16 Mayıs 2023 Salı

“Türk Solu” safsatası milliyetçi bakış açısının bir aymazıdır


         Tarihimizden Notlar.....

“Türk Solu” safsatası milliyetçi-     bakış            açısının  bir aymazıdır

      Kavramlar gerçek anlam ve içerikleriyle ele alındığında, her kavramın yerli yerine oturtulması bir sorun oluşturmazken, maddi gerçekliği bilimsel bir analize tabi tutabilme beceri ve yeteneğini gösteremediği gibi, Marksist felsefi dünya görüşü ile bezenemeyen bir gelişim, ne kadar da yırtınsa sorunlar doğru olarak alamayacak ve kavramları, gerçekliğine denk düşmeyen biçimde, kendisi için istediği gibi kullanmayı alışkanlık haline getirecektir.

Her kavramın esas içeriğini bilme işi, Marksist bir bakış açısını gerektirirken, burjuvazinin temel karakterinin özelliği ve “herşey benim” anlayışının yol göstericiliği, her kavramı gerçek özünden kopararak, ona istediği, dü- şündüğü, görmek istediği giysileri giydirmekten geri dur- maz. Gerçekliği olduğu gibi yansıtma becerisi göstereme- yen burjuvazinin durumu, “dibe batarken saman çöplerine sarılmak”tan başka birşey değildir. Marksizmin temel ilkeleri, üzerinde hiç de tartışma gerektirmeyen açıklığa sahip olup, her parçada alacağı özgünlük bu temel esaslar üzerinde şekillenip, gelişir ve bütüne tabi olur.

Günümüzde özelde burjuva ulusal milliyetçiliğin kav- ranması, dağarcığında besleyip büyüttüğü ve hiç de ger- çek özünü vermeyen ve esası milliyetçiliğin, Marksizm’den uzak ama ona geriden ilişmeye çalışan ‘93 sonu rası, özellikle‘de Öca1an’ın yakalanması sürecinde, bundan da fersah fersah uzaklaşmaya çalışan dar, ilkel bakış açısı üzerinde şekillenen, alabildiğine ciddiyetsiz ve savrulan ideolojik çürümüşlüğüne uyarlamaya çalışarak içini boşaltmaktadır. Bu vesileyle güçlü milliyetçi orjinine dayalı esası ile sınıf farklılıklarını gormezden gelen, salt “ulus” ve kimlik idealleri ile burjuvazinin özel mülküne dayalı istem ve talepleriyle alabildiğine hayasızca, entemasyonalizme, salt savaşın boyutunu ve öne çıkan pratik anlamını kullanarak saldırıya geçiyor, geçtiği kadar da, yine kendisini en iyi enternasyonalist ilan etmekten geri durmuyor.

 

Bugünkü savaşın boyutu, çeşitli yanllgılarl, özellikle küçük-burjuvazinin “güce tapma” yapısı içinde arttırıyor, “dize gelmek” görünüyorsa.da, esasen savaşın niçin verildiği sorusunu biraz irdeleme zah- meti gösteren herkes, bu çürük özün üzerinde şekillenen göreli radikal, devrimci savaşım durumunu kolayca yorumlayabilir/kavrayabilir.

 

’Reformlar için devrimci savaşım nasıl ki mümkünse ve hiçbir biçimde nasıl ki devrimci savaşımlar, reformlar, “anayasal” çözümlerin reddi değilse, ilkel burjuva milliyetçiliğin dağarcığındaki özün harcını oluşturan sahiplenme, pazar üzerindeki rekabet bu başkaldırı içinde her daim güçlü bir yan uzlaşma yanı taşırken, bugün milliyetçiliğin, “enternasyonalizm” anlayışını gösterdiği açıktır.

Uzlaşma, eşittir enternasyonalizm olsa gerek. Oysa enternasyonalizm burjuva egemenlerin uzlaşması değil, çeşitli milliyetler- den proletaryanın, ülke, toprak, milliyet, din vs. tüm yarglların bağlısı ol- madan, ortak çıkar -sınıf çıkarları birliğidir.

Kavraınlarla oynama burjuvazinin karakteristik bir özelliği durumunda iken, ondan doğru bir yaklaşım takınmasını / takınabileceğini düşünmemekle birlikt’e, kafaları karıştıran ve onun milliyetçiliğin ilkel ağuları ile bezenmiş ideolojik yapısıyla başta kendi kitlesini yanıltma durumunda olan bu dar ve ne dediği belirsiz yaklaşımları teşhir etmek, gerçek özüyle ortaya koymak, MLM’lerin görevi olduğu konusundan hareketle, günümüzde ağızlarda sakız gibi çiğnenen, çiğnedikçe de sınıf kardeşliğini, halk kardeşliğini yaratan güçlü bağları koparan, çeşitli tonlarda ilkelliği anti-bilimsel düşünce silsilesi ve esasta burjuva milliyetçi açmazının bir yansıması olan “TÜRK SOLU” kavramını irdeleme gereği duyuyoruz.

Burjuva milliyetçiliğin aymazlıüğı  komünist etki ve dönüşüm zemini dışında bar bar bağınrken, herkesi istediği türden bir içerikle düşünmesi, görmek istediğini karşısındakine yüklemesi de bu aymazlığın doğurduğu sonuçtur.

“Türk Solu” kavramı, burjuva milliyetçiliğin, kendi milliyetçi bakış açısı üzerinde şekillenen ve salt milliyeti görebilen tümden burjuva/şoven bir özde gündeme sürülmüştür. Tek bir ifadesi, Türk millıyetinden olan veya sadece onun olan “SOL”u vurgulamakta; toprak, devlet vs. gibi, esası proletaryanın mücadele alanı ve proletaryanın esas kendisine dayanarak yapacağı hareket noktasını da kesinlikle dıştallyor olmakla birlikte, varolan nesnelliği hiç mi hiç ifade eder durumda değildir.

Türk kavramı ile Türkiye kavramı birbirinden içerik olarak nitelik farklılığı taşır.

Türk sadece bir milliyeti veya o milliyetten olanı ifade ederken, Türkiye, “emperyalistler tarafından belirlenmiş, -komünistler açısından bu belirleme meşru olarak görülmese de- bugün somut bir olgu olan ve bir devlet otoritesi altında bulunan bir devlet sınırını ifade eder.

Proletaryanın orijini milliyet değil, sınıf esası üzerine kuruludur.

Milliyetler şeklinde bölünmeler, belirgin çitler çekme proletaryanın menfaatlerine denk olan değildir. Proletarya, savaşımında belli bir devleti kendisine temel olarak alır.” Leninist ilke dahilinde, her sömürücü devlet otoritesinin parçalanması ve o egemenlik altında ezilen tüm ilerici, devrimci, sınıfların ve çeşitli ulus veya milliyetten halkların, özgürleşmesi sorunu olarak meseleyi ele alır.

 

 Ve bu bağlamda bir devlet otoritesi altında varolan toplumsal temel gelişmeleri, tespit ederek, hangisinin hangisini çözeceği noktasından hareketle baş çeli§meyi belirler ve o hedef üzerinde mücadelesini yoğunlaştırır.

 

Proletaryanın esas sorunu sınıfsal çıkar ve tasarrufuna dayalı, dünya proletaryasının sorunu olup, hiçbir dönem daha geri mevzileri buna tercih etmez. Bir devlet otoritesi ve egemen cephenin bulunduğu her özgülde, gerek sosyal, gerekse ulusal mücadelenin ucu bu egemenliğe yönelmek zorundadır. Ortak düşman ve aynı hedef içinde, proletaryanın ülküsü, tüm sınıfdaşları ve yakın uzak tüm müttefikleriyle birleşebilmek, onu kendi önderliği altında hedefe ulaştırabilmektir.

Bugün Türkiye özgülündeki durum bu genel belirlemelerden farklı bir özgüllük taşımadığı gibi,

 “Türk Solu” tabiri tümüyle ayakları havada, burjuva milliyetçi fosilleşmenin bir yansımasından başka bir şey olmadığı da açıktır.

 

Şöyle ki; sömürüye dayalı bir devlet sınırları içinde farklı birçok ulusun varlığının mümkün olduğu her durumda, bu devlet otoritesini parçalama ve siyasi iktidar mücadelesi verme uğraşında olan proletarya, dev- let otoritesi altında her milliyet ve ulustan sınıfdaşlarının birliğini, MLM olmanın temel koşulu gereği savunmaktadır.

Türk, Kürt uluslarına ve çeşitli milliyetlere mensup proletarya, esas sı- nıfsal istem ve taleplerle egemen devlet otoritesini yıkmaya giriştiğinde, mücadelesini bu devlet sınırları içinde herhangi bir ulus topraklarında başlatabileceği ve ona uygun bir yönelim içine girebileceği gibi, her ulus ve- ya milliyetten proleterlerin esas istemi birliği zayıflatma değil, pekiştirme olduğu ve bunun temel koşulu olarak da ezen ulus proleterlerinin ezilen ulusun özgürlüğü ve Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı’nı (ayrılıp ayrı devlet kurma hakk ı) özgürce kullanması yönünde tavır koyarken, ezilen ulus proleterlerinin tavrı ise sürekli birlikte devrim yönünde olmak zorundadır.

 

Bununla birlikte, proletarya hiçbir zaman milliyet esasına dayalı bir isimlendirmeyi tercih etmeyecek, esas alacağı, devlet sınırları ve o devletin hükmettiği alanın tümüdür ve bunun varolan ifadesidir.

Yani, Türkiye bugün bu ifadenin kendisidir. “Türkiye Solu” terimi, aynı zamanda içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Arap milliyetlerin- den, tüm kesimi ifade etmekte iken, “Türk Solu” bunu salt Türk milliyetinden olan “solu” ifade eder ki bu tümüyle bugün Öncünün ve birçok devrimci yapılanmanın varolan nesnelliği ile bağdaşır durum da değildir.

 

 Türk veya Kürt solu ifadeleri, burjuva milliyetçi/şoven anlayışların bezenişini sergileyen bir fosilleşmeden başka bir şeyi ifade etmez. Kürt ve Türk halkının ortak mücadelesini örgütleme yerine, her Kürt olanın, sadece Kürtlüğü etrafında şekillenme, salt burjuva ulusal istemler içinde olmayı isteyen, sınıfsal bakış açısından, her milliyetten proleterlerin sınıf kardeşliği anlayışından uzak, burjuvazinin, enternasyonal proletaryanın temel enternasyonalist ilkelerini iğdiş ederek, içinde bulunduğu aymazlığı sergilemektedir.

Bir yapılanmanın siyasi durumunu ve niteliğini ortaya koyabilmek için, onun siyasal düşüncelerini, siyasi hedeflerini, ittifak politikalarını irdelemek ve onun teorik siyasal hedef ve belirlemelerine denk düşen veya düşmeyen pratiğini sorgulayarak sonuca gidilebilinir. Bu durumda yapılanmanın adı, her ne kadar siyasi hattı, hedefleri yanında tali ve bilimsel bir yanı oluştururken, bunun aynı zamanda hareketin siyasi niteliğine denk, onu yansıtan olması gerekir.

Bunu bilimsel olarak ortaya koymak bir zorunluluk arzeder. Türkiye terimi o sınırları içerisinde çok çeşitli milliyetlerden oluşan bütünü ifade eder. Ve bu durumda Türkiye örgütü olmak bu çeşitli milliyetlerden oluşan tüm ezilenlerin örgütü, öncüsü olmak demektir.

Bu nesnel ve bilimsel doğruyu büyük bir ham kafalılıkla es geçerek, halka ona hiç de öyle olmayan, siyasi hattı ve genel niteliği açıkça sergilenen bir örgüte salt bir milliyetten ezilenlerin temsilcisiymiş görüntüsü vermek “burjuvazinin batarken saman çöplerine sarılması”ndan başka bir şey olabilir mi?

 

Türkiye örgütü olmak demek, elbette ki hiçbir biçimde Türkiye devlet sınırları içerisinde varolan çeşitli ulus farklılıkları ve varlıklarını, çeşitli milliyetlerden oluşumunu reddetmek demek değildir. Türkiye proletaryasından söz edildiğinde, bugün Türkiye sınlrları içerisinde yaşayan her milliyetten proletarya kastedilmektedir.

Bu durumda hiçbir şekilde bu ifade Türk proletaryası olarak geçmez. Bundan ancak derin bir alıklık örneği sergileyenler böyle bir anlam çıkarmaya çalışırlar?

Türkiye devlet sınırları dahilinde bugün Türkiye Kürdistanı diye bir olgunun varlığı komünistlerin 1970’lerde ortaya koyduğu bir durumdu.

 

 Ve bugün T.Kürdistanı topraklarında ve diğer alanlarda yükselen mücadelesi bağrında ağırlığı-Kürt- ler’den oluşan proleterleri taşımaktayken ve esas mücadele alanları bu topraklar iken, bu neden Kürt proleterleri veya Kürt örgütü olarak lanse edilmiyor da salt örgütün isminde yeralan Türkiye belirlemesi ki bu yanlış değildir- bilimsel görüntüsüne yaslanarak bu örgüt bir çırpıda Türk örgütü oluveriyor.

 

Oysa Kürt örgütü olabilmesi için daha büyük nedenleri var. Birincisi bünyesinin büyük bir çoğunluğu Kürt kökenlidir, ikincis, esas mücadele alanı Türkiye Kürdistanı’dır ve Kürt sorununa en doğru ve tutarlı yaklaşımı sergileyendir. Ama bütün bunlara rağmen “Kürdistan’ın tek sahibi Kürt burjuvazisidir” anlayışı, kendisinin varlığından başka hiç- bir şeye tahammül edemez.

 

“Herşey benim” der. Burjuva milliyetçiliğinin kendisi için kazanım olarak alabileceği ve bu türden kavramları istediği biçimde yaklştırmayı esas alarak, sınıf farklılıkları ve ezen-ezilen ilişkisi bağlamında çeşitli ulus proleterlerini yönlendirme yerine Kürt halkını Türk halkıyla diğer çeşitli milliyetlerden halkla karşı karşıya getirmek olduğu ve bunun sonuçta burjuvazinin sınıf niteliğinin ve güçlü sahiplenme istemlerinin yönlendirdiği aynı sınıfdaşları karşı karşıya getirmek olduğu ortadadır.

 

 Kürt ulusunun ulusal ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkın ın en teminatlı savunucusu ancak halkların proletarya önderliğindeki birliği olduğu ilkesi MLM’lerin temel hareket noktasıdır.

Bunun uygulanabilirliği ancak varolan egemen devlet otoritesinin parçalanmasıyla olanaklı olduğu ve bu süreçte ulusal sorunun proletaryanın siyasi iktidar mücadelesinden ayrı ele alınamayacağı, proletaryanın kendi bayrağı onun savaş cephesin- de ezilen halkların mücadelesiyle birleşerek ilerler.

Salt Kürt veya salt Türkler adına yola çlkan hangi siyaset olursa olsun -tek devlet otoritesinin tek ezen ezilen ilişkisinin bulunduğu özgülde burjuva milliyetçi/şoven ideolojik şekillenmesinin bir yansımasından başka birşey değildir. Proletaryanın ve ezilen halkların ortak mücadele birliğini savunmak demek, elbette her özgül ve parçadaki halkın özgüllüğünü dikkate almama, ona uygun özel politikalar belirlememe olmadığı gibi, ezilen ulusun halkına güven verebilme de, çok daha bir özenle geliştirilecek özgün siyasete bağlıdır.

 

 

Burjuva milliyetçiliğinin “Türk Solu” kavramında diretmesi ve onu Türk-Kürt ve bu özgülde varolan her milliyetten proletaryanın ortak mücadelesini savunmama noktasından hareket ederek tek devlet sınırlarının bugünkü somut durumunu kendi mücadele alanı olarak bölüp her yapılanmaya yakıştırması, salt Türkler’in solcuları olarak ilan etmesi, onun kendisini T.Kürdistanı’nın tek sahibi olarak görmesi ve bunu çeşitli kereler direkt ve dolaylı ilan edişiyle, T.Kürdistanı toprakları üzerinde yükselen her sınıfsal hareketi dıştalama, onun Kürt yoksul köylülüğü ve işçileri arasında değer bulmasını engelleme amacı gütmektedir. Bu amaç, burjuvazinin halka rağmen halk adına kendisini herşey gören ve Türkiye Kürdistanı’nın “tek sahibi” olduğunu ilan ederek dışındaki örgütlere yaşam hakkı tanımamasıdır.

“Türk solu, Kürdistan’da misafirdir” türünden söylemler de esasta burjuva milliyetçiliği “herşeyin sahibi benim” anlayışının varlığından başka birşey değildir.

Ulus ve halk adına, onun ulusal ve demokratik talepleri için yola çıktığını iddia edenlerin halk demokrasisinden ne kadar uzak olduğunu gösteren bu tavır, burjuvazinin sınıfsal ayrımını gündeme getiren ve uzun vadede onun varlığını tehdit eden sınıfsal mücadelenin önüne geçme amacı gütmektedir.  

Burjuva milliyetçiler ve herkes çok iyi bilir ki, Türkiye bugün Türkiye Kürdistanı’nı da içinde taşıyan egemen burjuvazinin Misak-ı Milli sınırları dediği ve emperyalistlerin Lozan ile Kürdistan’ı bölerek ve yok sayarak kurdukları TC devleti ve onun toprak sınırlarıdır.

 

Ve bu sınırlarda egemen devlet otoritesi Kürt-Türk ve çeşitli milliyetlerden halk üzerinde faşist devlet otoritesidir. Kürt halkı ve proleterlerinin, Türk proleterleri ve halkı ile birlikte ortak hedefe yönelmeleri MLM olmanın temelidir.

Bu böyle, MLM olmanın kıstası iken, kendi dışında gelişen burjuva demokratik devrimci hareketlerin varlığını tanımakla birlikte onun sınıf kardeşliğini dinamitleyen, sınıfdaşları milliyetçilik temelinde karşı-karşıya koyan ve sürekli bunu geliştirmeye çalışan yönüne karşı gelişen gerekli mücadeleyi de yürütür/yürütmelidir.

Bu durumda hareketin adının “Türkiye” deyimiyle söyleniyor olması, esasen mücadele alanlarını belirleyen devlet sınırlarını ifade ederken, Kürdistan’ın varlığını yadsımaz.

 Ancak, mücadele eksenine sadece Kürtler için bir savaşımı koyan, siyasal hedeflerini ve mücadelesi- nin esasına bu doğrultuda yönlendiren bir yapılanma Kürt solu olur ya da her isteyenin hiçbir nesnelliğe dayanmayan, bilimsel analiz ve ayrıştırmadan uzak tarzda istediğine istediğini yapıştırması ancak diyalektik bir yöntemden uzak burjuvazinin işi olabilir.

 

Siyasal mücadeleye salt Türkler için içerik yüklemek koşullarımız içerisinde ezen ulus şovenizmi iken; salt Kürtler için bir mücadele de ezilen ulus milliyetçiliğinden başka birşey olmadığı gibi, Kürt veya Türk kavramının, hiçbir sınıfsal ayrım yapmadan, egemen ve egemen olmayan bütünü kapsayan şekilde kullanılması da ancak burjuva bakış açısının dağarcığında mevcut olandır.

 

Kendisini “Kürt solu” ilan edip, Kürt ulusu ve halkı adına tek siyasetçi olarak kendisini herşeyin sahibi olarak görmesi, halk demokrasisinin temel koşulu olan halkın devrimci otoriteler arasında tercihine tahammül edemeyen burjuva milliyetçiliğinin “Türk Solu” kavramını piyasaya sürüp, ona sıkı sıklya tu- tunmasındaki esas öz de, kendisi dışında hiç kimseyi Kürt sorununun muhatabı ve çözümleyicisi olarak görmediği gibi, hiçbir biçimde Kürt halkının yarattığı değerleri başkalarıyla paylaşamamasıdır.

 

Oysa ki, bu değerlerin yaratıcıları ayni zamanda bugün Kürt işçileri ve köylüleri ve tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın sınıfsal varlığına dayanan öncünün gerçekliği olduğu gibi, “Türk Solu” yakıştırmasıyla, Kürt milliyetçiliğinin güçlü dayanaklarını yaratmaya ve zaten bu çerçevede şekillendirdiği kitleleri sınıfsal bakış açısından, sınıf çıkarları için mücadeleden men etmeyi amaç edinmektedir.

Sonuç olarak söylenmesi gereken, “Türk Solu” kavramının Öncüye ve ayn örgütlenme gerekliliği üzerine kurulu olmayan diğer devrimci örgütlere yakıştırılması, kavramların içini boşaltan anti-bilimsel bir yaklaşımı içermektedir.

Türkiye kavramı, Türk-Kürt ve çeşitli milliyetlerden ezen ve ezilenleri kapsarken, farklı uluslar ın varlığını yadsımaz. Ve proletaryanın kendisine hareket noktası olarak alacağı da, tek devlet otoritesi altında yaşayan tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın ortak mücadelesidir.

Tersi düşünüldüğü zaman, Kürdistan partisi şeklinde ifadelendirilen bir yapılanmanın da, Türkiye Kürdistanın da varolan çeşitli milliyetlerden (Arap, Türk, Azeri vb.) halkı dıştaladığı anlamı çıkmaz mı?

Elbette ki Türkiye kavramını kullanan yapılanmalara yakıştırılan şey orada diğerini de ayni içerikte belirler. Sorun görmek istediğini değil, varolan gerçekliği görmek olmalıdır. Ya da aksi, bir aymazlık örneği olmaktan öteye gidemez.

 Partizan_sayı_32


TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)