25 Mayıs 2023 Perşembe

İbrahim Kaypakkaya Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM_2

KEMALİZMʼİN İDEOLOJİK-POLİTİK AÇIDAN FİLİZLENDİĞİ TARİHSEL TEMEL

Her egemen sınıf gibi burjuvazi de kendi tarihine resmiyet kazandırırken egemen bir güç olarak iktidarlaştığı andan itibaren ihtiyacı olan ideolojik, siyasi, kültürel, psikolojik, ahlaki vs. bir dizi aracı güçlendirerek kalıcılaştır- maya yönelir. Bunu yaparken çıkarları gereği tarihi yeniden yazmayı esas alır. Tarihsel süreci ve sürecin ana eksenini doğrudan kendisiyle başlatır. Kendisini var eden önceki toplumsal yapıyı ya da süreci inkar etmek artık olağan bir davranış olarak görülür.

TC tarihi de kendisini kurarak iktidarlaşanların, ders kitaplarında empoze ettikleri gibi 19 Mayıs 1919’da başlatılır. Gerisi yani öncesi lüzumsuz bir teferruattır ve aslolan cumhuriyettir artık.

“Ulu önder” her şeyi 15 Ekim 1927 yılında TBMM’de okumaya başladığı ve 20 Ekim’de son bulan “Nutuk”ta belirtmiştir. Sistemin tarihsel metni olarak kabul görür ve herkesin üzerine titreyeceği tarihe dair düşünce sınırları ve içeriği dokunulmaz bir resmiyet kazanır. Böylece TC’nin siyasal tarihi, kutsanan M. Kemal’in iktidarlaşma sürecinde istediği başarıya ulaşmasıyla ihtiyaca göre yazılmış olur.

Fakat materyalist tarih anlayışı, böylesine öznel tutumlarla dizilen ve bir sistemin resmi sıfatı niteliği verilerek meşruiyet kazandırılan çarpıtma tarihe karşı kayıtsız kalamazdı. Nitekim Kaypakkaya resmi ideolojinin kendisi için kurgulamış olduğu bu tarihe karşı başkaldırıyordu.

Güvenilir bir tanık, sağlam bir Bolşeviktir” dediği Şnurov’un, Kemalist hareketin niteliği ve iktidarlaşmasıyla birlikte kurduğu düzenin uygulamaları üzerine yaptığı gözlem ve değerlendirmeleri esas alarak, öğretilmiş olan resmi tarih karşısında materyalist tutumla mevzileniyordu.

Kaypakkaya, öğretilen resmi tarihin referans noktalarına bağlı değildi. Kemalizm’in köklerinin izini yakalamıştı. “Kemalist devrim, Jön Türk devriminin benzeri ve izleyicisidir” diyerek önemli bir noktaya işaret ediyordu.

 Kemalist tarih anlayışında 1919 öncesinin yakın dönemi yani 1908’le başlayan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) iktidarlaşmasıyla devam eden, Osmanlı’nın emperyalistlerce paylaşılmasıyla nihayete eren süreç, pek de kabul görmez. Çünkü emperyalist paylaşım savaşının sonuçlarıyla oluşan yeni duruma uyum sağlayabilmek ancak ve ancak geçmişin inkarıyla ve ondan “kopuşla” mümkündü. Emperyalist-kapitalist sistem, haritaları yeniden çizerken Kemalistler de kendilerinden istenilen rollere uygun davranmak durumundaydılar.

Oysa bugün halen resmi tarih, Kemalist hareketi ve onun iktidarlaşmasıyla oluşan “cumhuriyet” rejimini ve bu rejimin niteliğini İttihat ve Terakki’nin ideolojisinden, politik görüşlerinden ve uygulamalarından tamamen ayrı tutar ve bir “kopuş” olarak nitelendirir. Halbuki gerçek tarih bilimi yani materyalizm, olguları ve süreçleri incelediğinde İTC ve onun iktidarlaşmasını sağlayan temel dayanakların devamı niteliğindeki bir Kemalizm’e işaret etmektedir.

 

 Bir kopuş değil aksine bariz bir devamlılık söz konusudur. Biraz olsun İTC sürecini ve tarihsel arka planını irdelemek gerekir. Kema- lizm ile İTC arasındaki ilişkinin, bağın aslında ne kadar da organik olduğunun ve birinin zemin, diğerinin de kabaca tasfiye edilen bu zemin üzerine yükselen bina olduğunu iyi görmek lazım. Aksi takdirde Kemalizm’e dair resmi tarihin zihinlere vurduğu kulluk halkasından kurtulmak mümkün olmayacaktır.

Kaypakkaya’nın Kemalizm’e dair tahlillerini tarihsel kökleriyle daha iyi kavramak için bu sürece kısaca da olsa değinmek bir zorunluluktur.

İttihat ve Terakki Partisi’nin (İTP) ideolojisi, siyasi emelleri, yaratmak istediği iktidar biçimi, ekonomik-sosyal projeleri, mevcut rejime bakışı ve öngördüğü reformları, dayandığı ve sözcülüğünü yaptığı sınıfsal-sosyal kesimlerin niteliği, iktidarlaşma yöntemi vs. ile iyi irdelendiğinde aslında nasıl da Kemalizm ile somutlanan gerçekliğin bir ön tasarımı, provası ve benzeri olduğu görülür.

Şunu baştan söylemek pek de abartılı olmaz; Kemalizm, İTP’nin mirasçısıdır, onun devamcısıdır, tamamlayıcı nitelikteki bir sonraki aşamasıdır.

 

a)       İTC’yi doğuran şartlar ve 1908

Osmanlı İmparatorluğu bir yandan iç yapısal sorunları gereği ekonomik, sosyal ve siyasal temelde köklü krizler yaşarken bir yandan da hızla gelişen serbest rekabetçi kapitalizm ve onun yayılmacı baskısıyla karşı karşıyaydı. Bu sürecin bunalımını aşmak için kimi düzenlemelere başvuruyordu. 19. yüzyılın neredeyse tamamı Osmanlı’nın güç kaybeden sürecini durdurabilmek ve varlığını sürdürebilmek amaçlı tepeden inmeci kimi düzenlemelerle geçmiştir.

 

Burada şüphesiz ki belirleyici dinamik batıda gelişen ve hızla yayılmakta olan serbest rekabetçi kapitalizm ve sonrasında emperyalizmdir. Kapitalist sistem, kendine daha geniş sömürü alanı açarak hem gelişimini devam ettirebilir hem de kendisini daha ileri bir düzeye taşıyabilirdi. Bunun için de pazar alanlarının genişletilmesi gerekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu bu yönüyle bulunmaz bir nimetti. Zaten uzun süreden beri olgunlaşmakta olan bir ilişki vardı. Osmanlı’nın yapısal krizi, serbest rekabetçi kapitalizmin pazar arayışıyla örtüşen özellikler taşıyordu. Yani bağımlılık ilişkisi hem ka- çınılmazdı hem de Osmanlı açısından bir soluklanma niteliğindeydi.

 

Nihayetinde serbest rekabetçi kapitalizm Osmanlı’nın mevcut krizini, pazara olan ihtiyacı açısından bir fırsata dönüştürüyordu. Böylece derinleşmesi kaçınılmaz bir sömürgeleşme sürecinin önü iyice açılıyordu. Osmanlı, kendi yapısal bunalımını “batıya uyum” bağlamında ama kapitalizminin de ihtiyaçlarına cevap verebilecek niteliklerde olan reformlarla aşma çabasındaydı. Temel amaç, düzeni reformlarla kurtarabilmek ve yaşatabilmekti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun düzeni, askeri-feodal karakterine göre şekillenmişti. Sürekliliğinde ordu temel araçtı. Güçlü ordusuyla işgal ettiği topraklardan elde ettiği ganimet ve rant, düzenin garantisi gibiydi. Gelişen kapitalizm Osmanlı’nın kurulu düzenini tehdit ediyordu artık. Düzen, sürece yanıt olmuyordu. Öncelikli adım düzenin temel aracı olan ordunun “ıslah” edilmesiydi. Osmanlı’da hakim olan ve orduyla devletsel varlığı birbirinden kopmaz kılan tutumun (askeri nitelik), gerek İTC ile farklılaşan dönemde gerekse de Kemalist iktidarın oluşturulmasında nasıl da ortak bir temel teşkil ettiği takip edilebilir.

1789’de Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adıyla başlatılan reformlarda öncelik, mevcut ordunun düzenini değiştirerek batı tarzı bir ordunun yaratıl- masına verildi. Bunun için batılı subaylardan eğitim alınıyor, yeni silahlarla ordu donatılıyordu vs. Bu reformun mali yükü ise şüphesiz ki vergi yükü altında inleyen halkın omuzlarına yükleniyordu. Ne de olsa devlet, kendi bekası için açlığı ve yokluğu halka reva görüyordu.

Her reform adımı serbest rekabetçi ve ardından da emperyalizmle ilişkilerin derinleşmesini beraberinde getiriyordu. Ekonomik bunalım borçlanmayı, borçlanma da zincirleme olarak imtiyazlara giden yolu genişletiyordu. Bağımlılık, süreklileşme kanalını bulmuştu.

Nizam-ı Cedid Ordusu oluşturulurken yeniçeri ordusunun tasfiye endişesi merkezi otorite ile yerel güçleri karşı karşıya getirmişti. İktidar mücadelesi her düzenleme esnasında farklı biçimlerde devreye giriyordu. Ordudaki reform süreci “Senet-i İttifak” denilen ve padişahın mutlak otoritesinde ilk defa belirli bir sınırlama sağlayan anlaşmayla sonuçlanıyordu. Ama bedeli, 1826’daki yeniçeri kıyımıyla ödenmişti. İsyan eden yeniçerilerden binlercesi kaldıkları ocaklarda top atışları altında katledilmişti.

Dönemin reformlarından bir diğeri de “Tanzimat” (Düzenleme) denilen fermandır. 1839 yılında okunan bu ferman, devam eden ve aşılamayan yapısal sorunlara emperyalistlerin istekleri çerçevesinde çare bulma amacı güdüyordu. Halbuki süreç reformlarla tersine çevrilecek gibi değildi. Yayılmakta olan kapitalizm, beraberinde uluslaşma sürecinin fitilini de ateşliyordu.

 

“Osmanlıcılık” fikriyle farklı etnik kimlikler bir arada tutulmaya çalı- şılsa da 1820’lerde Yunanlıların ayrılarak kendi devletini kurmaları, “Osmanlıcılık” fikrinin, önüne geçilemez sürece cevap olamayacağının ilk işaretiydi.

Devamında, Osmanlı Paşası Kavalalı M. Ali Paşa’nın Mısır’da bağımsızlığını ilan etmesi (1830) sıkıntıların yeni bir boyut kazanarak derinleşmesine işaret ediyordu. Osmanlı fiilen toprak yitiriyordu. Bu yönlü her gelişme Osmanlı’nın yapısal bunalımını reformlarla aşmaya itiyordu.

Osmanlı daha fazla toprak yitirmek istemiyordu. İngiltere ve Fransa ise sömürgeci politikalarıyla Osmanlı’yı sıkıştırıyor ve ekonomik-siyasal egemenliğini derinleştirmeye çalışıyordu. 1838’de İngiltere’yle Balta Limanı Anlaşması’nın imzalanması batının mallarının Osmanlı pazarına neredeyse gümrüksüz sokulmasının önünü açmıştı. Osmanlı, tepeden dayatılsa da yapısal dönüşümün kaçınılmazlığıyla yüzleşmek durumundaydı.

Tanzimat Fermanı tam da bu süreçte ilan ediliyordu. Osmanlı sınırları içerisinde ticari kapitalizm çerçevesinde ilişkiler esasta Müslüman olmayan kesimlerce yürütülüyordu. Bunlar Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdi. Müslüman-Türk olmayan ticaret burjuvazisi, serbest rekabetçi kapitalizmle ilişkilerini sıkılaştırmak ve yaygınlaştırmak istiyordu.

 

Ama Osmanlı düzeni içerisinde hem sosyal konum hem siyasal ve hukuki haklar bağlamında kendilerine kısıtlamalar konmuştu. Yabancı kapitalistler ticari ilişkilerini bu kesimlerle sürdürdüklerinden, daha serbest hareket edebilmek için mevcut uygulamaların değişimini istiyorlardı. Hem bu istek hem de farklı inanç ve etnik kimliğe sahip çevrelerin Osmanlı sınırları içerisinde kalmasını sağlama arayışı Tanzimat Fermanı’nın ilanını sağladı.

Bu fermanla Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan farklı inanç ve etnik kimliğe sahip tüm kesimlerin can ve mal güvenliği olacak ve hepsine mülkiyet hakkı tanınacak ve bu da devlet tarafından güvence altına alınacaktı. Bu görünen yanı olsa da Tanzimat’la başlayan reformlar süreci, zayıflamakta olan merkezi otoritenin gücünü yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu esasta. Hukuk alanında, vergi toplama sisteminde düzenlemeler yapılarak yerel otoriteyle yaşanan çatışmalı halin merkezi otorite lehine dönmesi de amaçlanıyordu.

Tabii serbest rekabetçi kapitalistler için bunlar yetersizdi. 1856’da “Islahat Fermanı” yürürlüğe konuldu. Islahat Fermanı’yla serbest rekabetçi kapitalistlerin Osmanlı topraklarında ticari ilişkiler sürdürdükleri Müslüman olmayan komprador burjuvazinin haklarının genişletilmesi sağlanıyordu. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki vergi eşitsizliği belirli oranda gideriliyor, inanç özgürlüğü getiriliyor, devlet kurumlarında Müslüman olmayanlar da çalışma hakkı elde ediyordu.

 Ayrıca Osmanlı’nın ekonomik sorunlarının “giderilmesi” ve kalkınmasının sağlanması için batılı bankalara kapıların açılması, sermaye gruplarının çağrılması, yararlı olacağı düşünülen iktisadi kurumların -bankalar gibi- oluşturulması isteniyordu.

Aynı yıl toprak kanunu çıkartılıyor ve 1858’de “Toprak Kararnamesi” yürürlüğe konuluyordu. Vergi sisteminin sorunlu olması ve hatta kimi beyliklerden vergi alınmaması söz konusuydu. Serbest rekabetçi kapitalistler, Osmanlı’nın fazla vergi toplamasını istiyordu. Bunun için göçebe aşiretleri de yerleşik hale getirerek toprağı işlemelerini ve böylece tarımsal alanda da ticaret olanağının yaratılmasını amaçlıyorlardı.

 

 Bu da ancak beyliklerin tasfiye edilmesi ve toprakların dağıtılmasıyla mümkün olabilirdi. Böylece daha fazla vergi toplanabilecekti. 1858 kararnamesi bu amacı taşıyordu. Ama bir diğer önemli yanı da şüphesiz ki Kürt beyliklerinin isyanlarıydı; 1837’de Revanduz, 1842’de Bedirhan Bey’in “Bağımsız Kürdistan” amaçlı isyanı, 1855 Yezdarşer İsyanı Kürt beyliklerine tanınmış olan “yarı bağımsız” statünün Osmanlı’nın yapısal krizlerinin derinleştiği dönemde daha fazla sorun olmaması gerekiyordu. Böylece yüzlerce yıldır devam eden uygulama sonlandırılıyordu. Ama her ne pahasına olursa olsun Osmanlı İmparatorluğu gelişmekte ve yayılmakta olan kapitalizmin etkisiyle uluslar cephesinde darbe yemekten kaçamayacaktı.

1870’lerde Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar ve Romenler imparatorluktan ayrılarak kendi devletlerini kurmaya başlıyorlardı.

 Artık ne reformlar ne de Osmanlıcılık söylemi kendi mecrasında akan süreci durdurabiliyordu.

 Parçalanma devam ederken kapitalistler de daha fazla fiili dayatmalarda bulunarak Osmanlı’yı sömürgeleştirme yönünde kuşatıyordu.

1838’de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Anlaşmasıyla başlayan süreç, hızını kesmeden ilerledi.

1856’da Fransa, Rusya, İngiltere ve Prusya arasında imzalanan “Paris Barış Konferansıyla” Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti altına alma yükümlülüğü üstlenildi.

 Böylece Osmanlı’nın iç işlerine daha fazla müdahale edebilme imkanı sağlıyorlardı. Zaten aynı yıllarda borçlandırma süreci de devreye sokulmuştu.

1856’da İngiliz bankerlerince kurulan Osmanlı Bankası ve 1861’de Fransız sermayesinin de katılımıyla güçlendirilmesi daha sonraki yıllarda sağlanacak imtiyazları genişletecekti.

Her ne kadar batılı kapitalistler, Müslüman olmayan burjuvaziyle irtibatlı olsa da ve kendisi açısından kayda değer komprador bir sınıf bulsa da bir yandan da Osmanlı’nın düzeni içerisinde palazlanmış olan bürokratik burjuvaziyi de önemsiyordu.

Müslüman olmayan burjuvazinin siyasi gücü, yok denecek düzeyde zayıftı. Osmanlı’nın idari yapılanmasında söz sahibi olan bürokrat burjuvazi, eksikliği hissedilen siyasal güce ulaşmanın aracı olabilirdi. Bu kesim genellikle reformlardan yanadır. Zaten yerel düzeydeki konumundan dolayı o gücü elde ettiği için merkezi otoritenin yetkilerini sınırlayan ve kendi çıkarlarına hizmet edebilen her girişimi destekleme eğilimindeydi. Bu kesim, bir yandan da Müslüman olmayan burjuvazinin güç- lenmesinden hoşnut değildi. Aralarındaki çelişki, ilerleyen süreçte derinleşerek yeni biçimlere evrilecek ve daha da keskinleşecekti.

Tanzimatla başlayan reformlar süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yandan dağılma, parçalanma seyrini durdurma amacını yansıtsa da öte yandan da kapitalistlerin sömürgeleştirme politikaları karşısındaki boyun eğişi ifade ediyordu. Osmanlı idaresi, bürokrasisi, aydınları vs. genel atmosferi ve niteliğini halen kavrayamıyordu. Kapitalizm hızla girdiği her coğrafyanın ekonomik-sosyal dinamiklerine etkide bulunuyordu.

 

Kendilerine bağımlılığı esas alarak ulus devletlerin doğuşuna ortam hazırlıyorlardı. Bölgesel çıkarlar, değişen dinamiklerle ve kimi önceliklerle yeniden biçimlendiriliyordu. Kapitalist sömürünün önüne engel olan ya da olma potansiyeli taşıyan bütün dinamikler, sürecin ruhuna uygun bir pozisyona getirilmeye çalışılıyordu.

İngiltere ve Fransa 19. yüzyıl boyunca Rusya’nın güneye doğru yayılmasını engellemek için Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne vurgu yaparak Osmanlı’ya destek verirken, Balkanlardaki ulusal devletlerin oluşumu ve Osmanlı’dan kopuşu konusunda da elinden gelen yardımı esirgemiyordu. Biliyorlardı ki Osmanlılık söylemi değişen ve ilerleyişinin önüne geçilemeyen sürece çare değildi.

Kısaca özetlemek gerekirse, 1876’ya doğru Osmanlı’daki görünüm, ömrünü biraz daha uzatma telaşı içerisinde tepeden uygulanan reformlarla nefeslenme ve kendini yaşatma arayışını yansıtıyordu. Toprak kayıpları devam ediyor, reformlar beklenen direnci oluşturmuyor, ekonomi, her geçen gün zayıflıyor ve serbest rekabetçi kapitalizme derinden bağlanıyor, yönetici erkler arasındaki iktidar kavgası da dönemin rengine paralel dal- galı biçimde devam ediyordu.

Bu yıllar aynı zamanda serbest rekabetçi kapitalizmin emperyalist aşamaya evrildiği döneme rastlar. Bu durum doğrudan Osmanlı coğrafyasına yansır. Serbest rekabetçi kapitalizmin klasik özelliği olan meta ihracının yerini, emperyalizmin özelliği olan sermaye ihracı alır. Osmanlı bu değişimden meta ihracı yerine sermaye ihracına maruz kalarak etkilenir.

 

Yüzyılın ortalarında başlayan borçlanma artık denetlenemez aşamaya varır. Borç borçla ödenmeye başlanır. Osmanlı toprakları emperyalizmle tanışır.

Aslında Tanzimat’la başlayan ve devam eden reformlar azımsanmayacak düzeydeydi. Tepeden dayatma şeklinde somutlansalar da mevcut yapısal tıkanmayı, egemen hale gelmeye çalışan sürece uyum temelinde aşabilme yönü ağır basıyordu. İdari sistemde, mali alanda, hukuk alanında, eğitimde vs. birçok reform en azından yasal çerçevede oluşturuluyor, fakat birçoğu tepeden ve serbest rekabetçi kapitalist sistemlerden ithal edildiği için yeterince uygulanma imkanı bulamıyordu.

Bu sürecin önemli etkilerinden bir tanesi şüphesiz ki eğitim alanında yapılan reformlardır. Eğitim programı hazırlanıyor, temel eğitim zorunlu kılınıyor, öğretim yöntemleri modernleştirilmeye çalışılıyor, belirli sayıda hane esas alınarak okullar açılıyor vs.

Yine, batıda eğitim alabilme imkanlarının artması ve buralarda eğitim gören kuşakların farklı fikirlerle tanışmaları, etkilenmeleriyle sonraki süreci etkileyecek yeni düşünce akımları da filizleniyordu. Bunların ezici çoğunluğu genç subaylardan, tıp eğitimi almış tabiplerden ve kimi yazar aydınlardan oluşuyordu.

 

Osmanlı’nın gidişatından memnun olmayan, reformları yetersiz gören ya da mevcut halini benimsemeyen farklı düşünce grupları yavaş yavaş şekilleniyordu.

1865 itibariyle “Jön Türkler” (Genç Türkler) adı anılmaya başlanır. “Yeni Osmanlılar” diye farklı bir muhalif grup da aynı dönemlerde adından söz ettirir. Arayışlardaki ortak nokta, Osmanlı’nın

 gidişatındaki olumsuz seyri durdurmak için daha köklü reformların yapılmasını sağlayabilmektir.

“Yeni Osmanlılar” muhalif oldukları düzenden kopuk değillerdi. Osmanlı hiyerarşisi içerisinde etkin olan bürokrasiyle sıkı ilişkileri bulunuyordu. Bir yandan mevcut olanı eleştirirken bir yandan da bu düzen içerisinde daha etkin bir konum elde etme arayışındaydılar. Bunların çoğu devlet kurumla- rında yetişmişlerdi.

Modern olanı arzuluyor olsalar da siyasi düşüncelerindeki çatışmalı durum, onları eskinin içerisinde tutmaya yetiyordu. Bu da böylesine grupların amaçlarını ve söylemlerindeki gerçeğin daha iyi anla- şılmasını kolaylaştırıyordu. Bu tablo Osmanlı’daki muhalefet geleneğinin nasıl olduğunu da izah ediyordu. Sistemi eleştirirken onun sürekliliğinin kaygısını öne çıkaran bu siyaset geleneği de bu dönemde şekilleniyordu. Muhalif kimliğin sınırları sistemle kurulan ilişkinin çerçevesiyle belirleni- yordu. Zaten hepsinin esas kaygısı Osmanlı çatısı altındaki tüm unsurların birliğinin sağlanması yönündeydi.

1860’dan itibaren Osmanlı’nın siyasal zemininde, üzerinde durulan konu meşrutiyetti. Bürokrasi ile saray arasındaki iktidar mücadelesi 1876’da I. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle sonuçlansa da sonraki dönemin esaslı mücadele alanı olmaya devam edecekti.

1.Meşrutiyet’in ilanıyla Kanun-i Esasi yani Anayasa kabul ediliyor, Meclis-i Mebusan için seçimlere gidiliyor ve parlamento 1877‘de açılıyordu.

 

Tabii Meşrutiyetin ilanı ya da Anayasanın kabulü, iktidarı elinde bulunduranlar için çok da bağlayıcı olmayacaktı. Nitekim tahta oturan 2. Abdülhamid 1877 Osmanlı-Rus Savaşını gerekçe göstererek meclisi tatil ediyor ve Kanun-i Esasi’yi de rafa kaldırıyordu.

 

1908’e kadarki 30 yıllık zamanın öncelikli politik talebini Abdülhamid’in tatil ettiği meclisin yeniden açılması ve Anayasanın tekrar yürürlüğe konması oluşturacaktı.

Peki, 1. Meşrutiyet’in ilan edilişine neden olan girişimin niteliği ve bunu yapanların amacı neydi?

Tanzimat geleneğini sürdüren paşalar, izledikleri politikalarla Osmanlı’nın kötüye gidişatını durduramıyordu. Bunun için bütün kesimlerin ortak bir paydada uzlaşmasını sağlayacak araçlar lazımdı. Yeni bir anayasa ve parlamento yeterli görülüyordu.

“Yeni Osmanlılar” o sürecin fikirsel öncülüğünü yapıyorlardı. Ama amaçları arasında Osmanlı çatısı altında yaşayan farklı etnik kimliğe ve inanca sahip halklar yararına bir şey yoktu. Çünkü Yeni Osmanlılar üst tabaka kesimlere mensuptular. Osmanlı yönetiminde daha fazla konum alma ve gücünü artırma amacı taşıyorlardı. Sınıfsal niteliklerine uygun olarak da tepeden inmeci bir girişimle mevcut padişahın tahttan indirilmesini ve kendilerinin tercih ettikleri yeni bir padişahın tahta geçirilmesini istiyorlardı.

 

 Nitekim iktidar kavgası eşliğinde 23 Aralık 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edildi. Yerel güç sahibi feodaller, komprador nitelikli burjuva kesimler, merkezi bürokrasi ve batılı kapitalistler gibi tepedeki odakların yeni bir anayasa etrafında uzlaşması anlamına geliyordu meşrutiyet.

Bu siyaset geleneği sonraki bütün çalkantılı aşamaların niteliğinde rol oynayacaktı. Tepeden inmeci siyaset geleneği iktidarlaşma hevesi taşıyan kesimlerin vazgeçilmez tarzı olarak Türkiye’nin siyasal tarihine yazılacaktı. Bugün bile 1. Meşrutiyet’in ilanını “devrim” diye ifadelendirenler bulunuyor.

Oysa ne Kanun-i Esasi ne de Meclis-i Mebusan gerçekliği fiiliyatla devrimci değişimi yaratacak özellikler taşıyordu. Çünkü parlamentonun yasama yetkisi yok denecek seviyedeydi ve yürütmeye etkisi ise bulunmuyordu. Parlamentonun kapatılması, dağıtılması padişahın insafındaydı. Her ne kadar padişahın mutlak otoritesi anayasal temelde sınırlamalara maruz kalsa da halen güçlü bir konumdaydı. Anayasayı rafa kaldırması ve Meclisi Mebusan’ı tatil etmesi bunun önemli göstergesidir. Tepeden inmeyle gelen, aynı tarzda feshedilebiliyordu.

1877 sonrasında Osmanlı’nın ekonomik-siyasal rotasında önemli bir farklılık olmadı. II. Abdülhamid, baskıcı uygulamalarıyla esas olarak sırtını dayadığı devlet bürokrasisiyle, yerel feodal güçleriyle, batılı sermayedarlarla, tüccar, eşraf kesimiyle iktidarını pekiştiriyordu. Abdülhamid döneminin en belirgin yanı, emperyalizmin Osmanlı’yı sömürgeleştirmesine hizmet edecek sayısız imtiyazın verilmesidir.

II.Abdülhamid’in baskıcı yönetim anlayışı Osmanlı’nın siyasal ortamını da etkiledi. Yeni Osmanlılar tasfiye edildi. Kalanlar ülke dışına kaçtı. Oluşacak yeni muhalif gruplar ise şüphesiz ki Yeni Osmanlıların devamı olacaktı. Dönemin siyasi atmosferi sınırlı tonlara sahip olduğundan böyle bir

devamlılık kaçınılmazdı.

1880’lerde artan eğitim olanakları siyasal etkinliğin renklenmesini de beraberinde getirir. Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi okullar yeni düşüncelerin de doğduğu mekanlar olur. 1880’lerin ortasından itibaren Abdülhamid iktidarına karşı farklı düşünce grupları, farklı örgütlenmeler şeklinde ortaya çıkar.

Nihayetinde 1889 yılında İ. Temo, İ. Sukuti, A. Cevdet ve M. Reşid isimli dört öğrenci, düşünceleri çerçevesinde “İttihad-ı Osmani” adlı cemiyeti kurarlar. Daha sonra Fransa’da Ahmet Rıza tarafından kurulan ve düşünsel olarak benzerlik gösteren başka bir hareketle birleşilir.

 Cemiyetin ismi de İttihad ve Terakki olarak değiştirilir. İTC kuruluş amaçlarını açıklarken, “Osmanlı düzeninin sürdürülmesi için gerekli olduğuna inandığımız hanedanı devirmek değildir” düşüncesi oldukça anlamlıdır. İTC de dönemin diğer hareketleri gibi Osmanlı’nın dağılıp parçalanmasını engellemeyi esas almıştı. Osmanlılık, İslamlık ve Türkçülük gibi dönemin akımlarının İTC bileşenleri üzerinde karma denebilecek tarzda etki yaptığı biliniyor. Ama esas eğilim Türkçülük temelinde somut bir niteliğe bürünme yönündeydi. Başından beri Jön Türk olarak isimlendirilmesi de boşuna değildi.

İTC kurulduğu ilk dönemki kadrosal niteliklerini devam ettiremedi. Tarihsel koşullarla olgunlaşan farklı fikirler söz konusuydu. 1908’e gelene kadar Osmanlı toprakları üzerinde ekonomik-sosyal politikalar bağlamında oldukça hareketli sayılabilecek bir süreç yaşandı. Doğal olarak bu süreç mevcut düşünce akımlarını da etkiledi.

Kuruluşunda “Osmanlı birliği”ni esas alan İTC kadroları, 1907’ye gelindiğinde artık Türkçü, Turancı ideolojinin İslami vurgularla harmanlaşmış biçimini politik bir çizgi olarak benimsiyor ve yönelimini ona göre belirliyordu.

 

Aslında bu noktaya geliş normaldi. İTC’yi kuran ve zamanla içerisinde etkin görevler üstlenen kadroların çoğunluğu asker kökenliydi. İTC gerek ülke içinde gerekse de ülke dışında 1902 sonrası ağırlıklı olarak bu nitelik- teki kadroların faaliyetleriyle örgütlendi ve örgütlenme ağını yaygınlaştırdı. Özellikle ülke içerisinde ordu kurumlarının olduğu her alanda çok daha hızlı destek buluyor ve somut örgütlenmelere gidiliyordu. Asker etkinliği şüphesiz ki ordu içerisinde daha üst düzeyde subayları, askeri bürokrasiden belirli kesimleri ve mevcut yönetimiyle ihtilaflı kimi paşaları dahi İTC’ye yönlendiriyordu. İTC artık öğrencilerin kurduğu bir hareket değildi.

İTC, inişli-çıkışlı sürecine rağmen, 20. yüzyılın başında Osmanlı’nın ideolojik ve siyasal rotasının çizilmesinde belirleyici olmuştur. 1908’e doğru gidilirken Osmanlı’daki yaklaşık yüz yıllık reform süreci, temel meseleleri çözemediği gibi, kimi noktalarda daha da kangren bir hal almıştı.

Buna rağmen İTC’nin tasarladığı iktidar ve ona ulaşma biçimi aynıydı. Sultan tahttan indirilmeli, 76 Anayasası yürürlüğe konulmalı, Meclis-i Mebusan açılmalı, ıslahatlara devam edilmeli, batının yararlı olabilecek usülleri alınmalıydı.

Bunun için padişaha suikast hesaplarından, saraya darbe yapılmasından ve yabancı devletlerin müdahalesinin de bir seçenek olarak değerlendirilmesine kadar kimi yollara başvurulması meşru görülüyordu. Zaten İTC bünyesinde asker kökenlilerin ağırlık kazanması ve en güçlü örgütlenmelerinin de yine ordu birimleri içerisinde olması ve yine Osmanlılık söylemi altında hakim ana çizgi olan Türkçülük ideolojisinin milliyetçi duyguları güçlendirmiş olması, tercih edilecek yolun meşrutiyetine zemin sunuyordu.

“İttihatçı Gelenek” de tarih sayfalarına böyle giriyordu.

Resmi tarihçiler, yeri geldiğinde toz kondurmadıkları Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve sayfalarca sayılabilecek isimlerin Türkçülük ideolojisine hayat verdiklerini bildikleri için İTC’nin ideolojik argümanlarını daha çok “hürriyet”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi kavramlarla sunmayı tercih ederler.

 

1908 ve sonrasında uygulanan politikaların, pek de propaganda edildiği gibi olmadığını en iyi ezilen-sömürülen, sürgün edilen, katledilen halklar bilir. İTC’nin gerçekleştirmek istediği projeleri ve onların sonuçları ayrıca incelendiğinde tablonun asıl renkleri açığa çıkacaktır.

1908’e gelinirken Osmanlı İmparatorluğu’nun genel görünümü nasıldı? Osmanlı İmparatorluğu’nda öteden beri boyutlanarak devam eden yapısal meselelerin temelinde ekonomi ve ekonominin hiyerarşik yapılanmasından kaynaklanan ciddi çelişkiler vardı. Ekonomik sistemin bozulması ve yapısal çelişkilerle bozulmayı süreklileştiren dinamiklerin kendini durmaksızın üretmesi ve dış dinamiklerin de artan etkisi problemleri derinleştirdi.

Reformlarla yapısal değişimler, dönüşümler yaşanıyordu ama bu değişimler köklü meseleleri çözmeye yetmiyordu. Böylece Osmanlı, yapısal krizleriyle hem de derinleşerek kendi seyrinin devamlılığını sağlıyordu. Toprak genişliği artık ekonomik olarak itici bir dinamik değildi. Çünkü kapitalistlerin cirit attığı bir alana dönmüştü.

Tanzimat’tan önce başlayan ticari imtiyazlar, Tanzimat sonrası, birçok alanı kapsayacak şekilde derinleşmişti. Osmanlı sanayisi ve ticareti Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin elindeydi. Kapitalizm bu kesimler üzerinde hem ticaret hacmini artırıyor hem de ihtiyacına uygun üretim amaçlı fabri- kalar açıyor ve maden sahalarının işletmesini alarak imtiyazlarını genişletiyordu.

Sadece Müslüman olmayan burjuvaziyle yapmıyordu bunu. Mevcut iktidarda söz sahibi olan yani iktidar gücüne sahip devlet yanlısı bürokra- siyi de, kimi yerel feodal eşrafı da bu kervana katıyordu. Osmanlı’da belirli bir bürokratik kesimin emperyalizmin politikalarını icra etmesinde önemli roller oynadıkları bilinmektedir. Emperyalizmle işbirliği yapan bu kesimler, ticari şirketlerde önemli paylara sahipti. Tabii ki ağırlığı, Müslüman olmayan burjuvazi oluşturmaya devam ediyordu.

İmtiyazlar, kapitülasyonlar derken Osmanlı artık kendi topraklarındaki egemenliğini yitiriyordu. Kapitülasyonlarla emperyalist devletler kendi kurumlarını açabilme imkanı elde ediyorlardı.

 

1881’de Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla Osmanlı ekonomisi emperyalistlere teslim edilme aşamasına gidiyordu. Vergi toplama işi artık bu kuruma bırakılıyordu. Parayı, İngiliz-Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankası basıyordu.

 

 Emperyalistlerin kendilerine ait postaneleri ve hatta polis karakolları bulunuyordu. Gümrük vergilerinin toplanmasını bile yabancılar yapıyordu.

Ekonomik ve sosyal gelişmenin tıkanması ve kapitülasyonlarla, borçlanmalarla, durmadan genişleyen imtiyazlarla bu tıkanmışlığın süreklilik kazanması, toplumsal muhalefetin oluşmasını da sağladı. Sadece iktidar çemberi içinde ve yakın çevresinde yer alan iktidarlaşma emeliyle muhalif konum alanlardan ibaret bir süreç yaşanmıyordu.

 

1908’e gelindiğinde bütün inişli çıkışlı seyrine rağmen özellikle basın alanındaki görece rahatlık ve yaygınlık keza kapitalist emperyalist sistemin tepeden inme yeniden yapılandırma sürecinin yarattığı yeniden arayış ve konumlanma, yani dış unsurlardan daha fazla etkilenme ortamı, şüphesiz ki toplumsal katmanları mevcut düşünce, duygu ve davranış kalıplarından çıkarıyordu. Bu da daha fazla politik bir atmosferin oluşmasını sağlıyordu.

1908’e gelirken Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapılanmasında önemli olan, asker ya da sivil bürokrasinin değişen koşullara paralel çıkarlarını nasıl biçimlendirdiğini de iyi gözlemlemek gerekir:“Osmanlı merkezi bürokrasisi 19. yy boyunca güçlenmiştir. Sonuçta bürokrasi iktidara ortak olabilen güçlü bir katman haline gelmiştir... On dokuzuncu yüzyıl boyunca toplum katmanlarının hemen hepsi dışarıdan gelen ekonomik baskının oluşturduğu yeni bir yapıda yerlerini almaktaydılar.

(Türkiye Ekonomisi- nin Tarihi (1900-1960), sf: 128, Tevfik Çavdar)

Merkezi bürokrasinin güçlenmesi aynı zamanda bu katmanların kendi aralarında çelişkiler yaşamasına da neden oldu. İktidarda olan ile olmayan, yakın olan ile uzak olan ya da farklı emperyalist güçlerle ilişkilerinden do- layı karşı karşıya gelen bürokratik güçlerin çatışmaları söz konusuydu.

Özellikle farklı emperyalist güçlerle çıkar ortaklığı noktası merkezi iktidarın da yumuşak karnını ele veriyordu. Bürokratik kapitalist ilişkiler denince bu kesimler akla ilk gelen temsilcilerdir. Bunlar zamanla daha fazla ekonomik ve siyasi güç elde ederek komprador burjuva karakterleriyle sürecin en etkin gücü oldular.

Geç uyanan ve gelişen Alman kapitalizmi II. Abdülhamid dönemine kadar Osmanlı sınırları içinde kayda değer bir etkiye sahip değildi.

19. yy sonlarına doğru ise Alman kapitalizmi yukarıda bahsettiğimiz bürokratik kapitalist kesimlerden bir bölümü ile sıkı bir ekonomik ilişki geliştirmeye başladı. Emperyalistler arası pazarların paylaşımı, rekabeti İngiltere-Fransa ve Almanya arasında keskinleşerek devam ediyordu.

Alman kapitalizmi İngiltere ve Fransa’ya nazaran Osmanlı bürokrasisinde güç ve konum sahibi olan ve merkezi yapıda etkisi bulunan kesimler üzerinde kendine olanak yarattı. Bu da kısa sürede Osmanlı üzerinde Alman etkisinin ekonomik yapı dışında siyasal ve idari yapıda daha dinamik bir etkinin oluşmasını doğurdu.

 İngiltere ve Fransa ağırlıklı olarak Müslüman olmayan kesimlerle ticari, sanayi alanda ilişkilenirken Almanlar merkezi bürokrasi ağırlıklı bir yolu tercih ettiler. Bu tercih Almanları avantajlı bir konuma getirdi.

Nitekim 1880’den sonra görülmeye başlayan Alman kapitalizminin yani sömürüsünün etkisi 1888’de Abdülhamid’in de katkısıyla bankacılık, tekstil ve demiryolu inşası gibi alanlarda geniş imtiyazları getirdi. Bağdat Demiryolu imtiyazı dönemin en belirgin adımıdır. Zaten zamanla Osmanlı yönetiminde yoğun bir Alman hayranlığının oluşması ve Almanya’nın baskıcı ve otoriter yönetimine sempatiyle bakılması, ilişkilerin gidişatını Almanya lehine şekillendiriyordu. Öyle bir noktaya vardı ki Osmanlı ordusunun eğitiminden sürece göre yapılandırılması gibi işlerden birinci derecede, memur olarak atanmış olan Alman subayları sorumluydu.

 

Alman generali Von der Goltz’un Osmanlı’da genelkurmaylık düzeyinde 2. başkan sıfatıyla konumlandırılması ise fazla söze gerek bırakmıyordu.

Alman etkisi dönemin ideolojisinin ve siyasi söylemlerinin şekillenmesinde yabana atılamayacak kadar önemlidir. 1900’lerin başından itibaren gücünü daha da artıran Alman emperyalizmi rekabet halinde olduğu diğer emperyalistlerin Osmanlı’daki uzantılarını tasfiye etmek istiyordu. Daha fazla sömürü ve kâr için İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle hareket eden Müslüman olmayan burjuvazi engel teşkil ediyordu.

İşte bunun kaldırılması da milliyetçi ideolojinin kendi ulus devletini kurabilmeye yönelmesiyle mümkündü. Yani Türk milliyetçiliği güçlendirilmeliydi. Bunun için zemin yeterli bir potansiyele sahipti. Türk milliyetçiliğinin gelişip güçlenmesi ve geniş bir toplumsal tabanda destek bulabilmesi mümkündü. Zaten Osmanlı bürokrasisi ağırlıklı olarak ordu içinden çıktığı için böylesine ideolojilere açıktı. Ayrıca Balkanlarda kendisini hissettiren milliyetçi dalga, Türkçülük ideolojisini de tetikliyordu.

Burada ek olarak şu noktaya da vurguda bulunmak gerekir: Almanya’nın hızlı sanayileşmesi ve üretim kapasitesini durmadan katlaması ve bunu devlet destekli sanayileşme modeliyle aynı zamanda bütün top- lumu seferber eden milliyetçi ideolojiyle başarması şüphesiz ki İTC kadrolarının iştahını kabartıyordu. Batılılaşma, modernleşme söylemlerinin yeni markası yavaş yavaş Almanya oluyordu.

Bütün bu gelişmeler kaçınılmaz olarak geç gelen uluslaşma ve ulus devleti kurabilme düşüncesinin de doğmasına vesile oldu. Ama bu süreç tarihte eşi benzeri az bulunur bir ırkçılığı ve onun acımasız uygulamalarını doğurdu. Türkleştirme ve Müslümanlaştırma politikası İTC ile başlayan, Cumhuriyet’le devam eden ve günümüzün de resmi devlet politikası olarak hayat bulan ve her dönem egemen sınıfların en etkin ideolojik- politik aracı olarak kullanıldı, kullanılıyor.

İTC’nin 1908’e gelinirken ideolojisi, siyaseti, yönetimi, sembolleri yavaş yavaş belirginleşmişti. Tabii 1908’e giderken sadece İTC ya da Osmanlı yönetimi cephesinde yaşananlar dönemi açıklamaya yetmez. 1908’in yaşanmasında toplumsal tabakadan birçok kesimin mevcut yönetimden hoşnutsuzluğu ve uygulanan baskıcı politikalara yönelik ekonomik, sosyal, siyasal, etnik ya da dini inançları bağlamında oluşan düzinelerce muhalif tepkinin oluştuğu ve bunların da fiili eylemsel nitelik kazanarak sürecin olgunlaşmasına katkı sunduğu gözardı edilmemelidir.

Osmanlı sınırları içerisindeki farklı milliyete mensup onlarca kesim yaşıyordu. Ulusal bilinç, gerek kendi dinamikleriyle gerekse de farklı emperyalist güçlerin etkisiyle her etnik kimlikte somut arayışları ve yönelimleri şekillendiriyordu.

Osmanlı kaynıyordu.

Bir türlü hakim olamadığı ve önüne geçemediği Kürtleri 1860’lardan sonra görece dizginlemişti. Beyliklerin dağıtılmasıyla kendine bağlı feodal toprak ağalarıyla süreci yönetiyordu. Kürtlerin her yerde her an bir isyan çıkarabilme potansiyelini bilen Osmanlı zihniyeti Kürtler arasında yaratılacak bir parçalanmayı önemsiyordu. Kendine bağlı ve bölgede rahatlıkla kullanmayı düşündüğü Hamidiye Alayları da 1891’de kuruldu.

 Hamidiye Alayları aynı zamanda Kürtlere nazaran daha hızlı bir uluslaşma süreci yaşayan Ermenilerin bir süredir farklı illerdeki isyanlarının bastırılması için de bulunmaz bir güçtü. Nihayetinde öyle de oldu. Hamidiye Alayları bölgenin devlet destekli çeteleri haline geldi. Katliamlardan yağmaya, köyleri yakıp yıkmaktan her türlü insanlık dışı uygulamaya kadar önleri alabildiğine açıktı. Hesap vermeleri dahi söz konusu değildi.

Hamidiye Alayları bölgedeki farklı milliyetlerin Osmanlı’nın istediği biçimde boğazlaşmalarına neden oldu. 1894’te Bitlis Sason’da başlayan ve kısa sürede İstanbul, Sivas, Trabzon, Malatya, Erzurum, Diyarbakır gibi illere sıçrayan ve Ermenilerin isyanı diye işlenerek çatışmaların yaşanmasına sebep olunan olaylar zinciri, Hamidiye Alaylarının bölgedeki pervasızlığını güçlendirdi.

Ermeniler ile Türkler, Kürtler ile Ermeniler arasında baş gösteren böylesi gelişmeler artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir sürecin de başlangıcıydı.

Osmanlı’nın, toprak bütünlüğünü koruma önceliği ve telaşıyla bir yandan da imparatorluk bünyesinde gelişmekte olan uluslaşma düşüncesi, şüphesiz ki sürecin önemli çelişkisi ve çatışma alanı oldu.

 Bu alana emperyalistlerin de dahil olması çatışmalı durumu boyutlandırmakla birlikte kırılganlaştırdı.

1907’lere gelindiğinde 40 bin civarında Ermeni öldürülmüştü. İngiltere ve Fransa uzun vadeli çıkar hesabı yaparak “Osmanlı’nın iç işleri” diyerek Ermenilerin yardım taleplerine yanıt vermeyince Ermeni örgütleri ve cemaatleri büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak ve bu tablo Ermeniler için ilk ve son olmayacaktı.

Osmanlı yönetiminin II. Abdülhamid’le özdeşleyen baskıcı uygulamaları 1908’lere gelindiğinde geniş kesimler tarafından karşılığını buluyordu. En ücra sınır bölgelerinden tutun da merkezi birçok alanda mevcut yönetime, politikalarına yönelik yoğun bir tepki oluşmuştu. Her yerde kendi algısı, kavrayışı oranında farklı toplumsal kesimlerin ayaklanmaları, eylemleri, işgalleri, grevleri, protestoları yaşanıyordu. Kabaca bile bakıldığında Trablus, Beyrut, Yemen, Makedonya, Üsküp, Girit, Bursa, İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon ve daha birçok ilde, bölgede sayısız gösteriler, isyanlar vardı.

 Bunların ezici çoğunluğu ekonomik-sosyal çerçevede yaşanan baskılara, yönetimin despotik uygulamalarına yönelen eylemlerdi.

Muhalefetin her geçen gün yayılması, nitelik değiştirerek hız kazanması Osmanlı yönetimini ürküttükçe baskıcı uygulamalar da aynı hızla devreye sokuluyordu. Kanla bastırılan eylemler, tutuklamalar, sürgünler ve kimi illeri kapsayan sıkıyönetim ilanları gibi devletin karşı saldırıları da devredeydi. Bu da mevcut toplumsal tepkiyi daha fazla ateşlemeye neden oldu. Ne kanla bastırılan tütün işçilerinin grevleri ne de vergi borçlarını ödemeyen ve mültezimlere direnen köylülerin eylemleri bütün baskılara rağmen durdurulabildi.

Kimi illerdeki olaylarda halkla devlet güçleri arasında çatışmalar dahi yaşanıyordu. Böylesi olaylar esnasında ölen yüzlerce işçi-emekçi ve yine ölen valiler, ileri gelen yöneticiler, güvenlik güçleri oldu. Gelişmeleri kontrol altına almak ve isyanları her ne pahasına olursa olsun bastırmak için durmadan askeri takviyelere başvuran II. Abdülhamid, olaylar için görevlendirdiği birçok paşasını da suikastlerle kaybediyordu. Artık toplumsal muhalefet karşısında güçsüzdü.

Bütün bu gelişmeleri yöneten, yönlendiren tek bir öncü ideolojiden ya da politik güçten söz etmek mümkün değildir. Elbette ki İTC’nin gizli yapılanması çerçevesinde kimi bölgelerde İTC etkisinden, yönlendirmesinden söz etmek mümkündür. Ama birçok eylemliliğin de kendiliğinden gelişmeler şeklinde değerlendirilmesi pek de yanlış olmaz.

Belirtmek gerekir ki her ne kadar İTC sistematik bir örgütlenme ağı ve kitleleri harekete geçirecek bir rolü tam teşekküllü biçimde yaratamasa da 1908’e gelindiğinde ülke çapında 200 bine varan üyeye sahipti. Sadece Makedonya’da ordu içerisinde 15 bin üyesi bulunuyordu. Bu üyelerin ülke genelindeki ağırlıklı bölümü de ordu bünyesindeydi.

1908’e geri dönersek, II. Abdülhamid, bütün kesimlerin ortak talebi olan Meşrutiyet’in ilan edilmesi, 1876 Anayasasının yürürlüğe konulması ve Meclis-i Mebusan’ın açılması gibi 1876’da rafa kaldırdıklarını tekrar yürürlüğe koymayı kabul ettiğini duyurmasıyla II. Meşrutiyet dönemi başladı.

1908’in olgunlaşmasında İTC’nin ideolojik-siyasi etkisi önemliydi. 1908 arifesinde her ne kadar başını çektiği kitlesel gösterilerde “Hürriyet”, “Eşit- lik” sloganları öne çıkartılsa da İTC’nin kadroları ve dayandığı sınıflar içindi bunlar. İTC kadroları Osmanlılık, İslamlık ideolojisiyle kamufle edilmiş esasta Müslüman-Türkçü bir anlayışa sahipti. Kısacası Türk milliyetçiliğinin ideolojik temellerini atan, söylemlerini şekillendiren, sembollerini oluşturan egemen kurucu yapıdır İTC. “Hürriyet” de, “Eşitlik” de İTC için iktidarlaşma sürecinin itici dinamikleriydi sadece.

 

Çünkü gerçek anlamda toplumsal bir devrim amacı taşımıyor, sorunlu yapıyı yıkmayı düşünmüyorlardı. Aksine, sırtlarını yasladıkları emperyalist güçlerin çıkarlarına ve onların yerli uzantılarının ortaklaşan taleplerine cevap verebilecek reformlarla “Osmanlıyı kurtarma ve yaşatma” amacını güdüyorlardı. Mevcut siyasal yapının açmazları amaca ulaşmayı engelliyordu. Meşrutiyet ise bunu aşmanın yolu olarak görülüyordu. Onlar için otokrasinin yıkılmasından çok sultanın indirilmesi ve kendilerine yakın bir isimle iktidarlaşma süreçlerinin yolunu düzlemek öncelikliydi.

İTC’yi şekillendiren kadrolar tek bir sınıfsal katmandan oluşmuyordu. Osmanlı bürokrasisinin farklı kesimlerinden ve bu kesimlerden de daha fazla ekonomik-siyasi güç elde etmek isteyen bürokrat burjuvazinin temsilcileri vardı.

Komprador burjuvazinin pazardaki etkinliğinden rahatsız olan orta sınıftan kesimler de bulunuyordu. Müslüman-Türkçü söylemi benimseyen küçük çaplı ticaret çevrelerinden, eşraftan, memurlardan tutun da ordu içerisinde görev yapan subayına kadar geniş bir kesimden söz etmek mümkündür.

Bu sınıfların öncülüğünde ilan edilmek zorunda bırakılan II. Meşrutiyetin niteliği nedir?

Gerçekten de bir devrim midir, devrim ise nasıl bir devrimdir?

Bu konuda oldukça farklı değerlendirmeler var.

Lenin’in değerlendirmeleri ise bizler için referans niteliğindedir.

“Örneğin 20. yüzyıl devrimleri alındığında, doğal olarak gerek Portekiz gerekse de Türk devrimini burjuva devrimler olarak kabul etmek gerekecektir.

Fakat bunların ne biri ne de diğeri bir ‘halk’ devrimidir. Çünkü halk kitlesi, halkın muazzam çoğunluğu ne birinde ne de diğerinde, herhangi bir hissedilir biçimde aktif, bağımsız, kendine ait ekonomik-politik taleplerle ortaya çıkmıyor………..( Devlet ve Devrim, sy: 53, Lenin)

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)