13 Eylül 2023 Çarşamba

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

                                                           

 

Kaypakkaya geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel birikiminden edebi türde yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler anı, öykü, şiir ve son yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun ilgisine sunulmuştur. Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği geniş emekçi sınıf tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu itibariyle, bu eserler ilgi çekicidir.


Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir. Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur. Hatalarımızın yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva geri yanlarımızın samimi bir şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin bilgisine sunulmasından çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin kimi dönem ve olaylarını ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik edilmiş, gerektiğinde materyal sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir. Bu anlayış eser biçimi ne olursa olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin ne kadar değerli olduğunun yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu bir bütün sahiplenmeyen geleceği de göremez. Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir. Bazı olaylar birkaç defa kitaplara konuda olmuştur. 90’lı yıllarda bundan payını fazlasıyla almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum bulunmuyor. Sonuçta her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele almaktadır. Bu çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt ediyoruz. Nasıl ki tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı tarihin eleştiri konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M. Ali ESER’in Kırda Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.

 

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; tarihimizden kesitlerin ele alındığı pek çok eserde olduğu üzere, ele aldığımız kitabı okunmaya değer kılan özellik tarihi ele alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi gerekir ki ortaya koyduğu eser edebi yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir. Bir çalışmaya roman diyerek, onun edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu yazarında bildiğini düşündüğümüz üzere, kitaba yönelten tarihi kesittir.

 

M. Ali ESER’in otobiyografik niteliği de olan kitabının konu edindiği dönem hareketimizin önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında bölünerek DABK ve Konferans isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5 yıl sonra 1992 de birlik kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK dönemini ele alıyor. Tek tek bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç doğru değerlendirilmeyerek, birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar parçalanarak sona erdirmiştir. Bu dönem Muhasebe Belgemiz başta gelmek üzere, pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi çalışmalara konu olmuş ve olmaktadır. Bunun olması da doğaldır. Tarihimizin ele alınışı ne kadar doğalsa onun bireylerin o süreçte içine düştükleri grupçu, ilkesiz tavırlarını aklamaya malzeme yapılması da doğal değildir. Tarih bir bütündür. Bireylerin tek başına aldığı ve aldığını iddia ettiği tavırlara sığdırılamaz. Tarihimizi, değerlerimizi arka fon olarak kullanarak kendisini aklamaya, paklamaya ve pohpohlamaya yeni bir örnek olarak M. Ali ESER yeni kitabıyla dahil olmuştur. Bunu da bedel ödemekten bir an dahi tereddüt etmeyen yoldaşlarımızın üzerinde tepinerek gerçekleşmiştir. Konu edinmemize de neden olmuştur. Yazarın bu saldırının bir hayli yoğun olması neden olmuştur.

 

Devrimcilere Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;

 

Giriş bölümünün ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz. Kitap gerçekleşecek olan Olağanüstü Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2 kişinin konferans alanına yolculuğuyla başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu kişilerden biri yazarın kendisi Atilla, diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk anlayışından aklama amacından ileri geliyor. Yazar, yani kitapta belirtilen ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle başlayan grupçuluktan, kendini aklamak için olmayacak saflık ve madrabazlık sergilemektedir. 

İstemeye istemeye aldığını iddia ettiği delegenin OPK başlamadan düşürülmesini de nedense doğru olmadığının yönelik başvurmadık teori bırakmıyor. Hatta bu durumun değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği iddiasını dahi ileri sürebiliyor. Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli delegelerin Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak delegeliğinin düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki Atilla’nın delegelik konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından doğru bulunmayarak düşürülür.

 

Şunu belirtelim OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans kökenli delege bulunmaktadır. Alt konferanslarda belirlenen bu delegeler çeşitli bölgeleri temsilen katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı Karadeniz Bölge Komitesi (KBK) adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma yapmadığı bir bölgeden delege olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların haklılığı açıktır. Ancak yazar bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında olmadık formüller ileri sürerek boşa düşürme gayretindedir. Bu formüllerin o an’ın sıcaklığında değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan öte gerçektir. Ancak mesele en başından hatalıdır. Almış olduğun oyu saymak yerine, olmaman gereken oylamayı neden belirtiyorsun?

 Sonuçta Atila faaliyet alanı olmayan bir bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla OPK’na getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez. Bu durumda gösterdiği üzere konferans kökenli delegelerin onayı olmadan delegeliğinin düşmesi olanaksızdır. Grupçuluk mantığıyla elde ettiği delegelik OPK başlamadan sona ermiştir. Yazarın bu noktaya gelinceye kadar sergilediği tavır, kitapta kendisine yönelik ifade ettiği; “artık yere bırak bu köylü saflığını taşımaktan yorulmadın mı bunca sene!” dedirtecek kadar sahtedir.

 

Bu saflığının gerçek olmadığını kitap boyunca OPK’na delege olarak katılan ve o alanda farklı görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli delege ve savaşçılara hakaret, küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu saldırılarının yanı sıra konferans kökenli delege ve savaşçıların DABK kökenliler rekabetçi şekilde yansıtarak nitelikli gösterme çabası söz konusudur. Yazar OPK öncesi konferansçı kanat içinde yeralışını, OPK değerlendirmelerinde yaptığı grupçulukla sürdürmektedir. Kendisiyle birlikte alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün grupçuluğuna, istemeden dâhil olduğunu ispatlamak için verdiği çaba, DABK kökenli yoldaşları küçümsemeye dönük ifadeleriyle açığa çıkmaktadır.

 

Kitabın öne çıkan bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar arasındaki siyasi, askeri, örgütsel nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir tarafı göklere çıkararak gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın genel bir durum olmasına rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe oturtmaktadır. Bu durum bu günde 94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar niteliksiz göstermeye çalıştığı DABK kökenlilerde seçicidir. 

Hâlbuki düşmanlığı tek tek bireylerden yola çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de şuan içinde yer aldığı kolektifin, DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır. İncelikli bir işçilikle DABK kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat ‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir. Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci Hücre’nin başı olduğu daha sonraki süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak bir isimdir. Ancak kitapta ‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş neden seçilmiştir.

 

Roman da ‘’Baki’’ ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal alanda mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için emek vermiş, önemli görevler üstlenmekten geri adım atmamıştır. Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas kurmuş ve kararlığından geri adım atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi amacıyla çıktığı yurt dışından geri dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve uzun yılları bulan tutsaklığa hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen görevleri ağır tecrit koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta Kaypakkayacı hareket saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu darbeci-oportünist çizginin saldırılarının karşısında durarak mücadelesini sürdürmektedir.

 

Cem yoldaşımız kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A. Rıza SABUR‘dur. Bilindiği üzere Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım için Dersim bölgesine gelen yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla Mercanlarda ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak ölümsüzleşerek en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır. Bu durumun yanı sıra onun mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.

 

Bu iki yoldaşımız üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız gelişmeler, yazarın içine yeni dahil olduğu kolektif tarafından DABK kökenli yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla yetinilmemiş, bu yapı bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır. Böylece iki yoldaşımız şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef olmuştur. Bu detayı da belirttikten sonra devam edelim.

 

OPK Maoist parti tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak sonradan yapılan bazı değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince bilince çıkarılmamıştır. Bu değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem koşullarını göz ardı eden, kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından sıyrılamayan tarzda anlayış getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK öncesi başlayan bir gelişmedir.

 

1987’de ayrılan iki kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık üslenme sürecinde birlikte hareket etme kararı başlatarak birlik komisyonunun kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda merkezi kadrolardan tutalım faaliyet alanlarının belirlenmesine kadar iki kanattan temsilciler atanarak, görevliler tayin edilir. Birlik komisyonu ve merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş ve 93 baharı için OPK görevi önlerine konulmuştur. Yazar ve beraberindeki delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden tutalım tavırlarına kadar pek çok olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.

 

Öncelikle 92 yılının kışlık üstlenmesinde yaşanan gelişmelerden kısaca bahsedelim. Pülümür ve Munzurlar da bulunan iki üstlenme yeri ve çevresi düşmanın saldırısına uğrar. Kitapta bu bilgiye sahip olsakta, saldırı maksatlıdır. Bu gelişmelerden kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız yıldızlaşmış ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu kayıplardan kaynaklı alanda demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar hiç dile getirmez. Sanki hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan yoldaşlar duygusuz birer kaya gibi resmedilir. 


Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu alanda, 3-4 ay önce yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz. Yazarın keyifle kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail ve Alev ile sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar denecek süreç yaşanmıştır. Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca olumsuz kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz gelişmeleri de dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça olandır. Fakat yazar merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir değerlendirmede bulunuyor. 


Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor. Ardına sıraladığı Cem’in davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine, nedenine ilişkin baş başa oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak samimi değildir. Yazarın kendisine zorlama bir şekilde hedef alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher suya  atıldığında eriyen cinstendir. Yazarın kitaptan bir bölümde unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış, onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi, fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor.


Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi, yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü görüntüsü ile neredeyse aynıdır. Zihinin nasıl olurda böyle bir oyun oynadığını anlamasa da, Cem’le göz göze gelişi, canlanmış o resimle göz göze gelmiş hissi yaşattı. 

Tek farklılık Cem’in yıllar öncesinden aklında kalan gülüşünün bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78 diye aktararak ona göre oyun olan benzetme bize göre yıldızlara saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd. halkların katili Hafız Esat, ömrünü devrimci mücadeleye adamış ve bu uğurda ölümsüzleşen yoldaşımıza benzetiliyor. Teşbih, benzetme yönetimi roman ve öykü yazımında sıklıkla başvurulur. Yazar bu yöntemi birbirine zıt karakter ve anlayıştır. 

İki kişiyi bir araya getirerek kullanıyor. Bedel ödemekten bir an dahi geri adım atmayan ve bu uğurda yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça, kendini bilmez şekilde kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın görüntüsüyle 30 yıl sonra bile eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın geldiği boyutun bir örneğini M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya cüret edemedim, ölümsüzleştikten sonra yapayım dercesine saldırmıştır.

 

Yazarın saldırıları, hakaretleri sadece bununla da sınırlı değildir. OPK süresince bulunduğu alanda, başına gelen en kötü anıların sebebi olarak da sürekli biçimde ifadelerini bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca Cem bencil, halden anlamayan, suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan iyice iyiye dair hiçbir nitelik barındırmadan devrimci mücadeleye katılan biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar ne kadar karalamaya da çalışsa bizler için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu, halayın başında kendisinden geçercesine kutlayan, yoldaş canlısı olarak kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine geçelim.

 

‘’Cem onu (Atilla) tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu anda ayaklarını donduran kar gibi soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken bir an olsun, Yel Dağı yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen yoldaşlarımızı göz önüne alıyor muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak için hissedebilmek önemlidir. Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini mücadeleye katandır.

 

Devam edelim; (Cem) “dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve yemek ihtiyacının olup olmadığını sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52) “…eğer Cem bildiğim sesin sahibi ise niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun cevabını bulmak stresi, midesine soğuk metalden bir kütle olarak asılıp kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem yoldaşla karşılaşmaları üzerine yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden anlaşılacağı üzere yazar da kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte olsa bir değerlendirmeye rastlanamaz. İlk karşılaşmanın bu derece abartılı kötümser verilmesi, sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının habercisidir. Yazar su ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu nasıl saldırı nesnesi arayışıdır. 

Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz, karşınızda faşist Türk ordusu bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan, herhangi bir noktasından kamp alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta değildir. Yazar günlerce aç ve susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı meselesi haline getirmiştir. Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan yoksun. Kendisi de dahil 4 delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez? Diğer delegelerden alana ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.

 

Devam edelim; “Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu; bambaşka bir şeydi. Birbirleriyle karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken ki nezaketinden, kültüründen daha geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi karşıladı diyebilirdi. Farklı bir anlam çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve yabancıları alıp, ortaklaşa kurulacak divana oturmaları için karargahına götürüyordu.’’ (s.53) Bu tekrar eden yoldaşlıktan, devrimci bakış açısından uzak olumsuz bakış açısını kitap boyunca okurun kinlenmesi istenircesine okuyoruz. Yazarın amacı bu olmalı, başka türlü bu ifadeler neden otuz yıl sonra kitaba konu edilir. 


‘’Cem’in bu tavrını gördükten sonra ağzını açacak en küçük bir istek kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk temas ettiği Cem’in tavrı ve söylem şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa saldırıların yanına “Baki” ismiyle belirtilen yoldaşımıza saldırılar eklenir; “Cem’in ve Baki’nin tavırlarından beri, sorarken de birşeye cevap verirken de bir temkinlilik tavrına girdiğini fark etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün yüzüne çıkıyor. Bilinç altına yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve “Baki” tarafından, tetiklenerek yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye gelen yaklaşım gösteriyor ki “Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve onu yönetiyor. Düşmanın karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe sığdıramayan yazar, “Baki” ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia ediyor. Bu nasıl devrimci niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale kendini getiriyor.

 

“Duygusaldı, tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye kadar ki bu iki gün boyunca gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit şeyler olarak birikmişti sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında bir ayda değil iki kısa günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında yerleri açığa çıkan Pülümür barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun yolculukla ulaşmaya çalışan 48 yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi sürecinde, Maoist Parti’ye sızan ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında kendiliğinden gelişen güven erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi. Mücadele tarihimizi kendi romantizminin malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir kişiliktir.

 

Yazar ardı ardına Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor. Ancak nedense karşılamaya gelen birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor. Hafızasında Cem’in yüz mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer üyelerinin ismini vermekten neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa çıkmasını engellemek istiyor. Abartarak verdiği iddialarını, iradi mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken, otuz yıl önce yapmadığı sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir. 


Çünkü sorun olarak gösterilenler, somut koşullara ait olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak değineceğimiz son konu; bir ay yazarın kaldığı Dersim’de kamp alanından başka bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir tecrübe sahibi olmayan yazarın, hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın komutanlığının sorgulanmasıdır. (Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın sevgilisi gibi dedi. Evet öyle diye onayladı Hüsnü. ‘Konferans sürecinden beri gözlemledim; bana Sovyet romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları ama Ulaş’taki esnekliğin alçak gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye (Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından bile bazı ifadeler verilse, yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip değiller” diye çoğul kullanılan ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır.


Grupçuluğun açık ifadesidir. O zerresine sahip olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır. Cem yoldaş paramparça edilmiş geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet edilmiştir. Bu mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz? Size kalsa yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki yoldaş, hadi varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist partinin en üst görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu  Askeri Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor. 1 aylık gözlemleriyle yazar bizden yani okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor. Yazar genel bir sorun olarak karşımıza çıkan meseleleri, tek tek kişilerle açıklama hastalığını burada da sergiliyor. 


Biz dönem askeri kadrolarının yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz. Muhasebe Belgemizde de belirtildiği üzere geride kalan zaman zarfında, hareketimizin en önemli zaafı Halk Savaşını kavrayış yetersizliğidir. Yazar genel bir sorun olan bu duruma, grupçuluk mantığıyla Konferans kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan da tek tek bireylere yıkarak, genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak istediğimiz ne Ulaş ne de Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte olmadığıdır. Çünkü genel bir yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir tarafı ezip diğerini ya da diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu değildir. Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır. Cem yoldaşla 1 aydır bir arada ve askeri hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son günlerine yetişiyor ve o kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor.


Öncelikle yazarın bakış açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık niteliği askeri kabiliyetle sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı sıra ilerlemesi gerekir. Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların sadece askeri kabiliyeti dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren bir unsur yaratmıştır.


Ancak M. Ali ESER bunlara bakmaz. Onun için önemli olan güler yüzlü karşılama, yoldaşça kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs. yazar için devrimcileri karalamak bu kadar basittir. Ancak bizim sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme yöntemi bu değildir. İçinde nasıl bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor. Askeri veya siyasi hiçbir değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde DABK kökenlilerin yetenekleri sorgulanıyor. Elbette bu nitelik sorgulanabilir. Ancak doğru çerçevede olmalıdır. 


Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her görevi ikiletmeyen, en zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal mücadelenin yürütüldüğü Dersim, Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı yoldaşlardan biridir. Siz kendinizi bu pratiğin karşısında düşmanca şekilde konumlandırıyorsunuz. Geliştirici, dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci mücadeleyi kendinizi pohpohlama, temizleme ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz? Sizin gibiler Kaypakkaya geleneğinin mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka bir anlayışa hizmet etmez. Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER, varlığını bedel ödemiş devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.

 

(DEVAM EDECEK)---------BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (2)

 

Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük

Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük

Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar. 

Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.

Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.

Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.

O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…” 

İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.

Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82) 

Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor. Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. 


Henüz sohbet bile etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor. Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz, yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir. 

Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? 

Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. 

Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30 yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. 

Bu nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.

Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. 


Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura gösteriyor. 


Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. 


Cemal Ağanın iki oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında  -OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor. 

Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da yanıt alıyor. 


Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri konusu yapmamış. 


Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.

Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya yaslanmaktadır.

Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır. 

Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor. 

Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S. 123) 

Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır. Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer; “Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir. Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması yeterlilik değildir. 

Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.

Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.

Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir. 

Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır.


Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir.

 Bunu yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan, onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185) Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor. 

Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur.


Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır.


Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır. Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.

(DEVAM EDECEK)

EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;

Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir. 

Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.


GÖRSEL: 1993-OPK Munzur Dağları.

 

 

Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar.

 

Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.

 

Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.

 

Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.

 

O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…”

 

İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.

 

Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)

 

Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor. Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor. Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz, yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.

 

Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30 yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.

 

Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında  -OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor. Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da yanıt alıyor. Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.

 

Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya yaslanmaktadır.

 

Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır. Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor.

 

Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S. 123)

 

Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır. Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer; “Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir. Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.

 

Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.

 

Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir.

 

Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir. Bunu yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan, onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185) Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.

 

Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur. Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır. Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır. 


Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.

 

(DEVAM EDECEK)

 

EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;

 

Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir.

 

Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.

Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük

Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar. 

Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.

Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.

Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.

O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…” 

İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.

Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82) 

Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor. Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor. Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz, yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir. 

Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30 yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.

Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında  -OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor. Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da yanıt alıyor. Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.

Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya yaslanmaktadır.

Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır. Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor. 

Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S. 123) 

Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır. Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer; “Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir. Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.

Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.

Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir. 

Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir. Bunu yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan, onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185) Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor. 

Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur. Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır. Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef alınmamıştır. Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.

(DEVAM EDECEK)

EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;

Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir. 

Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz.

 Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.


GÖRSEL: 1993-OPK Munzur Dağları.

BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (3)

12 Eylül 2023

1993 OPK/GÖRSELLER


Tarihi Çarpıtmakta Düşülen Hafiflik

Önceki sayfalarda değinmiştik, şimdi Pülümür barınağı sürecine biraz daha detaylı eğilelim. OPK’na gelmeden evvel, geride kalan kış sürecinde Dersim’de iki kışlık üslenme alanından birinin yeri tespit edilerek -Pülümür- karadan, diğeri -Munzurlar- gelişi güzel çevresi havadan bomlalarla operasyona uğrar. Bu nedenle her iki barınakta terk edilir. Pülümür barınağından yoldaşlar güvenli bir bölgeye çekilmek için uzun ve yorucu bir yürüyüşe çıkar.

Bu sırada gelişmeleri kısaca aktaralım. Pülümür barınağına yakın Poncilas köyünde düşman iki gün kalmış ve yoldaşlarımızın orada bulunduğuna emin olunca, hem karadan hem de havadan operasyon başlatılmıştır. Ancak düşman hareketliliğini yakından takip eden yoldaşlar, operasyon başlamadan son gece Yel Dağı istikametine doğru hareket ederek, düşman karşısında avantajlı, bölgenin yüksek noktalarını tutarlar. Yoldaşların yüksek noktalarda konumlanması neticesinde düşman helikopterleri bombalama ve indirme olanağı bulamaz. Böylece düşman sadece karadan yönelerek uzun namlulu silahlarla ve havanla operasyonu sürdürür. Bir gün süren çatışma sonrasında yoldaşlar kayıp vermeyerek, güvenli bir alana ulaşmak üzere uzun ve yorucu bir yola çıkar. 2 yoldaş daha yolculuğun başında ölümsüzleşirken, Doktor Hüseyin Yel Dağı aşılarak ulaşılan Birmanlar köyü sınırında ölümsüzleşir. Köye vardıktan sonrada durumları ağırlaşan 3 yoldaş daha ölümsüzleşir. Böylece 6 yoldaşımız ölümsüzleşmiştir. 

Köyde hayatını kaybeden yoldaşlarımız, tipi ve soğuğun etkisiyle zatürreden hayatını kaybetmiştir.  48 kişilik birliğin yarıya yakını yoldaşta donmalar neticesinde uzuvlarını kaybederek sakat kalır ve mücadeleden zorunlu olarak kopar. Aynı kış üslenmesi döneminde, Munzurlarda 15 kişilik barınağın çevresi havadan rastgele bombalanır. Bunun üzerine birlik üyeleri, bulundukları alana yakın Munzurlarda üslenen diğer yoldaşların bulunduğu barınağa doğru hareket eder. Bu yolculuk sonunda bir kadın yoldaş hariç hepsi diğer üslenme alanına ulaşır. Üslenme alanına ulaşamayan kadın yoldaş, nedeni konusunda netlik olmamakla birlikte, intihar etmiştir. Ayakları bu yolculukta donma noktasına gelen yoldaşlara ilk müdahaleyi vardıkları barınakta yoldaşlar yaparlar ve sorun yaşamazlar. Bu barınakta sorumlu Nihat’tır. Ayrıca Özkan (Cafer Cangöz), Savaş (Cüneyt Kahraman), Cem (Ali Rıza Sabur) gibi yoldaşlarda bu barınaktadır. 

Pülümür barınağının sorumlu kadrosu kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşken, Munzurlarda açığa çıkan barınağın sorumlu kadrosu Yılmaz (Yusuf Ayata) yoldaştır. Kitapta “Zeki” ismiyle tanıtılan kişi de bu barınakta olmasına rağmen esas sorumlu değildir. Ayrıca “Zeki” Askeri Komisyon (AK) sekreter yardımcısı olarak Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilir. AK sekreteri İsmail Bulut’un Karadeniz’de ölümsüzleşmesi üzerine bu görev otomatik olarak “Zeki”ye devredilir. “Zeki”nin AK sekreterliğine rağmen sorumlu yoldaş barınakta Yılmaz yoldaştır.

Pülümür barınağındaki sorumlunun “Baki” olduğunu açıkladık, ancak bu durumu biraz daha açalım. Pülümür barınağı yerinin belirlenmesi ve hazırlanması aşamasında “Baki”nin hiçbir şekilde dahili bulunmuyor. Birlik Komisyonunun görevlendirmesi üzerine 1992 faaliyet dönemi için Amed Bölgesi örgütlenir. Bu birliğin komutanı “Baki”, yardımcı komutan ise Lenko yoldaştır. Amed Bölgesine hareket eden birlik üyeleri kış üslenmesini Mazgirt’te geçirir, birlik öncesi Konferans kanadında yer alan 7 kişilik birliğe ulaşır. Bu birliğin komutanı Volkan’dır. Bu birlikten Barbara, Doktor Hüseyin gibi yoldaşların bulunduğu 3-4 kişi Amed Birliğine dahil edilir. Geri kalan Mazgirt birliği Ovacık’a hareket eder. Amed Birliği de görev alanına hareket eder. Bu birliğe yol boyu yardımcı olacak, geçiş hatlarını tarif edecek bir kişi Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilmiştir. Konferans kökenli bu kişi belirlenen randevu yerine gelmemiştir. Buna rağmen Bingöl içlerine kadar gidebilir yoldaşlarımız. Ancak Amed’e gözü kapalı bir şekilde ilerleyerek birliğin tümden imha riskini göze almayan yoldaşlar, Dersim’e geri döner. Amed Birliğinin geri dönüşü kış hazırlıkları sürecidir. Yoldaşlara öncelikle Munzurlarda kışı geçirmeleri bilgisi gelse de, bu durum son anda değiştirilerek Pülümür Alt Bölge Komitesinin hazırladığı barınağa yöneltilirler. 

Bu barınakta birleşen iki komitede Bölge Komitesi düzeyinde sorumlu olan “Baki” otomatikman Pülümür barınağının da sorumluluğuna gelir. Yürütmenin diğer üyeleri Lenko ve barınağın hazırlığında görev alan Alt Bölge Komitesi sorumlu komutanı Ali Haydar ve Şerif yoldaştır. Anlaşılacağı üzere “Baki” barınağa sonradan gelmiştir. Ancak bu durum yaşansa da Pülümür barınağının sonradan karşı karşıya kaldığı sorunlar tek bir kişiye yüklenemez. Barınağın hazırlığında bulunsun yada bulunmasın bu durum değişmez. Ayrıca yaşanan gelişmelerden aktardığımız üzere kaybın en aza indirilmesi için yoldaşlar ellerinden geleni yapmışlardır. Kolektif bir örgütten bahsediyoruz, karşı karşıya kalınan olaylar üzerinden olumlu ve olumsuz her tür pratik bütün göze alınarak değerlendirilir. Yazarın üstüne basa basa vurguladığı üzere “Baki” yada başka bir kişiyle sınırlı değerlendirme komünist parti anlayışı değildir. 

Pülümür barınağının bulunduğu alan Dersim’in en yoğun kar yağışı alan bölgelerinden biridir. Kış şartlarında açığa çıkan barınakta 48 kişi bulunuyor. Pülümür barınağının açığa çıkması ve sonradan yaşanan gelişmeler hareketimizin ilk defa karşılaştığı bir olaydır. Böylesi bir tecrübesizlikle yoldaşlar, sağ selim güvenli bir alana ulaşmak için zorlu bir yola çıkar. Kışın ortasıdır, gerilla tecrübesi olmayanlar için ahkam kesmek, suçlamalar getirmek kolaydır. Devrimci mücadeleye gönül vermiş hiç kimse kayıp yaşanmasını istemez. 

Yoldaşlarda bunun için canla başla birbirine tutunmuş, muazzam bir yoldaşlık örneği sergilemişken, kayıplar üzerinden tüm bir sürece gözleri kapatmak yapıcı değil, yıkıcıdır. Doğayla verilen mücadele ne o günle sınırlı kalmış, nede sona ermiştir. Partizan mücadelesi veren bir devrimci hareket, doğanın gazabı karşısında da bedel ödemiştir. Bu durum karşılaşılacak olumsuzluklarla mücadele de asgari bilgiye sahip olunmasına rağmen gerçekleşmiştir. Savaşı savaşarak öğrenen bir hareketiz ve Uzun Yel Dağı Yürüyüşü de bunun bir parçasıdır. 

Düşman kurşunuyla yıldız düşmekte, doğanın zorluğu karşısında yıldız düşmekte önlenebilir olanakları içinde barındırmakla birlikte, savaşın içinde yaşanabilir gerçekliklerdir. Hiçbir kitapta bedel ödemeden mücadele kazanılır denilmez, yazmaz. Hedefe gidilen yolda, hesapta olmayan kayıp ve yenilgilerle karşılaşmak, öngörü sahibi devrimcilerin bilebileceği bir durumdur. Ancak kayıpları gereğinden fazla büyütüp, geride kalanları yıpratma aracı olarak kullanmak gelişimi değil, yenilgiyi kalıcılaştırmaktır. M. Ali Eser bu yolu izliyor. Alınan kayıplardan tekrar yola çıkabilmenin gücünü elde ettiğimiz oranda mücadeleyi geliştirebiliriz.

Sadece kayıplarımızı öne alarak yapılan değerlendirme, Partizan birliğine bir bütün saldırıdır. Halbuki 48 kişilik bir Partizan gücünden bahsediyoruz. O halde ÇKP’nin Uzun Yürüyüşüyle verdiği kayıpları göz önüne alırsak, Mao Zedung’un bir daha asla sorumluluk almaması gerekirdi. Böyle olmadığı için deneyimler başarıya taşındı. Karşımıza çıkan engeller ve kayıplar gerilemek için değil, daha güçlü ilerlemek için deneyimlerimiz olduğunu M. Ali Eser anlamıyor. 

Her türlü zorluğa rağmen, 48 kişilik gücün esası sağ selim süreci atlatmıştır. Ancak M. Ali Eser gibiler hata, yenilgi ve kayıplardan beslendikleri için Partizan savaşına yanancılaşmayı derinleştirerek yönünü düzen içine kırmıştır. Pülümür barınağı daha olumsuz sonuçlanabilirdi. O uzun ve yorucu yürüyüş göze alınamayarak barınak mevcudu tümden imha da olabilirdi. Ancak o zorlu şartları yaşamayanlar için edebiyat yapmak kolaydır. Pülümür barınağı sonrası yaşananlar üzerine belirteceklerimiz buraya kadar.

Daha evvel kitapta “Baki”ye yönelen aşağılayıcı hakaretlerinin fiziksel görünüm ve davranışları üzerinden gerçekleşenleri aktarmıştık. Yazar bu hakaretlerine Cemal ağanın ağzından devam eder; “yani aynen öküz gibi de olsa” (S. 90) “Baki zaten öküzün tekidir” demek geçmişti ama söz, gerilla komutanlarının hepsine değer diye, son anda cümleyi böyle tamamladı.” (S. 185) Aslında hakareti işaret ettiği kişilere yazar yöneltiyor.

 Özellikle DABK kökenli komutanlar yazarın gözünde “öküzden” farksızdır. Ne derece cümlesini yutmaya kalkarsa kalksın yazıya dökülmesi ile düşünce arasında fark vardır. Verilen emek, mücadele kararlılığı yazarın gözünde öküzlüktür! Devrimci mücadeleye saygısı olmayanın ne özgüveni nede kendisine saygısı olur. Yazar bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kendi çapsızlığını hakaret ederek genişletmeye çalışıyor. Son süreçte karşı karşıya bulunduğu sağlık sorunlarının etkisiyle mi olacak, gitmeden ağzıma geleni söyleyeyim diyen bir M. Ali Eser ile karşı karşıyayız. Sağlığı bozulan kalbini daha fazla kirletmemesini tavsiye ediyoruz.

Yazarın buraya kadar “Baki”ye yönelen saldırılarının son ve vurucu ifadesini Kötü Hızır karakteri üzerinden yaparak, zıvanadan çıkar; “ama sen sen ol, kamil olmaya bak elleri öpülesi; Baki ölüme aç da, zalimin ona acıktığı gün gelmeyecek mi? Onun da mevtasının kalkacağı gün gelir elbet. O gün açılan yara da kapanır açıldığı yerden; dökülen kanda kesilir sızdığı arterden” (S.186) Yazar görüldüğü üzere vidayı, somunu bir bütün gevşetip atmıştır. İflah olmam dercesine ifade kullanmıştır. “Baki”nin ölümünü isteyecek kadar düşmanca dilini kuşanmıştır. Bu istemini hayali bir karakter üzerinden vermekle kendisini işin içinden sıyıramaz. Kendi biyografisinin de bir dönemini işleyen yazar, yeni karakter ve olaylarla romanı kurgulamaktadır. Karakterlerin diyalokları kendi fikri dünyasıdır. Yazar romanlara kadar dökerek istediği “Baki”nin ölümü gerçekleşmemiştir. Bir devrimcinin ölümünü isteyecek kadar çaptan düşmüştür. Yoldaşımız yıllarca gerilla alanında verdiği mücadeleyi, zindanlarda direnerek sürdürüyor. 

Yazarın “Baki” özelinde yaptığı son saldırı OPK sonrasına ilişkindir. “Baki” OPK sonrası Genel Komutanlık görevine getirilir. Bu durumu Atila şöyle değerlendirir; “daha üzerinden 5 ay geçmemiş iki ayrı gerilla barınağı bombalanmıştı. Bu bombardıman sonucu barınaklardaki birliğin yarısından fazlası savaş dışı kalmıştı. Bu birliğin komutanı da konferansta komutanlığa terfi ettirişmişti. Üstelik bu kişi Yel Dağından beri sıradan ve kaba tavırlarıyla kadro özellikleri göstermeyen en dikkat çekici kişilerden biriydi. İyi bir savaşçımıydı bunu da bilmiyordu.” (S.281) Aktardığımız bu pasajda ismini anmakta imtina ettiği kişi yazarın kan davalısı “Baki”dir. OPK sonrası oy birliği ile, dikkat edilsin “Baki” Genel Komutanlığa seçiliyor. 

Yazar iki ayrı barınak bombalanıyor diyor, ancak sanki diğer barınak sorumlusu da “Baki” gibi cümleyi kuruyor. Öznelcilik var. Ne kadar ciddiye aldığı açık. Bu olayları konu edinmesinin tek nedeni de “Baki”ye saldırı aracı olarak kullanmaktır. Yazar “Baki”nin Genel Komutan olmasından rahatsızdır. Kitap boyunca kamp alanında olayın tanığı olan yoldaşlarda dahil olmak üzere hiç kimseyle sohbetini yapmadığı barınaklarda yaşanan olaylar, “Baki”nin atandığı görevde gündeme gelir. Yazarın samimi olmayan değerlendirmesi kindar, zehir kusan bir şekilde “Baki” üzerinden DABK’ ni hedef almaya devam ediyor. Düşürülen delegeliğinin izini kapatmaya çalışırken, devrimcileri yıpratmak istiyor. 

Daha önce karşılaşmadığı, tanışma imkanı bulmadığı ve aynı alanda faaliyet yürütmediği birinin niteliklerini 1 ay gibi kısa bir zamanda, toplantılardan ibaret görüşmelerden değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerini de zorlama bir şekilde olumsuzlukla ifade ediyor. Şu bilinmeli ki, yazar alanda bulunduğu süre zarfında hiç kimseyle gerçek anlamda siyasi tartışma ve sohbet gerçekleştirmeden tespitlerini yapıyor. 

Ayrıca yazarın meselelere bakışı da sorunludur. Dört dörtlük kadro arayışı içerisindeki yazar, diyalektik gelişime aykırı duruyor. Kadroların niteliğini eleştirirken, olması gereken düzeyin zaman içinde gerçekleşebilmesini destekleme amaçlanır. Komiser Memo isimli romanda geçen karakterlerden komutan Rapo’yu örnek alalım. Siyasi seviyesi geri olan komutan Rapo, zaman içinde bu durumu aşar ve komiser Memo’nun intikamını da alır. “Hüsnü” ile yad ettiğiniz Kızıl Ordu kişiliğinden bir örnek. Yazar birilerini Kızıl Ordu kişiliğine ulaştırmadan önce kendisi bunun için ne kadar çabalıyor onu ele almalı. Yazar kendi niteliklerini geçmişe giderek anlatma kabiliyetini, olumsuzluk aradığı “Baki” ve Cem’de neden gerçekleştirmiyor. 

Yazar Genel Komutanlığa atanan “Baki”nin de geriye dönülüp bakıldığında ne kadar deneyimli olduğunu göremeyecek kadar gerçeklere kördür. Birilerini eleştirmeyi kendimizde hak görebilmek için, olması istenen noktaya ulaşmak için kendi çabamızı da samimi şekilde ele almalıyız. M. Ali Eser aldığı yaş itibariyle kendisini deneyimli bir devrimci olarak düşünebilir. Ancak yıllar devrimci niteliği geliştirdiği kadar onu söküp atabilir de . Yazara göre “Baki” 5-6 aylık Partizan olmalı. Başkada bu değerlendirmelerden farklı bir anlam çıkmıyor.

Yazarın barınak bombalama değerlendirmeleri için ortaya attığı bir iddia var. Konferans bu olayların tek tek değerlendirileceği bir organ değildir. Oldu olacak tüm çatışma, kayıp ve yenilgilerimizi buraya taşıyalım. Anlaşılan o ki yazara 1 aylık katiplik yeterli gelmemiş, 1 ay daha bu görevi yürütme arzusundadır. Şu bilinmeli ki, Yel Dağı süreci, öncesi ve sonrasıyla her çatışmada olduğu üzere değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme kendisinin de OPK sonrası atandığı DBK inisiyatifinde gerçekleşmiş ve bunun sonucunda da bir değerlendirme açıklanmıştır. 

Yazarım özelde DABK kökenli kadrolara saldırdığını, grupçuluk yaptığını ve kitabıyla da 30 yıl sonrasına taşıdığını belirtmiştik. Bu saldırılarını işbirlikçi-ajan nitelikleri daha sonraki yollarda da açığa çıkan Nihat üzerinden de yapmaktadır. DABK’ ni Nihat’tan ibaret, onunla özdeşleştiren bir tutuma yazar sahiptir. Ona göre Nihat DABK’dir. DABK’de Nihat’tır. Kitaptan aktaralım; “her şeyin hakimi benim pozundaki Nihat’ın tutumları gözünün önüne geldi” (S.194) “Nihat birleşen kanatların birinin, Zeki ise diğerinin askeri politik kurmayı olarak kabul edilen kadroydu” (S.210) “delegeler arasında ‘kel’ diye anılan kişi…’Nihat yoldaşa katılıyorum, tartışma yeterlidir’ demesi, zincirleme bir reaksiyon yarattı. Ayrılık öncesi DABK grubundan gelen delegelerin tümü, kel delegenin bu katılıyorumuna peş peşe katılmaya başladı”(S.97) “Daha ilk günden net olarak hissettiği tek şey, Nihat’ın buranın otoritesi olduğuydu”(S.94) vs vs diye uzayan ifadelerle Nihat ve DABK eşleştirilmektedir.

Nihat’ın öne çıkarılmasında 1996’da Kardelen Harekatının hedefi olan Karşı Devrimci Hücre’nin (KDH) başı olmasının etkisi vardır. Yazar bu nedenle Nihat özelinde yapmış olduğu yorumlarda, nesnel şartlardan hareket ederek değil de, KDH sonrası yapmış olduğumuz açıklamalara dayanarak bir Nihat profili ve hareketimizin içindeki rolünü kurgulamaktadır. Yazar, iddia ettiği üzere, dönemi olduğu gibi OPK sürecinde tanıdığı, gözlemlediği Nihat’ı değil de, sonradan yaptığımız açıklamalarımızla kurguluyor. Nihat’ın açığa çıkan karşı-devrimci niteliğine yaslanmanın rahatlığıyla, onun üzerinden hareketimize saldırıyor. 

Muhasebe Belgemizde açıklandığı üzere Nihat’ın o dönem kadrolarımız üzerinde kurduğu bir etki söz konusudur. Ancak bu durumu tam bir biat olarak resmetmek doğru değildir. Nihat, kadroların bir kısmının ve savaşçıların alt edemediği nüve halindeki feodal, küçük burjuva yanlarını besleyerek etkisini güçlendirirken, bu duruma karşı toldaşların geliştirdiği karşı mücadele de görmezden gelinemez. Hareketimiz içinde yaşanan tartışmalarda MLM kanadının Nihat’a karşı muhalif duruşu görülür. Bu muhalefet yetersizlikler taşıda da, onu hiç yokmuş gibi algılamak onun gerçek niteliğinin açığa çıkarılmasına giden süreci anlamamak anlamına gelir.

 Nihat OPK toplantısından 1 yıl önce gerçekleşen Birlik Komisyonu’nun atadığı Genel Komutan ve MK üyesidir. Nihat DABK kökenli olabilir, ancak OPK’na Birliğin Genel Komutanı ve MK üyesi olarak katılmaktadır. Bu durumu gözardı edemeyiz. DABK kökenli diğer delegelerin Nihat’ın aldığı tutumlarda ortaklaşmasında bu görevlendirmelerin de rolü dikkate alınmalıdır.

Değerlendirmelerimizi somut şartları göz önüne alarak anlamak gerekir. Anlamak o durumu kabul etmek değildir, eleştiri ve değerlendirmelerimizi anlaşılır gerçekleştirmek için gereklidir. Edindiği görevi nedeniyle, kimi yoldaşlar tarafından dikkate alınabileceği görmezden gelinemez. Ancak şöyle bir yansıtma da en hafif deyimle karalama olur; Nihat “tamam” yada “hayır” deyince DABK kökenli diğer delegeler de aynı şekilde uydu. Bu doğru değil, işin kolayına kaçmak olur. Nitekim Nihat’ın ve “Zeki” nin ayrı ayrı sunduğu Ordu Tüzükleri arasında yapılan oylamada “Zeki” nin sunduğu tüzük her iki tarafın desteğiyle kabul edilir. 

Yazarın burada Nihat’ın etkisinin neden olmadığı konusunda okura bir açıklama borcu vardır. Yazar, sanki tüzük oylamasında DABK kökenli delegeler hiç oy vermemişler gibi “Zeki” nin sunduğu tüzüğün sadece Konferans kökenli delegelerin oylarıyla kabul edildiği gibi bir anlam yaratıyor. Yine kendi delegeliğine itirazı da, sadece Nihat’ın karşı çıkışıyla açıklıyor. Halbuki DABK ve Konferans kökenli delegelerin çoğunluğunun onayıyla üzerinde fazla tartışılmadan delegelik düşürülüyor. “Baki”nin Genel Komutan belirlenmesinde Nihat’ın etkisini öne çıkaran yazar, bu niteliği taşıyabilecek kimlerin olduğunu da açıklaması beklenirdi. “Baki”nin Genel Komutanlığa atanması oy birliği ile gerçekleşmiştir. 

OPK öncesi Konferans kökenli delegelerin içinde yer aldığı, Komünist Parti ilkeleriyle ilgisi olmayan ticaret işine dair OPK’da tartışma yaşanır. Birlik vesilesiyle DABK kökenli kadroların şans eseri öğrendiği bu konu, değindiği konulardan biridir. Maoist Parti bilindiği üzere ticaret işini mahkum eden bir karar almıştır. Kitapta ise bu konu başka şekilde DABK kökenli Cüneyt Kahraman (Savaş) yoldaşın ilkeli tutumunu gölgelemeyi hedefler. OPK’da ticaret işine ilişkin olarak alınan kararı yetersiz bulan iki delegeden biri Savaş yoldaştır. Ancak nedense Konferans kökenli diğer delege de Savaş toldaşla aynı fikirde olmasına rağmen yazar böyle bir tutuma gerek duymaz. 

Savaş yoldaş ticaret işinin tüm partiye açılması yönünde bir tavır sergilerken, karar sadece OPK delegeleriyle sınırlı tutulmasını getirmiştir. Savaş yoldaşın ilkesel tutumunu küçümsemek, onun niteliğini örtbas etmek için yazar, Nihat’ın ağzından Savaş yoldaşa yönelik; “bra bra sen de çok ileri gittin ha dedi” dedi tepkiyle  ‘sen yakıştırmamakla’ övünürken bu kadar da ileri git demedin” diye gerçekle alakası olmayan bir ifade serpiştiren yazar, Savaş yoldaşın iradesini Nihat’ın tahakkümüne sokan, duruşunu gölgelemeyi amaçlayan saldırı da bulunur. Yazar yine dönem kadrolarımız üzerinde. Nihat’ın bıraktığı etkiyi sahte bir diyalogla göstermeye çalışıyor. Zaman içinde Nihat’ın gerçek niteliğini açığa çıkaranlarda bu kadrolardır. 

Yazar bu duruma ne diyecek. Sanki körü körüne bir Nihat taraftarlığı varmış gibi yansıtıyor. Savaş yoldaş Nihat’ın karşı-devrimci niteliğini açığa çıkaran yoldaşlarımızın başında gelir. Bu durum, bir dönem Kaypakkaya yoldaşın, Kemalizmin ve onun sözde devrimci niteliğini gösterenlerin etkisinde olup, daha sonra onun gerçek niteliğini yani karşı-devrimci faşist özünü halk kitlelerine göstermesi ile benzerlikler taşır. Yazar anlaşılan değişim-dönüşüme inanmıyor. Neticede yazar, Nihat gibi bugün niteliği açık bir karşı-devrimci üzerinden, yaşamını mücadeleye adayan, ölümsüzleşen DABK kökenli yoldaşlarımızı ve bugünün devrimcilerini yıpratmayı kendine görev bilmiştir. 

(DEVAM EDECEK)

Bilgiçlikte Son Perde


Kitaba konu olan bazı meselelere ilişkin değerlendirmelerimizi yaparak sonuca bağlayacağız. Yazarın iddialarından biri de Yılmaz ve beraberinde olan yoldaşların, gerçekleşen birliği tesadüfen öğrendikleridir: 


“Volkan, Lenko, Yılmaz ve birliğin siyasi komiseri bir köşeye çekildiler. Üçü Yılmaz’a birliğin yapılış sürecine ilişkin bildiklerini anlattılar.” (S.245) 


İkisi de değil, üçü aktarıyor. Bu aktarım hayal ürünü, gerçekle ilgisi yoktur. Daha önce değinmiştik. Böylesi bir karşılaşma Yılmaz yoldaş dışında 1992 yazında Mazgirt’te gerçekleşiyor. Yılmaz yoldaşı Mazgirt barınağında gösteren yazar yanılıyor. 


Bu karşılaşma gerçekte 1992 yaz faaliyetinde gerçekleşir ve Mazgirt Birliğinde Yılmaz yoktur. Yılmaz yoldaş Birlik Komisyonu tarafından o yaz Ovacık, Hozat civarında komutan olarak görevlendirilir. Yazarın aktardığı üzere Mazgirt’te ne kış üslenmesi ne de bahar faaliyetleri söz konusudur. Yılmaz birlik sürecini tesadüfen değil, bizzat içinde olarak bilmektedir. Ancak birliğe dair bilgisi olmayan yada son durum hakkında bilgisi olmayan Volkan yoldaştır. Mazgirt kış üslenme birliğinin komutanı da odur. Bu birlik 7-8 kişiden oluşmaktadır. Bu birlik 1992-93 kışını Mazgirt’te geçirir. Baharın Amed Bölge Komitesi olarak örgütlenen “Baki” komutasında, komutan yardımcısının Lenko yoldaş olduğu birlik, daha önce kendilerine bilgisi verilen Mazgirt birliği ile görüşmek üzere bölgeye gider. Yazarın adını anmadığı “siyasi komiser” “Baki”dir. “Baki” birliğe dair son gelişmeleri Mazgirt birliğindeki yoldaşlara aktarır. Daha önce bahsettik bu birlikten 3-4 kişi Amed birliğine dahil edilir ve birbirlerinden ayrılırlar. Yazarın bir diğer yanlışı ise, “siyasi komiser” tanımlamasıdır. Bu tanım OPK sonrası kabul edilir. Halbuki bu iki birliğin karşılaşması OPK öncesinde gerçekleşir. Birlik sorumlusu yoldaş bu dönemde komutan olarak hala tanımlanmaktadır. Amed birliğinin Mazgirt Veliyan’da düşmanla girdiği bir çatışma vardır. Başarılı geçen bu eylemi yazar nedense “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızın ismini anmadan aktarır. Halbuki sorumlu “Baki”dir. Olumsuz pratikleri ardı ardına “Baki”nin sırtına yükleyen yazar, bu çatışmadaki olumluluğu “Baki”nin adını anmadan aktarır. 


M. Ali Eser’in romanda anlattığı, huyunu suyunu beğendiği, övgüye değer siyasi bir yetkinliği olduğunu iddia ettiği Emperyalist İsmail karakteri gerçekten var olan biridir. Ancak yapmış olduğu olumlu yorumları yazara bırakıyoruz. Birlik öncesi Konferans kanadı tarafında yer alan parti üyesi birisidir. Yazar Emperyalist İsmail’in yeni yoldaşlara eğitim verdiğini iddia ediyor.  Yazar kimseyle gerçekleştiremediği siyasi, askeri, örgütsel sohbetleri onunla yapabiliyor. Geçmişten tanışıklığın etkisi olsa gerek. Emperyalist İsmail ile  Atila arasında eğitim çalışmalarına dair geçtiği iddia edilen bir sohbet söz konusu; “[Atila sorar] “Derse, yani eğitim çalışmalarına komutanlar da giriyor mu? ‘İsmail’ onlar girmiyor’ demiş ve devamında nedenini Atila sorar, ancak yanıt tatmin edici değildir. Ayrıca bir başka yerde Emperyalist İsmail şunu ifade ediyor; “burada öyle ahım şahım politik kişilik arama fazla yoldaş” ve devamında da Emperyalist İsmail’in yüz ifadelerinden, Atila kendisine uzun uzun anlamlı ödevler çıkarır; “burada oyun oynanıyor, sen anlar mısın bilmem mi? dedi. Kendini kandırma değiştiremezsin mi? dedi” (S.88-89) diye bir bölüm aktarılır. Yazar, bulunduğu alanda özelde DABK kökenli kadroları işaret ederek, genelde Partizanlarda olduğunu iddia ettiği siyasi seviyedeki geriliği, kendine has kibir ve küçümsemeyle ifade ediyor. Özellikle bahsedilen eğitim çalışması, mücadeleye yeni katılan Partizanların siyasi seviyelerini ilerletmek amacıyla gerçekleşir. Misal kitapta ismi belirtilen Alev, 1 yıllık bir partilidir. Bu çalışmalara kadro ve komutanların girmesi yada girmemesi gerektiği şeklinde kesin bir hüküm yoktur. Gerektiğinde katılım gerçekleştirirler. Belirttiğimiz aktarımdan hiç siyasi eğitime katılmadıkları anlamı çıkmaktadır. Buradaki eğitim çalışması nedense hareketli arazidedir. Ancak böyle bir olanak bildiğimiz kadarıyla hiçbir dönem sağlanamamıştır. En fazla yoldaşlar fırsat buldukları yerlerde yanlarında taşıdıkları bir kitabı okumayı başarmıştır. Genelde eğitim çalışması kışlık üslenme alanlarında verildiği için, birliğin tamamı bu faaliyete katılır. Hareketli arazide eğer üs alanı olarak belirlenmemişse orada eğitim çalışması imkanı olanaksızdır. Yeni katılan gerillaların siyasi veya askeri seviyesini ilerletmek için gerçekleşen çalışmalara, illa da komutan ve kadroların katılması diye bir zorunluluk söz konusu olamaz. Yazarın burada işaret ettiği mesele, bir yanda eğitim çalışması sürerken, kadro ve komutanların boş boş oturduğunu okura göstermektedir. Böylesi bir durum, bulunduğun alana yabancılaşmadır. Bu pratiği de kadroların geri olan eğitim seviyelerine rağmen yaptığını yazar iddia ediyor. “Ahım şahım politik kişilik arama” bunun ifadesidir. Komutanların, kadroların ve savaşçıların tümünün katıldığı eğitim çalışmaları sürekli gerçekleşmiştir. Ancak bu çalışmalar kışlık üslenme alanında yapılır. Güvenlik sorunu ancak bu şartlarda olanak taşır. Yazar güvenlik meselesini çok ciddiye almıyor ama askeri hatalarda tek tek bireyleri suçlamayı biliyor. Yazarın değerlendirmesini yaptığı somut durumda eğitim çalışması beklentisi içinde olması olanaksızdır. Gerilla savaşında bulunan ve politikayı silahıyla yapan kişi için, kışlık üslenme alanı dışında siyasi eğitim imkanı bulma olasılığı olmamıştır. Bu çalışmaların kış dönemi haricinde yapılabilmesi Üst Alanları yaratılmasına bağlıdır. Ancak bu meselede yıllardır yaşanan kavrayışsızlık, planlama ve hedef olarak belirlenmeyi öteleyen yaklaşım bilinen bir olgudur. Asıl eleştiri eğitim çalışmasına katılıp katılmama olmamalıdır. Bu çalışmaların kışlık üslenme alanları dışında sağlanabileceği Gerilla Üs Alanlarının neden yaratıllamadığı eleştirisi olmalıdır.  Bunu başaramamak savaşı da zaman içinde geriletmiştir. 


Yazar dört dörtlük gerilla, komutan, kadro aramaktan vazgeçmelidir. Bu diyalektik düşünceye aykırıdır. Dönemin koşullarında köylüleri temel güç olarak kabul eden bir hareketen bahsediyoruz. Okuma yazmayı bile Partizan mücadelesinde yada tutsaklık koşullarında öğrenen savaşçılarımız vardır. Gerilla alanında siyasi seviyeyi geliştirmek için yeterince çaba verilmiştir. Ancak silahı elinde olan bir savaşçı için doğallığında öncelik askeri kabiliyettir. Bulunduğun alanın ihtiyaçları da buna yöneltmiştir. Peki Atila bilinen bu duruma nasıl bir çözüm bulur?!


Yoldaşlarımızın siyasi seviyesini beğenmeyen Atila, Emperyalist İsmail’e dayandırarak kendisine kurtarıcı misyonu yüklüyor. “Kendini kandırma hiçbir şey değiştiremezsin mi” diyerek nasıl bir böbürlenme, ben merkezci, peygamber vari bir kibirle cümleler kurarak kendini işaret ediyor. Yazar madem bu kadar özgüvenli niteliklerini ifade ediyor da, neden aynı yerinde sayıyor. Yıllarca kadro vasıflarıyla mücadele içerisinde bulundunuz, apoletlerinize bu kadar güveniyordunuz da neden mücadeleyi geliştiremediniz. Soruları yanlış soruyor ve yanıtı bireyselleştiyorsunuz. Yazara göre hatalar nasıl bireylere mahsussa, çözümde bireysel çıkışlarla yani yazar gibi peygamberlere bağlıdır. Bireylerin mücadelede etkisi vardır, ancak bu ne sürdürülebilir ne de esastır. Yazar devamlılık biçiyor ve bunu kitapta olduğu üzere kendisi üzerinden gerçekleştiriyor.


Yazarın savaşçı Alev’in de içinde olduğu nereye uzanacağını öngöremeyen bir değerlendirmesi vardır. Öncelikle Alev isimli Partizan, bireysel ve örgütsel sorumluluklarını açık bırakmak üzere, OPK’dan bir yıl sonra kendi isteğiyle mücadeleyi bırakır. 


Gelelim aktaracağımız bölüme; “Arkasında yürüyen ilk kişinin Alev olduğunu görünce “iyi” dedi Atila. Kuşandığından insana partizan olarak doğmuş dedirten biriyle yakın yürümeyi kır tecrübesi olmayan kendisi için önemli bir avantaj olarak görüyordu” (S.133) “Kır tecrübesi olmayan” biri olarak yazardan bize şunu açıklamasını isteriz. Bulunduğu alanda, “insana gerilla olarak doğmuş” dedirtmeyenler kimlerdi? Sahi bu kadar özgüvenli, kesin yargılarda bulunmayı kendinizde nasıl hak görüyorsunuz? Bu nasıl bir kibir ve kendini beğenmişlik örneğidir.


Diğer bir konu ise OPK’nın yapıldığı yerin değişimi sırasında yaşandığı ileri sürülen olaydır. Gerillalar OPK’nın yapıldığı Dereşaran Vadisi’ne taşınırken, yürüyüş esnasında yaşandığı ileri sürülen Nihat’ın Bahar’a farklı zamanlarda şiddet uygulama pratiği olmuştur. Bunlardan biri de DABK ve Konferans kanatları arasında birlik gerçekleşmeden kısa bir zaman önce yaşanmış ve buna ilişkin Nihat’ın özeleştirisi olmuştur. Kimi zaman buna müdahale edilse de sessiz kalındığı, görmezden gelindiği de olmuş. Aktardığımız pratik, bilinen ilk şiddet örneğidir. Özeleştiri verilse de uygulanan yaptırım yetersiz kalmıştır. Bu şiddetin kadına uygulanıyor olması farklı bir değerlendirme ve yaptırım gerekçesi oluştururken, bu tarz şiddet pratiği erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet olarakta karşımıza çıkmıştır. Yaptırım ne kadar yetersiz kalırsa bu olumsuz pratiğin farklı şekilde karşımıza çıkmasına neden olur. Nitekim 1. Kongre sonrasında dahi bu tür şiddet olayları yaşanmıştır. Erkeğin erkeğe yada kadın yoldaşlara fiziki ve sözlü şiddeti karşımıza tekrar tekrar çıkmıştır. Bu pratiklerin önemli bir kısmının sessiz kalınarak sineye çekilmiş, ancak günü gelmiş şiddete uğrayanlarda gerilemelerle birikim ortaya çıkmıştır. Gerçekleştiği anda yaptırımın yetersiz olduğu her olumsuz pratiğin tekrardan gerçekleşmesi yanında maruz kalanların gerilemesine de engel olunamaz. Sınıflı toplum yapısı içerisinde oluşumuz bu durumun temel besin kaynağıdır. Komünist partisi saflarında oluşumuz her şeyi geride bıraktığımız anlamı getirmiyor. İşte bu olumsuz pratikler üzerinden ve bilinen Nihat tarafından işlenen pratiklerden yazar, sadece kendisinin görebildiği kurgusal bir olay yaratmıştır. 60’tan fazla birlik mevcudunun olduğu yürüyüşte yalnız yazarın bu pratiği görebilmesi ilginç tabi! Nihat’ın bu pratiği sergileme olasılığı mevcut, bunu tartışmaya açma niyetinde değiliz. Ancak olayı gördüğünü iddia eden yazarın, bu duruma yönelik hiçbir girişimde, müdahalede bulunmaması da ilginç. Nihat’ı ilk defa gören Atila, neden bu konuyu pek çok nitelikli kadronun bulunduğu alanda sıcağı sıcağına gündeme taşımamış. Nihat’ın kurduğunu iddia ettiği otorite, nede çabuk M. Ali Eser’i içine aldı. Bu nasıl bir nitelikli kurtarıcı pratiğidir. Üstte aktardığımız bir pasajda “burada oyun oynanıyor” diyerek verilen mücadeleyi küçümseyen yazar, acaba kitabı üzerinden okurla oyun oynadığını gizleye bilir mi? Atila’nın her olumsuzlukta tek başına şahitliği tutmadığı gibi herhangi bir müdahalesinin de yapılmıyor olması, anlatımların samimiyetini sorgulatıyor. 


Yine yürüyüş esnasında erimiş karlardan kaynaklı oluşan boşluğa düşen yoldaşın olayından, çok ciddi bir askeri zaafiyet çıkarmakta fazlasıyla abartılıdır. Yoldaşın sara hastası olduğu da bilinmezken, bu durumdan saldırı malzemesi çıkarmak yavan olmuştur. Elbette bu durum gözetilerek daha yakın şekilde yoldaşla yürünebilir, ancak daha fazlasını çıkarmak anlamsızdır. Nitekim kısa süre içinde yoldaş kayıp düştüğü yerden bulunup alınır. 


Son olarak OPK sonrası Dersim Bölge Komitesi’ne atanan Atila’nın görev yerine ulaşmasına gelelim. Atila OPK sonrası kısa süreliğine şehire gittikten bir süre sonra görev yerine ulaşmak üzere Mazgirt’e doğru yola çıkar. Bu yolculukta Dersim’de kuryelerde ona yardımcı olur. Bu ulaşım esnasında İmam Boztaş yoldaşla da görüştüğünü iddia eder. Devletin, köyünde evinin önünde ailesinin şahitliğinde katlettiği İmam yoldaş, yıllarca hareketimizin gönüllü bir çalışanı olarak mücadeleye katkı sunmuştur. Bu nedenle de çeşitli dönemlerde tutsak düşmüştür. Ancak yılmadan çalışmalara desteğini sürdürmüştür. Dersim’de ve hareketimiz içinde değer gören ve sevilen bir yoldaşımızdı. Yazar, İmam yoldaşın bu niteliklerini ve gördüğü saygıyı iyi bildiğini kitapta da aktarır. Bunu bilen yazar, İmam yoldaşın ağzından, kendisine yönettiği övücü sözlerle, kitabın yarısının ana fikrini verir. 


Yazara ölümsüz yoldaşlarımızı kullanarak kendisini nitelikli göstermek yerine, durduğu yeri gözden geçirmesini öneririz. Kendisini pohpohlamaya ölümsüzlerimizi alet etmemelidir. Kitapta aktardığı üzere İmam yoldaş, Atila’nın Mazgirt’te çalışacak olmasına şu yorumu yapmış; “Buna en çok ben sevindim. Yıllardır buraya tecrübeli ve bölgeyi bilen biri gelmemişti. Kısa sürede buraları toplarız.” (S.366) Yazarda ilginç bir özgüven olduğuna şüphe yok. Ancak yazıda kalmış ve pratiğe dökülemeyen bir özgüven. Tarihimizi ve ölümsüz yoldaşlarımızı alet ederek kendisini lider, üstün şahsiyet göstermeyi amaçlayan bir özgüven. Aktarılan ifadeler gerçekçi görünmüyor. Öyle bir durum ki yazar Kaypakkaya hareketinde Mazgirt’li yada o yöreyi bilen yoldaş hiç olmamış gibi özgüvenle kendisini göklere çıkarıyor. Bu kadarına da pes dedirtiyor. 1976’da çıktığını söylediği Mazgirt’e 1992’de faaliyet için dönen biri için fazlasıyla iddialı bilgiçlik gösterisi sergiliyor. 


Öncelikle kitapta sadece isimleri belirtilen Özkan (Cafer Cangöz) ve “Baki” yoldaşlarımızın, yıllarca o bölgede açık ve gizli mücadele içinde olması bile yeterlidir. Bu yoldaşlarımız ve diğerleri bölge halkı üzerinde olumlu etki bırakmıştır. M. Ali Eser’in ulaşamayacağı değerlerlerdir bunlar. Yazdıklarını okuyanlar için yörede mutlak şaşkınlık uyandırmıştır. Yoldaşlarımızı görmezden gelerek, verdikleri emeği hiç olmamış gibi aktarımlar da bulunmak, ödediğimiz bedeller karşısında tuzla buz olur. Yazar kendisiyle başlayan tarih yazmaktadır. Kendisini aklamak, paklamak, niteliklerini gereğinden fazla övmek için yazılan bu kitap gerçekler karşısında buharlaşıp uçacaktır. Kendisini aklamak ve pohpohlamak için kaleme alınan bu kitapta, ele aldığı dönemin gerçeklerini ifade edebilecek birileri olmayacağını düşünmüş olmalı. Aktardıklarımızdan da görüleceği üzere, M. Ali Eser ortaya çıkardığı her kitapta olduğu üzere, tarihimize saldırmaya devam etmiştir. Buna alet olanları da yine tarihimiz yargılayacaktır.


Kolektif hafızayı ve mücadeleyi, bireysel kaygılarına alet ederek onu zayıflatmaya hizmet eden pratik, bugün devrimci örgütlü mücadelemizin gerilemesinin bir yansımasıdır. Son yıllarda bu türden çıkışlar sıklıkla karşımıza çıkar. Hareketimizin yeterince mücadele edemediği yada kitlelerin bir kısmının kafasında oluşan sorulara, kendi yetersizliğinden dolayı veremediği tatmini, M. Ali Eser gibi son dönemde bireysel çıkışlar sergileyerek ortaya çıkanlar tarihimize, değerlerimize saldırı, yıpratma ve karalama amaçlı kullanmaktadır. Buna müdahale edilmediği takdirde tarihimiz, değerlerimiz birikerinin elinde oyuncak olmayı sürdürecektir. Buna müdahale örgütlü bilinci geliştirmekle mümkündür. Örgütsel düşünüş, hareket zayıflıyor ve zayıfladıkça da yıllar yılı kendini gizleyen pusudaki ben merkezci, kariyerist bireyler kendini açığa çıkarıyor. Bu kişiler örgütlü bilinçle eleştiriye tabi olmadıkça da asıl kimliklerini bir şekilde muhafaza etmeyi sürdürüyor. Çünkü kapitalizmin içine sıkışmış bireylerde, bireyci yaklaşımlar beslenir. Hele ki Avrupa’ya kapağı atmış mülteci oportünizmi ile iç içe bir yaşam sürdürüyorsa, kapitalizm esas avını yakalamak için onları beslemeye devam eder. Bu kişileri o toplumsal formasyon içinde ayırt etmek güçtür. Aynıların aynı yere toplanmasının en büyük güçlüğü de budur. Her zamankinden daha fazla bizi kuşatan bu yönelim, ancak ve ancak örgütlü, kolektif akıl ve mücadele geliştirilerek aşılır. Bunu başaracak kudrette Kaypakkayacı harekette mevcuttur.


Son bir sözümüz de yayın evine olacaktır. Devrimci mücadelede bedel ödemiş ve ödemekte olan kişilere, saldırıları görmezden gelmek bu kadar basit olmamalı. Buna yazar gibi, kendisini Kaypakkaya geleneği içinde ifade ettiğini belirten bir yayınevinin alet olması ise üzerinde durduğunu iddia ettiği tarihi tüketmektir. Bu duruma kim ne şekilde alet olursa olsun teşhir etmekten geri durmayacağız. Taki devrimci kimliğini tüketen bu peygamber vari şahsiyetlerle arasına kalın duvarlar örene kadar. Kitabın yazarı kadar basımını üslenen yayınevi Babek/Sancı ortaklığı da hakaret, saldırı, karalamalardan sorumludur. 

Kaypakkayacı hareketin tarihini sahiplenmediniz, hiç olmazsa verilen mücadele ve ödenen bedellere saygınız olsun.         S. O. N

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-1/ 

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-2/ 

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-3/ 

https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-4/


 


 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)