28 Kasım 2023 Salı
ABDULLAH ÖCALAN NIN SORGU İFADESİNDEN BİR KESİT: Avukat_Medeni Ayhan
27 Kasım 2023 Pazartesi
Koridor
7 EKİM'DEKİ HAMAS saldırısının KÜRESEL sonuçları olacaktı.
Zaten operasyonu düzenleyen AKIL bunu hedefliyordu. Yazılanlar, çizilenler,
söylenenler pek olaya bu açıdan yaklaşmasa da 7 Ekim ABD ile İngiltere'nin, ABD
ile Çin'in, Avrupa Birliği ile İngiltere'nin, Paris-Berlin hattı ile Pekin'in
mücadelesini kapsamaktaydı.
İsrail'e ilk günden bu yana verilen akıl almaz, sınırsız
destek zaten bunun en önemli işareti ve kanıtıydı.
HAMAS'ın saldırı gerçekleştirdiği günden bu yana OPERASYONUN
ÇOK BÜYÜK OLDUĞUNU, konunun İsrail-Filistin savaşının dışında başka bir anlam
taşıdığını aktarmaya çalışıyorum.
Elbette merkezde Türkiye vardı!
2013 bizim için de dünya için de önemli tarihti! Kırılmanın
her yerde hissedildiği bir yıldı! Türkiye içeride REJİMİ SARSAN ZELZELEYE
yakalanırken, Çin Kazakistan'da İPEK YOLU'nu ilan ediyordu.
Defalarca yazdığım gibi görünmez ortak ve aklın sahibi
İNGİLTERE'ydi.
Üzerinden 10 yıl geçti. 10 yılda yaklaşık 1 trilyon dolar
harcanan proje kapsamında Çin yönetimi, 150'den fazla ülke ve 30 uluslararası
örgütle işbirliği anlaşmaları imzaladı.
Dünya Bankası ve Harvard gibi üniversiteler yaptıkları
araştırmalarda, Kuşak ve Yol Girişimi'ndeki altyapı projelerinin inşası için
Çin'den yüksek miktarda kredi alan 22 ülkenin bu borçları ödeyemediğini ortaya
koydular. Araştırmalarda Pekin'in bu ülkelere 2008- 2023 periyodunda 240 milyar
dolarlık kurtarma paketi sunduğu da not düşülüyordu. Çin ve İPEK YOLU tarafında
durum böyleyken ABD Başkanı Biden G7 Zirvesi'nde oyunu ifşa ediyor, "Build
Back Better World" sloganıyla YENİ BİR DÜNYA KURMAK İÇİN YOLA ÇIKTIKLARINI
açıklıyordu.
Kime karşı? Elbette Çin'e ve arkasındaki İngiltere'ye
karşı...
Bu çıkışın eyleme dönüştüğü yer ise G-20 zirvesi ve DELHİ
oluyordu. Hindistan yeni büyük oyuncu olarak yerini alıyor, BATI da arkasında
duruyordu.
Hindistan, ABD'nin yakın ilgisinin dışında zaten Pekin'in
PAKİSTAN üzerinden GWADAR LİMANI'na inmesine tepkiliydi! Çin- Pakistan Ekonomik
Koridoru'nu da içerdiği için Kuşak ve Yol Girişimi'ne karşı çıkıyordu. Bu da
SIR değildi! Hint-Pasifik Bölgesi'ni Orta Doğu ve Avrupa'ya bağlayacak çok
uluslu bir demir yolu, denizcilik projesi olarak tanıtılan Hindistan- Orta
Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru'nun en önemli tarafı BİZİM DIŞARIDA TUTULMAMIZDI!
Yani İPEK YOLU'nda yer alan Türkiye, ABD'nin AB'yi yanına alarak Hindistan'dan
başlattığı projede ANKARA'ya yer vermiyordu.
Bu da ORTADOĞU'daki tüm dengelerin sarsılacağı anlamına
gelmekteydi. 7 Ekim'den bu yana olaya da böyle bakmaya gayret ediyordum.
Türkiye'nin dışarda bırakıldığı projede Hindistan'ın Mumbai
limanından kalkan gemilerin Dubai'ye yanaşması, buradan da demiryoluyla Suudi
Arabistan, Ürdün ve İsrail rotasını takip ederek Akdeniz üzerinden Avrupa'ya
bir nakliye rotası oluşturulması öngörülüyordu!
Yunanistan'ın Pire limanına ulaşan KORİDOR oradan da
Almanya'nın kuzeyindeki HAMBURG'a uzanacaktı.
Plan buydu! Dikkat ederseniz OYUNDA iki önemli ülke yoktu!
Biri TÜRKIYE diğeri ise İNGİLTERE... İpek Yolu Pekin- Londra köprüsü kurarken
burada hepsi dışarıda tutulmaktaydı!
Çin'in 10 yıldır emek ve para harcadığı İPEK YOLU PROJESİ
doğrudan hedef alınmaktaydı... Doğal olarak Türkiye de...
Peki İSRAİL ORTADOĞU'daki son rota olacaksa projenin
sağlığını etkileyecek olanların ortadan kalkması gerekmez mi? Yani İSRAİL için
ABD için tek görünür tehlike HAMAS'tı.
Bunun için de bir neden bulup savaşı başlatmak
durumundaydılar.
7 Ekim buydu!
TEPKİ'yi ölçmek için DAHİ olmaya gerek yoktu. Buna rağmen
saldırı oldu. TEPKİ de büyük oldu. ABD-AB gözlerini kapadı.
HAMAS'ın yani GLOBAL GATEWAY'e risk olan bir yapının ortadan
kaldırılmasını izliyorduk. Çoluk çocuk demeden katliamlara devam edilmesinin
nedeni buydu. HAMAS ile birlikte MÜSLÜMAN KARDEŞLER-TÜRKİYEİNGİLTERE karşı
cepheye konuluyordu. KÖRFEZ zaten HAMAS'ı ve İHVANÜ-L MÜSLİMİN'i'
onaylamıyordu.
KATAR Ankara'nın yanında yer alsa da son dönemde ABD
baskısıyla küçük adımlarla ARABULUCULUK rolü verilerek saf değiştirmeye
zorlanıyordu! Zaten Pentagon ORTADOĞU'da "HUZURU" sağlamak için UÇAK
GEMİLERİNİ HÜRMÜZ'den geçiriyordu!
Delhi'de GLOBAL GATEWAY açıklanmadan bir süre önce DENGE
POLİTİKASI olarak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri BRICS'e dahil
ediliyordu! Ancak DELHİ'de bu adım atılınca YÜK bu iki ORTADOĞU ülkesinin
sırtına vuruluyordu! İMZAYI atanlar bunlardı! Elbette ABD ve AB ile birlikte...
İPEK YOLU'na karşı bir hamle geliyor, ABD-AB- ORTADOĞU bir safta yer tutuyordu.
Türkiye dışarıdaydı.
Bunu da YPG/PKK'ya verilen sınırsız destek ile ekonomik
çevrelemede görüyorduk. Bu projenin ve hattın güvenliği için de KÜRT OLUŞUMUNUN
önemi ortada! Olaya bir de buradan bakmakta fayda vardı!
ABD ile Türkiye arasında yaşanan her krizin arkasında bu
yatıyordu! F-35'te de F-16'da da... Vermeyeceklerdi. Tıpkı Almanya'nın
Eurofighter'ı vermeyeceği gibi. SAFLAR netti. Silah da para da yabancı
yatırımcı da bulmamız istenmiyordu. Bu doğal olarak içeride siyaseti
etkileyecek bir basınçtı! Türkiye ya bu EKSENE yanaşacak ya şimdi bulunduğu
kulvardan ilerleyecekti. Her iki yolda da değişik sonuçlar karşımıza
çıkacaktı... Özellikle İÇ SİYASET bu kampların etkisinde kalacak ve değişimi
zorlayacaktı... İttifakların geleceği bu tercihle yakından ilgiliydi! Size
garip gelecek ancak "ANAYASA MAHKEMESİ ile YARGITAY arasındaki krize de
buradan bakın" derken eksik yazmışım!
İçeride sarsıntı meydana getiren, gündem olan yakıcı tüm
olaylar bu pencereden rahatlıkla görülebilirdi. Ünlü isimlerin isminin geçtiği
finansal skandallar da buna dahildi!
NOT:
ABD Hazine Bakanlığı'nın Terörizm ve Mali İstihbarattan
sorumlu Müsteşarı Brian E. Nelson'ın, "ABD'nin HAMAS'ın fon toplama ve
hareket ettirme kabiliyetlerini engelleme çabalarını ilerletmek üzere
Türkiye'ye ziyarette bulunacağı" açıklandı. ABD, HAMAS adına yatırım
portföyü işlettiğini düşündüğü bazı isimlere, şirketlere yaptırım getirmişti!
HAMAS Türkiye'ye göre mücahit bir yapılanma ABD-AB'ye göre ise terör örgütü!
Gördüğünüz gibi saflar netti... Savaşın nedeni de...
https://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2023/11/28/koridor
Ergün Diler_Takvim
23 Kasım 2023 Perşembe
Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerçek yüzü!
Açıklama: Bu yazı, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin Genel Başkanlığına getirildiği dönemde, 2010 tarihli Partizan’ın 72. Sayısında yayımlanmıştır. Yazı eski olsa da, yazılanlar eski sayılmaz. Zira Mayıs 2023 seçimlerinde “halkın umudu” olarak önümüze konan Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’sinin burjuva-feodal sistemde oynadığı rol, özellikle de seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ve ortaya çıkan bu gerçeklikler, Partizan makalesinde dikkat çekilen ve tespitleri yapılan gerçekliklerle uyumludur.
Bu vesileyle makaleyi Özgür gelecek sitesinde yayımlamayı uygun gördük. Makaleyi iki bölümde yayımlayacağız. Birinci bölümde CHP’nin gerçek yüzüne ikinci bölümde ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun misyonuna ilişkin analizler yer alıyor.*****Kaypakkaya Partizan
Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir!
CHP’de yapılan genel başkanlık değişiminin
arka yüzü ve K. Kılıçdaroğlu’nun gerçek yüzü!
CHP genel başkanı Deniz Baykal, Mayıs ayının ilk günlerinde kendisine ait olduğu ileri sürülen görüntü kasetinin internette yayımlanması sonrası, partisinin genel başkanlığından istifa etmiştir. Bu olayın CHP genel başkanlığında değişim yapma operasyonunun bir parçası olduğu çok zaman geçmeden anlaşılmıştır. Bu, genel başkan değişimi burjuva-feodal sınıfların ahlakına uygun tarzda yapılmıştır.
Bu kısım bizleri fazla da ilgilendirmiyor. CHP, 33. Kurultayını 22 Mayıs’ta Ankara’da toplamış ve bir dizi ayak oyunu ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkan olarak seçmiştir. Deniz Baykal başka bir şekilde genel başkanlığı bırakır mıydı bilinmez ama yeni CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başta emekçi halkımız olmak üzere Aleviler ve Kürtlerin gözünde bir umut haline getirilmeye çalışıldığı yapılanlardan anlaşılmaktadır. İşin bu tarafı bizleri fazlasıyla ilgilendirmektedir.
Dolayısıyla CHP’deki yeni genel başkan etrafında estirilen rüzgarları, buna paralel K. Kılıçdaroğlu kişiliğini ve yüklenmiş olduğu misyonu incelemeliyiz. Kılıçdaroğlu halkımız için bir umut mudur yoksa halka yapılan saldırının kod adı mıdır? Bizler toplumdaki tüm değişimleri inceleriz. Burjuva-feodal hakim sınıflar içindeki gelişmeleri de inceleriz. Burjuva-feodal sınıflar tek parça, bir bütün değildir. Hakim sınıfların varlığı emekçi halkı sömürmek üzere kurulu olduğu için esas çelişkileri hep ezilen emekçi sınıflarla kendi aralarında olmuştur. Bunun yanında kendi aralarında da çelişkiler mevcuttur. Kendi aralarındaki çelişkiler, sonuçta dolaylı veya direkt olarak ezilen sınıfları etkiler.
Görünürde kendi aralarında bir çelişkiymiş-sorunmuş gibi gözükenleri yakından incelediğimizde durumun hiç de öyle olmadığını, esas sorunun emekçi halkı daha fazla sömürmek üzerine olduğunu görürüz. Bu bağlamda son süreçte CHP’’de yaşananlar da incelemeyi hak etmektedir. CHP’yi incelerken yalnızca son sürecini alıp incelemek sorunu anlamamıza yetmez. Çünkü CHP sıradan bir düzen partisi değildir. Türkiye cumhuriyetinin kurucu partisidir. Dolayısı ile, genel hatları ile bile olsa, CHP’nin tarihsel sürecini incelemeliyiz. Yine burjuva-feodal bir partideki gelişmeleri anlamak için burjuva politika yapma tarzını da incelemeliyiz.
Bunlardan sonra süreçte burjuva-feodal Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! CHP’de yapılan genel başkanlık değişiminin arka yüzü ve K. Kılıçdaroğlu’nun gerçek yüzü! CHP’deki yeni genel başkan etrafında estirilen rüzgarları, buna paralel Kemal Kılıçdaroğlu kişiliğini ve yüklenmiş olduğu misyonu incelemeliyiz. K. Kılıçdaroğlu halkımız için bir umut mudur yoksa halka yapılan saldırının kod adı mıdır? hakim sınıfların tıkanan politikalarını ana hatları ile ortaya koyduğumuzda CHP’deki değişim ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun misyonu ortaya çıkmış olacaktır. Yazımızda bunları yapmaya çalışacağız.
Kemalist devletin kurucu partisi; CHP “Nasıl özel yaşamda bir adamın kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleri ile gerçekte ne olduğu ve ne yaptığı birbirinden ayrılırsa, tarihsel savaşımlarda da, özel yaşamdakinden daha çok, partilerin sözlerini ve emellerini onların kuruluşlarından ve gerçek çıkarlarından ayırt etmek, kendileri hakkında düşündükleri ile gerçekte ne olduklarını birbirinden ayırt etmek gerekir.” (Marks, Louis Bonaparte’nin 18 Brumaier’i, Sf: 49) K. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığına geldiği CHP, burjuva sistem partisidir ama bu belirleme CHP’yi tam olarak tanımlayamamaktadır.
CHP ondan da öte Kemalist-faşist devletin kurucu partisidir. Bilinen klasik burjuva sistem partilerinden bazı farklı özellikleri vardır. Bir bütün CHP’nin tarihini incelemek bu yazının amacı değildir ama önemli noktalara da değiniler yapılacaktır. (Bu değerlendirmeyi yaparken bazı dönemlerde çeşitli gerekçelerle farklı isimler alan bu kökenden olan SHP, HP, DSP vb. de değerlendirilmiştir. CHP’ye onlar da dahildir değerlendirmemizde.) CHP, cumhuriyet ilan edilmeden önce kurulmuş bir partidir. Her ne kadar resmi kuruluşu 11 Eylül 1923 olarak söylense de geçmişi Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne kadar dayanmakta, hatta bazen kuruluşu Sivas Kongresi olarak söylenmektedir. Kurucu genel başkanı M. Kemal’dir. Ölene kadar da genel başkan olarak kalmıştır.
Bundan dolayı partide “Ebedi Şef” olarak anılmıştır. 1936 yılında çıkarılan bir genelgeyle Parti-Hükümet ve devlet birleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı CHP’nin genel başkanı, iç işleri bakanı partinin genel sekreteri ve valiler de partinin il başkanları olmuşlardır. Yani CHP’ye devlet partisi denmesinin kökeni 1919 Sivas Kongresi ve sonrasında almış olduğu rollere dayanmaktadır. Devletin kurucusu ve devletle iç içe geçmiş bir parti olmasının kurumsal ayakları da bunlardır. CHP’yi anlamak ve tanımak için TC’nin kurucu unsurlarına yani kuruluşuna önderlik eden sınıfların hangileri olduğuna bakmamız yerinde olacaktır. TC’nin kurucu hakim sınıfları toprak ağaları, Türk ve Müslüman olan komprador büyük burjuvazi ve bürokrasi sınıflarıdır.
Bu konuda İ. Kaypakkaya şu tespiti yapmıştır. “Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine giren yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte, yukarıdaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.” (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar) “Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.” (age) Ülkenin yarı-feodal, yarı-sömürge sosyo-ekonomik yapısı dolayısıyla güçsüz ve emperyalizme bağımlı bir ekonomisi vardır. Geç gelişmiş ve emperyalizme bağımlı cılız bir kapitalizm vardır.
Ekonomik yapının geri olması dolayısıyla emperyalizme bağımlı olarak gelişmiş güçlü bürokratik yapı vardır. Bunların içinde askeri bürokrasi ağırlığı, Osmanlı’dan devralınan askeriye içindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kadroları oluşturmaktadır. Osmanlı’nın son döneminde başlatılan “ulus oluşturma” projesini askeri bürokrasi hayata geçirmiştir. Bu sürecin 1960’lı yıllara kadar esasta sürdüğünü söylemek yerinde olacaktır. “Ulus oluşturma” projesinde, başta Ermeniler olmak üzere diğer ulus ve milliyetleri imha ve yok etme uygulanırken, bir bütün başka ulus ve milliyet kökenli komprador burjuvaların sermayesine el konulma işlemi yapılmıştır. Osmanlı’da ticaret ve sanayinin esasta Rum ve Ermenilerin elinde olduğunu düşündüğümüzde kimlerin sermayelerine el konulduğu ortadadır.
Osmanlı’da başlatılan Türk olmayan kompradorların, irili ufaklı sermaye sahiplerinin sermayeleri gasp etme süreci Kemalist iktidarın ilk yıllarında, esas olarak tamamlanmıştır. Bu süreci Türk hakim sınıfları adına yürüten Türk askeri bürokrasi ve yerel eşraftır. Bu savaş yıllarından sonra Türk ve Müslüman komprador burjuvazi, sermaye gaspı ile tarih sahnesine çıkmıştır. Aynı zamanda yine askeri bürokrasinin gözetiminde toprak ağalarının ve yerel eşrafın Rum ve Ermenilerin toprak ve mallarına el koyma süreci yaşanmıştır. 7 Askeri bürokrasinin hakim rolü dolayısıyla kendine sıkı sıkıya bağlı komprador Türk büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıflarının gaspla palazlanmasını sağlamıştır. Bu hakim sınıfların hepsi de CHP içindendir. Kuruluşundan başlayarak askeri bürokrasi ve CHP, TC’nin hakim sınıflarının bel kemiğini oluşturmaktadır. Askeri bürokrasinin bundan dolayı, diğer hakim sınıflar üzerinde baştan bu tarafa bir tahakkümü vardır. Askeri bürokrasinin hala güçlü ve CHP yanlısı olmasının tarihsel kökleri bunlara dayanmaktadır.
CHP’nin devletin kurucu partisi olmasının bir ayağı da kuruluş yıllarında ortaya konan bu politikaların mimarı olmasından kaynaklıdır. CHP’de “ebedi şef” olarak M. Kemal ölene kadar genel başkan olarak kalmıştır. Daha sonra “Milli Şef” olarak İsmet İnönü genel başkan olmuş ve 1972 yılına kadar da genel başkan olarak kalmıştır. 1947 yılına kadar cumhurbaşkanının aynı zamanda CHP genel başkanı olma durumu devam etmiştir. 1972’de İ. İnönü’nün CHP genel başkanlığından uzaklaştırılması ve B. Ecevit’in genel başkan olması da normal bir şekilde değil, burjuva ayak oyunları ile olmuştur. Son yaşanan genel başkanlık değişimini de düşündüğümüzde CHP’de genel başkanlıkların “normal” yöntemlerle değişmemesinin bir gelenek olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Kurucu partinin ideolojisi de TC’sinin kurucu ideolojisidir. Bu ideoloji tekçi, şovenist burjuvafeodal ideolojidir. Tek parti, tek sınıf, tek millet, tek din, tek vatan ideolojisi CHP’nin ve TC’nin kurucu ideolojisidir.
Güneş Dil Teorisi ile tüm dillerin Türkçeden türemiş olduğunu M. Kemal formüle etmiştir. Türk Tarih Tezi diye geliştirilen ırkçı bir tezle de Anadolu’da kurulmuş medeniyetlerin ve yaşamış halkların Türk kökenli olduğu söylenmiştir. Yani tam anlamıyla ırkçı faşist ideoloji oluşturulmuştur. Toplum için ise “sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış millet” tanımlaması kullanılarak tekçiliğin “sınıfsızlık” ayağı da örülmüştür. Tek parti tezi olarak da “milletin tüm nüfusunun refah ve saadetini sağlama yeteneğine sahip bir parti” söylemi geliştirilmiştir. Yani M. Kemal CHP’sinde, farklı muhalefet partisinin olması hainlikle eş değerdir.
Bugün CHP’nin MHP’ye yaklaştığını düşünenler tarihsel geçmişe baktıklarında MHP’nin bugün pervasızca dillendirdiği söylemin mimarı ve bugüne kadar uygulayıcısının CHP olduğunu göreceklerdir. Yukarıda gösterdiklerimiz bunların ispatı niteliğindedir. Kuruluş yıllarında Kemalist diktatörlüğün tek partisi CHP’dir. Kemalizm 90 yıldır, işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist diktatörlük olarak var olagelmiştir. CHP, işçilerin düşmanıdır: CHP’nin kurucu parti olduğu Kemalist diktatörlük daha kuruluş yıllarından başlayarak işçilere kan ağlatmıştır. Kuruluş yıllarında, gelişmenin belirli bir aşamasına kadar sendikalar yasaklanmış, işçi birlikleri kapatılmıştır. 1926 yılında bazı grevler kanla bastırılmıştır.
1927 yılı Ağustos ayında Fransızlara ait
Adana-Nusaybin demir yolunda çalışan işçiler greve
gitmişlerdir. Bu grev CHP iktidarı tarafından 1926 yılında olduğu gibi kanla bastırılmıştır. Bazı isyanlar bahane edilerek 1 Mayıslar yasaklanmıştır. Yani CHP
kuruluşundan günümüze işçi düşmanıdır. Zaten farklı
sınıfların olduğunu reddettiği için farklılıkları da kanla
bastırmıştır. K.Kılıçdaroğlu bunları bilmiyor olamaz!
CHP, yoksul köylülerin düşmanıdır:
CHP iktidarları köylülere karşı da işçilere gösterdiği yaklaşımın aynısını göstermiştir. Savaş yıllarında
halktan gasp ettikleri ile palazlanan CHP’lilerin haddi
hesabı yoktur. II. Emperyalist Paylaşım Savaşında
Alman emperyalist-faşistlerinin yanında savaşa girmeye hazırlanan İnönü başkanlığındaki CHP iktidarı
köylünün elinde ne var ne yok gasp ettiği gibi bütün
köylüleri askere aldığı için üretim yapacak köylü kalmamıştır. 40 dönüm ve aşağısı toprağı olan köylülerin elindeki sürüm hayvanlarının hepsi alınmıştır. Büyük köylü kitlesinin toprağının 40 dönem civarında
olduğunu düşündüğümüzde yapılanın ne olduğu daha
da net olarak ortaya çıkmaktadır. Toprak ağalarına bir
şey yapılmadığı gibi ayrıca karaborsa ortamında daha
da zenginleşmeleri sağlanmıştır. CHP bütün tarihi
boyunca bu köylü düşmanı niteliğini korumuştur.
Bunları bildiğimizde K. Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinin sahteliği daha da ortaya çıkmaktadır.
CHP, farklı milliyet ve ulusların düşmanıdır:
CHP faşist diktatörlüğü, farklı uluslara ve azınlık
milliyetlere karşı kuruluş yıllarından başlayarak acımasızca ezme ve imha politikası uygulamıştır. Karadeniz’de Rumlar Topal Osman Çetesi tarafından
acımasız bir katliamdan geçirilmiştir. Daha sonra
Kürt Alevi halkı, Topal Osman ve Sakallı Nurettin
8
Paşa tarafından korkunç bir katliamdan geçirilmiştir.
1925 yılında CHP iktidarında İnönü hükümeti döneminde, ulusal taleplerle ayaklanma hazırlığı yapan
Şeyh Said önderliğindeki Kürtler acımasızca kanla
bastırılmıştır. Ondan sonra çıkarılan Takrir-i Sükun
Kanunu ve oluşturulan İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla Kürt katliamı bir bütün Kürt coğrafyasına yayılmıştır. Ağrı, Genc vb. bir dizi Kürt ayaklanması olmuş ve bazen de katliamlar, ayaklanma bastırması
olarak görülmüştür. En son 1937 yılında CHP’nin
İnönü hükümeti döneminde bizzat M. Kemal ve İnönü
tarafından Dersimli Kürt Alevileri hizaya getirmek
adına kanlı bir plan oluşturulmuş ve Abdullah Akdoğan tarafından pratiğe geçirilmiştir. Mağaralara
doldurulan insanlar, çocuk yaşlı demeden vahşice
katledilmiştir. Çocuklar süngüden geçirilmiş, ihtiyarlar kurşunlanmış, dağ taş bombalanmış, köyler ve
ekinler yakılmıştır.
K. Kılıçdaroğlu’nun doğum yeri olan Nazımiye de bu katliamı en acımasızca yaşayan yerlerin başında gelmektedir. O, oturduğu koltuğun geçmişi ile övünen Kılıçdaroğlu bilmeli ki o koltuk kanlıdır; Dersim halkının kanı ile boyalıdır. 1938 yılında Dersim katliamında görevi, CHP iktidarında Celal Bayar devralmıştır. C. Bayar da İnönü’den aşağı kalmamış, mağaralarda insanları yakmış, savunmasız insanları süngüden geçirtmiş, dağı taşı yakmıştır. Yani 1919’dan 1938’e kadar T. Kürdistanı’nda acımasız bir Kürt katliamı yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda da Kürtler üzerindeki baskılar devam etmiştir. Yer yer sürgünler, göçler yaşattırılmıştır. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası düzenlenerek Kürtlerin konuşması yasaklanmış, Kürtçe konuşanlara cezalar verilmiştir. TC’nin kurulduğu ilk yirmi yılında CHP iktidarları acımasız bir Kürt katliamı yapmıştır. CHP, komünizmin düşmanıdır: CHP iktidarının ilk yıllarında yaptığı başka bir katliam da komünist katliamıdır. Bakü’den gelen M. Suphi ve 14 komünist bizzat Kemalistler tarafından komplo ile Karadeniz’de boğdurulmuştur. CHP, Alevlierin düşmanıdır: CHP katliamcı geleneğini Aleviler üzerine de uygulamıştır. Özellikle Kürt-Alevilere yapılanlara değinmek-gözler önüne sermek, bugün Kürt Aleviliği gündeme getirilen K. Kılıçdaroğlu vesilesiyle yerinde olacaktır. Kemalizm’in ilk katliamını Koçgiri’de Kürt Aleviler üzerinde yaptığını söylemek yerinde olacaktır. Bu katliam pek bilinmez ve hatırlanmak istenmez. Bunu bilinçli bir politika olarak yapar. Çünkü CHP’nin tabanında Kürt Aleviler yoğundur. Koçgiri’de Kürt Alevi halk, Topal Osman ve çetesi, Sakallı Nurettin Paşa ve Abdullah Akdoğan tarafından katliamdan geçirilir. Yapılanlar o kadar insanlık dışıdır ki bunun için BMM’de soruşturma açılır ama sonuçlanmasını M. Kemal engeller. Abdullah Akdoğan daha sonraki tüm Kürt katliamlarında görev almış bir katliamcıdır. Belki Koçgiri katliamı unutturulmuştur ama Dersim katliamı, bazı yönleri çarpıtılmış bile olsa, hala Dersim halkının hafızasında tazeliğini korumaktadır. Dersim katliamı M. Kemal, İ. İnönü, F. Çakmak ve C. Bayar tarafından bizzat planlanmış, Kürtleri katletmekte ustalaşmış olan korgeneral Hüseyin Abdullah Akdoğan tam yetkilendirilerek hayata geçirilmiştir. Başbakan olan İ. İnönü ise katliamı günü gününe takip etmiştir. Yani CHP’nin ebedi şefi de milli şefi de bu katliamın baş mimarlarıdır. Bu katliam, esasta bir bütün Kürtleri denetime alma operasyonunun son halkasıdır. Dersim katliamı başlamadan önce M. Kemal’in şu sözleri anlamlıdır: “İşlerimizin en önemlisi Dersim meselesidir.
Bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip ve kökünden kesmek her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” (Kürt isyanları, Ahmet Kahraman, Evrensel Basım Yayın) Dersim yalnızca Kürt olduğu için değil Alevi olduğu için de hedefti. İTC tarafından başlatılan tek dinin hakim kılınması, yani Sünni Müslümanlığın hakim hale getirilmesi planı parça parça hayata geçirilmekteydi. Bunun en önemli adımında Aleviliğin Sünnileştirilmesi projesi kapsamında Alevi köylerine cami yaptırılması yer alıyordu. Bu plana Kemalizm’in katkısı ise Koçgiri’de ve Dersim’de 9 TC tarafındanbaşlatılantek dininhakim kılınması,yani SünniMüslümanlığınhakimhale getirilmesi planı parça parçahayatageçirilmekteydi. Bununenönemliadımında Aleviliğin Sünnileştirilmesi projesikapsamında Alevi köylerinecamiyaptırılmasıyeralıyordu. Bu plana Kemalizm’inkatkısı ise Koçgiri’deve Dersim’de Alevilerinkatledilmesiolmuştur. Alevilerin katledilmesi olmuştur. O yıllarda hakim sınıfların Alevilere bakışını en iyi şekilde Jandarma Umum Komutanlığının, 1934 yılında yayımladığı, gözetim altında 100 adet basılan “Dersim” adlı gizli rapor anlatmaktadır.
Rapordaki şu paragraf her şeyi anlatır niteliktedir. “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiyemizde tek bir Sünniye tesadüf etmek imkanı belki de mümkün olmayacaktı. Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağlarının içine girmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.” (age, Sf 37, aktaran Resmi Tarih Tartışmaları 6. Kitap) M. Kemal ve İ. İnönü geçmişte Yavuz’un yapamadıklarını yapmaya hazırlanmış ve yapmışlardır. Yani Cumhuriyetin Yavuzları M. Kemal ve İ. İnönü’dür. Bugün onların koltuğunda oturmakla övünen K. Kılıçdaroğlu’nun misyonu da farklı yöntemlerle bile olsa, aynıdır. Alevi halkımız K. Kılıçdaroğlu şahsında bunları görmelidir. Kemalizm’in din politikası Alevilerden başka bir bütün dini kontrol altına almaya çalışmıştır Kemalist diktatörlük. Onun için CHP şahsında Kemalizm’in din politikasına da kısaca bakmak yerinde olacaktır. M. Kemal savaş yıllarında tekke tekke gezerek dini inançlı halktan destek almaya çalışmıştır. Büyük oranda da bu desteği almıştır. Ama savaş bittikten sonra ilk iş olarak tekke ve zaviyeleri kapatmıştır. Burada ilk hedefin Aleviler olduğu ortadadır, çünkü tekke ve zaviyelerin yeri Sünni inanışa göre Alevi inancında daha ağırlıkta/önemdedir. 1927 yılında Bektaşi tekkeleri üzerindeki baskı göreceli yumuşatılmışken Alevi-Kürt kimlikli Dersim ve çevresi dergah ve tekkeleri yasaklanmıştır. Bununla birlikte bütün Alevi köylerine özellikle de Dersim Alevi köylerine cami yapılmaya girişilmiştir.
TC kuruluşundan günümüze halkın dini inanışlarına müdahale etmiş ve kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Devlet dini yaratılmaya çalışılmıştır. Görünüşte dini alanda Sünni-Müslümanlığı hakim kılma çalışmaları yapılırken Sünni halk da inanışından dolayı baskı altına alınmıştır. Sünni tekke ve zaviyeleri de kapatılmış, ezan zorunlu olarak Türkçe okutulmuş, tüm Sünni tarikatları kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Ulusal bir hareketin önderi olan Şeyh Sait bahane edilerek “şeriat getirmek için ayaklandılar” diye propaganda edilerek halkın serbestçe dini ritüellerini yapması engellenmiştir. Aleviler de “Sünniler şeriat getirmek için ayaklandı” diye korkutulup cumhuriyetin gönüllü bekçisi yapılmıştır. Yine Menemen’de yapılan provokasyonla ufak ufak oluşmaya başlayan muhalefet bastırılırken, şeriat ayaklanması diye gösterilip Sünni Müslümanlar baskı altına alınmış, Alevilere ise daha fazla bekçilik görevi verilmiştir. CHP ve Kemalist ideoloji kendi kontrolünde olan tarikatlara, dini inanış gruplarına izin verirken, kontrolünde olmayan dini gruplara karşı ise baskı ve şiddet kullanmıştır. Uyduruk bir laiklik anlayışı geliştirmiş, buna paralel olarak kurduğu diyanet işleri başkanlığı aracılığı ile dine yön vermeye başlamıştır. Diyanet işlerinin laik bir anlayışın neresinde olup olmadığı bir tarafa, Sünni-Müslümanlık bu kurum aracılığıyla hakim kılınıp yayılmaya çalışılmış, bunun dışındaki inanışlar yok sayılmıştır. Hakim olan Sünnilik de bu kurum aracılığı ile kontrolde tutulmuştur. Kemalizm’in laiklik anlayışı ne din işleri ile devlet işlerinin ne dinle vicdan özgürlüğünün ne de din işleri ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bütün dini inanışların devlet kontrolünde tutulması, devletin tüm alanlarda dini kullanması, halka din aracılığıyla yön verme anlayışıdır. Bu durumda devletle din işlerinin çoğu kez iç içe olduğu görülmektedir.
CHP iktidarları döneminde imam yetiştiren okullar açılmaya başlanmıştır. Alevilere laiklik ilkesi dolayısıyla yanlış bilinç verilmiştir. Güya Osmanlı’dan TC’nin kuruluşuna kadar katliamlara uğrayan, dini inanışları yasaklanan Aleviler bu ilke sayesinde artık dini inanışlarını serbestçe yapacaklar ve bir daha şeriatın gelmesinin önüne de bu ilkeyle geçilmiş olunacaktır! Dolayısı ile bu safsataya inandırılanAlevi halk da cumhuriyetin koruyucusu yapılmıştır. Alevilerin CHP “hayranlığı”nın en büyük nedenlerinden birisi budur.Ama bilinmeli ki laiklik ilkesine paralel kurulan diyanet işleri başkanlığıAlevileri yok sayar ve Sünnileştirmek için planlı çalışmalar yapar. Aleviler esas korku kaynağı olarak Sünniliği görmüşlerdir. Kendilerini her fırsatta katleden TC’ye karşı ise yaranma pozisyonunda olmuşlardır. Bunda, tarihte ve günümüzde, hep katliamdan geçirilmesinin ve yönetimden uzak tutulmalarının büyük rolü vardır. Hal böyleyken ne yazık ki Alevi halk Sünni halka 10 dinsiz gösterilerek; Sünni halk da Alevilere “onlar şeriat getirecek, Aleviliği yok edecek” diye düşman gösterilerek, iki inanışa sahip olan halkın birbirini korku kaynağı olarak görmesi sağlanmıştır. Birbirinden koparılan halkın iki kesimi de bu korku sayesinde sisteme daha iyi bağlanmıştır. Halkların birbirine karşı korku unsuru olarak kullanılması o kadar ustaca ve başarı ile yapılmıştır ki halk celladına aşık duruma gelmiştir. Laikliğin ve cumhuriyetin bekçisi Aleviler olmuştur. Alevi katliamının baş mimarı CHP ve onun önderleri İ. İnönü ve B. Ecevit Alevilerin en sevdiği parti başkanları haline getirilmiştir. Bu, halkta yaratılan bilinç bulanıklığı sayesinde başarılmıştır. Cumhuriyet sonrası yapılan Alevi katliamlarının baş mimarı CHP’dir ve devletin resmi ve sivil oluşumları bunları icra etmiştir. Alevileri katleden de sahte bir şekilde timsah gözyaşları dökerek onların kurtarıcısı rolüne giren de CHP’dir. Alevi halk da, aman şeriat gelmesin, şeriat gelirse Sünniler bizleri katleder diye korkutulmuş, o korkuyla CHP’nin yeni celladının kucağına atılmıştır. Bu kapsamda devrimci ve komünistlerin yapması gerekenleri yaptıkları söylenemez.
Devrimci ve komünistlerin görevi halka gerçekleri göstermektir. İki inanıştan da halkın inançlarından kaynaklı görmüş oldukları baskılara karşı da mücadele etmektir. Bu başarılamamıştır. Alevi halk objektif olarak CHP, Sünni inanışı olan halk da diğer faşist partilerin tabanı olmuştur. Bugün Kılıçdaroğlu şahsında bir kez daha Alevi halkı CHP’ye bağlama operasyonu yapılıyor. Bir kez daha CHP’nin yaptıkları, ettikleri ve gerçek yüzü halkımıza anlatılmalıdır. CHP tüm inanışlardan halkımızın düşmanıdır. Onların tek bir inandığı şey vardır; burjuva-feodal sömürü; gerisi teferruattır. CHP başından beri emperyalizmle işbirliği içindedir! CHP ve Kemalizm kuruluşundan günümüze halka karşı katliamlardan baskılara kadar uzanan faşist yüzünü göstermiştir. Ama emperyalistlerle daha savaş yıllarında işbirliğine başlamıştır. CHP kuruluş yıllarından, gelişmenin belirli bir aşamasına kadar tüm hakim sınıf ve klikleri içinde barındırıyordu. Toprak ağaları Menderes, C. Oral, E. Sanak’tan, bankacı C. Bayar’a işadamı Koç ve Sabancı’ya kadar. Sözde liberalizmi savunan da devletçiliği savunan da CHP’nin içindeydi. Hakim sınıfların ortak noktası sömürülerine sömürü katmak için var olan sistemin yaşamasıydı. CHP şahsında tarihsel koşullar içinde uyguladığı “devletçilik” dolayısıyla epey tartışmalar olmuştur. Kapitalimde devlet müdahaleleri olmaz diye bir şey söylenemez. Önemli olan müdahalenin kimin için ve nerede yapıldığıdır. Son yaşanan krizde emperyalist ülkelerin nasıl da ekonomiye müdahale ettikleri görülmüştür. Bundan dolayı devletçilik ilkesi uyduruk bir ilkedir. Zira kapitalizm veya burjuva-feodal sistem devletle bir ve bütündür.
Devlet olmadan burjuva-feodal sınıf da egemenliği de mümkün değildir. O halde sorun devlet müdahale biçimi ve yoğunluğu ile ilgilidir. Her tarihsel konjonktürde burjuva-feodal sınıfların çıkarları ile uyumlu bir devlet müdahalesi söz konusudur. Müdahale esastır ama biçimini konjonktür belirler. O halde devletçilik liberalizm karşıtı olmadığı gibi ayrı bir sosyal sistem de değildir. Durum bu iken halka devletçilik kandırmacası niye yapılmıştır? 1929 kapitalist sistemin dünya çapında yaşadığı krizi sonrası emperyalist sermaye yatırımları azalmıştır. Komprador büyük burjuvalar sömürülerini genişletmek için yatırım yapmakta zorlanmışlardır. İşte bu noktada devlet devreye girmiştir. Halktan vergi ve başka yollarla gasp edilen değerler, yatırım yapma adı altında hakim sınıfların hizmetine sunulmuştur. Yatırımı devlet halkın paraları ile gerçekleştirmiş, sömürüyü de hakim sınıflar yapmıştır. Bunun hiçbir tarafında halkın çıkarı yoktur, halkın kandırılması vardır. Daha sonra savaşa hazırlık adı altında da devletin açık ve kapalı zoru ile korkunç bir gasp yapılmıştır.
Halkın elinde ne var ne yok alınmış ve hakim sınıflara devredilmiştir. Bütün bunlar halkçılık ve “solculuk” adına, CHP tarafından halka yutturulmaya çalışmalarının adı da devletçiliktir! CHP’nin tek parti diktatörlüğünden sözde çok parti diktatörlüğüne geçişi de tarihsel süreç içinde şöyle olmuştur. Kuruluşundan 1930 yılına kadar ilk kuruluşunda getirmiş olduğu savaş atmosferi devam ettirilmiş, M. Kemal’in tek kişilik diktatörlüğü amansız bir şekilde uygulanmıştır. İsyanları bastırma hareketleri, takrir-i sükun kanunları, istiklal mahkemeleri vs. ile halk zaptu rapt altına alınmıştır. Daha sonra dünyada yaşanan ekonomik kriz dolayısıyla halk açlıkla boğuşmuş, daha sonra daAlman ve İtalyan faşistlerin saflarında savaşa girmek için hazırlık adı altında halkın elinde ne var ne yok toplanmıştır. Bütün bu süreçte 11 halkta korkunç bir tepki birikmiştir. En ufak demokratik istem bile zor ile bastırılmıştır. Bütün bunları daha kolay yapmak için faşist İtalyan ceza kanunu getirilmiş ve kabul edilmiştir. Halk açlıktan kırılıyor, dipçik ve copla ancak kontrolde tutuluyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, Türk hakim sınıflarının istediği gibi bitmedi. İşte bu da Türk hakim sınıfları için bir dönüm noktası olmuştur. Bir tarafta halk içinde kabaran öfke, diğer tarafta açık ve gizli olarak desteklenen Alman faşizminin yenilgisi. Yani ülke içindeki ve dünyadaki durumlar TC’yi değişime zorlamaktaydı. Sistemin bekası için içte halk muhalefetini sistem kontrolünde eritmek en akılcı yol olarak görünüyordu CHP iktidarına.
Bunun için CHP‘nin ve Kemalizm’in ideolojik ve politik hattına bağlı bir partinin kurulması, halk muhalefetinin orada eritilmesi, yeni hakim güç ABD ile de esasta, bu parti aracılığıyla ilişkinin geliştirilmesi bir zorunluluktu. Dolayısıyla demokrasiye geçtik, çok partili yaşam geldi söylemlerinin safsatadan öte bir anlamı yoktur. Yani bizzat CHP devletin tekçi ideolojisini ve hakim yapısını korumak için iç ve dış konjonktürel duruma paralel çok partili sisteme geçme kararı almıştır. DP’nin sistemdeki görevi halkta biriken tepkiyi sisteme kanalize etmek veAlmanya ve İtalyan faşizmini destekleyen kadroları değiştirmek olmuştur.
DP olayı tamamen sistemin kendi kırılma noktasında kendini onarma operasyonudur. DP, iktidarda olduğu on yılda CHP’nin ekonomik programını uygulamıştır, söylemde farklı olmasına karşın. 1946’dan sonra sistem tekçi ideolojiyi yaşatmak için çok partili olmuştur. Burada, elbette, hakim sınıflar adına iktidarda kimlerin olduğu önemlidir. Düzen içinde oluşturulan partilerin, düzen içine çekmek için hedeflediği kitle ile de farklılaşmaktadırlar. Bu da önemlidir. Fakat bunlardan yola çıkarak kurulan düzen partilerinin, görünürün ötesinde, CHP ve Kemalizm’in ideolojik-politik-ekonomik hattının dışında, ondan farklı olduğu söylenemez. CHP ve Kemalizm’e ters bir parti çok partili dönem diye tanımlanan dönemde de yaşatılmamıştır.
Yani CHP muhalefetteyken de iktidarda olan bir partidir. 1920’den 2010’a kadar TC’de Kemalizm ve CHP iktidarda olmuştur. Görüntüdeki farklılık, koşullardan kaynaklı olması gerekendir ve yalnızca görüntüdür. Bugünkü düzen partileri CHP, AKP ve MHP tekçi ideolojiyi benimsemiş, Kemalizm’i yaşatmaya çalışan faşist partilerdir. Yoksa bazen söylem olarak dile getirdikleri gibi Kemalizm karşıtı partiler değillerdir. Belki Kemalizm’i yaşatmak, burjuva-feodal sistemin sömürüsünü daha da artırmak için farklı yol ve yöntem önerebilirler, temsil ettikleri hakim sınıf klikleri farklı olabilir ama ortak olan Kemalist ideoloji ve burjuva-feodal sömürü sisteminin devamı için çalışmalarıdır. CHP devletin bekası için hem hükümet hem de muhalefet olmuştur. Bugünlerde K. Kılıçdaroğlu vesilesiyle, sistem sözcüleri tarafından bolca dillendirilen, “güçlü iktidar güçlü muhalefet” söylemi anlamlıdır. Bu söylemin temelleri CHP tarafından 1940 yılının ikinci yarısında atılmıştır. Burada iktidar ve muhalefetiyle güçlendirilmek istenen sistemin kendisidir. Yani CHP, iktidar ve muhalefetin birliği olarak vardır. İkisi güçlü olduğu oranda sistem güçlüdür. Burada kastedilen muhalefet tabi ki sistem içi muhalefettir. Sistemi hedefleyen (hele de güçlü bir şekilde hedefleyen) muhalefetin kanla bastırıldığına TC tarihinde çokça tanık olunmuştur. İç ve dış koşulların zorlaması ile tek parti diktatörlüğünden çok partili diktatörlük dönemine geçilmiştir. DP kısa süre sonrası iktidara gelmiş, 1960’ta ABD’nin Türkiye’de gerçekleştirmiş olduğu ilk planlı darbe olan 27 Mayıs darbesine kadar da iktidarda kalmıştır. Çin’de Mao önderliğinde yapılan Büyük Proleter Kültür Devrimi, dünyada sosyalizme yönelimi artırmış, bir dizi ulusal kurtuluş savaşlarında emperyalizme önemli darbelerin vurulması da sosyalizme sempatiyi artırmıştı. Bu süreçte tüm dünya halklarının halkı gözünde sosyalizm umut ve çekim merkezi haline gelmişti. Böylesi bir konjonktürde kurulan reformist-parlamentarist TİP sistem içinde önemli bir başarı göstermişti. Bütün bunları değerlendiren Türk hakim sınıfları, sosyal-demokrat söylemlerle bu muhalefeti sistem içine çekme kararı almış ve bunu da CHP ile pratikleştirmiştir. Sosyal-demokrat söyleme CHP, “ortanın solu” ve “halkçılık” söylemleri ile angaje olmaya çalışmıştır.
Elbette CHP sosyal-demokrat bir parti değildi. İşin başka tarafı da 1970’lere gelindiğinde dünya ekonomik sisteminde sosyaldemokrasinin var olmasını sağlayan ekonomik koşullar da kalkmıştı. Dolayısı ile bu iki nedenden dolayı CHP’nin sosyal-demokratlığının söylemden öte bir anlamı da yoktu. Fakat bu söylemin bile halkın önemli bir kesiminin tepkisini sistem içine çektiği de bir gerçektir. Bir bütün burjuva-feodal sistem tarafından 50 yıllık faşist parti ve faşist genel başkanı B. Ecevit 12 “solcu” ve hatta “devrimci” yapılmıştır. Bunların hepsi faşist Kemalist sistemin bekası için gerekli görülmüştür. Hem CHP’nin politikalarını hem de liderinin söylemini belirleyen tamamen koşullardı. 1970’le başlayan dönemsel krizi, ithal ikameci politikalara son verip neo-liberal politikalara geçmekle “çözmüştür” kapitalizm. ‘70’deki krizi geçici de olsa atlatmış olması, kapitalist sisteme geçici bir güven vermiştir. Bu süreçte dünya politika sahnesinde artık “sosyal devlet” politikaları ile sosyal demokrasinin de pabucu dama atılmıştır. Dünyada var olan, adları sosyal-demokrat ve işçi partisi olan partilerin adlarından başka işçilerle ve sosyal demokrasiyle ilişkileri de kalmamıştı. Türkiye’de zaten hiç sosyal demokrat parti olmamıştı ve 80’lerle birlikte tüm partiler neo-liberal politikalarda hemfikir olmuşlardır.Artık sistemin bekası için bu zorunlu görülmüştür. Yarış bundan sonra bu politikaları kimin daha iyi uygulayacağı üzerineydi.
Bundan dolayı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sosyal-devlet ve sosyal demokrasi eksenli söylemleri birsafsatadan ibarettir. Örnek aldığı B. Ecevit 1999 yılında uluslararası sermayenin istediği tüm yasaları jet hızıyla çıkarmadı mı? Bugünkü taşeron sistemin, üretemeyen köylünün, işsizliğin altında neo-liberalizmin o yasaları yok mu? Elbette bunları Kılıçdaroğlu da biliyor ama “yalandan kim ölmüş?” sözünü düstur edinmiş! Egemen sınıflar adına halkı oyalamaya çalışıyor. CHP darbecilerin dostudur CHP için bazı notları düşmemiz CHP’nin niteliğinin anlaşılması için faydalı olacaktır. CHP başta 1960 askeri darbesi olmak üzere yapılan tüm darbeleri destekleyen bir partidir. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de katledilen devrimci ve komünistleri katledenlerin suç ortaklarıdır. 12 Mart’tan sonra kurulan teknokratlar hükümetinin başı olan Nihat Erim, CHP kökenli bir faşisttir. III. Erim hükümeti döneminde 22 Aralık 1978’de Maraş’ta yüzlerce Alevi inancından halk, devletin uzantısı gayri resmi faşistlerce katledilmiştir. Daha önce resmi faşistlerin Koçgiri’de Dersim’de çoluk çocuk, yaşlı demeden hunharca katletme geleneğine sadık kalan sivil faşistler bu kez Maraş’ta çocukları ağaçlara çivilemiş, hamile kadınların karnındaki bebekleri süngülemiştir.
Sistemin Alevileri hunharca katletme geleneği yine CHP iktidarında yapılmıştır. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yine devletin gayri resmi uzantıları tarafından aydınlar yakıldığında da SHP hükümet ortağıdır. İ. İnönü’nün oğlu Erdal İnönü başbakan yardımcısıdır. 19 Aralık 2000’de yapılan hapishaneler katliamında B. Ecevit başbakan ve Adalet Bakanı da Ecevit’in partisindendir. Hapishane katliamının da baş mimarlarından birisi B. Ecevit’tir. F tipi hapishanelerin projesi ve uygulaması onun başbakanlığı döneminde yapılmıştır. Ulucanlar katliamının mimarı da Ecevit’tir. Neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi için 15 yasa 15 günde çıkarılıp emperyalizme sadık uşaklığını gösteren de yine Ecevit öncülüğündeki sistem partileridir. İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun övünç kaynağı yaptığı o koltuğun yaptıklarından bazıları bunlar. Bunlardan da görüldüğü gibi o koltuk halk düşmanı ve halkın kanları üzerine kurulmuş bir koltuktur.
CHP’nin tarihindeki bu noktalara değindikten sonra burjuva sınıfların politika tarzlarına kısaca bir göz atmak konunun anlaşılması için yerinde olacaktır. Burjuva-feodal politika yapmanın bazı “incelikleri”! Burjuvazi siyaseti nasıl yapıyor, politik alanda kendisini nasıl üretiyor? Bu konuyu kısaca incelediğimizde hem CHP’nin kuruluşundan bugüne yaptıkları daha iyi anlaşılacak hem de K. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa getirilmesinin nedenlerinin ipuçları gözükecektir. Ayrıca neler yapabileceği hakkında da bilgi verecektir. Burjuvazi politika yapmayı demagoji ve manipülasyon yapmakla eş görmektedir. Bunları en iyi yapan iyi politikacı olarak kabul edilmektedir. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından sona, burjuva politikanın nasıl olması gerektiği üzerine kafa yoran teorisyenleri olmuştur. Bunların içinde burjuva politikanın nasıl olması gerektiğini en iyi formüle eden sanırız Makyavelli’dir. Makyavelizm diye anılan bu düşünce daha sonra biraz daha genelleştirilerek pragmatizm-faydacılık olarak piyasa çıkmıştır. Özü “amaca götüren her şey faydalıdır” şeklinde formüle edilmektedir. Makyavelizme göre prensin ya da hükümdarın yani yöneticinin vermiş olduğu sözün hiçbir “ahlaki” değeri yoktur. Bunları tutmak ya da tutmamak tama13 men yönetici olarak hükümdarın inisiyatifi ve kontrolü altındadır. “İyi” yönetici olarak yaptıklarının nedenlerini yeri ve zamanı geldiğinde anlatmasında gösterdiği “beceri” ona ihtiyacı olduğu güvenilirlik zırhını verir. Bu nedenle yalan söylemek ne günahtır ne de ayıp! İktidarınızı sürdürmeye yardımcı olduğu sürece yaptığınız doğrudur. Burjuva politikacılara baktığınızda tam da bunları yaptıklarını görürsünüz. M. Kemal’in, CHP’nin ve diğer tüm düzen partilerinin yaptıklarını incelediğimizde iyi bir Makyavelli takipçisi olduklarını görürüz. Makyavelli işin teorisini yapmıştır, M. Kemal, CHP ve diğer partiler ise pratikte hayata geçirmiş, bu konuda ustalaşmışlardır. Burjuva politikanın tüm inceliği de bu olsa gerek! Burjuva siyasetin işleyişinde ve “ahlakında” var olan yalan, kamuoyunu bir konudan uzak tutmakuzaklaştırmak ve başka bir ilgi alanı yaratmak için başvurulan en etkili araçtır. M. Kemal ve CHP bunu sıkça yapmıştır.
Bugün Kılıçdaroğlu’nun böyle bir görevinin olduğunu da söylemeliyiz. Burjuva siyasetin diğer bir inceliği de bir dizi yalan söyleyip ama bunları birbiri ile çakıştırmamak ve işin içinde kurtulma ustalığıdır. Burjuva-feodal Türk politikacılarının duayeni S. Demirel “Dün dündür, bugün bugündür” diyerek bu konuyu özlüce formüle etmiştir. Bu konuda İ. Kaypakkaya da konuya dikkat çekmek için şunları söylemiştir: “Muhalefette iken, ‘demokrasi’havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtiklerizaman, en azılı halk düşmanı kesilmişlerdir. Ülkemizin tarihi gerçekleri bunlardır.” (İ.K Seçme Yazılar) Bunlardan yola çıkarak K. Kılıçdaroğlu’nun ne yapmak istediğini anlayabiliriz. “Dürüst” Kemal halkı kandırmaya çalışıyor! Burjuva siyaset için iktidarda kalmanın diğer incelikleri (yolu) gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu tarihsizleştirmekten ve kimliksizleştirmekten geçer. Burjuvalar, toplumsal hafızanın toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsuru olduğunu bildiklerinden dolayı balık hafızalı toplum yaratmaya çalışmaktadırlar. Hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, geçmişine yabancılaşmış birini yönetmek daha kolaydır. Birey için geçerli olan bu durum toplum için de geçerlidir.
Hakim sınıflar bin yıllık yönetme tecrübeleri ile biliyorlar ki, toplumun geçmişine hakim olmadan bugün ve geleceğine hakim olmak mümkün değildir. Politika tarzları hep toplumun geçmişini unutturmaya dönük ele alışlarla doludur. K. Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin genel başkanlığına getirilmesi buna en iyi örnektir. Burjuva politikası yalana, yok saymaya, tahrifata, tabulaştırmaya, kişi kültüne dayanır. CHP’nin tarihi incelendiğinde bu kapsamda en güzel örnekler bulunacaktır. Her dönem egemen sınıflar yönettiği halkı bölüp bazılarını kendilerine bağlamayı bir politika olarak kullanmışlardır. Burjuva politikasının inceliklerinden önemli olanlardan birisi de budur. Dünya ölçeğinde emperyalizm böl ve yönet taktiğini hep kullanmaktadır. Ülkeler bazında da burjuva yöneticiler devamlı farklılıklardan yola çıkarak halk içinde hep ayrışmalar yaratmayı bir politika olarak kullanmışlardır. Yarattığı bu ayrışımın en az bir tarafını, çoğunlukla iki tarafını, kendi aralarındaki farklılığı çelişkiye dönüştürerek ve ondan yola çıkarak, kendilerine bağlamaktadır. Bu burjuvazinin yönetme politikasıdır. Şu da bir gerçektir ki egemen sınıflar kendilerine bağladıkları kesime kırıntıdan başka bir şey de vermez. Burjuva politikasının başka bir inceliği de farklı tarihsel süreçlerde hep bir düzen partisini allayıp pullayıp öne çıkarmasıdır. Bunu yaparken halka yalan söylerken gerçek niyetlerini gizlemek esastır. Önemli olan bir şekilde halkın gözünde bir partinin erdemli gösterilip halkın onayını almasıdır. Bundan sonra sistemin tıkanma noktaları nelerdir, onlara bakalım. O zaman CHP’nin K. Kılıçdaroğlu şahsında neden allanıp pullandığı daha anlaşılır olacaktır. CHP’de lider değişiminin yaşandığı süreçte sistemin tıkanma noktaları Anlaşıldığı kadarıyla sistemin tıkandığı noktalarda Kılıçdaroğlu şahsında CHP’nin daha da aktifleştirilmesi planlanmakta. Bu tıkanma noktalarının belli başlılarının neler, hangileri olduğuna baktığımızda CHP’nin neler yapmaya çalışacağı ve bunları yapıp yapamayacağı daha anlaşılır olacaktır. Hakim sınıflar arasında uzun süredir devam eden bir iktidar mücadelesi var. Her dönem kendi aralarında böyle mücadeleler olmuştur. Fakat gelinen aşamada sistemin bazı politikalarında tam bir tıkanma ya14 şandığı için, kendi içlerindeki mücadeleler daha görünür olmuş ve ön plana çıkmıştır. TC kurulduğundan bugüne hakim sınıflar olan toprak ağaları, komprador büyük burjuvazi ve bürokratik burjuvazi arasında hep çıkar çatışması yaşanmıştır. Ekonomik yapıdaki bazı değişimlere ve emperyalist politikalardaki farklılaşmalara paralel artarak veya azalarak bu çatışma hep var olagelmiştir.
Bu çatışmaların temel noktası halkı kimin daha fazla sömüreceği ve halkı sömürmeye kimin önderlik edeceğidir. Başka cepheden de emperyalist politikaları kimin daha iyi uygulayacağı yani uşaklık yarışı ve kavgasıdır. Son yaşanan çatışmada görüldüğü kadarı ile TC’nin kurucu partisi içinde hakim pozisyonda olan komprador bürokratik burjuvazi ve komprador büyük burjuvazi kliği ile AKP içinde hakim olan komprador büyük burjuvazi kliği arasında yaşanmaktadır. Emperyalist neo-liberal politikalar bürokrasinin küçültülmesini istiyor. Kuruluşundan günümüze devletin askeri, hariciye ve yargı bürokrasisinde hakim olan bürokrat klik hem yerini terk etmemekte direniyor hem de kendi hakimiyet alanına diğer kliğin girmesini engelliyor. Temel tıkanma bu noktada yaşanıyor. Yani halktan gasp edilen değerlerden kimin nemalanacağı sorusuna bağlı sorunlar yaşanmaktadır. Bu alandaki çatışmanın geçmiştekilerden daha çatışmalı olduğu ve emperyalistlerin de politikalarına uygun müdahaleler yaptıkları da gözükmektedir. Hakim sınıflar arasında “güçler ayrılığı prensibi” diye tabir ettikleri bir konsensüs vardır. Bu güçler ayrılığı hakim sınıfların kendi aralarındaki sınır çizgilerini belirler. Bu günlerde bu çizgilerin karıştığı gözlenmektedir; nitekim yargı siyasallaştı, güçler ayrılığı karıştı söylemlerinden bu anlaşılıyor. Tıkanma devam ederken yeniden hakim sınıfların kendi aralarında çizgilerin belirlenme süreci yaşanmaktadır. Bunda ülke içi sorunlar ve emperyalizmin istemleri belirleyici olacaktır. Ülke içi sorunlarda ise önemli bir sorun olarak ekonomik sorunlar ilk başta durmaktadır. 2007’de başlayan kapitalizmin dünya çapında girmiş olduğu ekonomik kriz hala devam etmektedir. Her ne kadar teğet geçti veya istatistik yalanları ile bize dokunmadı, ekonomi iyi yolda dense de halkın kendiliğinden gelme eylemlerindeki artış tersini söylemektedir. Halk ekonomik sorunlardan bunalmıştır. Yoksulluk artmış, işsizlik ise katlanılamaz bir boyuta gelmiştir. Hala işten çıkarmalar devam etmektedir. İşçi sınıfının irili ufaklı kendiliğinden gelme eylemleri devam etmekte, artık sarı sendikaların oyalama barikatının bazı noktalarında çatlaklar oluşmuş durumdadır. Özetle başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkımız ciddi huzursuzluk içinde. Ve sistemin bu sorunları, değil çözmek hafifletme durumu bile ufukta gözükmemektedir. Köylülüğün durumu da işçi sınıfına benzerdir. Artık yoksul köylü üretemez olmuştur. Köylülük emperyalist tarım politikalarına kurban edilmiştir. Tarım sektörünün küçülmesini artık istatistikler de gizleyemez olmuştur. Bütün bunlardan çıkan sonuç başta işçi sınıfı ve köylülük olmak üzere emekçi halkımızı bunaltmıştır ki, sistemin tıkanma yaşadığı yerin başında bu sorunları aşamama gelmektedir. Bu sorunlar yapısaldır, kapitalizme has sorunlardır. Sistemin diğer en önemli, belki de, kısa vadede tüm diğer sorunları da belirler hale gelen ise Kürt ulusal sorunudur.
Kürt ulusal sorunu bir demokrasi sorunu olarak daha da yakıcı bir hal alırken, bizim gibi ülkelerde demokrasi sorununun bir devrim sorunu olması ve buna olan ihtiyaç da yakıcı halini korumaktadır. Türk hakim sınıfları imha etmekle-yok saymakla bu sorunu bitirememişlerdir. Kürt Ulusal Hareketi (KUH) önderini teslim almakla da sorunu hafifletememişlerdir. KUH’un ulusal reformist çizgiye kayması, taleplerini düzen içi liberal taleplere kadar indirmesi bile Türk hakim sınıflarını bu taleplere ikna etmemiştir. Buna krizin yirmi beş yıldır yürütülen savaşın, hiç olmadığı kadar Kürtlerde ulusal bilinci geliştirmesi bir gerçeklik olarak Türk hakim sınıflarını korkutmaktadır. Bundan dolayı Kürt halkını oyalama ve zaman içinde eritme taktiği uygulamaya çalışmaktadır. Bunun bir ayağı olarak açılım adı altında yalnızca bazı şeyleri dillendirerek süreci geçiştirmeye çalışmaktalar. “Açılım”ın bir tasfiye programı olduğunun bilincindeki KUH’un ateşkese son vermesiyle bu meseledi Türk hakim sınıflarının yaşadığğı tıkanma daha da üst boyuta taşınmıştır. Ve bu tıkanma Türk hakim sınıflarının, kendi aralarındaki çelişkilerden, emperyalist ülkelerle ilişkilerine ve diğer bölge ülkeleri ile ilişkilerine kadar ciddi anlamda etkiler durumdadır. CHP’deki Kılıçdaroğlu hamlesinin bu sorunla kuvvetli ilişkisi olduğu düşünülebilir. Alevilerin yaşadıkları sorunlar da çok acil olmasa da hala gündemdeki yerini korumaktadır.Aleviler, örgütlenme ve demokratik talepleri için mücadele etme 15 16 konusunda epey bir yol almışlardır. Sistemin bunlara yanıtı “Alevi açılımı” adı altında oyalama olmuştur. Seri Alevi çalıştayları yapılmış ama Alevilerin en basit ve kabul edilebilir taleplerinde bile adım atılamamıştır. Özellikle Alevilerin diyanet işlerinin kaldırılması yönlü talebi en ileri taleptir. Sistemin hiçbir partisinin de buna yanaşmayacağı gözükmektedir. Demokratik Alevi hareketinin gelişmesi özellikle Türk Alevileri CHP’den koparma sinyalleri vermiştir. Zaten Kürt Alevilerinin önemli bir bölümü CHP’den kopmuştur. Dolayısıyla sistemin Alevileri düzen içine çekme diye birsorunu tekrar gündeme gelmiştir. Özellikle Türk Alevilerin sistem kontrolünden çıkmaması için CHP’de Kılıçdaroğlu hamlesi manidardır. Kılıçdaroğlu’nun ilk gezilerini Çorum, Amasya ve Tokat’a yapması da rastlantı değildir. Uluslararası ilişkilerde “komşularla sıfır problem” diye ifade edilen dış politika tutmamıştır. Dış politikadaABD emperyalizmine tepkinin gazını almak için rol verilen AKP, Ortadoğu’da rolünü yerine getirirken rolüne çok ısınıp çizgileri aşmaya başlamış ve yeni problemlerle kendisini karşı karşıya bulmuştur. Türk dış politikası da Kıbrıs, Ermenistan, İran, Filistin ve İsrail konularında sıkışmış durumdadır. Buraya kadar CHP’nin tarihine değiniler, burjuva politika yapma tarzı ve sistemin var olan temel sorunlarını anlatmaya çalıştık.
Bütün bunlardan sonra K. Kılıçdaroğlu’nun CHP’de genel başkan olmasının ne anlam taşıdığına bakalım. K. Kılıçdaroğlu’nun CHP’de genel başkanlığı ne anlama gelmektedir? CHP tarihinde nerede ise hiç “normal” yollarla bir lider değişimi olmamıştır. CHP’de 23. kurultay yaklaşırken de bir lider değişimi beklenmemekteydi. Ama iktidarı ile, muhalefetiyle tıkanmış bir sistem vardı. Dolayısıyla uzun vadede sistemin bekası için sistem sözcüleri tarafından, “güçlü iktidar, güçlü muhalefet” formülü dillendirilmeye başlanmıştı. 8 yıl süren AKP hükümeti yıpranma sinyali veriyor ve bu sorunların altından tek başına kalkamayacağı, sistem analistleri tarafından söyleniyordu. İlk elden AKP hükümetinin pervasızca uyguladığı neo-liberal politikalardan muzdarip haldeki emekçi kitlelere sistem içi bir umut yaratılmak istenmişti. Bu gerekliliklerin hepsini hesaplamış olan hakim sınıf politikacıları, Deniz Baykal’ın kişisel hırsından dolayı “normal” yoldan genel başkanlığı bırakmayacağını anlamış olmalılar ki bir komployla genel başkanlıktan uzaklaştırdılar. Komplonun profesyonelliğine bakıldığında hakim sınıfların en tepeleri ile emperyalist merkezlerden planlandığı düşünülebilir. CHP, kuruluşundan bu tarafa devlet partisidir. Dolayısıyla genel başkanlığına getirilecek kişi de o derece önemlidir. Fakat bu tip partilerde genel başkanların yapabilecekleri, temsil ettiği sınıflar ve güç odakları tarafından belirlenir. CHP açısından devletin çelik çekirdeği tarafından belirlenir demek pek yanlış olmaz. Demek ki devlet, CHP genel başkanlığına K. Kılıçdaroğlu’nu atadı. Burada şunu da söylemeliyiz. Önder Sav her vesile ile temsil ettiği sınıf ve güç odaklarına ipler benim elimde mesajını da vermektedir. Kılıçdaroğlu kimdir? Dersim’in Nazımiye ilçesinde doğmuş, Kürt-Alevi bir aileden gelme, uzun süre Türk bürokrasisinde çalışmış, SSK genel müdürlüğüne kadar yükselmiş bir kişidir. Gazete ve dergileri incelediğimizde Kılıçdaroğlu allanıp pullanırken üç öğenin burjuva basın tarafından ön plana çıkarıldığını görmekteyiz.
Dürüstlüğü, Kürtlüğü ve Aleviliği. Kısaca Kılıçdaroğlu şahsında bunların ne anlama geldiğine bakalım. Toplumsal sistemde tek tek bireylerin mizaç özelliklerinden öte,sistemde nerede ve hangi misyonda oldukları önemlidir. İnsanların davranışlarını, karakterlerini üretim ilişkilerinde aldıkları roller belirlemektedir. İstisnalar olmakla birlikte, bu toplumsal yaşamda aldığı rollerden ülke yönetimlerinin belirlenmesine dek belirleyici bir özellik taşır. Buradan hareketle şu soruyu sormalıyız; dürüstlük Kılıçdaroğlu şahsında ne anlam taşır? Hakim sınıflar düDüzen,ahlaksızlıküzerinekuruludur. Tekbirahlakıvardıro dakârvesömürüyapmak. Pekibozuk düzendesağlamçarkolabilirmi? Tabikibinyıllıktecrübeylesabittirkihayır. Öyleise K. Kılıçdaroğlu’nun dürüstlük söylemininkendisiyalanveikiyüzlücedir. Halkın dürüstlüğeolansaygısıkullanılarak düzenlerinibiraz dahafazla devamettirmek istenmektedir. rüstlük olgusunu basitleştirip; rüşvet alıp almamak, akrabalarına ayrıcalık tanıyıp tanımamakla ölçmektedirler. Bu bakış açısı dürüstlüğün tamamen karikatürize edilmesidir. Öncelikle dürüstlüğün ölçütü üretim ilişkilerindeki konumumuz ve yine hangi sınıfların yanında olduğumuzla belirlenir. Üretimdeki milyonlarca emekçinin emeğini gasp eden, onlarca yıllardır Kürtleri,Alevileri katleden sınıfların yanında olmanın, onların partisinin genel başkanı olmanın dürüstlükle bir ilgisi olabilir mi? Tabi ki olamaz. Kapitalist sistemde her şey, alınıp satılmaya başlayarak metalaştırılmıştır. Artık ruhlar, vicdanlar, kişilikler alınıp satılmaktadır. Kişiliğini hakim sınıfların-sömürücülerin hizmetine vermiş birisinin dürüstlüğünden bahsedilemez. Çünkü orada kişilik kalmamıştır. Burjuva sınıfların ilk özellikleri insanların emeklerini gasp eden sömürücü olmalarıdır. İnsanların emeklerini gasp etmenin neresi dürüstlüktür? Yani hakim sınıfların var oluşları dürüst olmamak üzerine şekillenmiştir. Sistemin doğası gereği hep daha fazla nasıl sömürürüm, nasıl daha fazla gasp yaparım hesabını yapmaktadırlar. Daha fazla kâr başka şekilde yapılamaz. Böyle bir sistemde kurucu parti olan CHP’de dürüstlüğün anlamı olmaz. Olsa olsa, sözde rüşvet olmayan, aile çevrelerine “devletin nimetlerini” yasalsınırın ötesinde tattırmayan, birisisini de daha fazla sömürü yapmak için kullanmanın adı dürüstlük olur! Doğuşundan bugüne mayasında ikiyüzlülük ve yalan olan bir partiye dürüstlük uğramaz. Milyonlarca emekçiyi nasıl kandırıp sömürüsünü nasıl daha fazla ve uzun süre yapabiliriz diye yola çıkmış bir partinin genel başkanının kişisel olarak yasal alanın dışında, rüşvet almaması, aile çevrelerine devlet olanaklarını peşkeş çekmemesinin bir anlamı olabilir mi? Elbette ki bir anlamı yoktur. Baştan düzen, ahlaksızlık üzerine kurulmuştur. Tek bir ahlakı vardır o da kâr ve sömürü yapmak. Peki bozuk düzende sağlam çark olabilir mi? Tabi ki bin yıllık tecrübeyle sabittir ki hayır.
Öyle ise K. Kılıçdaroğlu’nun dürüstlük söyleminin kendisi yalan ve ikiyüzlücedir. Halkın dürüstlüğe olan saygısı kullanılarak düzenlerini biraz daha fazla devam ettirmek istenmektedir. Sureti halktan görünerek halkı kandırmaya çalışmaktadır K. Kılıçdaroğlu. Bu samimiyetsizliğin, yalancılığın en berbatıdır. Şimdi K. Kılıçdaroğlu’nun söylemlerine bakalım: “Alınteriyle havuzlu villa edinenlere sözümüz yok” diyor. Nerede, hangi toplumda yaşıyoruz? Toplumumuzda alınteri ile geçinen insanlar havuzlu villalar, katlar, yatlar edinebiliyorlar mı? Genel başkan olması sonrası şov amaçlı gittiği ilk yer olan Zonguldak’ta maden işçilerinin nerede oturduğunu biliyor mu? Biz söyleyelim, değil havuzlu villa veya villa, normal bir kat bile değil. Hem yoksul halktan oy isteyeceksin hem de onları sömüren, yoksullaştıranlar olan havuzlu villalarda oturanlara diyecek bir şeyin olmayacak! Sonra da utanmadan “gelirleri hakça bölüşeceğiz” diyeceksin! Bu sistemde gelirin hakça bölüşülmesi mümkün mü? Hesap uzmanı olan Kılıçdaroğlu bunları tabi ki de biliyor. O zaman bütün bunların neresinde dürüstlük var? Bütün bu söylemler sahtekarcadır. Yıllarca işçilerin alınterlerini yasal yollardan gasp eden SSK’nın tepesinde görev yapmış olacaksın ve dürüstlükten bahsedeceksin! Yıllarca SSK’nın genel müdürlüğünü yapmış birisi, politika alanına soyununca şu söyledikleri daha da ilginç olmuyor mu? “İktidara gelince sigortasız işçi çalıştırılmasını önleyeceğiz”. Bu sözün bir anlamı yoktur, halkı kandırmak için söylenmiş boş vaattir. Halkı kandırmanın neresi dürüstlük? Kılıçdaroğlu işsizlikten, yoksulluktan, sosyal adaletsizlikten söz ediyor, diğer burjuva politikacılar da farklı bir şeyden söz etmiyor ki! Niçin burjuva siyasetçiler kapitalizmden, emperyalizmden neo-liberalizmden, sömürüden hiç söz etmiyorlar. Burjuva-feodal sistemi, neo-liberalizmi, sömürüyü sorun olarak görmeyen birisinin sorunları çözmekten bahsetmesinin tek bir amacı vardır, halkı kandırmak.
Özetle burjuvafeodal sistemin hiçbir partisi dürüst değildir, dürüst olamaz. Onların liderleri de aynı durumdadır. Bir aldatma operasyonu yapılmıştır ve bu ironik bir şekilde dürüst birisini genel başkanlığa getirmek olarak sunulmaktadır. K. Kılıçdaroğlu’nun kurultaylarında yaptığı konuşmaya bakmaya devam edelim: “Ne ezen ne ezilen hakça bir düzen” diyor. Bu cümle kulağa hoş gelen sözcüklerden oluşturulmuş ama bilimsel ve pratik bir anlamı olmayan boş bir slogandır. Sınıfsız bir toplumda yaşamadığımıza göre, yapılanların hepsi ya ezilen sınıfların çıkarlarına hizmet eder ya da ezen sınıfların çıkarlarına hizmet eder. Sistemin kurucu partisinin ezen sınıfların başı olduğunu düşündüğümüzde o zaman o söylem o sınıfın çıkarına hizmet için söylenmiştir. Ezen ve ezilenin olmadığı bir sistemin bu düzen içinde olabileceği yalanı ile halkı kandırmaya çalışıyor “Dürüst Kemal!” “Emin olun 17 iktidara geliyoruz. Ezilenlerin emekçilerin haklarını korumak için geliyoruz” diye salona seslenirken, yalanını yüzüne çarparcasına, salon dışında CHP’li belediye yönetimleri tarafından işten atılan Kent AŞ işçileri işe dönmek isteyen sloganlarını haykırıyorlardı. Yalanları daha orada çürütülmüştü ama onlar arsızdırlar, bunları görmezler. Kılıçdaroğlu’nun “dürüstlüğü” işte budur. Kılıçdaroğlu şahsı üzerinden sistemden umudunu kesmiş emekçi ve yoksullar sistem içine çekilmek, umut verilmek isteniyor. Daha önce birkaç defa yapıldığı gibi biriken tepkinin gazı alınmaya çalışılıyor.
Bunun için de burjuvazinin en çok bilinen politika yöntemine başvuruluyor. Muhalefetteyken bolca vaatte bulunacaksın. İşçilerden, köylülere, memurlara ve toplumun tüm kesimine vaatte bulunuyor. Ama iktidara gelince bunların hepsini unutacaksın. Açlık, yoksulluk içinde olan, işsiz olan halkımızın kulağına vaatler hoş gelebilir ama kesinlikle açlığa, yoksulluğa, işsizliğe çare Kılıçdaroğlu değildir. Halkımız bu kandırma yönteminin yabancısı değildir. Ambalajında dürüstlük yazsa bile, düpedüz yalan siyasetidir. Görüldüğü gibi dürüstlük adına Kılıçdaroğlu’ndan elimizde bir şey kalmadı. Kılıçdaroğlu pazara sürüldüğünde halkı kandırmak için kullanılan diğer argüman da Kürtlüğüdür. Biraz da bu argümanın durumuna bakalım. Kılıçdaroğlu’nun Kürtlüğü Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki bir kişinin gelmiş olduğu toplumsal, ulusal, dinsel, cinsel kökenin bir anlamı ile önemi yoktur; önemli olan bulunmuş olduğu konum ve misyondur. Bulunmuş olduğu yerin sınıfsal konumu önemlidir. Yoksa kişinin gelmiş olduğu sınıfın, ulusal, inançsal kökenin ve cinsiyetin önemi olamaz. Konumuz özgülünde CHP’nin hangi sınıfların partisi olduğu ve amaçları nettir. O partide genel başkanlığa yükselmek, o partinin temsil ettiği sınıfların ve güç odaklarının değerlerini savunmadan hatta içselleştirmeden mümkün değildir. Yani o partinin genel başkanı artık o sınıftandır. CHP’nin o zaman Kürt ulusu karşısındaki duruşundan farklı bir duruş beklemek gerçekçi değildir. CHP Kürt düşmanıyken Kılıçdaroğlu Kürtleri sevemez, öyle bir beklenti boş bir beklentidir. Kılıçdaroğlu’nun bulunduğu konumda kişinin geldiği ulusal kökenin anlamı olamaz. O zaman Kılıçdaroğlu’nun bu yönünün öne çıkarılması niye? Elbette Kürtleri kandırmak için. Hani Kürtlere keklik soyundan gelmişler denir. Sanırız böylesi durumları anlatmak için söylenmiştir. Keklik avına kafeste keklik götürülür. O kekliğin ötmesi üzerine gelen keklikleri de avcılar avlar. Burada öttürülen Kılıçdaroğlu, avlanacak olanlar da Kürt halkı. Kürtlerin öten sese gidip gitmeyeceğini ise pratik gösterecektir. Sistemin esasta tıkandığı sorunların başında Kürt sorunu geldiği için hiçbir yönteme başvurmaktan çekinilmemektedir. Türk egemen sınıfları TC’nin kuruluşundan bu tarafa şovenisttir. Bir Kürt’ün Türk kurum ve kuruluşlarına kabul edilmesi bile problemlidir. Kabul edilmesi için Türklüğün değerlerini kabul etmesi, Kürtlükle bağlarını tamamen koparması; örneğin Kürtçeyi kamu hayatının tamamen dışına atması vb. gerekir. Türklüğün değerlerini kabul edersen, bu değerleri yaşarsan kamu hayatının bütün alanlarında görev alabilirsin, kamu yönetiminde, devlet bürokrasisinde yükselebilirsin. Ama Kürt kalırsan, Kürtlüğün değerlerini korursan, bunlar için mücadele edersen Türk bürokrasisinde hiçbir yere gelemezsin.
Kürtler Türkleşmeden hiçbir Türk kurum ve kuruluşunda görev alamaz. K. Kılıçdaroğlu’nun Kürtlüğünü bu pencereden değerlendirmeliyiz. Uzun yıllar bürokraside yönetici konumda çalışması hangi sınıfların hizmetinde olduğunu göstermesinin yanında Türkleştiğini de gösterir. Daha genel başkan olur olmaz yaptığı açıklamada, asimilasyonu ne kadar içselleştirdiğini sahiplerine göstermiştir. Kemalizm’in Kürtleri asimile ederken kullanmış olduğu temel tez; Kürtlerin, Orta Asya’dan, Horasan’dan, Van Gölü üzerine gelen ve oradan Anadolu’ya dağılan Türklerin bir kolu olduklarıdır. Bunu, kendisi de bir Kürt olan ama Türk milliyetçiliğinin teorisyeni Ziya Gökalp ortaya atmıştır, hatta kendi geçmişinin de Türk olduğunu böyle açıklamıştır. Ne rastlantıdır ki, Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olduğu ilk günlerde, kendi geçmişiyle ilgili yaptığı ilk açıklama dikkat çekicidir. “Horasan’dan Konya’ya gelen Türkmen bir aşiret olan Kureyşanlıymış”! Nasrettin Hocayla akrabalarmış! Evet bu söyledikleri ile halkımızı güldürerek akraba olduklarını zaten kanıtlamıştır! CHP’nin genel başkanı devletin Kürtler üzerine yazdığı tezlerine uymayacak değil! Yani bir Hızır paşa olayı ile karşı karşıya olduğumuzu işbaşına geçer geçmez açık etti. Bu durum karşısında Nazımiye’deki 18 akrabalarının ne düşündüğü bilinmez ama 1937’de Seyid Rıza ile birlikte, CHP faşist diktatörlüğü tarafından asılan Nazımiyeli Kureyşan aşiretinden Seid Hüseyin’in kemiklerinin sızladığı muhakkak... Feodal ve kapitalist toplumlarda egemenler baskı altında tuttukları halklardan, uluslardan ve milliyetlerden insanları devşirip yönetici yapmışlardır. Geldiği yere yabancılaştırılan insanların, efendilerine yaranmak için efendilerine çok bağlı oldukları tespit edilmiştir. Yine acımasız ve gaddar oldukları hakim sınıfların tecrübeleri ile sabittir.
Osmanlı’da devşirme kurumsal olarak yapılmıştır. Özellikle Müslüman olmayan halkların sağlıklı çocukları zorla alınıp, sünnet ettirilip, ismi Müslüman ismiyle değiştirilip sıkı bir şekilde Müslüman geleneklerine bağlı olarak eğitimden geçirilip devlet kadrosu yapılıyordu. Bunların bazıları askeri kadro, bazıları idari kadro olarak görev yapıyordu. Bunlar arasından paşalar ve vezirler çıkmıştır. Devşirmelerin geldiği yere yabancılaşması hatta düşmanlaşması doğal olandı. Kapitalist ülkeler de sömürgelerde idari yapıda çalıştırmak üzere kadro yetiştirmek için 1840’dan başlayarak sömürge ülkelerde kendi okullarını açmaya başladılar. Bunların benzerlerini cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan katliamlardan sonra yürürlüğe konan asimilasyon politikalarının önemli bir ayağı olarak, T. Kürdistanı’nda Bölge Yatılı Okulları ve Kız Sanat Okulları açarak TC yapmıştır. Zorla ve bazı teşviklerle Kürt çocukları askeri disiplinin hakim olduğu bu okullarda asimile edilmiştir. K. Kılıçdaroğlu da bir devşirmedir. Devşirmelerin temel özelliklerinden birisi geldiği yere, aslına yabancılaştırılmasıdır; aslını inkar etmektir. Kılıçdaroğlu bunu yapmasına karşın etiket olarak Kürtlüğü kullanılmaya çalışılmaktadır.
Yani yine halk kandırılmaya çalışılmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun etnik kökenine değil ama önüne konan görevlere bakmalıyız. Sistemin sözcüleri tarafından bakınız ne görevler konuyor önüne. “Kılıçdaroğlu dönemi, bu bölgede ve ülkede terör, şiddet ve ötekileştirme istemeyen Kürt vatandaşlarımızı kucaklayabilir. Kürt vatandaşlarımız uzun süreden beri ve eş zamanlı yaşadıkları ‘kimlik, yoksulluk, işsizlik, siyasi katılım sorunları’nı bu boyutları içeren bir ‘Sosyal Adalet Projesi’ yoluyla çözme çabasına girebilir... ‘Birlikte Yaşama Projesi’yle Kürt sorununa yaklaşabilir.” (Fuat Keyman, Radikal İki, 13.06.2010) Kılıçdaroğlu’ndan bunlar bekleniyor. Ama Kurultaylarının açılış konuşmasında ağzına hiç Kürt lafını almayan birisinin bunu nasıl becereceği de merak konusu... Yapılan bir röportajda hemen Kürtçe eğitime karşı olduğunu söyleyip devamında şunları söylemiştir. “Çünkü her ülkenin bir resmi dili var. Bütün politikaları toplumu entegre etmek üzere inşa etmelisiniz. Eğer toplumu entegre etmez de, toplumda ayrışma politikaları oluşturursanız bunlar doğru değildir. Eğitim de bunlardan biridir.” Kürt Kemal’in anadilde eğitim için söyledikleri.
Elbette bunları söyleyenin CHP genel başkanı olduğunu düşündüğünüzde şaşılacak bir tarafı yoktur. Asimilasyona, Kürt sorununu ekonomik geri kalmışlık ve terör sorunu olarak gördüğünü söyleyerek dünkü CHP’nin farklı bir şey söylemediğini bir kez daha ortaya koyuyor; devam diyor, daha öncekiler gibi! Kürt sorununu, değişik ifade ile kendilerinin çözeceğini söylüyor. Nasıl çözeceksiniz deyince söylediği bir şey yok; iktidara getirin biz gösterelim diyor, çocuk kandırırcasına ama yaptığı gezilere baktığımızda nasıl çözeceği anlaşılmakta. İlk yaptığı gezilerden birisi de sınırda Kürt gençlerini katletmek için oluşturulan askeri mevziler oldu. Kürtleri katletmede en kahramanımız hangisi dercesine siperde çömeldi çömelmedi polemiği yapıldı, rezilce! Ve kahraman Kemal oluk oluk Kürt gençlerinin kanı akarken, korucuları Ankara’ya çağırdı. “Terör sorununu” kendilerinin bitireceğini söylemeyi de ihmal etmedi. İşte Kürt sorunundaki Kemal’in gerçek yüzü. Bilinen, CHP’nin asimilasyoncu, inkarcı ve imhacı yüzü. K. Kılıçdaroğlu kurultay bitiminde şunları diyor: “Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün, Bülent Ecevit’in, Deniz Baykal’ın koltuğunu devraldık. Bu koltuğun anlamını ve önemini biliyoruz.” O koltuğun anlam ve önemini kısaca biz de hatırlayalım. O koltuk 90 yıldır halkımızı inim inim inleten faşist diktatörlüğün yönetici koltuğudur. Koçgiri’de, Diyarbakır’da, Genc’te, Palu’da, Ağrı’da ve Dersim’de Kürtlerin kanını oluk oluk akıtan, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek din diyen şovenizmin katliamcı koltuğudur.
Karadeniz’de 15’lerle başlayan, dağ başlarında, şehir sokaklarında, işkencehanelerde, hapishanelerde Kürt, Türk çeşitli milliyetlerden halkımızın en yiğit kız ve oğullarını katleden, insanlığa düşman faşizmin koltuğudur. Maraş’ta ağaçlara çocukları çivileyen, Sivas’ta insanları diri diri yakan kanlı koltuktur. K. Kılıçda19 roğlu da o koltuğun kanlı ve halkın üzerinde olduğunu bilmektedir. O da oraya hangi misyonla geldiğini bilen, faşist partinin genel başkanıdır. Kürt halkına kan ve gözyaşından başka da bir şey veremez. Sistem, tıkanan Kürt politikası karşısında halkı kandırmaya dönük, yeni bir hamle yapmak istiyor. AKP “açılım” diyerek, güzel sözler söylemesine karşın halkı kandıramadı. Durumu anlayan Kürt halkının silahlı bölümü tekrar silahı aktif kullanmaya başladı. Dolayısıyla TC, daha güçlü bir ezme, yok etme ve kandırma hamlesi yapmak istiyor. Bunun için sistem partileri yeniden dizayn edilmeye başlandı. CHP’nin başına Kürt kökenli birisini getirmekteki amaç bir taraftan imha ve inkarı yaparken, diğer taraftan halka şirin gözükerek kandırıp düzene yedeklemek amaçlıdır. Kılıçdaroğlu şahsında CHP, Kürt sorunu kapsamında AKP’ye yedeklenmektedir. Bu projede İngiltere’den esinlenmişlerdir. Güya, İngiltere IRA’nın silahsızlandırılmasında Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi’nin uyumlu çalışması sayesinde başarılı olmuştur. Türk hakim sınıfları da benzerini yapacakmış! Bunu şöyle tercüme edebiliriz; AKP muhafazakar, dini hassasiyetleri olan halkısistem içine çekecek, CHP iseAlevi ve sol söyleme yatkın halkı sistem içine çekeceklerdir. Diğer yandan güçlenen Kürt ulusal hareketinin tabanını zayıflatacaktır. Ulusal bilinci hiç olmadığı kadar gelişmiş Kürt gerçekliğini düşündüğümüzde bunun boş bir hayal olduğunu görürüz. Ön plana çıkarılan Aleviliğe ve bu kapsamdaki gerçekliğe bakalım. Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği üzerine Kılıçdaroğlu’nunAleviliğinin ne anlama geldiğine değinmeye başlamadan önce, Obama şahsında ABD’de estirilen havayı incelemek yerinde olacaktır. 2008 yılının Kasım ayında yapılanABD başkanlık seçimlerini Obama kazandı. Uzaktan bir Müslümanlığı da vardı. ABD’de çoğunluğunu beyazların oluşturduğu seçmen, Obama’yı başkan olarak seçti diye; dünya basını, siyaset ve aydınları “BeyazAdam”ın erdemlerini, ABD emperyalizminin demokratik işleyişini uzun uzun konuştu. Genelde “Beyaz Adam”a özelde ABD “demokrasisine” övgüler yağdırıldı. Bir anda “BeyazAdam”ın tarih içinde işlemiş olduğu suçlar unutuldu. Denebilir ki, Obama’nın seçilmesi, “Beyaz Adam”ın ırkçı siyaset ve uygulamalarının doruğunu oluşturdu. Kısacası büyük çoğunluk “Beyaz Adam”ı kutladı, yüceltti ve o, bir nevi yeniden keşfedilerek beş yüz yıla yakındır dünya halklarına yaptıkları unutturulmaya çalışıldı. Şimdi bu coğrafyada bu ideolojik manipülasyonun bir benzeri yapılmaya çalışılıyor. Bu coğrafyanın siyahileri başta Kürtler ve Aleviler. Bunlara şirin gözüküp geçmişi unutmaları ve bugünkü yapılanları da görmemeleri için uğraşılıyor. AcabaAleviler Koçgiri, Dersim, Maraş, Sivas, Çorum, Malatya, Gazi’yi unutacaklar mı? Kılıçdaroğlu genel başkanlığa gelir gelmez başta Türk-Aleviler olmak üzereAlevilerin yoğun olduğu illere gitti, mitingler düzenledi, yayla şenliklerine katıldı. Çorum,Amasya, Tokat ve Adıyaman’da mitingler yaptı. Genel geçer sözler söyledi, Alevilerin en temel talepleri olan cemevleri, zorunlu din dersleri, diyanet işlerinin kaldırılması gibi taleplere değinmedi bile.
Yani bu konularda CHP’nin de yapacak fazla bir şeyi yoktur. Kılıçdaroğlu da CHP’li “Beyaz Adam”ın bugüne kadar 90 yıldır bu coğrafyanın siyahilerine yaptıklarını aklamak için kullanılmaya çalışılıyor. Bu işin bir tarafı, işin diğer tarafı da Pir Sultan şahsında Hızır Paşanın yaptıklarını Alevilere bir kez daha yapmaya hazırlanıyor. Alevi halkımızın bir deyimi vardır, “Osmanlı’nın ekmeğini yiyen kılıcını sallar” diye. Kılıçdaroğlu Osmanlı’nın torunlarının ekmeğini yemiş, onunla semirmiştir, kılıcını da emekçilerin, Kürtlerin ve Alevilerin üzerine sallamaya hazırlanmaktadır. Obama’nın başta siyahiler olmak üzere dünya halklarına yaptığı gibi... Şunu da söylemeliyiz, ABD’de Obama’nın Demokrat Partinin başına getirilmesinde siyahiler ne kadar etkili olmuşsa, CHP’nin başına Kılıçdaroğlu’nun getirilmesinde Kürtler ve Aleviler o kadar etkili olmuştur. Daha önce CHP’denAlevi kökenli bir dizi üye kadro atılmıştır. Devam edelim, bugüne kadarABD’de Obama siyahiler için neler yapabilmişse, CHP iktidarında Kılıçdaroğlu da Kürtler ve Aleviler için ancak o kadar yapabilecektir. Çünkü Alevilere yapılanlar kuruluşundan bugüne devlet politikasıdır. Tek din yaratmak için başta Aleviler olmak üzere diğer dini azınlıklar üzerinde asimilasyon politikası uygulanmış, Sünni-Müslümanlaştırılmaya çalışılmıştır. Rumlar ve Ermenilerin Hıristiyan halkının kiliseleri ve dini okulları kapatılmış, Nasturi Hıristiyanları bir bütün katledilmiştir. Hala Hıristiyan papazlar katledilmektedir bu coğrafyada. Bu politika hala devletin temel politikalarından birisidir. Bundan dolayı okullarda zorunlu 20 din dersleri var ve orada Sünnilik öğretiliyor. Bunu için hala, Tokat’ta, Sivas’ta, Amasya’da, Çorum’da Alevi köylerine cami yaptırılmaya çalışılıyor. Bunun için Diyanet İşleri Başkanlığı var. Şunu da söylemeliyiz; nasıl ki Kürtlük bilincine sahip birisi Türk bürokrasisinde çalıştırılmıyorsa aynı şey Alevilik için de geçerlidir.Alevi kültür ve değerlerini koruyan bir memur, Türk-Sünni devlet bürokrasisinde yükselemez. Kılıçdaroğlu’nun Alevilikle de bir ilgisinin kalmadığınıolmadığını geçmişine bakarak söyleyebiliriz. Kılıçdaroğlu Alevi halkı da kandırmaya çalışıyor, esas amacı olan, Türk-Sünni hakim sınıfların tekçi şovenist düzeninin bekçiliğini yaptığını gizliyor. Aleviler şeriat gelecek korkusu ile laiklik ve cumhuriyetin kitle tabanı olmuş-yapılmıştır. Ama şunu da söylemeliyiz ki şeriatın gelmesini en başta burjuva egemenler istemez, kapitalizmin işleyişine terstir. Dolayısıyla Alevilerinki boş bir korkudur. AKP şahsında hakim sınıfların yöneticileri olan Sünni inanışı güçlü kesimin burjuva feodal sistemle nasıl da haşır neşir oldukları zaten bunu açıkça göstermektedir. Olan gelişmeler Kemal Kılıçdaroğlu’nun “dürüstlüğü”, “Kürtlüğü” ve “Aleviliği” bu şekildedir. Görüldüğü gibi bu özellikleri varmış gibi ön plana çıkarılması bu özelliklere sahip olduğu için değil, bu konularda halk kandırılmaya çalışıldığı içindir. İşte bundan dolayı Kılıçdaroğlu’nun sadece bir Kılıçdaroğlu olmadığı ortaya çıkıyor. Onun şahsında sistem, tıkanma noktalarını ötelemeye çalışarak; halkın değil ama sistemin umudu olduğu görülüyor. Demek ki CHP’de genel başkanlık değişimi de basit bir genel başkanlık değişimi değildir. Sistemin kendisini yeniden üretmesinin bir adımıdır. Bundan sonra CHP’deki gelişmelere, AKP-CHP ilişkilerine dikkat etmek lazım. Belki de Kılıçdaroğlu ve CHP, ciddi bir bunalıma girecek olan Türk burjuva politikasına nefes aldıracaktır. AKP-CHP kapışmasının göreceli olarak daha uyumlu hale gelmesi yaşanırsa şaşırmamak gerekir. Bu gelişmeler, gündemdeki bir dizi konuyu da yakından ilgilendirecektir. Kürt sorunundan Ergenekon davalarına kadar önemli gelişmeler yaşanabilir. Daha şimdiden Balyoz davası sanıkları tahliye edildi, Kürtlere dönük imha operasyonları hız kazandı. Yazımızın baştarafında CHP’nin ve TC’nin kurucu ideolojisinden önemli noktalara değinmiştik. Uzun yıllar bunları yeniden üretemediler, elbette üretmeyi yenilenmek olarak söylemiyoruz. Halkı kandırmada yeni argümanlar bulmaları olarak ifade ediyoruz.
Özellikle Deniz Baykal’lı süreçte çok kaba bir söylemle laiklik-cumhuriyet ele alındı, teklik üzerine kurulu şovenist söylem, ilk kuruluş yıllarındaki gibi katı bir şekilde ele alındı. Kuruluşundan bu tarafa askeri ve yargı bürokrasisi ile içli dışlı durumu tüm çıplaklığı ve pespayeliği ile alenileşti. Bütün bu yaşananlar bir anlamda CHP’yi halk nezdinde hiç olmadığı kadar teşhir etti. Elbette teşhir olan CHP nezdinde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi ve temel kurumlarıydı. Bütün bunlardan burjuvazi de ders çıkararak, özü yaşatmak için biçimde bazı değişiklikler yapmanın bir adımı olarak Kılıçdaroğlu hamlesini yaptı. CHP’nin temel felsefesinin yaşatılması için ve daha güçlendirmek için Kılıçdaroğlu söylem değişikliği ile ortaya çıktı. Daha ilk baştan da anlaşıldığı gibi bu söylemlerden bile öze ilişkin bir değişimin olmadığı, hatta biçimdeki değişimin de çok sınırlı olduğu görünmektedir. Bundan sonra “güçlü muhalefet” söylemine uygun olarak Kılıçdaroğlu halkçısöylemle bolca vaatlerde bulunarak, halkın en yakıcı sorunlarını dillendirmeye devam edecek. Halkımız bu kadar sorunla boğuşurken bu sorunların dillendirilmesi bile hoşuna gidip alanlarda onu dinleyecek.Ama Kılıçdaroğlu çözüm olarak tek bir şey söyleyecek; yıllardır diğer düzen partilerinin yaptığı gibi, iktidara kendilerinin getirilmesi! Sorunların çözümü için “CHP iktidarı” diyecek. Ama geçmişte kendilerinin ve diğer düzen partilerinin yaptığı gibi hükümet olduğunda hepsini unutacak, Türk hakim sınıf politikacılarının duayeninin dediği gibi “dün dündür, bugün bugündür” diyecek. İşçiler, işsizler, emekçiler, yoksullar, köylüler, emekliler bir kez daha kandırılacaktır. Elbette bu sürece devrimci ve komünistler müdahale edip bunların gerçek yüzlerini teşhir etmezse, bu tıkanmayı da ekonomik krizleri aştıkları gibi aşacaklardır. Kemalist ideoloji Kılıçdaroğlu ile kendini yenilemeye çalışıyor. Ama bunun anlamı yalnızca CHP’nin yenilenme çalışması olarak da anlaşılmamalı. Bunun içinde AKP’nin de olduğu, söylemlerden anlaşılıyor. Sistem kendini yenilemeye çalışıyor. Başarılı olup olmayacakları ise başka birsorun. Bu süreçte kayıkçı dövüşü gibiAKP ve CHP’nin birbirlerine diklenmeleri de halkımızı şaşırtmamalıdır.Ama Deniz Baykal dönemi gibi tıkanma durumları, “gerginlik” politikalarına daha 21 az rastlamamız olasılık dahilindedir. Kürt sorununda ve Alevi sorununda yakın bir zamanda önemli bir değişim pek olası gözükmemektedir. Ancak genel seçimlerden sonra oluşacak tabloya göre yeni hamleler beklenebilir.AKP-CHP ikilisi oluşturulabilirse onların dışında iki uçlaşma oluşturulmaya çalışılabilir. Bir tarafta MHP diğer tarafta BDP olmak üzere. Sözde bu iki uç dışında sorunu çözüyorlarmış gibi bir görüntü oluşturabilirler. Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP sistemin yaşadığı tıkanma noktalarında daha aktifleştirilecektir. Pratikte bunun nasıl şekil alacağını konjonktür belirleyecektir. Elbette ki halkımızın ve halkın örgütlü güçlerinin süreçte ne yapacakları esasta belirleyici olacaktır. Sonuç: Türk egemen sınıflarının “aile meclisleri”nde partilerini yeniden dizayn etme kararı aldıkları anlaşılıyor. Bunun ilk uygulamasını CHP’de Deniz Baykal’ın genel başkanlıktan uzaklaştırılıp genel başkanlığa K. Kılıçdaroğlu’nu getirerek yaptılar. Anlaşıldığı kadarıyla CHP’yi Kemal Kılıçdaroğlu ile iktidara, o da olmazsa koalisyon hükümetlerinde yer almaya hazırlıyorlar. Sistemin AKP eliyle yürüttüğü ama tıkanan politikaları bu şekilde aşmayı zorlayacakları-deneyecekleri anlaşılmakta. CHP’deki imaj yenileme operasyonu da buna uygun tarzda yapılmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun yoksulluk söylemleri, “Kürtlüğü” ve “Aleviliği” bundan dolayı anlam kazanmaktadır. Kılıçdaroğlu şahsında halkımıza karşı bir operasyon yapılmıştır. Bu operasyonun hedefi başta emekçiler, yoksullar, Kürt halkı,Aleviler olmak üzere tüm ezilenlerdir. Fakat Kılıçdaroğlu bu kesimlere bir umut olarak gösterilmeye çalıştırılarak beklentiye sokulmaktadır. Halkımız oynanan oyuna kanmamalı, Kılıçdaroğlu’nun gerçek yüzünü görmelidir. Düzen partilerinin birbirinden farkı yoktur. CHP’nin MHP ve AKP’den ezilenlere uyguladığı politikalarda farkları yoktur. Kılıçdaroğlu ile yalnızca CHP’ye bir makyaj yapılmaya çalışılmaktadır. Ama makyajın arkası kokuşmuş olan düzen ideolojisidir. M. Faraç, Süheyl Batum, Nuray Yıldız’ın CHP PM’ne alındığını göz önüne aldığımızda o makyajın gerçek niyeti de ortaya çıkmaktadır. Yani Türk milliyetçiliğinin provokatör ve militanları Genelkurmay Başkanlığı’nın akıl hocaları CHP Parti Meclisine alınmıştır. Makyajın arkasında bu gizlidir. CHP Kemalist diktatörlüğün kurucu faşist partisidir. Genel başkanları da kuruluşundan bugüne TürkKürt ve çeşitli milliyetlerden halkımızın düşmanlarıdır ve elleri halkımızın kanıyla boyanmış faşist katliamcılarıdır. İşçilerin, köylülerin, emekçilerin, yoksulların, Kürt halkının ve Alevilerin yaşadığı sorunlar burjuva-feodal sistemden kaynaklıdır. Dolayısıyla sorunu yaratanlar ve sorunun kaynağı olanlar sorunları çözemezler. Ezilen halkımızın yaşadığı sorunları Kılıçdaroğlu ile veya onsuz CHP çözemeyeceği gibi hiçbir düzen partisi de çözemez. Çözüm, bu talan ve sömürü düzeninin ortadan kaldırılması ile gelecektir. O zaman halkımız bu düzeni ortadan kaldırması için düzen partilerinin bayrakları altına gitmemeli, bu düzeni yıkmayı hedef alan komünistlerin bayrağı altında örgütlenmelidir. Sömürü düzeni ortadan kaldırıldığında çeşitli konularda yapılan baskılar da ortadan kaldırılacaktır. Umut olarak gösterilmeye çalışılan Kılıçdaroğlu şahsında düzenin ta kendisidir. Burjuva sistem halkımızın umudu değildir, umut dağda, umut şehirlerde komünistlerdedir.
Halkımız CHP’ye Kılıçdaroğlu şahsında, sistemin ömrünü uzatmak için gitmemeli. Destek vermemeli, sistemi yıkmak için komünist parti saflarında örgütlenmelidir. Sözlerimizi Ahmet Arif’in dizeleri ile bitirelim: “Bunlar engerekler ve çıyanlardır bunlar ekmeğimize aşımıza göz koyanlardır. Tanı bunları tanı da büyü...” Yararlanılan kaynaklar 1) Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i, K. Marks, Sol Yayınları 2) Seçme Yazılar, İ. Kaypakkaya, Umut Yayımcılık 3) Kürt isyanları,A. Kahraman, Evrensel Basım Yayın 4) Yakınçağ Türkiye Tarihi 1-2, Milliyet Yayınları 5) Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, Mete Tuncay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları 6) Resmi İdeoloji Sözlüğü, Editör F. Başkaya, Özgür Üniversite Yayınları 7) Resmi Tarih Tartışmaları 6. Kitap, Editör İ. Beşikçi, Özgür Üniversite Yayınları
TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”
MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.
Kütüphane
- Anasayfa
- Partizan Dergi Arşivi -1992-2022
- Partizan Yayınları (1978-1980)
- Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-1-2
- Yarı Feodalizm - Tanımı
- Partimiz TKP-ML Darbeci Tasfiyeci Bir Saldırıyla Karşı Karşıya Kaldı!
- Diyarbakır Savunmaları__TKP-ML
- 1_ Tarih/imizden Notlar_"Önyargılar Gerçeğe Cehaletten Daha Uzaktır”
- 2- Tarih/imizden Notlar-KALANLAR VE AYRILANLAR-DARBE GERÇEKLİĞİ-1-2-3-4-5-6
- Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Burjuva Kafa Karışıklığı
- İçel Ekonomisinin Yapısal Durumu
- Kemalizm Tahlili Denemesi-1-2-3_Türk Komprador Burjuva Siyasetinin İnşası
- 1-TARİHTEN_NOTLAR_Anti-Emperyalist Niteliğe Sahip Olmayan Bir Ulusal Hareket "ulusal devrimci" Hareket olarak Nitelendirilemez!
- 2-TARİHTEN NOTLAR_Sınıf Biliçli Proleterya Bütün ULUSAL HAREKETLERİ Niteliğine Bakmadan Desteklermi?
- 3-TARiHTEN NOTLAR__FIRTINALAR İÇİNDE, BIÇAK SIRTINDA; İLKELERE VE HUKUKA SIMSIKI TUTUNMA ZAMANI!*
- 4-TARiHTEN NOTLAR-Nubar Ozanyan_20Nisan2016
- "Mao Zedung adı "Enginleri Fethetme Ruhu'nun sembolüdür"Yılmaz GÜNEY_1-2
https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------
Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...
Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya
Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)