeri nitelik), gerek İTC ile farklılaşan dönemde
gerekse de Kemalist iktidarın oluşturulmasında nasıl da ortak bir temel teşkil
ettiği takip edilebilir.
1789’de Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adıyla başlatılan
reformlarda öncelik, mevcut ordunun düzenini değiştirerek batı tarzı bir
ordunun yaratıl- masına verildi. Bunun için batılı subaylardan eğitim alınıyor,
yeni silahlarla ordu donatılıyordu vs. Bu reformun mali yükü ise şüphesiz ki
vergi yükü altında inleyen halkın omuzlarına yükleniyordu. Ne de olsa devlet,
kendi bekası için açlığı ve yokluğu halka reva görüyordu.
Her reform adımı serbest rekabetçi ve ardından da
emperyalizmle ilişkilerin derinleşmesini beraberinde getiriyordu. Ekonomik
bunalım borçlanmayı, borçlanma da zincirleme olarak imtiyazlara giden yolu
genişletiyordu. Bağımlılık, süreklileşme kanalını bulmuştu.
Nizam-ı Cedid Ordusu oluşturulurken yeniçeri ordusunun
tasfiye endişesi merkezi otorite ile yerel güçleri karşı karşıya getirmişti.
İktidar mücadelesi her düzenleme esnasında farklı biçimlerde devreye giriyordu.
Ordudaki reform süreci “Senet-i İttifak” denilen ve padişahın mutlak
otoritesinde ilk defa belirli bir sınırlama sağlayan anlaşmayla sonuçlanıyordu.
Ama bedeli, 1826’daki yeniçeri kıyımıyla ödenmişti. İsyan eden yeniçerilerden
binlercesi kaldıkları ocaklarda top atışları altında katledilmişti.
Dönemin reformlarından bir diğeri de “Tanzimat” (Düzenleme)
denilen fermandır. 1839 yılında okunan bu ferman, devam eden ve aşılamayan
yapısal sorunlara emperyalistlerin istekleri çerçevesinde çare bulma amacı
güdüyordu. Halbuki süreç reformlarla tersine çevrilecek gibi değildi.
Yayılmakta olan kapitalizm, beraberinde uluslaşma sürecinin fitilini de
ateşliyordu.
“Osmanlıcılık” fikriyle farklı etnik kimlikler bir arada
tutulmaya çalı- şılsa da 1820’lerde Yunanlıların ayrılarak kendi devletini
kurmaları, “Osmanlıcılık” fikrinin, önüne geçilemez sürece cevap olamayacağının
ilk işaretiydi.
Devamında, Osmanlı Paşası Kavalalı M. Ali Paşa’nın Mısır’da
bağımsızlığını ilan etmesi (1830) sıkıntıların yeni bir boyut kazanarak
derinleşmesine işaret ediyordu. Osmanlı fiilen toprak yitiriyordu. Bu yönlü her
gelişme Osmanlı’nın yapısal bunalımını reformlarla aşmaya itiyordu.
Osmanlı daha fazla toprak yitirmek istemiyordu. İngiltere ve
Fransa ise sömürgeci politikalarıyla Osmanlı’yı sıkıştırıyor ve
ekonomik-siyasal egemenliğini derinleştirmeye çalışıyordu. 1838’de İngiltere’yle
Balta Limanı Anlaşması’nın imzalanması batının mallarının Osmanlı pazarına
neredeyse gümrüksüz sokulmasının önünü açmıştı. Osmanlı, tepeden dayatılsa da
yapısal dönüşümün kaçınılmazlığıyla yüzleşmek durumundaydı.
Tanzimat Fermanı tam da bu süreçte ilan ediliyordu. Osmanlı
sınırları içerisinde ticari kapitalizm çerçevesinde ilişkiler esasta Müslüman
olmayan kesimlerce yürütülüyordu. Bunlar Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdi.
Müslüman-Türk olmayan ticaret burjuvazisi, serbest rekabetçi kapitalizmle
ilişkilerini sıkılaştırmak ve yaygınlaştırmak istiyordu.
Ama Osmanlı düzeni içerisinde hem sosyal konum hem siyasal
ve hukuki haklar bağlamında kendilerine kısıtlamalar konmuştu. Yabancı
kapitalistler ticari ilişkilerini bu kesimlerle sürdürdüklerinden, daha serbest
hareket edebilmek için mevcut uygulamaların değişimini istiyorlardı. Hem bu
istek hem de farklı inanç ve etnik kimliğe sahip çevrelerin Osmanlı sınırları
içerisinde kalmasını sağlama arayışı Tanzimat Fermanı’nın ilanını sağladı.
Bu fermanla Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan farklı
inanç ve etnik kimliğe sahip tüm kesimlerin can ve mal güvenliği olacak ve
hepsine mülkiyet hakkı tanınacak ve bu da devlet tarafından güvence altına
alınacaktı. Bu görünen yanı olsa da Tanzimat’la başlayan reformlar süreci,
zayıflamakta olan merkezi otoritenin gücünü yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu
esasta. Hukuk alanında, vergi toplama sisteminde düzenlemeler yapılarak yerel
otoriteyle yaşanan çatışmalı halin merkezi otorite lehine dönmesi de amaçlanıyordu.
Tabii serbest rekabetçi kapitalistler için bunlar
yetersizdi. 1856’da “Islahat Fermanı” yürürlüğe konuldu. Islahat Fermanı’yla
serbest rekabetçi kapitalistlerin Osmanlı topraklarında ticari ilişkiler
sürdürdükleri Müslüman olmayan komprador burjuvazinin haklarının genişletilmesi
sağlanıyordu. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki vergi eşitsizliği belirli
oranda gideriliyor, inanç özgürlüğü getiriliyor, devlet kurumlarında Müslüman
olmayanlar da çalışma hakkı elde ediyordu.
Ayrıca Osmanlı’nın
ekonomik sorunlarının “giderilmesi” ve kalkınmasının sağlanması için batılı
bankalara kapıların açılması, sermaye gruplarının çağrılması, yararlı olacağı
düşünülen iktisadi kurumların -bankalar gibi- oluşturulması isteniyordu.
Aynı yıl toprak kanunu çıkartılıyor ve 1858’de “Toprak
Kararnamesi” yürürlüğe konuluyordu. Vergi sisteminin sorunlu olması ve hatta
kimi beyliklerden vergi alınmaması söz konusuydu. Serbest rekabetçi
kapitalistler, Osmanlı’nın fazla vergi toplamasını istiyordu. Bunun için göçebe
aşiretleri de yerleşik hale getirerek toprağı işlemelerini ve böylece tarımsal
alanda da ticaret olanağının yaratılmasını amaçlıyorlardı.
Bu da ancak
beyliklerin tasfiye edilmesi ve toprakların dağıtılmasıyla mümkün olabilirdi.
Böylece daha fazla vergi toplanabilecekti. 1858 kararnamesi bu amacı taşıyordu.
Ama bir diğer önemli yanı da şüphesiz ki Kürt beyliklerinin isyanlarıydı;
1837’de Revanduz, 1842’de Bedirhan Bey’in “Bağımsız Kürdistan” amaçlı isyanı,
1855 Yezdarşer İsyanı Kürt beyliklerine tanınmış olan “yarı bağımsız” statünün
Osmanlı’nın yapısal krizlerinin derinleştiği dönemde daha fazla sorun olmaması
gerekiyordu. Böylece yüzlerce yıldır devam eden uygulama sonlandırılıyordu. Ama
her ne pahasına olursa olsun Osmanlı
İmparatorluğu gelişmekte ve yayılmakta olan kapitalizmin etkisiyle uluslar
cephesinde darbe yemekten kaçamayacaktı.
1870’lerde
Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar ve Romenler imparatorluktan ayrılarak kendi
devletlerini kurmaya başlıyorlardı.
Artık ne reformlar ne
de Osmanlıcılık söylemi kendi mecrasında akan süreci durdurabiliyordu.
Parçalanma devam
ederken kapitalistler de daha fazla fiili dayatmalarda bulunarak Osmanlı’yı
sömürgeleştirme yönünde kuşatıyordu.
1838’de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Anlaşmasıyla
başlayan süreç, hızını kesmeden ilerledi.
1856’da Fransa, Rusya, İngiltere ve Prusya arasında
imzalanan “Paris Barış Konferansıyla” Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü ve
bağımsızlığını garanti altına alma yükümlülüğü üstlenildi.
Böylece Osmanlı’nın
iç işlerine daha fazla müdahale edebilme imkanı sağlıyorlardı. Zaten aynı
yıllarda borçlandırma süreci de devreye sokulmuştu.
1856’da İngiliz bankerlerince kurulan Osmanlı Bankası ve
1861’de Fransız sermayesinin de katılımıyla güçlendirilmesi daha sonraki
yıllarda sağlanacak imtiyazları genişletecekti.
Her ne kadar batılı kapitalistler, Müslüman olmayan
burjuvaziyle irtibatlı olsa da ve kendisi açısından kayda değer komprador bir
sınıf bulsa da bir yandan da Osmanlı’nın düzeni içerisinde palazlanmış olan
bürokratik burjuvaziyi de önemsiyordu.
Müslüman olmayan burjuvazinin siyasi gücü, yok denecek
düzeyde zayıftı. Osmanlı’nın idari yapılanmasında söz sahibi olan bürokrat
burjuvazi, eksikliği hissedilen siyasal güce ulaşmanın aracı olabilirdi. Bu
kesim genellikle reformlardan yanadır. Zaten yerel düzeydeki konumundan dolayı
o gücü elde ettiği için merkezi otoritenin yetkilerini sınırlayan ve kendi
çıkarlarına hizmet edebilen her girişimi destekleme eğilimindeydi. Bu kesim,
bir yandan da Müslüman olmayan burjuvazinin güç- lenmesinden hoşnut değildi.
Aralarındaki çelişki, ilerleyen süreçte derinleşerek yeni biçimlere evrilecek
ve daha da keskinleşecekti.
Tanzimatla başlayan reformlar süreci, Osmanlı
İmparatorluğu’nun bir yandan dağılma, parçalanma seyrini durdurma amacını
yansıtsa da öte yandan da kapitalistlerin sömürgeleştirme politikaları
karşısındaki boyun eğişi ifade ediyordu. Osmanlı idaresi, bürokrasisi,
aydınları vs. genel atmosferi ve niteliğini halen kavrayamıyordu. Kapitalizm
hızla girdiği her coğrafyanın ekonomik-sosyal dinamiklerine etkide bulunuyordu.
Kendilerine bağımlılığı esas alarak ulus devletlerin
doğuşuna ortam hazırlıyorlardı. Bölgesel çıkarlar, değişen dinamiklerle ve kimi
önceliklerle yeniden biçimlendiriliyordu. Kapitalist sömürünün önüne engel olan
ya da olma potansiyeli taşıyan bütün dinamikler, sürecin ruhuna uygun bir
pozisyona getirilmeye çalışılıyordu.
İngiltere ve Fransa 19. yüzyıl boyunca Rusya’nın güneye
doğru yayılmasını engellemek için Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne vurgu yaparak
Osmanlı’ya destek verirken, Balkanlardaki ulusal devletlerin oluşumu ve
Osmanlı’dan kopuşu konusunda da elinden gelen yardımı esirgemiyordu.
Biliyorlardı ki Osmanlılık söylemi değişen ve ilerleyişinin önüne geçilemeyen
sürece çare değildi.
Kısaca özetlemek gerekirse, 1876’ya doğru Osmanlı’daki görünüm,
ömrünü biraz daha uzatma telaşı içerisinde tepeden uygulanan reformlarla
nefeslenme ve kendini yaşatma arayışını yansıtıyordu. Toprak kayıpları devam
ediyor, reformlar beklenen direnci oluşturmuyor, ekonomi, her geçen gün
zayıflıyor ve serbest rekabetçi kapitalizme derinden bağlanıyor, yönetici
erkler arasındaki iktidar kavgası da dönemin rengine paralel dal- galı biçimde
devam ediyordu.
Bu yıllar aynı zamanda serbest rekabetçi kapitalizmin
emperyalist aşamaya evrildiği döneme rastlar. Bu durum doğrudan Osmanlı
coğrafyasına yansır. Serbest rekabetçi kapitalizmin klasik özelliği olan meta
ihracının yerini, emperyalizmin özelliği olan sermaye ihracı alır. Osmanlı bu
değişimden meta ihracı yerine sermaye ihracına maruz kalarak etkilenir.
Yüzyılın ortalarında
başlayan borçlanma artık denetlenemez aşamaya varır. Borç borçla ödenmeye
başlanır. Osmanlı toprakları emperyalizmle tanışır.
Aslında Tanzimat’la başlayan ve devam eden reformlar
azımsanmayacak düzeydeydi. Tepeden dayatma şeklinde somutlansalar da mevcut
yapısal tıkanmayı, egemen hale gelmeye çalışan sürece uyum temelinde aşabilme
yönü ağır basıyordu. İdari sistemde, mali alanda, hukuk alanında, eğitimde vs.
birçok reform en azından yasal çerçevede oluşturuluyor, fakat birçoğu tepeden
ve serbest rekabetçi kapitalist sistemlerden ithal edildiği için yeterince
uygulanma imkanı bulamıyordu.
Bu sürecin önemli etkilerinden bir tanesi şüphesiz ki eğitim
alanında yapılan reformlardır. Eğitim programı hazırlanıyor, temel eğitim
zorunlu kılınıyor, öğretim yöntemleri modernleştirilmeye çalışılıyor, belirli
sayıda hane esas alınarak okullar açılıyor vs.
Yine, batıda eğitim alabilme imkanlarının artması ve
buralarda eğitim gören kuşakların farklı fikirlerle tanışmaları,
etkilenmeleriyle sonraki süreci etkileyecek yeni düşünce akımları da
filizleniyordu. Bunların ezici çoğunluğu genç subaylardan, tıp eğitimi almış
tabiplerden ve kimi yazar aydınlardan oluşuyordu.
Osmanlı’nın gidişatından memnun olmayan, reformları yetersiz
gören ya da mevcut halini benimsemeyen farklı düşünce grupları yavaş yavaş
şekilleniyordu.
1865 itibariyle “Jön Türkler”
(Genç Türkler) adı anılmaya başlanır. “Yeni Osmanlılar” diye
farklı bir muhalif grup da aynı dönemlerde adından söz ettirir. Arayışlardaki
ortak nokta, Osmanlı’nın
gidişatındaki olumsuz
seyri durdurmak için daha köklü reformların yapılmasını sağlayabilmektir.
“Yeni Osmanlılar” muhalif oldukları düzenden kopuk
değillerdi. Osmanlı hiyerarşisi içerisinde etkin olan bürokrasiyle sıkı
ilişkileri bulunuyordu. Bir yandan mevcut olanı eleştirirken bir yandan da bu
düzen içerisinde daha etkin bir konum elde etme arayışındaydılar. Bunların çoğu
devlet kurumla- rında yetişmişlerdi.
Modern olanı arzuluyor olsalar da siyasi düşüncelerindeki
çatışmalı durum, onları eskinin içerisinde tutmaya yetiyordu. Bu da böylesine
grupların amaçlarını ve söylemlerindeki gerçeğin daha iyi anla- şılmasını
kolaylaştırıyordu. Bu tablo Osmanlı’daki muhalefet geleneğinin nasıl olduğunu
da izah ediyordu. Sistemi eleştirirken onun sürekliliğinin kaygısını öne çıkaran
bu siyaset geleneği de bu dönemde şekilleniyordu. Muhalif kimliğin sınırları
sistemle kurulan ilişkinin çerçevesiyle belirleni- yordu. Zaten hepsinin esas
kaygısı Osmanlı çatısı altındaki tüm unsurların birliğinin sağlanması
yönündeydi.
1860’dan itibaren Osmanlı’nın siyasal zemininde, üzerinde
durulan konu meşrutiyetti. Bürokrasi ile saray arasındaki iktidar mücadelesi
1876’da I. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle sonuçlansa da sonraki dönemin esaslı
mücadele alanı olmaya devam edecekti.
1.Meşrutiyet’in ilanıyla Kanun-i Esasi yani Anayasa kabul
ediliyor, Meclis-i Mebusan için seçimlere gidiliyor ve parlamento 1877‘de açılıyordu.
Tabii Meşrutiyetin ilanı ya da Anayasanın kabulü, iktidarı
elinde bulunduranlar için çok da bağlayıcı olmayacaktı. Nitekim tahta oturan 2.
Abdülhamid 1877 Osmanlı-Rus Savaşını gerekçe göstererek meclisi tatil ediyor ve
Kanun-i Esasi’yi de rafa kaldırıyordu.
1908’e kadarki 30 yıllık zamanın öncelikli politik talebini
Abdülhamid’in tatil ettiği meclisin yeniden açılması ve Anayasanın tekrar
yürürlüğe konması oluşturacaktı.
Peki, 1. Meşrutiyet’in ilan edilişine neden olan girişimin
niteliği ve bunu yapanların amacı neydi?
Tanzimat geleneğini sürdüren paşalar, izledikleri
politikalarla Osmanlı’nın kötüye gidişatını durduramıyordu. Bunun için bütün
kesimlerin ortak bir paydada uzlaşmasını sağlayacak araçlar lazımdı. Yeni bir
anayasa ve parlamento yeterli görülüyordu.
“Yeni Osmanlılar” o sürecin fikirsel öncülüğünü
yapıyorlardı. Ama amaçları arasında Osmanlı çatısı altında yaşayan farklı etnik
kimliğe ve inanca sahip halklar yararına bir şey yoktu. Çünkü Yeni Osmanlılar
üst tabaka kesimlere mensuptular. Osmanlı yönetiminde daha fazla konum alma ve
gücünü artırma amacı taşıyorlardı. Sınıfsal niteliklerine uygun olarak da
tepeden inmeci bir girişimle mevcut padişahın tahttan indirilmesini ve
kendilerinin tercih ettikleri yeni bir padişahın tahta geçirilmesini
istiyorlardı.
Nitekim iktidar
kavgası eşliğinde 23 Aralık 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edildi. Yerel güç sahibi
feodaller, komprador nitelikli burjuva kesimler, merkezi bürokrasi ve batılı
kapitalistler gibi tepedeki odakların yeni bir anayasa etrafında uzlaşması
anlamına geliyordu meşrutiyet.
Bu siyaset geleneği sonraki bütün çalkantılı aşamaların
niteliğinde rol oynayacaktı. Tepeden inmeci siyaset geleneği iktidarlaşma
hevesi taşıyan kesimlerin vazgeçilmez tarzı olarak Türkiye’nin siyasal tarihine
yazılacaktı. Bugün bile 1. Meşrutiyet’in ilanını “devrim” diye ifadelendirenler
bulunuyor.
Oysa ne Kanun-i Esasi ne de Meclis-i Mebusan gerçekliği
fiiliyatla devrimci değişimi yaratacak özellikler taşıyordu. Çünkü
parlamentonun yasama yetkisi yok denecek seviyedeydi ve yürütmeye etkisi ise
bulunmuyordu. Parlamentonun kapatılması, dağıtılması padişahın insafındaydı.
Her ne kadar padişahın mutlak otoritesi anayasal temelde sınırlamalara maruz
kalsa da halen güçlü bir konumdaydı. Anayasayı rafa kaldırması ve Meclisi
Mebusan’ı tatil etmesi bunun önemli göstergesidir. Tepeden inmeyle gelen, aynı
tarzda feshedilebiliyordu.
1877 sonrasında Osmanlı’nın ekonomik-siyasal rotasında
önemli bir farklılık olmadı. II. Abdülhamid, baskıcı uygulamalarıyla esas
olarak sırtını dayadığı devlet bürokrasisiyle, yerel feodal güçleriyle, batılı
sermayedarlarla, tüccar, eşraf kesimiyle iktidarını pekiştiriyordu. Abdülhamid
döneminin en belirgin yanı, emperyalizmin Osmanlı’yı sömürgeleştirmesine hizmet
edecek sayısız imtiyazın verilmesidir.
II.Abdülhamid’in baskıcı yönetim anlayışı Osmanlı’nın
siyasal ortamını da etkiledi. Yeni Osmanlılar tasfiye edildi. Kalanlar ülke dışına
kaçtı. Oluşacak yeni muhalif gruplar ise şüphesiz ki Yeni Osmanlıların devamı
olacaktı. Dönemin siyasi atmosferi sınırlı tonlara sahip olduğundan böyle bir
devamlılık kaçınılmazdı.
1880’lerde artan eğitim olanakları siyasal etkinliğin
renklenmesini de beraberinde getirir. Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi okullar
yeni düşüncelerin de doğduğu mekanlar olur. 1880’lerin ortasından itibaren
Abdülhamid iktidarına karşı farklı düşünce grupları, farklı örgütlenmeler
şeklinde ortaya çıkar.
Nihayetinde 1889 yılında İ. Temo, İ. Sukuti, A. Cevdet ve M.
Reşid isimli dört öğrenci, düşünceleri çerçevesinde “İttihad-ı Osmani” adlı
cemiyeti kurarlar. Daha sonra Fransa’da Ahmet Rıza tarafından kurulan ve
düşünsel olarak benzerlik gösteren başka bir hareketle birleşilir.
Cemiyetin ismi de İttihad ve
Terakki olarak değiştirilir. İTC kuruluş amaçlarını açıklarken, “Osmanlı
düzeninin sürdürülmesi için gerekli olduğuna inandığımız hanedanı devirmek
değildir” düşüncesi oldukça anlamlıdır. İTC de dönemin diğer hareketleri gibi
Osmanlı’nın dağılıp parçalanmasını engellemeyi esas almıştı. Osmanlılık,
İslamlık ve Türkçülük gibi dönemin akımlarının İTC bileşenleri üzerinde karma
denebilecek tarzda etki yaptığı biliniyor. Ama esas eğilim Türkçülük temelinde
somut bir niteliğe bürünme yönündeydi. Başından beri Jön Türk olarak
isimlendirilmesi de boşuna değildi.
İTC kurulduğu ilk dönemki kadrosal niteliklerini devam
ettiremedi. Tarihsel koşullarla olgunlaşan farklı fikirler söz konusuydu.
1908’e gelene kadar Osmanlı toprakları üzerinde ekonomik-sosyal politikalar
bağlamında oldukça hareketli sayılabilecek bir süreç yaşandı. Doğal olarak bu
süreç mevcut düşünce akımlarını da etkiledi.
Kuruluşunda “Osmanlı birliği”ni esas alan İTC kadroları,
1907’ye gelindiğinde artık Türkçü, Turancı ideolojinin İslami vurgularla
harmanlaşmış biçimini politik bir çizgi olarak benimsiyor ve yönelimini ona
göre belirliyordu.
Aslında bu noktaya geliş normaldi. İTC’yi kuran ve zamanla
içerisinde etkin görevler üstlenen kadroların çoğunluğu asker kökenliydi. İTC
gerek ülke içinde gerekse de ülke dışında 1902 sonrası ağırlıklı olarak bu
nitelik- teki kadroların faaliyetleriyle örgütlendi ve örgütlenme ağını
yaygınlaştırdı. Özellikle ülke içerisinde ordu kurumlarının olduğu her alanda
çok daha hızlı destek buluyor ve somut örgütlenmelere gidiliyordu. Asker
etkinliği şüphesiz ki ordu içerisinde daha üst düzeyde subayları, askeri
bürokrasiden belirli kesimleri ve mevcut yönetimiyle ihtilaflı kimi paşaları
dahi İTC’ye yönlendiriyordu. İTC artık öğrencilerin kurduğu bir hareket
değildi.
İTC, inişli-çıkışlı sürecine rağmen, 20. yüzyılın başında
Osmanlı’nın ideolojik ve siyasal rotasının çizilmesinde belirleyici olmuştur.
1908’e doğru gidilirken Osmanlı’daki yaklaşık yüz yıllık reform süreci, temel
meseleleri çözemediği gibi, kimi noktalarda daha da kangren bir hal almıştı.
Buna rağmen İTC’nin tasarladığı iktidar ve ona ulaşma biçimi
aynıydı. Sultan tahttan indirilmeli, 76 Anayasası yürürlüğe konulmalı, Meclis-i
Mebusan açılmalı, ıslahatlara devam edilmeli, batının yararlı olabilecek
usülleri alınmalıydı.
Bunun için padişaha suikast hesaplarından, saraya darbe
yapılmasından ve yabancı devletlerin müdahalesinin de bir seçenek olarak
değerlendirilmesine kadar kimi yollara başvurulması meşru görülüyordu. Zaten
İTC bünyesinde asker kökenlilerin ağırlık kazanması ve en güçlü örgütlenmelerinin de yine ordu birimleri içerisinde olması ve yine Osmanlılık söylemi
altında hakim ana çizgi olan Türkçülük ideolojisinin milliyetçi duyguları
güçlendirmiş olması, tercih edilecek yolun meşrutiyetine zemin sunuyordu.
“İttihatçı Gelenek” de
tarih sayfalarına böyle giriyordu.
Resmi tarihçiler, yeri geldiğinde toz kondurmadıkları Namık
Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve sayfalarca sayılabilecek isimlerin
Türkçülük ideolojisine hayat verdiklerini bildikleri için İTC’nin ideolojik
argümanlarını daha çok “hürriyet”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi kavramlarla
sunmayı tercih ederler.
1908 ve sonrasında uygulanan politikaların, pek de
propaganda edildiği gibi olmadığını en iyi ezilen-sömürülen, sürgün edilen,
katledilen halklar bilir. İTC’nin gerçekleştirmek istediği projeleri ve onların
sonuçları ayrıca incelendiğinde tablonun asıl renkleri açığa çıkacaktır.
1908’e gelinirken Osmanlı İmparatorluğu’nun genel görünümü
nasıldı? Osmanlı İmparatorluğu’nda öteden beri boyutlanarak devam eden yapısal
meselelerin temelinde ekonomi ve ekonominin hiyerarşik yapılanmasından
kaynaklanan ciddi çelişkiler vardı. Ekonomik sistemin bozulması ve yapısal
çelişkilerle bozulmayı süreklileştiren dinamiklerin kendini durmaksızın
üretmesi ve dış dinamiklerin de artan etkisi problemleri derinleştirdi.
Reformlarla yapısal değişimler, dönüşümler yaşanıyordu ama
bu değişimler köklü meseleleri çözmeye yetmiyordu. Böylece Osmanlı, yapısal
krizleriyle hem de derinleşerek kendi seyrinin devamlılığını sağlıyordu. Toprak
genişliği artık ekonomik olarak itici bir dinamik değildi. Çünkü
kapitalistlerin cirit attığı bir alana dönmüştü.
Tanzimat’tan önce başlayan ticari imtiyazlar, Tanzimat
sonrası, birçok alanı kapsayacak şekilde derinleşmişti. Osmanlı sanayisi ve
ticareti Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindeydi. Kapitalizm bu kesimler
üzerinde hem ticaret hacmini artırıyor hem de ihtiyacına uygun üretim amaçlı
fabri- kalar açıyor ve maden sahalarının işletmesini alarak imtiyazlarını
genişletiyordu.
Sadece Müslüman olmayan burjuvaziyle yapmıyordu bunu. Mevcut
iktidarda söz sahibi olan yani iktidar gücüne sahip devlet yanlısı bürokra-
siyi de, kimi yerel feodal eşrafı da bu kervana katıyordu. Osmanlı’da belirli
bir bürokratik kesimin emperyalizmin politikalarını icra etmesinde önemli
roller oynadıkları bilinmektedir. Emperyalizmle işbirliği yapan bu kesimler,
ticari şirketlerde önemli paylara sahipti. Tabii ki ağırlığı, Müslüman olmayan
burjuvazi oluşturmaya devam ediyordu.
İmtiyazlar, kapitülasyonlar derken Osmanlı artık kendi
topraklarındaki egemenliğini yitiriyordu. Kapitülasyonlarla emperyalist
devletler kendi kurumlarını açabilme imkanı elde ediyorlardı.
1881’de
Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla Osmanlı ekonomisi emperyalistlere
teslim edilme aşamasına gidiyordu. Vergi toplama işi artık bu kuruma bırakılıyordu.
Parayı, İngiliz-Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankası basıyordu.
Emperyalistlerin kendilerine ait postaneleri
ve hatta polis karakolları bulunuyordu. Gümrük vergilerinin toplanmasını bile
yabancılar yapıyordu.
Ekonomik ve sosyal gelişmenin tıkanması ve
kapitülasyonlarla, borçlanmalarla, durmadan genişleyen imtiyazlarla bu
tıkanmışlığın süreklilik kazanması, toplumsal muhalefetin oluşmasını da
sağladı. Sadece iktidar çemberi içinde ve yakın çevresinde yer alan iktidarlaşma
emeliyle muhalif konum alanlardan ibaret bir süreç yaşanmıyordu.
1908’e gelindiğinde bütün inişli çıkışlı seyrine rağmen
özellikle basın alanındaki görece rahatlık ve yaygınlık keza kapitalist
emperyalist sistemin tepeden inme yeniden yapılandırma sürecinin yarattığı
yeniden arayış ve konumlanma, yani dış unsurlardan daha fazla etkilenme ortamı,
şüphesiz ki toplumsal katmanları mevcut düşünce, duygu ve davranış
kalıplarından çıkarıyordu. Bu da daha fazla politik bir atmosferin oluşmasını
sağlıyordu.
1908’e gelirken Osmanlı İmparatorluğu’nun idari
yapılanmasında önemli olan, asker ya da sivil bürokrasinin değişen koşullara
paralel çıkarlarını nasıl biçimlendirdiğini de iyi gözlemlemek gerekir:“Osmanlı
merkezi bürokrasisi 19. yy boyunca güçlenmiştir. Sonuçta bürokrasi iktidara
ortak olabilen güçlü bir katman haline gelmiştir... On dokuzuncu yüzyıl boyunca
toplum katmanlarının hemen hepsi dışarıdan gelen ekonomik baskının oluşturduğu
yeni bir yapıda yerlerini almaktaydılar.
(Türkiye Ekonomisi- nin Tarihi (1900-1960), sf: 128,
Tevfik Çavdar)
Merkezi bürokrasinin güçlenmesi aynı zamanda bu katmanların
kendi aralarında çelişkiler yaşamasına da neden oldu. İktidarda olan ile
olmayan, yakın olan ile uzak olan ya da farklı emperyalist güçlerle
ilişkilerinden do- layı karşı karşıya gelen bürokratik güçlerin çatışmaları söz
konusuydu.
Özellikle farklı emperyalist güçlerle çıkar ortaklığı
noktası merkezi iktidarın da yumuşak karnını ele veriyordu. Bürokratik
kapitalist ilişkiler denince bu kesimler akla ilk gelen temsilcilerdir. Bunlar
zamanla daha fazla ekonomik ve siyasi güç elde ederek komprador burjuva
karakterleriyle sürecin en etkin gücü oldular.
Geç uyanan ve gelişen Alman kapitalizmi II. Abdülhamid
dönemine kadar Osmanlı sınırları içinde kayda değer bir etkiye sahip değildi.
19. yy sonlarına doğru ise Alman kapitalizmi yukarıda
bahsettiğimiz bürokratik kapitalist kesimlerden bir bölümü ile sıkı bir
ekonomik ilişki geliştirmeye başladı. Emperyalistler arası pazarların
paylaşımı, rekabeti İngiltere-Fransa ve Almanya arasında keskinleşerek
devam ediyordu.
Alman kapitalizmi İngiltere ve Fransa’ya nazaran Osmanlı
bürokrasisinde güç ve konum sahibi olan ve merkezi yapıda etkisi bulunan
kesimler üzerinde kendine olanak yarattı. Bu da kısa sürede Osmanlı üzerinde
Alman etkisinin ekonomik yapı dışında siyasal ve idari yapıda daha dinamik bir
etkinin oluşmasını doğurdu.
İngiltere ve Fransa ağırlıklı olarak Müslüman
olmayan kesimlerle ticari, sanayi alanda ilişkilenirken Almanlar merkezi
bürokrasi ağırlıklı bir yolu tercih ettiler. Bu tercih Almanları avantajlı bir
konuma getirdi.
Nitekim
1880’den sonra görülmeye başlayan Alman kapitalizminin yani sömürüsünün etkisi
1888’de Abdülhamid’in de katkısıyla bankacılık, tekstil ve demiryolu inşası
gibi alanlarda geniş imtiyazları getirdi. Bağdat Demiryolu imtiyazı dönemin en
belirgin adımıdır. Zaten zamanla Osmanlı yönetiminde yoğun bir Alman
hayranlığının oluşması ve Almanya’nın baskıcı ve otoriter yönetimine sempatiyle
bakılması, ilişkilerin gidişatını Almanya lehine şekillendiriyordu. Öyle bir
noktaya vardı ki Osmanlı ordusunun eğitiminden sürece göre yapılandırılması
gibi işlerden birinci derecede, memur olarak atanmış olan Alman subayları
sorumluydu.
Alman generali Von der Goltz’un Osmanlı’da genelkurmaylık
düzeyinde 2. başkan sıfatıyla konumlandırılması ise fazla söze gerek
bırakmıyordu.
Alman etkisi dönemin ideolojisinin ve siyasi söylemlerinin
şekillenmesinde yabana atılamayacak kadar önemlidir. 1900’lerin başından
itibaren gücünü daha da artıran Alman emperyalizmi rekabet halinde olduğu diğer
emperyalistlerin Osmanlı’daki uzantılarını tasfiye etmek istiyordu. Daha fazla
sömürü ve kâr için İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle hareket eden Müslüman
olmayan burjuvazi engel teşkil ediyordu.
İşte bunun kaldırılması da milliyetçi ideolojinin kendi ulus
devletini kurabilmeye yönelmesiyle mümkündü. Yani Türk milliyetçiliği
güçlendirilmeliydi. Bunun için zemin yeterli bir potansiyele sahipti. Türk
milliyetçiliğinin gelişip güçlenmesi ve geniş bir toplumsal tabanda destek bulabilmesi
mümkündü. Zaten Osmanlı bürokrasisi ağırlıklı olarak ordu içinden çıktığı için
böylesine ideolojilere açıktı. Ayrıca Balkanlarda kendisini hissettiren
milliyetçi dalga, Türkçülük ideolojisini de tetikliyordu.
Burada ek olarak şu noktaya da vurguda bulunmak gerekir:
Almanya’nın hızlı sanayileşmesi ve üretim kapasitesini durmadan katlaması ve
bunu devlet destekli sanayileşme modeliyle aynı zamanda bütün top- lumu
seferber eden milliyetçi ideolojiyle başarması şüphesiz ki İTC kadrolarının
iştahını kabartıyordu. Batılılaşma, modernleşme söylemlerinin yeni markası
yavaş yavaş Almanya oluyordu.
Bütün bu gelişmeler kaçınılmaz olarak geç gelen uluslaşma
ve ulus devleti kurabilme düşüncesinin de doğmasına vesile oldu. Ama bu süreç
tarihte eşi benzeri az bulunur bir ırkçılığı ve onun acımasız uygulamalarını
doğurdu. Türkleştirme ve Müslümanlaştırma politikası İTC ile başlayan,
Cumhuriyet’le devam eden ve günümüzün de resmi devlet politikası olarak hayat
bulan ve her dönem egemen sınıfların en etkin ideolojik- politik aracı olarak
kullanıldı, kullanılıyor.
İTC’nin 1908’e gelinirken ideolojisi, siyaseti, yönetimi,
sembolleri yavaş yavaş belirginleşmişti. Tabii 1908’e giderken sadece İTC ya da
Osmanlı yönetimi cephesinde yaşananlar dönemi açıklamaya yetmez. 1908’in
yaşanmasında toplumsal tabakadan birçok kesimin mevcut yönetimden hoşnutsuzluğu
ve uygulanan baskıcı politikalara yönelik ekonomik, sosyal, siyasal, etnik ya
da dini inançları bağlamında oluşan düzinelerce muhalif tepkinin oluştuğu ve
bunların da fiili eylemsel nitelik kazanarak sürecin olgunlaşmasına katkı
sunduğu gözardı edilmemelidir.
Osmanlı sınırları içerisindeki farklı milliyete mensup
onlarca kesim yaşıyordu. Ulusal bilinç, gerek kendi dinamikleriyle gerekse de
farklı emperyalist güçlerin etkisiyle her etnik kimlikte somut arayışları ve
yönelimleri şekillendiriyordu.
Osmanlı kaynıyordu.
Bir türlü hakim olamadığı ve önüne geçemediği Kürtleri
1860’lardan sonra görece dizginlemişti. Beyliklerin dağıtılmasıyla kendine
bağlı feodal toprak ağalarıyla süreci yönetiyordu. Kürtlerin her yerde her an
bir isyan çıkarabilme potansiyelini bilen Osmanlı zihniyeti Kürtler arasında
yaratılacak bir parçalanmayı önemsiyordu. Kendine bağlı ve bölgede rahatlıkla
kullanmayı düşündüğü Hamidiye Alayları da 1891’de kuruldu.
Hamidiye Alayları
aynı zamanda Kürtlere nazaran daha hızlı bir uluslaşma süreci yaşayan
Ermenilerin bir süredir farklı illerdeki isyanlarının bastırılması için de
bulunmaz bir güçtü. Nihayetinde öyle de oldu. Hamidiye Alayları bölgenin devlet
destekli çeteleri haline geldi. Katliamlardan yağmaya, köyleri yakıp yıkmaktan
her türlü insanlık dışı uygulamaya kadar önleri alabildiğine açıktı. Hesap
vermeleri dahi söz konusu değildi.
Hamidiye Alayları bölgedeki farklı milliyetlerin Osmanlı’nın
istediği biçimde boğazlaşmalarına neden oldu. 1894’te Bitlis Sason’da başlayan
ve kısa sürede İstanbul, Sivas, Trabzon, Malatya, Erzurum, Diyarbakır gibi
illere sıçrayan ve Ermenilerin isyanı diye işlenerek çatışmaların yaşanmasına
sebep olunan olaylar zinciri, Hamidiye Alaylarının bölgedeki pervasızlığını
güçlendirdi.
Ermeniler ile Türkler, Kürtler ile Ermeniler arasında baş
gösteren böylesi gelişmeler artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir sürecin de
başlangıcıydı.
Osmanlı’nın, toprak bütünlüğünü koruma önceliği ve telaşıyla
bir yandan da imparatorluk bünyesinde gelişmekte olan uluslaşma düşüncesi,
şüphesiz ki sürecin önemli çelişkisi ve çatışma alanı oldu.
Bu alana
emperyalistlerin de dahil olması çatışmalı durumu boyutlandırmakla birlikte
kırılganlaştırdı.
1907’lere gelindiğinde 40 bin civarında Ermeni
öldürülmüştü. İngiltere ve Fransa uzun vadeli çıkar hesabı yaparak “Osmanlı’nın
iç işleri” diyerek Ermenilerin yardım taleplerine yanıt vermeyince Ermeni
örgütleri ve cemaatleri büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak ve bu tablo
Ermeniler için ilk ve son olmayacaktı.
Osmanlı
yönetiminin II. Abdülhamid’le özdeşleyen baskıcı uygulamaları 1908’lere
gelindiğinde geniş kesimler tarafından karşılığını buluyordu. En ücra sınır
bölgelerinden tutun da merkezi birçok alanda mevcut yönetime, politikalarına
yönelik yoğun bir tepki oluşmuştu. Her yerde kendi algısı, kavrayışı oranında
farklı toplumsal kesimlerin ayaklanmaları, eylemleri, işgalleri, grevleri,
protestoları yaşanıyordu. Kabaca bile bakıldığında Trablus, Beyrut, Yemen,
Makedonya, Üsküp, Girit, Bursa, İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon
ve daha birçok ilde, bölgede sayısız gösteriler, isyanlar vardı.
Bunların ezici
çoğunluğu ekonomik-sosyal çerçevede yaşanan baskılara, yönetimin despotik
uygulamalarına yönelen eylemlerdi.
Muhalefetin her geçen gün yayılması, nitelik değiştirerek
hız kazanması Osmanlı yönetimini ürküttükçe baskıcı uygulamalar da aynı hızla
devreye sokuluyordu. Kanla bastırılan eylemler, tutuklamalar, sürgünler ve kimi
illeri kapsayan sıkıyönetim ilanları gibi devletin karşı saldırıları da
devredeydi. Bu da mevcut toplumsal tepkiyi daha fazla ateşlemeye neden oldu. Ne
kanla bastırılan tütün işçilerinin grevleri ne de vergi borçlarını ödemeyen ve
mültezimlere direnen köylülerin eylemleri bütün baskılara rağmen
durdurulabildi.
Kimi illerdeki olaylarda halkla devlet güçleri arasında
çatışmalar dahi yaşanıyordu. Böylesi olaylar esnasında ölen yüzlerce
işçi-emekçi ve yine ölen valiler, ileri gelen yöneticiler, güvenlik güçleri
oldu. Gelişmeleri kontrol altına almak ve isyanları her ne pahasına olursa
olsun bastırmak için durmadan askeri takviyelere başvuran II. Abdülhamid,
olaylar için görevlendirdiği birçok paşasını da suikastlerle kaybediyordu.
Artık toplumsal muhalefet karşısında güçsüzdü.
Bütün bu gelişmeleri yöneten, yönlendiren tek bir öncü
ideolojiden ya da politik güçten söz etmek mümkün değildir. Elbette ki İTC’nin
gizli yapılanması çerçevesinde kimi bölgelerde İTC etkisinden,
yönlendirmesinden söz etmek mümkündür. Ama birçok eylemliliğin de kendiliğinden
gelişmeler şeklinde değerlendirilmesi pek de yanlış olmaz.
Belirtmek gerekir ki her ne kadar İTC sistematik bir
örgütlenme ağı ve kitleleri harekete geçirecek bir rolü tam teşekküllü biçimde
yaratamasa da 1908’e gelindiğinde ülke çapında 200 bine varan üyeye sahipti.
Sadece Makedonya’da ordu içerisinde 15 bin üyesi bulunuyordu. Bu üyelerin ülke
genelindeki ağırlıklı bölümü de ordu bünyesindeydi.
1908’e geri dönersek, II. Abdülhamid, bütün kesimlerin ortak
talebi olan Meşrutiyet’in ilan edilmesi, 1876 Anayasasının yürürlüğe konulması
ve Meclis-i Mebusan’ın açılması gibi 1876’da rafa kaldırdıklarını tekrar
yürürlüğe koymayı kabul ettiğini duyurmasıyla II. Meşrutiyet dönemi başladı.
1908’in olgunlaşmasında İTC’nin ideolojik-siyasi etkisi
önemliydi. 1908 arifesinde her ne kadar başını çektiği kitlesel gösterilerde
“Hürriyet”, “Eşit- lik” sloganları öne çıkartılsa da İTC’nin kadroları ve dayandığı
sınıflar içindi bunlar. İTC kadroları Osmanlılık, İslamlık ideolojisiyle
kamufle edilmiş esasta Müslüman-Türkçü bir anlayışa sahipti. Kısacası Türk
milliyetçiliğinin ideolojik temellerini atan, söylemlerini şekillendiren,
sembollerini oluşturan egemen kurucu yapıdır İTC. “Hürriyet” de, “Eşitlik” de
İTC için iktidarlaşma sürecinin itici dinamikleriydi sadece.
Çünkü gerçek anlamda toplumsal bir devrim amacı taşımıyor,
sorunlu yapıyı yıkmayı düşünmüyorlardı. Aksine, sırtlarını yasladıkları
emperyalist güçlerin çıkarlarına ve onların yerli uzantılarının ortaklaşan
taleplerine cevap verebilecek reformlarla “Osmanlıyı kurtarma ve yaşatma”
amacını güdüyorlardı. Mevcut siyasal yapının açmazları amaca ulaşmayı
engelliyordu. Meşrutiyet ise bunu aşmanın yolu olarak görülüyordu. Onlar için
otokrasinin yıkılmasından çok sultanın indirilmesi ve kendilerine yakın bir
isimle iktidarlaşma süreçlerinin yolunu düzlemek öncelikliydi.
İTC’yi şekillendiren kadrolar tek bir sınıfsal katmandan
oluşmuyordu. Osmanlı bürokrasisinin farklı kesimlerinden ve bu kesimlerden de
daha fazla ekonomik-siyasi güç elde etmek isteyen bürokrat burjuvazinin
temsilcileri vardı.
Komprador burjuvazinin pazardaki etkinliğinden rahatsız olan
orta sınıftan kesimler de bulunuyordu. Müslüman-Türkçü söylemi benimseyen küçük
çaplı ticaret çevrelerinden, eşraftan, memurlardan tutun da ordu içerisinde
görev yapan subayına kadar geniş bir kesimden söz etmek mümkündür.
Bu sınıfların öncülüğünde ilan edilmek zorunda bırakılan II.
Meşrutiyetin niteliği nedir?
Gerçekten de bir devrim midir, devrim ise nasıl bir
devrimdir?
Bu konuda oldukça farklı değerlendirmeler var.
Lenin’in
değerlendirmeleri ise bizler için referans niteliğindedir.
“Örneğin
20. yüzyıl devrimleri alındığında, doğal olarak gerek Portekiz gerekse de Türk
devrimini burjuva devrimler olarak kabul etmek gerekecektir.
Fakat bunların ne biri
ne de diğeri bir ‘halk’ devrimidir. Çünkü halk kitlesi, halkın muazzam
çoğunluğu ne birinde ne de diğerinde, herhangi bir hissedilir biçimde aktif,
bağımsız, kendine ait ekonomik-politik taleplerle ortaya çıkmıyor………..(
Devlet ve Devrim, sy: 53, Lenin)