22 Mayıs 2023 Pazartesi

İbrahim Kaypakkaya Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM_1


                                                                  sf: 14-214

İbrahim Kaypakkaya  Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe

Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM

 

 DOĞUŞU, GELİŞİMİ, KURUMSALLAŞMASI-GİRİŞ

“Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beyinlerin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır... Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım.

(Alman ideolojisi (Feuerbach), sy: 35 K. Marks, F. Engels)

K. Marks ve F. Engels Alman ideolojisini değerlendirirken oldukça isabetli olan bu belirlemeyi yapıyorlardı. Şüphesiz ki bu belirleme Kemalizm ideolojisini ve onun tabulaştırılarak yaşatılmaya çalışılan gerçekliğini de açıkça ifade ediyor. Bir ideoloji, bir sistem veyahut bir egemen güç ne kadar efsanevileştirilir, mitleştirilirse bir o kadar da dokunulmazlık zırhına büründürülür. Bu da yığınlar nezdinde ulaşılmaz bir tabu algısının, fikrinin oluşmasını sağlar.

Böylece, erişilmezlik duygusu, mevcut egemen güç karşısında kendi zayıflığına yenik düşer ve can çekişse dahi tabunun yeniden yeniden diriltilmesi yönünde kendini konumlandırır. Artık egemen olan ve yaratıcılık düzeyinde kutsanan ideolojik güç, kendisi için devasa bir alan yaratmış olur ve bilinçsiz yığınların sahipleniciliğinde sürekliliğini güvence altına alır.

İşte Kemalizm de tam böylesine bir ideolojidir. Ve elbette ki basite alınacak ya da dar bir ideolojik çerçeve içerisinde tanımlanabilecek herhangi bir olgu değildir.

Kemalizm, cumhuriyet olarak şekillenen devletsel yapılanmanın kurucu ideolojisi ve bu yapılanmanın kurumsallaşmış egemen siyasal gücü olmakla beraber, kendi çürümüşlüğü içerisinde tabulaştırılarak durmadan hayat verdirilen ve sürekliliğini de tapınmavari resmiyet kazanmış dokunulmazlığından alan ve topyekün toplumun ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel, psikolojik, ahlaki vb. bütün dokusuna nüfuz ederek şekillenmesini sağlayan bütünlüklü bir ideolojidir. Kemalizm gerçekliğinin kapsayıcılığına öncelik verilmesi ve tarihsel materyalist tutuma bağlı kalarak tahlil edilmesi, şüphesiz ki bu ideolojinin daha somut biçimde kavranması açısından önemlidir.

 

Eğer benimsetilenle gerçek arasındaki örtü kaldırılamaz ve zihinleri kuşatmış olan söylemler tarumar edilemezse, resmi ideoloji olarak tanımlanan Kemalizm, egemen güç olarak yığınları esaret altında tutmaya devam edecektir. Bu yüzden Kemalizm’in hem tarihsel temellerini hem de bugününü biçimlendiren ideolojik-siyasal arka planı geniş kitlelere azami düzeyde teşhir edebilmek ve kavratabilmek çok önemlidir.

 Diyalektik yöntemle izlenecek yol, kaçınılmaz olarak bu yanıltıcı örtünün sökülüp atılmasını ve gerçeğin en yalın haliyle kavranmasının önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacaktır.

Bunun için temel referans niteliğindeki Marks ve Engels’in şu vurgusu, yöntemin daha iyi algılanması açısından oldukça önemlidir.

“Burjuvazi, eskiden kalma bütün dayanıklı ve ulu kurumları; büyük sanayi, rekabet ve dünya pazarı sayesinde fiilen nasıl darmadağın ediyorsa, aynı şekilde bu diyalektik felsefe, bütün mutlak ve nihai gerçek kavramları, kendilerine tekabül eden insanlığın mutlak durumları, kavramları ile birlikte bertaraf ediyor. Karşısında mutlak, nihai, kutsal hiçbir şey dayanmıyor; her şeyin gerçeğini ve her şeydeki geçiciliği gösteriyor ve özünde kendisinin dahi düşünen beyinde bir aksinden ibaret olduğunu, oluşumun ölümün, aşağıdan yukarıya doğru sonsuz tırmanışın durmak bilmeyen sürecinden başka bir şey kalmıyor.

”(Felsefe İncelemeleri, sy: 12-13, K. Marks, F. Engels) Demek ki “nihai”, “mutlak”, “kutsal” denilen yanılsamalı kavramların, perdelenerek saklı tutulmuş gerçekliklerini, gün yüzüne çıkarabilmek için doğru yerde ve doğru yöntemle bakabilmek çok önemlidir. Doğru yöntemin tayin edilmesi beraberinde incelenerek, tayin edilecek kavramın ya da olgunun asıl niteliğine ulaşılmasını sağlayacaktır.

Bir kavramın ya da olgunun doğru tahlil edilmesi ondaki söylemsel yönün, geçiciliğin dışlanması ve gerçek özünün açığa çıkarılması demek- tir. Bu ele alışın sürekliliği şüphesiz ki araştırma yapmakla mümkün hale gelebilir. Mao Zedung’un “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” ifadesi bu yüzden anlamlı ve isabetlidir.

Bir şeyin niteliğini azami düzeyde gerçekliğe yakın olarak ortaya koya- bilmek aynı zamanda o şey karşısında nasıl bir pozisyon alınabileceğini gösterir. Kemalizm’i bir olgu olarak ele alıp doğduğu, şekillendiği ve sürekliliğini sağladığı koşullarıyla birlikte incelemek onun niteliğini doğru biçimde anlamanın, kavramanın ve tanımlamanın öncelikli adımıdır. Yapılacak her türden ideolojik, politik, ekonomik, sosyal ya da bütünlüklü olarak konjonktürel ortam araştırması, olgunun niteliğine dair objektif tu- tumun pekişmesine hizmet edecektir.

 

Burada, araştırma yönteminin bilimselliği tayin edici bir önem kazanır. Üstünkörü, özen gösterilmeyen, yüzeysel ve birçok açıdan öznelciliğe mahkum olmuş bir yaklaşımla yapılacak her tahlil ya da tanımlama ne yazık ki tanımlanmaya çalışılan olgunun ömrünü uzatmaya yarar. Öznelci tutuma düşmemek için “biricik Marksist-Leninist tutum” olarak Mao Zedung ısrarla “gerçeği olgularda aramaktan” söz eder. Kemalizm’e neşterin vurulacağı esas adım da buradan atılmak zorundadır.

Mao Zedung, olguyu “genel olarak var olan şeyler”, gerçeği, “olguların iç ilişkileri ya da onlara hükmeden yasalar” ve aramayı ise “araştırma yapmak” olarak ifadelendirir. Kemalizm gerçeğini ideolojik temelleriyle, siyasal çizgisiyle, sınıfsal-sosyal dayanaklarıyla ve iktidarlaşması yönüyle tanımla- mak, onu var eden tarihsel koşulların iyi incelenmesiyle mümkündür. Kemalizm olgusunu var eden bütün unsurlara ulaşılması ve onların niteliği hakkında gerekli her türden ayrıntılı bilginin toplanması, toplanan bilgilerin verili koşullardan koparılmadan belirli bir bütünsellik içerisinde ve birbirine bağlı olarak tahlil edilmesi hem koşullara vakıf olunmasını hem de olgunun niteliğinin doğru tanımlanmasını sağlayacaktır.

Bu noktada sadece objektif olabilmek yetmez. Lenin bir Marksist’le (materyalist) bir objektivisti şu temelde birbirinden ayrıştırır: “Objektivist, verili tarihsel sürecin zorunluluğundan söz eder, materyalist, verili iktisadi toplumsal formasyonu ve onun etrafında üretilen antagonist ilişkileri tam olarak saptar. Verili bir olgunun zorunluluğunu kanıtlayan objektivist daima, bu olguların savunucusu bakış açısına düşme tehlikesi içindedir: materyalist sınıf karşıtlıklarını açığa çıkarır ve böylece bakış açısını belirler. 

Objektivist ‘üstesinden gelinemeyecek tarihi eğilimler’den söz eder. Bu sınıf diğer sınıfların karşı etkinliğinin şu ya da bu biçimlerini üretir. Bu şekilde materyalist bir yandan objektivistten daha tutarlıdır ve objektivizmini daha derin ve daha tam hayata geçirir. Sürecin zorunluluğuna işaret etmekle kalmaz, bilakis, özellikle hangi ikti- sadi toplumsal formasyonun bu sürece içeriğini verdiğini ve özellikle hangi sınıfın bu zorunluluğu belirlediğini açıklığa kavuşturur...

”(Seçme Eserler, Cilt 11, sy: 389, Lenin)

Materyalist tutumun ayırt edici özelliği, incelenen olgunun ya da süre- cin bilimsel tahlili ve varılacak olan doğru çıkarımların niteliği konusunda kendisini gösterir. Kemalizm’e dair çok farklı niteliklere sahip değerlendirmelerin, tanımlamaların yapılıyor oluşu şüphesiz ki düşünce yöntemindeki sorunlu halin, materyalist bakış açısındaki yoksunluktan kaynaklandığına işaret etmektedir.

 

Burada ayrıca, bir olgu bir kez tanımlanınca onun niteliğine dair yeni bir arayışa gitmeme düşüncesinin de önemli ölçüde olumsuz bir etkiye neden olduğunu belirtmek gerekir. Halbuki bilgi ya da düşüncenin mut- lak, nihai, kesin ya da değişmez olmadığı aşikardır. Bilginin, düşüncenin sınırları, kavrayanın sınırlarıyla koşulludur. Bu yüzden bilgi de, düşünce de öznel sınırlara hapsedilemez. 

Bilgi ya da bilgilenme durağanlaştığı anda kendisiyle tanımlanan birçok şey de donuklaşır. Oysa bilgi sürekli olarak daha ileri bir niteliğe doğru yol alır. Çünkü hem doğada hem toplumda durmaksızın aşağıdan yukarıya doğru sonsuz bir gelişme vardır. Bilgi de bu sonsuzluğun içinde gelişimini sürdürür.

Kısacası materyalist tutum hem şeylerin, hem de şeyleri biçimlendi- ren süreçlerin özelliklerini en iyi biçimde bilmenin ve kavramanın temel yöntemidir.

Kemalizm’in doğup şekillendiği tarihsel koşullara ve bu koşullarla birlikte ete kemiğe bürünerek kapsamlı bir ideolojik, siyasi aygıta dönüşerek iktidarlaşan, devletleşen bu egemen ve kurumsallaşmış resmi ideolojiye materyalist tarihsel yaklaşım açısından ilk neşteri vuran İbrahim Kaypakkaya oldu.

Genç yaşına, sınırlı araştırma imkanına rağmen, Kemalizm hakkında yaratılmış efsanelere, kurgulara ve söylemlerle kuşatılarak benimsetil- miş sahteliğe, dokunulmaz kılınmış tabusal gerçekliğe hiçbir tereddüde ve ikileme kapılmaksızın müdahale ederek, perdenin arkasındaki gerçek Kemalizm’in şeklini, şemalini ve niteliğini gün yüzüne çıkardı.

 Devrimcilik, ilericilik adına tabuya giydirilen ya da onunla özdeşleştirilen bütün olumlu ve insanlığın hayali olan yararlı kavramların hiç de sunulmak istendiği gibi olmadığını, aksine “kralın çıplak” olduğunu deşifre ediyordu Kaypakkaya.

Ve o; “Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine kadar, bütün burjuva ve küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır. 

Ama öfkeyle ayağa fırlamaktansa, Türkiye tarihine daha ciddi olarak göz atmaları, onu doğru olarak kavramaya çalışmaları gerekmez mi? Tür- kiye gerçekleri bize şunu gösteriyor...”

(Seçme Yazılar, sy: 244, İbrahim Kaypakkaya) diyerek Kemalizm’e dair Marksist temele dayalı ideolojik siyasi tespitlerini peş peşe sıralıyordu.

Kaypakkaya, bilimsel bilgiye ulaşmanın öncellerini doğru kavradığından ve kavradığı yöntemle tarihin izini isabetli biçimde sürdüğünden ve bilimsel tutumun verdiği özgüvenle düşüncelerini açık ve net ortaya koy- duğundan dolayı şüphesiz ki dönemi içerisinde farklı bir yerde duruyordu. Tarihi araştırmadan ileri sürülecek her türden tumturaklı sözün fiiliyatta hiçbir değer taşımadığını, taşımayacağını biliyordu. Kaypakkaya, o yüzden diğerlerini tarihi incelemeye davet ediyordu. 

Çünkü biliyordu ki, sunulan, öğretilen, benimsetilen ve doğruluğundan en küçük bir şüpheye kapılmanın dahi şimşeklere sebep olunacağı o dokunulmaz kılınmış resmi tarih, aslında araştırmayan, sorgulamayan yığınların bilgisizliği ya da bilinçsizliği altında saklanan, güvence altına alınan ve ihtiyaca göre adlandırılmış, tanımlanmış ve kurgulanmış bir tarihti. Bu gerçeğin görülmesi çok önemliydi.

İşte Kaypakkaya tam da bu noktada tarihsel misyonunu kararlı biçimde ortaya koyuyordu. Kendisini “devrimci” diye tanımlayan ya da “sol” diye niteleyen bütün oportünist, revizyonist, reformist çevreler öyle bir pozisyon alıyorlardı ki resmi ideolojinin bile kendisine atfetmediği birçok devrimci nitelemeyi Kemalizm’le izah ediyor ya da Kemalizm ile özdeşleştiriyorlardı.

 Bu çevreler için Kaypakkaya’nın haklı olarak “öfkeyle ayağa fırlayacaktır” demesi boşuna değildir. Çünkü tu- tundukları dalın çürük olduğunu birileri kendilerine gösterdiğinde onlar ilk elden dalın çürük olduğu gerçeğine değil söyleyene yöneleceklerdi.

Lakin gerçek sandıkları ve kendi varlıkları olan zemin, Marksist yöntemlerle edinilen bilginin karşısında kayıyordu. Bu kaçınılmazdı çünkü diyalektik felsefe görünendeki sahteliği, geçiciliği bilimsel bilginin süzgecinden geçirerek ayıklıyordu.

Ve Kemalizm konusunda bu süreci başlatan Kaypakkaya oldu.

Kaypakkaya, gerek TİİKP program taslağını eleştirirken gerekse de Şafak revizyonistlerinin Kemalizm hakkındaki görüşlerini değerlendirirken Kemalizm konusundaki düşüncelerini de, ulaşmış olduğu düzeye paralel oldukça isabetli bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu yazı çerçevesinde mümkün olduğunca Kaypakkaya’nın Kemalizm hakkındaki temel görüşlerini, Kemalizm’in doğduğu ve şekillendiği koşullara giderek, somut verilerle ortaya koyarak ve Kaypakkaya’nın tespitlerinin doğruluğunun bugün dahi hangi düzeyde yakıcı olduğu gerçeğini bir kez daha somutlamaya çalışacağız.

Şüphesiz ki yine temel çıkış noktası tarih, tarihi şekillendiren dinamikler ve tarihe niteliğini veren koşullar olacaktır. Kemalizm ancak o zaman her türden öznelci nitelemelerden soyutlanarak tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilebilir.

Devamı..var

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)