Diktatörlerin Surlarını Döven Dev Dalgalar!
Published: Ekim 25, 2022Updated: Ekim 25, 2022
21.yüzyılın ilk çeyreği bitmeden ve son yirmi yılda yerkürede işçi sınıfı ve ezilenlerin isyan ve devrim türküleri defalarca yankılandı. Nasıl ki yirminci yüzyılın başında insanlık Ekim Devrimi’nin top sesleri ile uyandıysa, içinden geçtiğimiz yüzyılın da daha ilk çeyreği dolmadan yaşanan ayaklanmalar, isyanlar, grevler insanlığın özgürlük umudunun canlı ve bir o kadar da gerçek olduğunu gösterdi.
Devrim heyulası son yirmi yılda yerkürenin farklı coğrafyalarında dolaşmaya devam ediyor. İnsanlık yeni bir yüzyıla girerken yirminci yüzyılın, ağır yüklerini omuzlayarak girdi. Rusya’da Stalin’in, Çin’de Başkan Mao’nun ölümünden sonra yaşanan karşı devrim ve geriye dönüşler, 1990 yılında Rusya’nın yüzündeki sosyalizm peçesini atmasıyla yirminci yüzyıldan geriye koca bir enkaz kaldı.
Emperyalist kapitalist sistem, sosyal emperyalizminin üzerindeki sosyalizm peçesini atmasını kendisi için mutlak bir zafere dönüştürmek için dizginsiz bir saldırı dalgası başlattı. Bunlarda en bilineni elbette ki artık tarihin sonun geldiği, sosyalizm macerasının Berlin duvarının yıkıntıları arasında yok olduğuydu. Başını ABD emperyalizminin çektiği blok, kendilerince dünyayı yeniden parselleyerek yeni bir paylaşım ve yağma harekatının da startını verdi. “Büyük projelerle” Rusya ve Çin’de boşalan alanlara dizginsizce girmeye çalıştılar.
Rus ve Çin emperyalizmin yaşadığı otorite kaybını kendileri açısında nüfuz alanlarını genişletmek ve bu iki emperyalist gücü yutarak dünyanın tek hâkimi olmak gibi bir düşle yirmi birinci yüzyılı karşılamaya giriştiler. Fakat tam da daha doksanların ilk yarısı bitmeden emperyalist kapitalist sistemin mezar kazıyıcıları, tarih yapıcılar, “baldırı çıplaklar”, “daha bitmedi bu kavga” diyerek sınıf mücadelesinin ateşini harladılar.
Güney Asya, Türkiye, Latin Amerika ve daha yerkürenin birçok yerindeki yerlerde ayaklanmalarla ama esas olarak Maoizm’in yol göstericiliğinde halk savaşını yükselterek yanıt verdiler.
Emperyalizmin “tarihin sonu, sınıflar ortadan kalktı, sosyalizm öldü” propagandasına MLM’yi kendine rehber edinen partilerin önderliğindeki işçi sınıfı ve ezilen kitleler Marks’ın o ünlü “tarihin, sınıflar mücadelesi tarihi” olduğu teziyle yanıt verdiler. Özellikle Güney Asya ve Latin Amerika’da gelişen Maoist hareketler, emperyalizmin gördüğü rüyayı kabusa çevirmesini bilmiştir.
Bundandır ki, “sınıflar ortadan kalktı” diyenler daha doksanların ateşi düşmeden 1997’de yapılan NATO zirvesinde korkularının da verdiği telaşla “yirmi birinci yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı”nın tespitini yapmak zorunda kaldılar.
Emperyalist kapitalist sistemin ayakta kalabilmesinin tek koşulu, tekellerin kâr ve daha fazla kâr etmesine dayanır. Aşırı üretim ve sürekli yeni pazarlara duyulan ihtiyaç, emperyalist kapitalist sistemi anarşiye, kaosa ve krize sürükler. Krizden kurtulmanın tek yolu ise rekabet gücünü artırarak, rakibini yutmak ve ondan boşalan yerlere yerleşmektir.
Bu, çatışmanın yaygınlaşması, sefaletin derinleşmesi ve insanlığın felakete doğru sürüklenmesi anlamına gelir. Emperyalist kapitalist sistem kendi doğası gereği sürekli bölünme yaratır. Sistem kendi içinde rakip güçlere bölünmeden varlığını ileriye taşıyamaz. Bir yandan tekellerde sermaye merkezileşirken sermaye farklı tekellere bölünmeden kendi hareketini sağlayamaz.
Sermayenin bu hareketi, kendi mezar kazıyıcılarının da her gün ve yeniden tarih sahnesine çıkmasına neden olur.
Rusya ve Çin, doksanların başında yaşadığı sarsıntıyı doksanların sonunda atlatarak ABD/NATO emperyalist bloğun karşısına kendi emperyalist bloklarını oluşturarak çıktılar. Sosyalizmin geçici geri çekilmesi, yer küreyi daha tekinsiz bir hale getirdi. Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar ezilenlerin umudu olarak kapitalizmin karşısında dururken sonrasında ezilen halklar büyük acılar yaşamak zorunda kaldılar.
Rusya ve Çin rakibi ile aradaki açığı kapatmak için kendi ülkelerinde sosyalizme ait ne varsa yağmalayarak ve hakimiyeti altındaki bölgelerde sınırsız bir sömürü hamlesi başlatarak yanıt olmaya çalıştılar.
Her ne kadar emperyalist kapitalist sistem, kendi içinde farklı çıkar kamplarına bölünmüş olsa da yirmi birinci yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı gerçeğinden hareketle kendi sınıf düşmanlarına karşı yeni önlemler geliştirilmesi noktasında hemfikirdirler. Emperyalistler, gelişecek sınıf mücadelelerini kriminalize etmek, marjinalleştirerek yapacakları saldırı ve katliamlara meşruiyet kazandırmak için sınıf mücadelesini ve ulusal kurtuluş mücadelelerini “terörizmle mücadele” parantezi içine çekerek yeni bir konsept geliştirmek zorunda kaldılar.
İki binli yılların başında özellikle Nepal’de gelişen ve iktidara yürüyen Maoist hareket karşısında, ABD dış işleri bakanı Colin Powell’ın “Biz ayaklanmacı gerillaları ve özelliklede Mao’cuları sevmeyiz”, “Maocu terör başlıca tehditlerden biridir” söylemleri tam da geliştirdikleri “terörizm” konseptinin kime karşı korku olduğunu göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır.
Anlamlıdır! Çünkü bütün bir insanlık tarihini düşündüğümüzde geçtiğimiz yüzyıl oldukça yakın bir tarihtir.
Ekim Devrimi’n top sesleri, Çin devrimi ve devamında Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı temellerinden sarsan etkisi onların kabuslarını süslemeye devam ediyor. Emperyalist kapitalist sistemin önceki yüzyıl döktüğü ecel terlerini unutması mümkün değildir. Sovyet ve Çin devrimleri, işçi sınıfına ve ezilen halklara kurtuluşun yolunu göstermiştir. Yer kürenin üçte biri sosyalizmi yaşamış geri kalan kısmı sosyalizme varmak için mücadelede önemli kazanımlar elde etmiştir. Bu temelde ezilenlerin de kendine ait tarihi bir hafızası vardır. Kendisine yaşatılanları unutmayacaklardır.
Bugün de işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları, yılmadan mücadele ve kavgaya atılıyorlarsa bu Ekim ve Çin devrimlerinin kazanımlarının bir sonucudur. İşçi sınıfının kendi yarattığı tarihi bir kenara koyması söz konusu dahi değildir.
Büyük Sovyet devrimin yüz beşinci yılında, emperyalist kapitalist sistem insanlığın önüne yeni sorunlar koymuştur. Çevre ve iklim sorunları ekseninde aşırı kâr hırsının doğada yarattığı tahribat geri dönülemez bir aşamaya gelmiştir. Patriyarkal, heteroseksist sistem derinleşerek daha fazla kurumsallaşmış kadın katliamlarını cins kırımına dönüştürmüştür.
LGBTİ+ bireylerin cinsel yönelimleri daha ağır saldırılarla karşı karşıya kalarak kimliklerini kazanma mücadelesinde ağır bedeller ödemek zorunda kalmaktadırlar.
Asya ve Afrika kıtasında farklı inançlara sahip kesimlerin farklılıkları emperyalistler açısından “böl-parçala-yönet” siyasetine uygun kullanılarak dinsel ve mezhepsel çatışmalara dönüştürülmüştür. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası bu açıdan öne çıkmaktadır. Emperyalistler eliyle cihadist faşist örgütlenmeler palazlandırılarak bölge halklarının başına bela edilmiş durumdadır.
Bu örgütlenmeler eliyle halkların manevi duyguları istismar edilmekte, emperyalist güçlerin bölgedeki uzantıları olarak büyük katliamlar gerçekleştirmektedir.
Emperyalizm ulusal sorunu çözmemiş tam tersine Rus sosyal emperyalizminin de dağılmasıyla birlikte derinleşmiştir. Ulusların özgürce ayrılma hakkı ve imtiyazı işgal ve ilhak saldırılarıyla gasp edilmeye devam edilmektedir. Yaşanan toprak sorunları ulusları birbirine düşman kılmakta ve “büyük ulus şovenizmi” ile halkları birbirine düşman kılmada işlevli bir aparat olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Yarı-sömürge konumundaki ülkelerde tarımın tasfiyesi, üretimin emperyalist tekellere bağımlı kılınması köylü kitlelerini her geçen gün daha fazla yıkıma sürüklemekte yaşanan iklim sorunları, kuraklık, tohuma artan bağımlılık, köylülüğün üretim sorunlarını derinleştirmiştir. Tüm bunlardan kaynaklı kırsal alanlar boşalırken kentsel nüfus orantısız şekilde artmış ve bu da yeni sorunların açığa çıkmasına neden olmuştur.
Emperyalistler arası rekabet, bölgesel çatışmalar, inanç ve mezhepsel çatışmalar, yoksullaşma ve açlık, insanları kitlesel şekilde yer değiştirmeye zorlamaktadır. Mültecilik, göçmenlik olgusu insanlığın yeni sorunları arasına eklenmiştir. Her gün milyonlarca insan yaşadığı yerleri çeşitli nedenlerle terk etmeye zorlanmaktadır. Mülteci konumuna düşen insanlar, gittikleri yerlerde ırkçı saldırılara maruz kalmakta, katledilmekte veya en ağır işlerde ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Herhangi bir güvence ve sosyal hakka sahip olmadan çalıştırılan mülteciler, ağır şartlarda sömürüye maruz kalmaktadırlar.
Bugün içinden geçtiğimiz koşullar Büyük Sovyet Devrimi öncesi koşullara benzemektedir. Neredeyse yaşamın olduğu her alanda büyük ve derin sorunlar birikmiş durumdadır. Büyük Sovyet Devriminin güncelliği tam da burada yatmaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin yaratmış olduğu tüm bu sorunlar iyileştirmelerle, reformlarla, anayasa değişiklikleri yeni hükümetlerin kurulmalarıyla çözülebilecek türden değildir.
Yapısal sorunlar ancak yapısal müdahalelerle çözülebilir. Emperyalist kapitalist sistemin yarattığı sorunların tümü yapısaldır. Sistemin kendisi kendini yenileyebilecek bir durumda değildir. Sovyet devriminin mimarı ve büyük önderi Lenin yoldaş, bunu daha devrim öncesi emperyalizmin asalaklığını ve çürümesini bilimsel bir temelde ortaya koyarak belirtmişti.
“Zor”un ve o “zor”u örgütleyecek öncünün rolü her zamankinden daha fazla ön plana çıkmıştır.
Doğu rüzgârı batı rüzgarını alt edecek!
İsyan ve devrim dalgaları yer küremizin belli merkezlerinde toplanmış bulunmaktadır. Güney Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika’da yaşanan isyanlar yeni Ekimler için fırtına merkezleri olmuş durumdadırlar. Yaşamakta olduğumuz her fırtınanın kendine ait özellikleri vardır. Güney Asya’da MLM önderliğindeki partilerin sürdürdüğü halk savaşı, emin adımlarla zafere doğru ilerlerken Latin Amerika’da Maoist gerilla hareketleri gelişmekte ve büyümektedir.
Ortadoğu’da ise işbirlikçi diktatörler, halkların direnişi karşısında titremektedir. Yaşadığımız coğrafyanın içinde barındırdığı çelişkiler, devrim mekaniğini harekete geçirmiş durumdadır. Ortadoğu coğrafyası, emperyalist kapitalistler açısından temel kapışma alanı olmasının yanında, ülkemiz devrimci ve komünistleri açısından da stratejik öneme sahiptir.
Her ülkenin kendine has sorunları olduğu gibi aynı zamanda bulunduğu bölgenin sorunlarının da birer parçası durumundadırlar. Söz konusu Ortadoğu olduğunda bunun gerçekliği daha fazladır. Kuzey Afrika’dan başlayarak bütün Ortadoğu’yu kapsamı içine alan isyan dalgasından sonra bölgedeki çelişkilerin domino etkisi yaptığı görüldü. Bölge nezdinde herhangi bir ülkede yaşanan gelişme, bir diğerine uğramadan pas geçmemektedir.
Özellikle son on beş yıldır yoğun bir savaşın hüküm sürdüğü bölgede sular durulacağa benzemiyor. Kitlelerin isyanı, dev dalgalar halinde diktatörlerin surlarını dövmeye devam ediyor. Bir tarafta emperyalistler ve onların yerli işbirlikçilerinin bölgenin petrol başta olmak üzere doğal zenginliklerini yağmalayıp servetlerine devasa servetler eklerken diğer yandan halklar derin bir yoksulluğun pençesinde açlıkla boğuşmaktadır.
Suriye ve onun yanıbaşında bulunan Irak’ta son bir yıldır halkın rejime karşı öfkesi dinmiş değildir. Çeşitli nedenlerle Irak halkı ağır bedelleri de göze alarak egemen sınıfların devlet kurumlarının ve onların efendilerinin bulunduğu yeşil bölgeye yürümeye devam ediyorlar. Irak merkezi devlet yapısı, büyük oranda çökmüş bulunmaktadır.
Kitlelerin isyanına dayanak oluşturan temel etmen esas olarak ekonomik olarak yaşanan çöküntü ve bürokraside yaşanan yozlaşma ve çürümedir. Bunun yanında emperyalist işgal ve mezhep çatışmaları eklendiğinde halkın omuzlarındaki yük ağırlaşmaktadır. Irak halkının esas handikabı ise yaşanan isyanı devrime taşıyacak komünist parti veya herhangi devrimci bir hareketin bulunmayışıdır.
Halk farklı inanç gruplarının çıkarları doğrultusunda taraf olmaya itilmektedir.
Lübnan’da yaşanan ekonomik bunalım, sistemi işleyemez duruma getirmiştir. Lübnan devleti, halkın bankalarda bulunan üç beş kuruşuna ipotek koyduracak kadar iflasın eşiğine gelmiştir. İnsanlar bir yandan sokakları terk etmezken diğer yandan bankalarda ipotek altına alınan paralarını alabilmek için bireysel banka soygunlarına girişmek zorunda kalmaktadır.
Ülkede sokakların ateşi düşmezken yapılan eylemlerin belirleyici özelliklerinden bir tanesi de eylemlere kadınların öncülük etmesi ve sokağa yansıyan eylemlere kadınların kendi rengi ve militan karakteriyle damga vurmasıdır. Sonuç olarak Lübnan’da kitleler alanları, devrim ateşiyle tutuşturmaya başladığında egemen sınıfların kalelerine devrim bayrağını dikecek olanların kadınlar olacağı belirlemesini yapabiliriz.
Filistin’de İsrail siyonizmine karşı verilen mücadelede halk yüzünü yeniden devrimci hareketlere çevirmiş bulunmaktadır. İsrail devleti, Filistin’i bir bütün olarak yutmak istemektedir. ABD emperyalizminin tam desteği ile Filistin halkına, üzerinde yaşayabilecekleri bir toprak parçası dahi bırakmamaya yönelmiş durumdadır. HAMAS ve FKÖ’nün uzlaşmacı ve çözümü emperyalist merkezlere havale etmesi, yapılan saldırılar karşında güçlü olarak yanıt vermekte gönülsüz yaklaşması halkın tepkilerine neden olmaktadır.
Özellikle son yıllarda buna bağlı olarak FHKC’ye bağlı silahlı gruplara ciddi şekilde yöneliş gerçekleşmektedir. Filistin halkının kaderini belirleyecek olan da silahlı mücadelenin daha ileri aşamalarda bölge halkları ile birlikte ortaya konmasından geçmektedir. Filistin halkı, Arap şeyhlerinin, İslam tandanslı cihadist örgütlenmelerin ekonomik ve ticari olarak binbir bağla İsrail devletine bağlı olduklarını anlamaya başlamış durumdadırlar.
Filistin halkı günü geldiğinde bunları tarihin çöplüğüne göndermesini bilecektir.
İran’dan dünyaya yayılan kadın isyanı
İran devleti, bölge gericiliğinin dört haydut devletinden (Türkiye, Arabistan ve İsrail) biridir. Bölge siyasetini domine eden bulunduğu müdahalelerle diğer ülkelerin iç işlerinde etkili bir güçtür. Devlet geleneği olarak da geçmişi bin yılları bulan bir tarihe sahiptir.
Bölgede geliştirmeye çalıştığı “Şii hilali” denen kuşak projesiyle etkisini tüm bölgeye yaymaya çalışmaktadır. Diğer taraftan artan İran etkisinden bahsedilse de aynı zamanda kendi bölgesinde molla rejiminde tanımını bulan gericiliğin kaleleri arasındadır. Dışarda ABD öncülüğünde yapılan kuşatmaya karşı direnirken içerde işler kendisi için pek de iyi gitmemektedir. Hem dışardan uygulanan ambargo hem de mollaların yolsuz ve zorba yönetimine paralel halk sürekli artan bir yoksulluk ve baskı koşullarına karşı eskisi gibi rıza göstermemektedir.
Sokaklar inişli çıkışlı ve aynı zamanda her defasında farklı toplumsal tabakaları çeperine alsa da asla boş kalmamaktadır. Molla rejimi giderek kendi toplumsal desteğini kaybetmektedir. Son kitle hareketlenmelerinde mollaların kalesi addedilen kentlerde bile sokaklarda yapılan protesto gösterileri de bunun en yalın kanıtı durumundadır. Kitlelerin değişim talebinin dahi molla rejimini zor durumda bıraktığını gözlemliyoruz.
Her ne kadar sokağa taşan kitle gösterilerine dışardan özellikle molla rejimine muhalif hareketler üzerinden ABD’nin müdahale girişimleri olsa da asıl olan bu değildir, çelişkinin kendisi sınıfsal bir karaktere sahiptir. Reform taleplerinin yanına iliştirilen devrim sloganları bunun dışardan müdahale edilmesinin çok ötesinde olduğunu göstermektedir.
Aynı zamanda İran kendi içerisinde çok uluslu kozmopolit bir yapıya sahiptir. Molla rejiminin idam sehpalarında Kürtlerin ya da Beluçların çekilen fotoğrafları çok eski değildir. Molla rejiminin zindanları ulusal direnişçilerle doludur.
Ve yine molla devriminin sembol olarak dünyaya yansıttığı kadınların başörtüsü takma zorunluluğuna karşı ve aynı zamanda yaşamın bir alanında kadınlardan doğru büyüyen bir isyanda İran devrimini mayalayan etkenler arasında güçlü bir yere sahiptir. İran halk hareketi, tutarlığını sağlaması açısından sürekliğini yakalamış durumdadır.
Keza İran bölgesindeki diğer ülkelere nazaran kendi köklü bir devrimci geleneğe de sahiptir. Her ne kadar molla devrimi sonrasında acımasız şekilde bastırılmış olsa da bir bütün bitirilmiş değildir. Maoizm’den etkilenerek kurulmuş parti-örgüt vb. yanında farklı siyasal çizgilere sahip devrimci hareketler varlığını sürdürmektedir. Gelişerek büyüyen halk hareketinin kaderinde devrimci hareket misyon sahibidir.
Bu açıdan Arap Baharının yanında çeşitli milliyetlerden İran halkının ayağa kalkması, bölgede buz kıran rolünü oynaması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Geçtiğimiz günlerde bir Kürt kadını olan Mahsa Amini’nin sırf saçları görünüyor diye işkence ile katledilmesinden sonra kadınlar öncülüğünde halk ayaklanması devam etmektedir. İran özgülünde kadınların devrimde başat rol oynamalarının tarihsel olarak güçlü nedenleri vardır. Mollalar öncülüğünde gerçekleşen şeriat rejimi ilk önce kadınlara yönelmiş ve kadınların tüm yaşamını kökten değiştirilerek her türlü hakları elinden alınmıştır.
Yani molla devrimi önce kadını vurmuş sonrasında tüm toplumu baskı altına almıştır.
Bugün benzer durum Afganistan’da da yaşanmakta Taliban gericiliği de İran mollalarının yolundan giderek önce kadınlara saldırmıştır. İran’da kadın sorunu özgülünde yaşanan cins çelişkisi başlıca çelişkiler arasında diğer tüm çelişkileri domine eden bir yere sahiptir. Molla rejiminin en çok korktuğu da yine kadınlar ve kadınlar öncülüğünde gelişen mücadelenin içinde barındırdığı devrim potansiyelidir.
İran’da devrim olasılığı diğer ülkelere nazaran daha güçlü dinamiklere sahiptir. Bunun böyle olmasında yıllardır yürüyen kadın mücadelesinin belirleyici bir payı vardır. Mahsa Amini şahsında kadınlar bir kez daha mollaların iktidarını sarmaya başlamış durumdadırlar.
Dünyadaki kadın kitleleri Mahsa Amini şahsında İranlı kadınlarla birlikte ayağa kalkmış, İranlı kadınlarla birlikte olduğunu göstermiştir.
Büyük Sovyet devriminin yıl dönümünde Ortadoğu’da bu şanlı devrimin deneyimlerinden öğrenmek, yeni Ekim’leri gerçek kılmak açısından önemlidir. Ortadoğu coğrafyasında devrim her zamankinden daha fazla günceldir.
Halklar öncüsünü, önderini aramaktadır.
Doğu Rüzgarı, Batı Rüzgarını Yenecek!

Emperyalist kapitalist sistemin krizi dünya çapında etkilerini gösteriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal saldırısıyla keskinleşen ve derinleşen kriz, beraberinde rakip emperyalist kampların birbirine yönelik hamleleriyle sürüyor. Rusya’nın “nükleer silah kullanma” ve savaş için “kısmi seferlik” ilanının ardından işgal ettiği bölgelerde düzenlediği referandumla bu bölgeleri ilhak etmesi; Rusya üzerinden Almanya’ya doğalgaz taşıyan Kuzey Akım 1 ve Kuzey Akım 2 boru hatlarındaki sabotaj ihtimali güçlü olan patlama ve sızıntılar bu çelişkileri daha da keskinleştirmiş durumdadır.
Çelişkilerin keskinleşmesi emperyalist kapitalist dünya sisteminde etkileri önümüzdeki yıllarda daha net görülecek olan sonuçlara yol açacaktır. ABD ve Çin emperyalizminin, Tayvan üzerinden karşı karşıya gelmesi bir yana -ki bu çelişki önümüzdeki yıllarda daha da keskinleşecektir- örneğin AB içinde belirleyici güçlerinden olan Alman emperyalizmi sözcülerinin yaptıkları kimi açıklamalar, önümüzdeki süreç içinde kapitalist sistemin dünya halklarına yönelik savaş, açlık, yoksulluk, göçmenlik vb. başka bir şey vaat etmediklerini göstermektedir.
Kriz beraberinde Avrupa Birliği devletlerinde silahlanmaya kaynak ayrılması, enflasyonun ve enerji fiyatlarının yükselmesi, kamu harcamalarının kısılması vb. politikalarını gündeme getirirken; halkların bu politikalara karşı gelişecek olası tepkilerine karşı ise ırkçı ve faşist partilerin önünün açılması, desteklenmesi ve hatta son İtalya seçimlerinde görüldüğü üzere iktidara getirilmesi süreci yaşanmaktadır. Açık ki tüm bunlar tesadüf değildir.
Kapitalist sistemin uygulamaya koyduğu neo-liberal politikaların doğal sonucudur. Kapitalizmin düşen kâr hadlerini yükseltmek için devreye soktuğu bu politikalar; sosyalizmde yaşayan geriye dönüş ve modern revizyonizmin iktidarıyla birlikte SSCB’nin yüzündeki sosyalist maskeyi çıkarıp atması ve tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, dünya halklarına “kurtuluş” umudu olarak propaganda edildi.
Gelinen aşamada, kapitalist sistemin aşırı kâr hırsının doğal sonucu ve ürünü olan “iklim krizi” ve buna eşlik eden ekonomik kriz, ABD-AB ve Rusya emperyalizminin Ukrayna üzerinde yürüttükleri savaşın sonucu olarak gösterilse de, bu yanıltıcıdır. Bahsi edilen çelişkiler, kapitalist sistemin doğasında vardır ve Ukrayna üzerinden emperyalist klikler arasında yaşanan savaş, bu çelişkileri daha da keskinleştirmiş ve derinleştirmiş durumdadır.
Bunu net olarak ifade etmek gerekir.
ABD ve AB emperyalistlerinin amacı Ukrayna halkının özgürlüğü ve refahı değildir. Tersinden, Rusya emperyalizmin amacı işgal ettiği bölgelerde Rus etnik kökenine sahip Ukrayna vatandaşı halkın özgürlüğü ve bağımsızlığı değildir. Savaşın nedeni, emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz, emperyalist kliklerin pazar dalaşı ve hegemonya mücadelesidir.
Faşizmin algı operasyonları
Sistemin içinde bulunduğu durum, emperyalizmin yarı-sömürgesi olan ülke ekonomilerini de doğrudan etkilemektedir. Örneğin kurulduğu günden beri, emperyalizmin yarı-sömürgesi olan Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum; yaşanan ekonomik kriz ve halkın alım gücünün çarşı pazarda yaşadığı korkunç düşüş bu süreçten bağımsız değildir. Emperyalist kapitalizmin krizi, aralarında Türkiye’nin de olduğu yarı-sömürge ülke ekonomilerini daha derinden etkilemektedir.
Bu durum her ne kadar; “Benim ülkemde marketlerde raflar boş değil. Ama Amerika’da bile bugün raflar boş, Fransa’da raflar boş, Almanya’da raflar boş” (R.T.Erdoğan, 20 Eylül) ya da Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin “Neo klasik … epistemolojik … heteredoks yaklaşım…davranışsal ekonomi ve nöro ekonomiyle…” (30 Eylül) açıklamalarında olduğu gibi mizah konusu yapılsa da durumun ciddi olduğunu ifade etmek gerekir.
Türk hakim sınıf sözcülerinin bu türden açıklamaları, halihazırda var olan ekonomik kriz nedeniyle olsa da asıl olarak seçim sürecine yönelik kapsamlı bir algı operasyonun parçasıdır. Faşizmin sözcüleri ekonomik kriz nedeniyle azalan kitle desteğini konsolide etmek için diğer ülkelerdeki ekonomik krizinin sonuçlarını propaganda etmektedirler.
“Herkes kötü, sabredin” diyerek kendi hırsızlıklarını gizleme çabası içindedirler. Ancak bunu yaparken gerçekleri açık etmek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin R.T.Erdoğan bir açıklamasında batıyı hedef alırken; “Bu ülkelerde yaşayan herkes yüzde 8-9 oranında açıklanan rakamlarla, gerçek enflasyon oranları arasındaki devasa farkı iyi biliyor” demektedir. (27 Eylül)
Böylelikle R.T.Erdoğan bu sözleriyle faşizmin resmi kurumu olan TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarının “gerçek enflasyon oranı” yansıtmadığını da kabul etmektedir. Her açıklama ve davranışları halk kitlelerini yanıltma ve manipülasyon üzerine kuruludur. Bu türden açıklamaların belli oranda mizah konusu yapılması anlaşılır olsa da halkın belli bir kesimi üzerinde etkisi olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu etkinin nedeni ise elbette rakip hakim sınıf kliği sözcülerinin yetersiz muhalefetinde değildir. Çünkü emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olarak, bu hakim sınıf klikleri sözcülerinin de ekonomik alanda halka önereceği çözüm, “üç aşağı beş yukarı” aynıdır.
Aynı olmak zorundadır.
Şimdilerde “helalleşme”, “hesaplaşma” söylemleri eşliğinde propaganda edilip halk kitlelerine pazarlanan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun en fazla yapacağı “beşli çete”nin yerine başka müteahhit çetelerine devlet ihalelerini peşkeş çekmek olacaktır.
Dahası AKP-MHP iktidarına muhalif olduğu iddia edilen “altılı masa”nın bileşenlerinden örneğin DEVA Partisi lideri Ali Babacan’ın kısa bir süre önce AKP’de başta ekonomi olmak üzere bakanlık yaptığı ve halka yönelik ekonomik saldırı paketlerinde imzası olduğu bilinmektedir. Ya da aynı “muhalefet”te yer alan ve bir dönem AKP’nin Genel Başkanı olup Başbakanlıkta yapan Gelecek Partisi lideri Ahmed Davutoğlu’nun başta Kürt halkı olmak üzere halka yönelik katliam saldırıları biliniyor.
24 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında Türkiye halkına burjuva iktidar mücadelesi içinde yaşatılan katliam saldırılarının sorumluları olarak bütün bu politik figürlerin halkın karşısına rahat rahat çıkabilmeleri, politika yapabilmelerinin nedeni, devrimci hareketin güçsüzlüğü, demokratik ve ilerici hareketin yetmezlikleridir.
Bu objektif durum beraberinde bütün bu halk düşmanı politik figürlerin halkın karşısına çıkabilmeleri dahası AKP-MHP faşist iktidarına karşı “alternatif” olarak piyasaya sürülmelerine neden olmaktadır.
Devrimci eylem netleştiriyor!
İktidar ya da muhalefetiyle bütün burjuva kliklerin halk karşıtı politikalarında bu kadar pervasızlaşabilmelerinin nedeni esas olarak devrimci hareketin güçsüzlüğüdür.
Devrimci hareketin kitlelerle olan bağlarının gerilemiş olması, iktidarı ve muhalefetiyle bu karşı devrimci halk düşmanlarına alan açmaktadır. Devrimci hareketin uzunca bir süredir kitlelerle olan bağının gerilemiş olmasının nedenleri arasında elbette faşizmin saldırganlığı etkileyici olsa da belirleyici değildir. Belirleyici olan neden genelde devrimci hareketin özelde proleter hareketin izlediği çizgidir.
Devrimci ve komünist hareket adına izlenen sağ ve “sol” politikalar, kitlelerin içinde bulundukları duruma uygun ve devrimci temelde çözüm sunan değil, subjektif ve dogmatik politikaların izlenmesi beraberinde devrimci ve komünist hareketin önemli oranda kitlelerden kopmasına neden oldu. Politikanın en nihayetinde bir güç sorunu olduğu gerçeği beraberinde halk kitlelerinin gündemini esasen burjuva partilerin belirlemesine yol açtı.
Bu güçsüzlük sadece halk düşmanı burjuva partilere değil aynı zamanda halk saflarında olan reformist partilere de parlamentarizm temelinde politika yapmalarına ve devrimci eylemlere yönelik “kınama” açıklamaları yarışına girmelerine neden olmaktadır.
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin Mersin’de gerçekleştirdiği son derece “meşru” ve “haklı” üstelik de sivil kayıpların olmadığı ve bu anlamıyla son derece “temiz” bir devrimci eylem, seçim ve demokrasi adına mahkum edilmekte, dahası eylemin zamanlaması gerekçe gösterilerek, kitlelerin bilincinde şüphe yaratılmasına hizmet edilmektedir.
Bu konuya dair uzun bir değerlendirme yapmamıza gerek yok. Karşı devrimin şiddetine karşılık devrimcilerin şiddeti meşrudur ve dahası gereklidir. Biz bunu günümüzün politik atmosferi içinde değil bundan yarım asır önce söyledik ve ilan ettik: “Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa, sömürülerini devam ettirmek için, hakim mevkilerini muhafaza etmek ve ebedileştirmek için başvuruyorlar. Bu bakımdan, onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet, aynı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet, neyle uygulanıyor? Hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla, hapishanelerle vs. … devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihi açıdan meşru ve haklıdır. Bu ‘zulüm’ müdür? Gericilere sorarsanız öyledir. Ama bize sorarsanız, bu en doğal, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve asla zulüm değildir!” (İbrahim Kaypakkaya)
Bugün devrimci bir eylem karşısında seçimler ve parlamentarizm hayalleriyle kınama yarışına girenler, gerçekte kendilerine bu zemini sunanın devrimci mücadele olduğunu, kitlelerin devrimci hareketi ve eylemi olduğunu asla unutmamalıdırlar. Yasal ve demokratik mücadeleyle “devrim mücadelesi” sürdürdüklerini iddia edenler, bu olanakları devrimci şiddet nedeniyle kazandıkları ve dahası bu olanakların ancak ve ancak devrimci şiddetle korunabileceğini akıldan çıkartmamalıdırlar. “Böylece ‘demokratik haklar’ dediğimiz şeyin, elde tutulmasının bile, gerici şiddete karşı, bir devrimci şiddetle mümkün olacağı, zorun, mukabil bir zorla altedileceği daha iyi anlaşıldı.” (İbrahim Kaypakkaya)
Ülkemiz koşullarında seçimler önemlidir. Ancak belirleyici değildir. Devrimci mücadelenin zaferi için hiçbir mücadele aracını reddetmemek gerekir ancak legal mücadeleyle ve hele hele devrimci şiddeti reddeden bir çizgiyle başarı kazanmanın, dahası kazanılan mevzileri korumanın imkanı yoktur. Legal olanaklardan taktik olarak yararlanmak iyidir.
Ancak bu taktiği strateji haline getirmek ve bu stratejiyi halk kitlelerine “devrim mücadelesi” olarak propaganda etmek affedilemez bir politik suçtur. İşçi sınıfının ve ezilen halk kitlelerinin karşı devrimci şiddet karşısında silahsızlandırmaya hizmet eder ve etmektedir.
İşin ilginci aynı süreçte İran halkının ve özellikle kadınlarının gerici Molla rejimine karşı isyanını destekleyenler, ardı ardına açıklama yapanlar, Kürt kadın gerillalarının bu eylemi karşısında rahatsızlıklarını dile getirmektedirler. Bu ikircilikli tutum bizler açısından şaşırtıcı olmasa da Türkiye toplumunda kendisine ilerici, solcu ve hatta devrimci diyenlerin, kaynağını Kemalizm’in aydınlanmacı çizgisinden alan ve İran’ı “geri gören” sosyal şovenizminin etkisinin boyutuna da işaret etmektedir.
Kürt kadın gerillaların fedai tarzda eylemi, devrimci saflarda var olan reformizmin ve sosyal şovenimin etkisini gözler önüne sermiş durumdadır. Bir kez daha devrimci eylem, netleştirmiş, safları belirginleştirmiş, yolu temizlemiştir. İranlı kadınların direnişine selam duranlar, Kürt kadınlarının devrimci eylemi karşısında afallamışlardır. İranlı kadınların mücadelesini sınıf mücadelesi adına destekleyenler, Türkiye koşullarında kadınların mücadelesini ise “kimlik mücadelesi” olarak mahkum etmektedirler. Keskin sınıf mücadelesi söylemi ve saf proletercilik oynayan bu çevreler, bölgemizde sınıf mücadelesinin sadece artı değer sömürüsü ve karşıtlığı üzerinden yükselmediğinin ayırdında değillerdir.
Bölgemizde çelişkiler çok çeşitlidir ve zengindir. Bu çelişkiler sınıf çelişkisi esas alınıp devrimci mücadeleye kanalize edilmediğinde başarı kazanma, kitlelerin talep ve isteklerine devrimci temelde yanıt olma şansı yoktur.
İran halkının ve özellikle kadınların gerici Molla rejimine karşı başkaldırısı, elbette dünya çapında yaşanan ekonomik krizin etkisinden bağımsız değildir. İran rejiminin “büyük şeytan” ABD emperyalizmine karşıtlığı, beraberinde batının ekonomik yaptırımlarına neden olmakta, bu ise halkın yaşam koşullarını daha da kötüleştirmektedir. Kimilerine İran rejiminin anti-ABD’ci çizgisi, “direniş ekseni” ve anti-emperyalizm olarak propaganda edilse de, Molla rejimi hiçbir zaman anti-emperyalist olmadı.
İran rejiminin geçmişte Fransız, günümüzde Rusya ve yakın zamanda Çin ile yaptığı milyar dolarlık anlaşmalar, bu rejimin anti-emperyalistliğini değil, emperyalist klikler arasında denge ve saf tutma siyasetini gösterir. İran rejiminin anti-emperyalistliği “batı karşıtlığı”dır. Rusya ve Çin emperyalistleriyle ilişkileri son yıllarda özellikle daha da gelişmiş durumdadır.
İran rejiminin, emperyalistlerle ilişkisi ve İran hakim sınıflarının kendi iktidarlarının bekası adına İran halkına yönelik uygulaya geldiği faşist zulüm, işkence ve katliam politikası halkın direnişini ve mücadelesini durduramamıştır. Sistemin ekonomik krizi sadece kapitalist merkezlerde değil, emperyalizmin yarı-sömürgelerinde de etkisini göstermekte, halklar şu veya bu nedenle isyana durmaktadır.
“En geri en ileri” olmaya adaydır. Bir kez daha Başkan Mao’nun emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmeye başladığı o bilinen 1957 tarihli konuşmasında attığı slogan “Bu iki dünya arasında bir savaş. Batı Rüzgarı Doğu Rüzgârına galip gelemez; Doğu Rüzgarı Batı Rüzgârına üstün gelmeye mahkumdur” günceldir ve gündemdir.
Son süreçte yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan politik tablo bir kez daha birleşik devrimci mücadelenin gerekliliğini göstermektedir. Ortadoğu’da ve Türkiye’de çelişkiler keskinleşmekte, saflar netleşmektedir. Türkiye koşullarında seçimler gündemli ittifaklar kurulur ve saflaşmalar yaşanırken, seçim gündemini de ıskalamayan, bu sürecin sunduğu imkan ve olanakları sonuna kadar değerlendiren ancak onunla kendini sınırlamayan, devrimci şiddetin meşruluğunu ve gerekliliğini her fırsatta propaganda eden, dahası bunu büyük küçük devrimci eylemiyle ortaya koyan bir çizgiyi ısrarla sürdürmek gerekir.
Yaşananlar bir kez daha “Faşizme karşı tek yol devrim” sloganını gündemleştirmenin önemini ortaya koymuş durumdadır. Doğu Rüzgarı Batı Rüzgarını yenecektir.
Sosyalist Güç Birliği Kimin Tarafında?

Sosyalist Güç Birliği 20 Ağustos günü kuruluşunu deklare etti. Sol Parti, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Komünist Hareketi ve Devrim Hareketi’nin oluşturduğu ve seçim takvimine ayarlı olduğu açık olan Birlik, kamuoyuna duyurduğu deklarasyonda kuruluş amaçlarını beş madde halinde sıraladı.
Kabaca özetlersek Güç Birliği; eleştirilerinin merkezine R.T.Erdoğan şahsında “Tek Adam Rejimi”ni koyuyor. Bu rejimin dinci gericilik temelinde inşa edildiğini dile getirerek buradan hareketle bir laiklik savunusu yapıyor.
Diğer yandan ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalayan sermaye düzenine karşı çıkıyor. “Bağımsız ve egemen bir Türkiye için” emperyalizmin örgütü NATO’dan çıkılması gerektiğini dile getiriyor. Tarikat ve cemaatlerin tasfiye edilmesi istenirken son olarak da şunlar dile getiriliyor: “Etnik, dinsel, mezhepsel ve toplumsal cinsiyetten kaynaklı farklılıklar nedeniyle ayrımcılığın ve karşıtlıkların ortadan kaldırıldığı, herkesin eşit ve kardeşçe yaşayacağı özgür bir cumhuriyet hepimizin özlemidir.” (20 Ağustos 2022)
Güç Birliği’nin özetlediğimiz söz konusu yaklaşımları genel bir perspektiften ancak son derece uzaktan bakıldığında oldukça makul ve kabul edilebilir geliyor. Kuşkusuz burada konu edinilen başlıklar bugün coğrafyamızda hemen her toplumsal kesimden politik öznelerin dert ettiği hususlar. Bağımsız bir Türkiye, NATO’dan çıkılması ve emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin kesilmesi nihayetinde sermaye düzeninin yerle yeksan edilmesi vb. vb.
Ancak asıl meselede bu mücadelenin hangi temel üzerinde yükseleceğinde düğümleniyor! Güç Birliği’nin kadrajına aldığı söz konusu meselelere yaklaşımı ve Birliği oluşturan temel güçlerin siyasal karakteri, dert edinilen hususlarla gerçek bir anlamda bir mücadeleyi zora sokuyor, hatta imkansız kılıyor.
Birliğin kuruluşuna ön ayak olan TKP’nin genel siyasi çizgisi bu düğümlerin kolayca çözülemeyeceğine bu sorulara da devrimci-demokratik zeminde hakkıyla yanıtlar verilemeyeceğine işaret ediyor. Birliğin genel çerçevesine damga vuran ise açık ki TKP’nin siyasi hattı ve ideolojik duruşu olmuştur. TKP, R.T.Erdoğan iktidarını, “Mustafa Kemal’le birlikte ilan edilen Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmekle” itham ediyor, muhalefetinin ana omurgasını buradan kuruyor. Dinci-gericilik eleştirileri, Kemalist aydınlanmacı ideolojik ele alışın bir sonucu olarak sıklıkla bu yüzden dile getiriliyor.
TKP, AKP iktidarının temsil ettiği İslamcı kliğe karşı Kemalist ulusalcı kliğin argümanları ve retoriği ile saldırıyor. Böylelikle ezilen emekçi yığınları egemen sınıfların iki kliği arasında süregelen dalaşta, Kemalist burjuva kliğin çıkarları etrafından örgütlemeye, buraya yedeklemeye çalışıyor.
CHP ve de başını çektiği Millet İttifakı ile şiddetli geçimsizlikle malul yoğun aşk-nefret ilişkisi de buradan besleniyor.
Kürt ulusal sorununda sosyal şovenizm
TKP, yüksek sesle emperyalizm ve NATO karşıtlığı yapıyor ancak NATO’nun en büyük ordularından olan TC ordusuna laf söyletmiyor. Bir taraftan NATO’nun dünya halklarına karşı bir savaş örgütü olduğunu söylüyor ancak diğer yandan bunun içinde aktif bir şekilde yer alan TC ordusunu ise yere göğe sığdıramıyor. Beri yandan açıkça NATO’nun ucuz ve kullanışlı aparatı, emir eri durumundaki TC ordusunun Kürt halkına yönelik suçlarına, katliamlarına sessiz kalıyor. TKP, emperyalizm konusunda sol gösterirken sağdan vuruyor.
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin, devrimci- komünist güçlerin verdiği savaşı CHP ile aynı pozisyona düşmemek ve komünist etiketine laf ettirmemek adına terörist olarak nitelendirmiyor. Ne var ki Kemalist kliğin sularında yüzdüğünden onun suyuyla beslendiğinden gerçekte böyle düşünüyor.
Bundandır ki, TKP, söz konusu Kürt ulusu, Kürt halkı olduğunda derin bir sessizliğe bürünüyor. Kürt hareketinin, HDP’nin emperyalizme ilişkilerine, Kürt milliyetçiliğine dair derin analizler yaparak bu sosyal şoven çizgisinin üstünü örtmeye çalışıyor. Kürt ulusal sorunu mevzu bahis olduğunda TKP, tam da geçmişten günümüze Kemalizm’den gıdasını almış “devrimci” aydın ve yazarların takındığı tutumu alıyor, Kemalist cumhuriyetin feodalizme ve gericiliğe karşı mücadelesi olarak(!) görerek sessizce destekliyor.
TC devletinin kuruluş felsefesi, paradigması Kemalizm’in, solculuk, devrimcilik ve sosyalizm adına geliştirdiği ulusalcı sosyal şoven tezler ne yazık ki dün olduğu gibi bugünde siyasal alanda büyük bir zehirlenme yaratmayı sürdürüyor. Kemalizm’in sol versiyonu, Kemalist sol; sol adına, devrimcilik ve sosyalizm adına geniş emekçi kitlelere, ezilenlere, Kürt ulusuna sosyal şovenizmi, gericiliği ve hakim ulus milliyetçiliğini aşıladı.
Bunun sonucunda, 1920’lerden bugüne kendine devrimci, ilerici veya sosyalist diyen aydın ve yazarlar, sol adına Kürt Ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkını, emperyalizmin oyunu diyerek reddetti. Dahası Kürtlerin bir ulus olduğu gerçeğini de asla kabul etmedi.
“102. kuruluş yılı” kutlamalarında Çav Bella marşı eşliğinde sallanan Türk bayrakları, geçmiş yıllarda “Yurtsever Cephe” adıyla yürütülen çalışmalarda safları dolduran emekli rütbeli askerler gerçeği, TKP’nin Kemalist burjuvaziyle flörtünün bir ürünüdür.
Yeri gelmişken ifade edelim ki bugünkü TKP’nin tarihsel TKP, Mustafa Suphi yoldaşların TKP’si ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bugünkü TKP, önceli SİP’in isim değiştirmesiyle ortaya çıkmış kökeni 1970’lerdeki TİP’e dayanan legal bir oluşumdur.
Günümüzün TKP’si bu yanıyla, kuruluşunu 1920’de Bakü’de deklere eden Mustafa Suphi TKP’sinin ismini kullanarak, bu coğrafyanın devrimci-komünist hareketinin mirasını da yalanla çarpıtarak ulusalcı Kemalist bir hatta yeniden kurguluyor.
Sosyalist Güç Birliği, menziline Erdoğan rejimini alsa da eleştirileri esasta onun yerine geçmek isteyen Kemalist rakip kliğin argümanlarıyla yüklüdür. Sosyalist Güç Birliği, bu topraklarda bırakalım komünist olmayı çoktan tutarlı bir demokrat bile olmanın nirengi noktası haline gelmiş Kürt ulusal sorunundaki tutumu ile ölü doğmuştur.
Güç Birliği, Türk-Kürt uluslarından, çeşitli milliyet inanç ve kimliklerden halkımızı, laiklik-gericilik kutuplaşması bağlamında egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmanın bir tarafı yaparak yanlış yerde konumlanıyor.
R.T.Erdoğan’da cisimleşen “Tek Adam Rejimi”ne karşı gerçek anlamda, sosyalizm, bağımsızlık mücadelesi yürütülmek, gerçekten bir direniş çizgisi geliştirilmek isteniyorsa adresler bellidir.
Devrimci, ilerici ve yurtsever güçlerin faşizmin baskı, gözaltı tutuklama ve katliamlarına karşı verdikleri mücadeleyle kararlığını ve duruşunu dosta düşmana gösteren, farklı biçimlerde yaşam bulan birçok ittifak ve güç birliği vardır.
Güç Birliği, gerçekten kendini sosyalist olarak tanımlıyorsa, bu ülkede sosyalizm istiyorsa yüzünü devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere dönmelidir!
Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! Yarım Asırlık Mücadele Yolumuzu Aydınlatıyor

Proletarya partisinin kuruluşunun ve mücadeleye atılışının 50. yılındayız. Bu süre içinde mücadelesini kesintisiz sürdüren proletarya partisi, onu var eden koşullar devam ettikçe kuşkusuz varlığını devam ettirecektir.
Sınıf bilinçli proletaryanın öncü müfrezesinin ülkemizdeki varlık nedenleri, sistemin çöküntü içine girdiği günümüz koşullarında kendisini çok daha yakıcı dayatır duruma gelmiştir. Ve elbette ki proletarya partisi üstlendiği tarihsel rolü yerine getirecektir. Çünkü onun mücadelesine yol gösteren sağlam temellere dayalı ideolojik-politik pusulası vardır.
Proletarya partisinin bu temelleri İbrahim Kaypakkaya tarafından atılmıştır. Kaypakkaya, TİİKP saflarındayken giderek kendisini sınıf bilinçli proletaryanın çizgisi ile donatmış ve işçi sınıfının eylemlerinde ve köylülerin toprak işgallerinde aktif olarak yer almıştır.
Özellikle 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ile uluslararası alanda Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin tüm dünya çapında yarattığı etkinin Türkiye’ye yansıması ve sınıf mücadelesiyle bütünleşmesi, Kaypakkaya’nın üzerinde yükseldiği ideolojik-politik güzergahın temelini oluşturmuştur. Nitekim Kaypakkaya bunu “Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüyüz” şeklinde ifade etmiştir.
Kaypakkaya, kendisini MLM ile donattıkça bir dönemler göremediği TİİKP revizyonizmine karşı ideolojik-politik olarak tavır almaya başlamış; verdiği mücadeleyle giderek kendisini geliştirmiştir. 1971 yılının Nisan ayında kendisiyle birlikte hareket eden yoldaşları ve TİİKP revizyonizminin başını çekenler ile resmi ve aktif bir tartışma yürütürler. Böylece yer aldıkları karşıt mevziler daha netleşir. Artık aynı örgüt saflarında ideolojik-politik olarak farklı kutuplar oluşmuştur. TİİKP revizyonizmine karşı, İbrahim Kaypakkaya’nın başını çektiği grup MLM kutbu oluşmuştur.
7-8 Şubat 1972 tarihinde DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) toplantısı sonrası, bölge organı olarak TİİKP’e yönelik eleştiriler iletilir. Ancak bu eleştiriler, revizyonist ve sosyal şoven önderlik tarafından sert bir üslupla karşılanır ve haklarında ölüm kararı alınır. Bu doğrultuda yapılan girişimler atlatılır. TİİKP yönetiminin Kaypakkaya ve yoldaşlarını hedef alan saldırgan tavırları sonucu artık örgütsel olarak aynı saflarda kalmanın nesnel koşulları ortadan kalkar. Ve 24 Nisan 1972’de Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist’in kuruluşunu ilan ederler.
Böylece TKP önderleri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının, 28 Ocak 1921 tarihinde Karadeniz’de katledilmesinden 50 yıl sonra İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları tarafından kurulan komünist partisi ile devrimin öznel boşluğu doldurulur.
Demokratik Halk Devriminin çizgisi
Komünist partinin rolü, görevi ve oluşturduğu devrim stratejisi, kitleleri örgütlemek ve demokratik halk devrimine seferber etmektir. İbrahim Kaypakkaya, yaptığı tahlillerle, Türkiye’deki kapitalizmin emperyalizme bağımlı komprador kapitalizm olduğu tespitini yapar. Halk Savaşı Stratejisi ile gerilla savaşının başlatılması ve hareketli bir savaşla diğer alanlara açılma, şehirlerde kitle örgütlenmesine gidilmesi ve fırsat kollanması, devrimin ileri aşamasında kızıl siyasi iktidarların kurulması, temel çelişkinin ezen sınıflar ile ezilen sınıflar arasında olduğu, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişkinin baş çelişki olduğu vb. asgari programa tekabül eden tespitler yapar.
Kaypakkaya’nın ileriye sürdüğü ve asgari programa tekabül eden bu görüşlerden yola çıkılarak parti programı hazırlanır. (Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist, Birinci Kongre.) Diğer bir ifadeyle proletarya partisi uzun bir süre sonra programatik görüşlere değil bir parti programına sahip olur.
Kaypakkaya ileriye sürdüğü tezlerle sadece devrimin yolu göstermez. Ayrıca Kemalizm’in resmi olarak devletin faşist ideolojik-politik doktrini olduğu, Kürt ulusunun ezilen ulus olduğu, Kürt ulusuna yönelik kitlesel katliamlar yapıldığı, Kürt ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı’nın gasp edildiği ve kayıtsız-şartsız bu hakka sahip olduklarını belirten berrak tahliller yapar. Ayrıca azami programa tekabül eden sosyalizme ilişkin yaptığı tahlillerde proletarya diktatörlüğünü, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni, sosyalizmde sınıf çelişkilerini, demokratik halk devriminden kesintisiz sosyalizme geçiş ve sınıfsız komünist topluma geçiş vb. tespitler de yapmıştır.
İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarının, kendilerini donattıkları bu tespitler, devrime kumanda edecek niteliktedir. Örgütlenme ve mücadeleye bu perspektif doğrultusunda gitmişlerdir. Ancak 12 Mart 1972 darbesiyle THKO, THKP-C gibi örgütlerin ardından Kaypakkaya ve yoldaşları da devletin saldırısına hedef olurlar. İbrahim Kaypakkaya ve bazı yoldaşları şehit düşerler. Kaypakkaya, düşmanın en güçlü olduğu işkencehanelerde bedenen şehit düşer ama sergilediği görkemli direnişle ideolojik ve politik olarak faşizmi yenilgiye uğratır ve “ser verip sır vermeyerek” direnişin simgesi olarak tarihe mal olur.
İlham ve güç kaynağımız yarım asırlık mücadele!
Kaypakkaya’nın ölümünden sonra yoldaşları tarafından devralınan mücadele sürdürülür. Diğer devrimci hareketlerle birlikte karşı-devrimin resmi ve sivil faşist odaklarına karşı mücadele verilir. Saldırılar püskürtülür ve darbeler de vurulur. Mücadele kararlılıkla sürdürülür. Demokratik halk devrimi perspektifiyle yola devam edilir. Kitleler içinde örgütlenmeye gidilir. Örgütlenmeye en yatkın ve en ileri kesimler esas alınır. Bunun sonucu önemli bir taban da oluşturulur. Elbette ki kimi dönemler gerilemeler olur, kayıplar verilir ve kitle ilişkileri nispeten zayıflar vb… Ama proletarya partisi kendine olan güveni yitirmez. Çizgisinde ve hattında ısrar ederek zorlu ve meşakkatli mücadelesini günümüze değin sürdürür.
Proletarya partisi yarım asırlık tarihinde emperyalizmin, komprador kapitalizme, feodalizme, faşizme, ataerkiye kısacası karşı devrimin tüm güruhlarına karşı pratik hatta verdiği mücadeleyle birlikte, ideolojik mücadele de yürütür ve mahkum eder. En zorlu günlerde bile kendisine kumanda eden MLM çizgisinde ısrar eder. Sosyal emperyalizmin havlu attığı ve modern revizyonizmin gerçek yüzünün ortaya çıktığı ve birçok küçük burjuva hareketin savrulduğu ve feshedildiği dönemde, proletarya partisi ideolojik-politik temellerini attığı mevzide yerini korudu. Pratik ve siyasi mücadele, Marksizm-Leninizm-Maoizm ile donanarak yürütüldü. Bu mücadelede şehitler de verildi. Şehitlerin devrettiği mücadele, demokratik halk devriminin güzergahında günümüze değin devam ettirildi.
Proletarya partisi, ideolojik mücadelede de kararlı bir güzergahta yer alır. Gerek kendi içinde dışa vuran hizipçi, tasfiyeci ve anti-MLM çizgilere gerek dışındaki küçük burjuva hareketlere gerekse de uluslararası alanda oluşan revizyonist akımlara karşı mücadelede tutarlı hat izledi. Modern revizyonizme karşı verilen mücadelede Maoizm saflarında yer alan proletarya partisi, üç dünya teorisine karşı da MLM saflarında yer aldı. Mao’nun ölümünden sonra Deng Siao Ping akımına tavır alınır.
Ve yine Mao’nun ölümüyle doğan boşluktan çıkan AEP revizyonizmine karşı da tutarlı ve tereddütsüz tavır takınılarak, Maoizm’in güzergahında hareket edilir. Nasıl ki Lenin ve önderliğindeki SBKP anti-Marksist akımlara karşı mücadele ederek saldırıları püskürtmüş; Mao, Marksizm-Leninizm’e yönelik saldırıları göğüslemiş ve tarumar etmişse proletarya partisi de anti-MLM akımlara karşı göğüs germiş ve onlara karşı net tavır almıştır.
Diyalektiğin gerçeği ifade eden yasasına göre her şey karşıtıyla vardır. Proletarya-burjuvazi nasıl birlikte varsa doğru da yanlışla birlikte vardır. Dolayısıyla geleceği temsil eden proletaryanın doğrusu, köhnemiş ve can çekişen burjuvazinin yanlışıyla iç içedir.
Burada önemli olan, yanlışı görebilmek, tavır alabilmektir. Zıtların birliği ve mücadelesi bunu emretmektedir. Proletarya partisi yanlışlardan çekinmez, onlar karşısında pes etmez, önünde secde etmez; tersine kararlı ve ısrarla doğruyu ve geleceği temsil eden MLM öğretisiyle yanlışları alt eder. Çünkü MLM, eskimiş ve pörsümüş geçmişi değil geleceği temsil eden doktrinin kendisidir!
İlham ve güç kaynağımız…(Sentez)

Proletarya partisinin kuruluşunun ve mücadeleye atılışının ellinci yılındayız. Bu süre içinde mücadelesini kesintisiz sürdüren proletarya partisi, bundan sonra da mücadelesini sürdürecektir. Onu var eden koşullar devam ettikçe varlığını devam ettirecektir. Sınıf bilinçli proletaryanın öncü müfrezesinin ülkemizdeki varlık nedenleri, günümüzde sistemin çöküntü içine girdiği koşullarda çok daha kendisini dayatır duruma gelmiştir. Elbette ki o, üstlendiği tarihsel rolü yerine getirecektir. Çünkü mücadelesine yol gösteren sağlam temellere dayalı ideolojik-politik bir pusulası vardır. Proletarya partisinin bu temelleri İbrahim Kaypakkaya tarafından atılmıştır.
Kaypakkaya, TİİKP saflarındayken giderek kendisini sınıf bilinçli proletaryanın çizgisi ile donatmış ve işçi sınıfının eylemlerinde ve köylülerin haklı toprak işgallerinde aktif olarak yer almıştır. Özellikle 15-16 Haziran işçi direnişi ile uluslararası alanda Çin’deki Kültür Devrimi’nin tüm dünya çapında yarattığı etkinin Türkiye’ye de yansıması ve sınıf mücadelesiyle bütünleşmesi, Kaypakkaya’nın üzerinde yükseldiği ideolojik-politik güzergahın temellerini oluşturmuştur. Nitekim Kaypakkaya bunu; “Biz Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüyüz” şeklinde ifade etmiştir.
Kaypakkaya, kendisini MLM ile kendisini donattıkça, TİİKP revizyonizmine karşı ideolojik-politik olarak tavır almaya başlar. Verdiği mücadeleyle giderek kendisini daha geliştirir. 1971 yılının Nisan ayında kendisiyle birlikte hareket eden yoldaşları ve TİİKP revizyonizminin başını çeken kadrolarla aktif tartışma yürütürler. Böylece yer aldıkları karşıt mevziler daha netleşir. Resmi olarak artık aynı örgüt saflarında ideolojik-politik olarak farklı kutuplar oluşmuştur. TİİKP revizyonizmine karşı, İbrahim Kaypakkaya’nın başını çektiği MLM kutbu oluşmuştur. 7-8 Şubat 1972 tarihinde DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) toplantısı sonrası, bölge organı olarak TİİKP’e yönelik eleştiriler iletilir. Ancak bu eleştiriler, revizyonist ve sosyal şoven önderlik tarafından sert bir üslupla karşılanır ancak haklarında ölüm kararı alınır ve bu doğrultudaki girişimler atlatılır. TİİKP yönetiminin onları hedef alan saldırgan tavrı ile artık örgütsel olarak aynı saflarda kalmanın nesnel koşulları da ortadan kalkar. Ve 24 Nisan 1972’de TKP-ML’nin kuruluşunu ilan ederler. Böylece TKP önderleri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının 28 Ocak 1921 tarihinde Karadeniz’de katledilmesinden 50 yıl sonra, İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarınca kurulan komünist partisi ile devrimin öznel boşluğu doldurulur. Komünist parti önderliğinde ordu ve gençlik örgütleri de oluşturulur.
Ser verip sır vermemek…
Komünist partinin rolü, görevi ve devrim stratejisi, kitleleri örgütlemek ve demokratik halk devrimine seferber etmektir. İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’deki kapitalizmin emperyalizm tarafından ihraç edilen komprador kapitalizm olduğu, yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik yapının hakim olduğu tespitini yapar. Örgütlenmede ve mücadelede kırsal alanı esas alan Halk Savaşı ile gerilla savaşının başlatılması ve hareketli bir savaşla diğer alanlara açılması, şehirlerde kitle örgütlenmesine gidilmesi ve fırsat kollanması, devrimin ileri aşamasında kızıl siyasi iktidarların kurulması, temel çelişkinin ezen sınıflar ile ezilen sınıflar arasında olduğu, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişkinin baş çelişki olduğu vb. asgari programa tekabül eden tespitler yapar. Ayrıca Kemalizm’in resmi olarak devletin faşist ideolojik-politik doktrini olduğu, Kürt ulusunun ezilen ulus olduğu ve özgürce ayrılma hakkının gasp edildiği ve kayıtsız şartsız bu hakka sahip olduklarını belirten berrak tahliller yapar. Ayrıca azami programa tekabül eden sosyalizme ilişkin yaptığı tahlillerde proletarya diktatörlüğünü, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni, sosyalizmde sınıf çelişkilerini, demokratik halk devriminden kesintisiz sosyalizme geçiş ve sınıfsız komünist topluma geçiş vb. tespitler de yapmıştır.
İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşlarının kendilerini donattıkları bu tespitler devrime kumanda edecek güçtedir. Örgütlenmeye ve mücadeleye bu perspektif doğrultusunda gitmişlerdir. Ancak 12 Mart 1972 darbesiyle THKO, THKP-C gibi örgütlerin ardından onlar da devletin saldırısına hedef olurlar. İbrahim Kaypakkaya tutsak düşer. Kaypakkaya, düşmanın en güçlü olduğu işkencehanelerde bedenen şehit düşer ama gösterdiği görkemli direnişle ideolojik ve politik olarak düşmanı yenilgiye uğratır. Ve “ser verip sır vermeyen yiğit” şiarıyla direnişin simgesi olarak tarihe mal olur.
Kaypakkaya’nın ölümünden sonra yoldaşları tarafından devralınan proletarya partisi, mücadelesini sürdürür.
Diğer devrimci hareketlerle birlikte karşı-devrimin resmi ve sivil faşist mihraklarına karşı mücadele verilir. Saldırıları püskürtülür ve darbeler vurulur. Demokratik halk devrimi perspektifiyle yoluna devam eder. Kitleler içinde örgütlenmeye gidilir. Örgütlenmeye en yatkın ve en ileri kesimleri esas alınır. Bunun sonucu belli bir taban da oluşturulur. Elbette ki bu durum devamlı aynı rotada sürdürülemez. Belli dönemlerde geriler, kayıplar verir ve kitle ilişkileri nispeten zayıflar da… Ama kendine olan güveni yitirmez. Çizgisinde ve hattında ısrar ederek zorlu ve meşakkatli mücadelesini günümüze değin sürdürür.
Beraberinde proletarya partisi emperyalizmin, komprador kapitalizmin, feodalizmin, faşizmin, kısacası karşı devrimin tüm güruhlarına karşı pratik hatta verdiği mücadeleyle birlikte, ideolojik mücadele de yürütür ve mahkum eder. En zorlu günlerde bile MLM çizgide ısrar eder. Sosyal emperyalizmin havlu attığı ve modern revizyonizmin gerçek yüzünün su yüzüne çıktığı ve birçok küçük burjuva hareketin savrulduğu ve feshedildiği dönemde, o, ideolojik-politik temellerini attığı mevzide yerini korudu. Pratik ve siyasi mücadele, Marksizm-Leninizm-Maoizm ile donanarak yürütüldü. Bu mücadelede şehitler de verildi. Ama şehit yoldaşların devrettiği mücadele demokratik halk devriminin güzergahında günümüze değin devam ettirildi.
Proletarya partisi ideolojik mücadelede de kararlı bir güzergahta yer alır. Gerek içinde, gerek ülke özgülündeki küçük burjuva hareketlere, gerekse uluslararası alanlarda oluşan revizyonist akımlara karşı mücadelede tutarlı hat izledi. Modern revizyonizme karşı verilen mücadelede Maoizm saflarında yer aldı; üç dünya teorisine karşı da MLM saflarında yer aldı. Mao’nun ölümünden sonra Deng Siaoping akımına da tavır alınır. Ve yine Mao’nun ölümüyle boşalan boşluktan çıkan AEP revizyonizmine karşı da tutarlı ve tereddütsüz tavır takınılarak, Maoizm’in güzergahında hareket edilir. Nasıl ki Lenin ve önderliğindeki SBKP anti-Marksist akımlara karşı mücadele ederek oluşan saldırıları püskürtmüş; Mao da Marksizm-Leniznizm’e yönelik saldırıları göğüslemiş ve tarumar etmişse Kaypakkaya’nın partisi de anti-MLM akımlara karşı göğüs germiş ve onlara karşı net tavır almıştır.
Diyalektiğin gerçeği ifade eden yasasına göre; her şey, kendi karşıtıyla vardır. Proletarya-burjuvazi nasıl birlikte varsa, doğru da yanlışla vardır. Dolayısıyla geleceği temsil eden proletaryanın doğrusu, köhnemiş ve can çekişen burjuvazinin yanlışıyla iç içedir. Burada önemli olan, yanlışı anında görebilmek, anında tavır alabilmektir. Zıtların birliği ve mücadelesi yasası bunu emretmektedir. Proletarya partisi yanlışları karşısında pes etmez, önünde secde etmez; tersine karar ve ısrarla doğruyu ve geleceği temsil eden MLM doktriniyle yanlışları alteder ve yoluna devam eder. Çünkü MLM eskimiş ve pörsümüş, geçmişi değil, geleceği temsil eden doktrinin kendisidir!…
Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! (1)

Dünyada 1965-1970 yılları arasında emperyalist-kapitalist sistemin kaynaklık ettiği ana çelişkiler giderek şiddetleniyordu. Bu başlıca çelişkiler; emperyalizm ile ezilen halklar ve uluslar arasındaki çelişki, emperyalist-kapitalist ülkelerde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki ve yine çeşitli emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerdi.
Bu çelişkilerin varlığı bir yanda egemenlerin baskı, sömürü ve saldırganlık politikalarını derinleştiriyordu. Diğer yanda da bu saldırganlık siyasetine karşı Asya, Afrika ve Latin Amerika başta olmak üzere enternasyonal proletaryanın, ezilen dünya halkları ve ulusların emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelesine giderek zemin hazırlıyordu. Devrimci dalganın kabardığı bu yıllar yeni Ekim devrimlerinin, demokratik halk cumhuriyetlerinin güçlü işaretlerini de içeriyordu.
Avrupa merkezli 1968 gençlik hareketleri ve Vietnam Devrimi anti-emperyalist mücadeleye ivme kazandırıyordu. Tüm bu olumlu gelişmelerin yanısıra Stalin’nin ölümünden sonra, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanet, ideolojik olarak devrimci saflardaki kirlenmeyi de derinleştiriyordu. Başkan Mao, bu sosyalist maskeli bürokratik burjuvaları ortaya çıkaran nesnel koşulları bilimsel bir tarzda sorguladı. Ki aynı dönemde yaşanan Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi de bu bilimsel sorgulayıcılığın eseridir. Sosyalizmde sınıf mücadelesi ve bu mücadelede tarihin yaratıcısı olan kitlelerin rolü, bu kavrayışın daha da derinleştirilmesinin ürünüdür.
Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı etkilememesi düşünülemezdi. İşçi, köylü ve gençlik cephesinde kendiliğinden gelişen bu hareketler yeni devrimci parti ve örgütlerin açığa çıkmasına zemin hazırladı. Hiç tartışmasız bu süreçte Türkiye sol hareketi içinde Kemalizm’in etkileri ve parlamentarist hayaller güçlüydü. Kürt ulusal sorununa yaklaşımda sosyal şovenizmin etkisi, devrimin yolu konusunda da parlamentarist düşünüş tarzı, sol cephedeki ideolojik yozlaşmanın ana kaynağıydı. Reformizm, revizyonizm ve her türden tasfiyecilik bu kaynaklardan besleniyordu.
Proletarya partisini tarih sahnesine çıkaran koşullar da dünyada ve Türkiye’deki bu gelişmelerdir. Kaypakkaya yoldaş önce Türkiye İşçi Partisi ve daha sonra da Proleter Devrimci Aydınlık ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi içinde yer almıştır. Kaypakkaya, kurucusu olduğu proletarya partisinin ideolojik siyasal hattında burjuva düşünüş tarzına karşı yürüttüğü bu ideolojik mücadele üzerinde şekillendirmiştir. Yani proletarya partisinin temel tezleri tarihsel tecrübeler ışığında Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nın somut koşulları üzerinde şekillenmiştir. İşçi grevlerine, toprak işgallerine, gençlik hareketlerine katılan Kaypakkaya, edindiği bu tecrübe ve deneyimle proletarya partisinin tarihsel tezlerini oluşturdu.
Burada devrimci teori ile pratiğin uyumu vardır. Burada tarihi tecrübeleri somut koşullara yaratıcı bir tarzda uygulama gerçeği vardır. Kısacası burada uygulanan yöntem bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntem, gücünü Marksizm-Leninizm-Maoizm’den almaktadır. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olan proletarya partisi de bu kaynaklardan beslendi.
Kimilerinin iddia ettiği gibi proletarya partisi tarafından şekillendirilen “5 temel belge, 11 ilke” Çin devrim stratejisini Türkiye coğrafyasına dogmatik bir tarzda uyarlama çabası değildir. Demokratik Halk Devrimi, Halk Savaşı, Kemalizm, ulusal sorun vb. konulardaki tüm tezler, Osmanlı yıkıntıları üzerinde kurulan TC’nin iktisadi ve siyasi analizine ve bu diktatörlüğe karşı nasıl mücadele edileceği gerçekliğine işaret ediyor. Çünkü Kaypakkaya, bu sonuçlara, TC’nin kuruluş sürecinde emperyalistlerle girdiği ilişkileri, Kürt coğrafyasındaki gelişmeleri vb. inceleyerek ve kendisinin bizzat katıldığı işçi ve köylü hareketlerinde edindiği deneyimlerle sentezleyerek ulaşmıştır.
Keza Kaypakkaya şu konularda nettir: Zora karşı zor yani karşı-devrimci şiddete karşı devrimci şiddet ve her türden burjuva düşünüş tarzına karşı tereddütsüzce ideolojik mücadele. Ama dönemin parti, kadro ve militanlarının esas olarak bu anlayışı içselleştirdiğini söyleyemeyiz. Zira 1976 yılında dönemin önderliğinin (Koordinasyon Komitesi’nin) darbeci bir tarzda anti-MLM düşüncelerini proletarya partisine dayatması bunun en somut örneğidir. Burada şu gerçeğe dikkat çekmek, önyargılı bir yaklaşım değildir.
Proletarya partisi, TİİKP’nin burjuva çizgisine karşı mücadele içinde doğan komünist bir partidir. Bu partinin ideolojik, siyasal, örgütsel inşacısı, baş mimari Kaypakkaya’dır. Fakat bu çizgi o kısa zaman dilimi içinde kendi kadrosunu yaratamamıştır. 1976 yılında dönemin geçici küçük burjuva önderliğinin parti içi demokrasi kültürünü, iki çizgi mücadelesini yadsıyan ve kendisini dayatan bu yıkıcı anlayış proletarya partisinin kuruluşu sonrasında var olan en kötü miraslardan biridir.
Bu kötü miras, düşman saldırıları ve içte yaşanan ideolojik kırılmaların yanısıra proletarya partisi, kadrosal-niteliksel anlamda da zayıflayınca daha yıkıcı hale geldi. Kadrosuz parti düşünülemez. Güçlü bir komünist parti, güçlü kadroların eseridir. Sürekliliği sağlanmış bir önderlik, güçlü kadrolar yaratan bir proletarya partisiyle mümkün olabilir. Böylesi bir parti hem devrimci şiddeti uygulamada hem de her türden anti-MLM anlayışa karşı mücadelede amansız ve tavizsiz olur. Kaypakkaya’nın tutumu da budur. Daha sonraki önderliklerin esas olarak yapamadığı da budur. Bu konuda hem sorgulayıcı hem de yol gösterici bir görevle karşı karşıya olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Başkan Gonzalo’yu bir kez daha saygıyla anarken, onun PKP’nin kuruluş sürecine dair yaptığı şu değerlendirmelere bakmakta yarar vardır. Çünkü, bu değerlendirmeler proletarya partisinin kuruluş sürecinde Kaypakkaya’nın tarihsel rolüne dair benzerlikler içermektedir.
“Başkan Gonzolo: PKP için Mariategui onun kurucusudur. O, partiyi berrak bir ML temel üzerinde inşaa etmiştir. Böylece onu açık bir ideolojik tavır ile donatmıştır. Ona göre Marksizm-Leninizm kendi zamanının, kendi döneminin Marksizmiydi. O, partiye genel bir siyasi hat temin etmiştir. Mariategui bugüne kadar Amerika kıtasının yarattığı bu en büyük Marksist, bizlere en büyük eserini yani PKP’yi miras bırakmıştır. Onu kaybetmemizin parti için ne anlam taşıdığını çok iyi anlıyoruz. Ancak şurası açık olmalıdır ki, o bütün hayatını bu büyük eserin gerçekleşmesini adamıştır. Partinin kuruluşu onun bütün yaşamını almıştır, kastettiğimiz budur. Ama partiyi sağlamlaştırmak ve geliştirmek için zamanı olmamıştır. Bir düşünün. Partinin kuruluşu üzerinden henüz iki sene bile geçmeden, hayatını kaybetti. Tarihi görevini yerine getirebilmesi için, partinin sağlamlaşma, gelişme zamanına ihtiyacı vardır.” (Başkan Gonzalo Konuşuyor, s. 13)
Kaypakkaya, proletarya partisinin kurucusudur. Ve o bize bu güçlü mirası bıraktı. Onun bu çizgiyi derinleştirmeye, sağlamlaştırmaya zamanı olmadı. Bu çizginin savunucuları olarak, bizler esas olarak bu görevleri başaramadık. Ama sınıf savaşımı sürüyor. Ve başaramadığımız her şey önümüzde görev olarak duruyor. Ellinci yılını selamlarken, her militan görevlerine bu tarihsel sorumluluk bilinciyle yaklaşmalıdır.
Neden başaramadık sorusuna yanıt aramak ve durmadan sorgulamak görevdir.
Bilindiği gibi proletarya partisi, kuruluş sürecinde Türkiye sol hareketi içinde tabu olarak görülen ve dokunulmayan konulara dokundu. Bu anlamıyla proletarya partisi ile dönemin diğer devrimci parti ve örgütleri arasında temel bir ayrım söz konusudur.
Bu ayrım noktası yalnız Türkiye coğrafyasının gerçekliğini çözümlemeyi kapsamıyordu. Aynı zamanda uluslararası komünist hareketin içinde sürmekte olan burjuva çizgiyle proleter çizgi arasındaki mücadelede de doğru bir noktada konumlanmasını sağlıyordu. Proletarya partisinin Başkan Mao’nun önderliğinde modern revizyonizme karşı yürütülen mücadelenin yanında saf tutması asla bir rastlantı değildir. Bilakis sahip olduğu proleter düşünüş tarzının bir sonucudur. Proletarya partisinin 50 yıllık mücadele tarihine baktığımızda, uluslararası komünist hareket içinde yaşanan saflaşmalarda tüm yetersizliklerine rağmen esas olarak doğru bir noktada konumlanmıştır. Bu gerçekliği modern revizyonizme karşı tutumunda da görmek mümkündür. Bu gerçekliği Arnavutluk Emek Partisi ve Çin Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanetlere karşı aldığı tutumda görmek mümkündür.
Proletarya partisi bu gücünü üzerinde yükseldiği ideolojik zeminden almaktadır. Çünkü tüm yetmezliklerine ve sınıf savaşımı içinde geri savrulmalarına rağmen Marksizm-Leninizm-Maoizm’i savunmadaki ısrarı onu güçlü kıldı. Elbette ki daha güçlü bir çıkış ideolojik sorgulamada derinleşmeyi, siyasal alanda yetkinleşmeyi ve örgütsel olarak güçlü bir partiye dönüşmeyi zorunlu kılıyor. Ve proletarya tarihi tecrübeleriyle biliyor ki, komünist parti içinde boy veren oportünizme ve revizyonizme karşı amansız bir mücadeleye girilmezse özgür gelecek yürüyüşü sakatlanır. Çünkü revizyonizm, oportünizm her koşulda komünist partisinin birliğini bozmaya çalışır. Komünist güçleri bölmek, parçalamak bu burjuva düşünüş tarzının hedeflerinden biridir. Revizyonizmin proleter saflardaki ideolojik ajanlık tanımı da bu gerçekliğe işaret eder.
Bugünkü durum, görevlerimiz ve birleşik mücadele
“… emperyalizm çürüyen, can çekişen kapitalizmdir. Bir bütün olarak kapitalizmin gelişmesinin son aşamasıdır. Sosyalist Dünya Devriminin başlangıcıdır.” (1928 Komünist Enternasyonal Programı, s. 22)
Evet aradan yaklaşık olarak bir yüzyıl geçmesine ve hala emperyalist-kapitalist sistem varlığını sürdürmesine rağmen Komünist Enternasyonal’in bu saptaması gerçekliğinden bir şey kaybetmemiştir. Çünkü tarih sınıf mücadelesi tarihidir. Ve sınıf mücadelesi, tüm tarihi süreci içeren, sömüren ile sömürülen arasında süren uzun bir zaman dilimini kapsar. Bu süreç aynı zamanda zaferlerle ve yenilgilerle iç içedir. Bugün de emperyalist-kapitalist sistem her geçen gün dünyada yaratıcısı olduğu adaletsizlikleri daha da derinleştiriyor. Dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Bu anlamıyla kapitalizm yalnız insanlığın geleceğini değil, doğayı da tahrip ediyor.
Keza kapitalizm toplum için değil, bir avuç egemen sınıf için zenginlik üretiyor. Bundan dolayı artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemi de, üretenlerin bu sömürü düzenini değiştireceğine işaret ediyor. Bilindiği gibi yerküremiz yalnız ekonomik bir krizle değil, siyasal, ekolojik, iklim krizi içinde de debelenmektedir. Elbette ki krizler ne denli büyük olursa olsun kapitalizmin yıkımına yol açmaz. Sadece yıkmak için tarihsel olanaklar sunar. Bu anlamıyla proletarya önderlikli devrimler bir ihtiyaçtan öteye, bir zorunluluktur. Tüm mesele başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş emekçi yığınların bu zorunluluğun farkına ne zaman varacağı sorunudur. Bugün enternasyonal proletarya ve devrimci güçlerin tüm çabası da bu gerçeklerin görülmesine ve buna uygun tarihsel sorumlulukların yerine getirilmesine dönüktür.
Proletarya partisinin ellinci kavga yılında; ezilen yığınların değişim istemi devrimle taçlanacaktır. Bunu durdurmaya emperyalist-kapitalist sistemin ve dünya gericiliğinin gücü yetmeyecektir. Bu tarihin kanunudur. Eğer tersi durum olmuş olsaydı, insanlık tarihinin saati köleci toplumda duracaktı. Oysa tarihin saati her daim çalıştı-çalışmaya da devam ediyor. Bu tarih hem bağrında onlarca devrimi hem de zikzaklı bir yürüyüş yolculuğunu barındırıyor. Ve bundan dolayı devrimler kaçınılmazdır diyoruz.
- yüzyıl “barış, refah ve özgürlük” yüzyılı olacaktır diyen emperyalistler ve kiralık kalemşörlerinin bu söylemlerinin enternasyonal proletarya ve ezilenler için ne anlam ifade ettiği açık ve nettir. Onların sözünü ettiği “barış”, “ücretli kölelik” sisteminin sorunsuz bir tarzda sürdürülmesidir. Baskıya, sömürüye ve zulme karşı enternasyonal proletaryanın ezilen halklar ve ulusların çöl sessizliğine gömülmesidir.
Ama ezilenler, sömürülenler böylesi bir sessizliği kabul etmeyeceklerdir. Dünya çapında yaşanan huzursuzluklar da bunu gösteriyor. Kapitalizmin içine girmiş olduğu ekonomik kriz beraberinde siyasi krizi daha da derinleştirecektir. Yine an itibariyle ortada güçlü bir devrimci dalga yoktur. Ama süreç bu yöne doğru evrilmekte, krizin yaratmış olduğu bu yoksulluk ve sefalet tablosu sokaklarda daha güçlü yeni kitle hareketlerinin gelişmesine yol açacaktır. Temel sorun dipten gelen bu dalgayı siyasal iktidar mücadelesine kanalize edecek proleter önderliklerin yaratılmasıdır.
Tarihi tecrübelerimizle biliyoruz ki, burjuvazi 20. yüzyılda Ekim Devrimi, Demokratik Halk Devrimleri korkusuyla yaşadı. Ve bugün ellinci mücadele yılında bir kez daha haykırıyoruz; enternasyonal proletarya 21. yüzyılda yeni Ekimlerle, Demokratik Halk Cumhuriyetleriyle emperyalist burjuvazinin korkusunu daha da büyütmeye devam edecektir. (Devam edecek)
50. Yılın Deneyimi Newroz Ateşinin Görkemiyle1 MAYIS ALANLARINA!

Başta Kürt halkı olmak üzere Mezopotamya halklarının isyan ve direniş günü olan bir Newroz’u daha geride bıraktık. 8 Mart’ta kadınların dalgalandırdığı isyan bayrağı, 21 Mart Newrozlarında başta Kürt halkı olmak üzere Türkiyeli işçi ve emekçilerin kitlesel ve coşkulu eylem ve mitinglerine sahne oldu. 2020 Newroz’u salgın bahane edilerek yasaklanmış, 2021 Newroz’u salgının etkisi altında kalmıştı.
2022 Newroz’u ise gerek Kürt ulusunun artan özgürlük talebi ve gerekse de yaşanan ekonomik krizin derinleşen etkisiyle görkemli bir katılıma neden oldu.
Sadece Türkiye Kürdistanı değil, Türkiye’nin diğer bölgeleri de dahil olmak üzere bütün dünya da başta Kürt halkının kitlesel katılımı olmak üzere işçi ve emekçilerin isyan ve tepkisinin gösterildiği Newroz kutlamaları, 2022 yılının başından itibaren giderek yükselme eğilimi içinde olan kitlelerin hareketliliğinin somut yansıması oldu.
Önce başlayan işçi sınıfı eylemleri, ardından kadınların kitlesel ve militan eylemleri ve nihayetinde Kürt halkının isyan ve özgürlük bayramı, direniş günü olan Newroz’un kitleselliği, 1 Mayıs 2022 öngününde bizlere kitle hareketinin daha da yükseleceği mesajını net olarak vermektedir.
Newroz alanlarında kitleselliğin dışında en ön plana çıkan yönlerden biri de gençlerin ve kadınların katılımının yoğun olmasıdır. Bu durum sınıf mücadelesi içinde kitle hareketinin en dinamik bileşenlerine işaret ettiği kadar, bu alanlardaki çalışmanın önemi ve ısrarını da teyit ediyor.
Newroz’un vermiş olduğu mesaj sadece bölge halkları açısından değil zalim Dehaklar tarafından da görülmüş durumdadır. Demirci Kawa’nın binlerce yıl önce yaktığı ve Kürt ulusunun ulusal baskıya karşı mücadelesinin yadsınamaz katkısıyla günümüz koşullarında politik olarak güncellenen başkaldırı ve isyan ruhu milyonlarca kişinin ellerinde yeniden kuvveden fiile geçti.
Tam da bu nedenle TC, Newroz’a karşı zalim Dehak tavrını takınmakta gecikmemiştir. TC faşizmi bu süre içinde boş durmamış, gerek Newroz öncesinde ve gerekse de Newroz’da en iyi bildiği şeyi yaparak gözaltı ve tutuklama saldırılarına girişmiştir. TC’nin bu saldırganlığından Newroz’da verilen mesajı net olarak anladığını görebiliriz.
Newroz’u, Kürt ulusunun ulusal baskıya karşı isyanıyla birlikte, emperyalist işgal ve savaşların yaşandığı, gerici ilhak ve işgal saldırılarının gün aşırı gerçekleştirildiği ve yine örneğin Türkiye işçi ve emekçi halkına ağır ekonomik kriz koşullarında, işsizlik, pahalılık, açlık ve yoksulluk dayatıldığı koşullarda, tüm bu koşullara isyan ve tepki olarak da kavranmalıdır.
Nitekim tam da bu nedenledir ki Newroz sadece T. Kürdistanı’nda değil, Türkiye’nin büyük şehirlerinde de kitlesel katılımla kutlanmış durumdadır. Bunda işçi sınıfına ve emekçi halka yaşatılan koşulların etkisi vardır. Türk hakim sınıfları ve onların temsilcileri ne kadar pembe tablo çizmeye çalışırlarsa çalışsınlar, TC yüzüncü yılına girerken tarihinin en ağrı krizlerinden birini yaşıyor. Bu gerçek, kimi burjuva iktisatçılar tarafından da dile getiriliyor.
Örneğin enflasyon ve işsizlik oranının toplamından oluşan sefalet endeksinde TC faşizmi benzer rejimler arasında birinci sırada bulunuyor. (6 Mart) Zaten işsiz olan insanların bir de çok daha yüksek enflasyona (alım gücü düşüşüne) maruz kalması sefaletin arttığı anlamına geliyor.
Artan ekonomik kriz yeni saldırıların habercisidir
Ay’a yüksek hızla iniş yapan “yerli ve milli” AKP-MHP iktidarı, Türkiye halkını açlık ve sefaletle yüzyüze bırakmış durumdadır. İktidara yönelik alttan alta biriken öfke ve tepki dalgası, yılbaşından itibaren başlayan işçi sınıfı eylemleri, kadın mücadelesi ve nihayet Kürt halkı başta olmak üzere Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkının meydanlara, sokaklara dökülen öfke ve tepkisi de buradan besleniyor.
Kitlelerin iktidara yönelik öfke ve tepkisinin daha da artacağı öngörülebilir. Burjuva muhalefet partilerinin seçim eksenli dalaşları ve günübirlik yapılan kamuoyu yoklamaları sonuçları da bunu göstermektedir. İktidar partilerinin eriyen kitle desteğine karşı, muhalefette olan burjuva partilerinin oy oranlarının yüksek olmaması, dahası kararsız olarak tanımlanan kitlenin yüzdesinin çokluğu, kitlerde sisteme ve düzen partilerine yönelik güvensizliğe işaret ettiği kadar kitlerin düzenden kopuşunun zeminine de işaret etmektedir.
Tam da bu nedenle gerek iktidar ve gerekse de muhalif burjuva partileri kitleleri olabildiğince sokaktan uzak tutmak istemektedir. İktidar partileri açıktan kitleleri sokağa çıkma konusunda tehdit ederken muhalefetteki burjuva partileri ise seçimi ve sandığı işaret etmektedir. İktidarı ve muhalefetiyle bütün hakim sınıfların ve onların temsilcilerinin korku ve kaygıları nedensiz değildir. Ülkede işsizlik salgın koşulları nedeniyle daha da artmış durumdadır.
Nitekim DİSK Araştırma Merkezi’nin İşsizlik ve İstihdamın Görünümü-2021 raporuna göre gerçek işsiz sayısı salgın öncesine göre 1.4 milyon arttı. Raporda, çalışma çağındaki 63.7 milyon yurttaşın sadece 19.7 milyonunun kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda göründüğü belirtilmektedir. Geniş tanımlı işsizliğin 8.8 olduğu kaydedilirken, bu rakamın gençlerde yüzde 43 olarak belirlendiği ifade edilmektedir.
Her 100 kadından sadece 16.7’si kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda olduğu ifade edilen raporda, genç kadınlarda geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 54 olduğu belirtilmektedir. (24 Mart)
İktidarı ve muhalefetiyle TC’nin yeni “Gezi”lerden ve Serhildanlardan çekinmesinin daha somut karşılığını İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Planlama Ajansı tarafından yapılan “Ekonomik Krizin Kıskacında İstanbul’da Geçim ve Dayanışma” araştırması sonuçlarında da rahatlıkla görebiliriz.
Araştırma kapsamında görüşülen ev işçisi emekçi kadınların yüzde 62’si temel gıda ürünleri dışında gıda alışverişi yapmayı bıraktıkları ve yüzde 37’sini her gün neredeyse aynı malzemelerle yemek yaptığı aktarılmaktadır. Araştırmada kadınların yüzde 42’si taneyle ve gramla alışveriş yapmaya başladığını söylemektedirler. Kadınlar akşam pazarlarına çıkıyor, bebek bezlerini taneyle alabilecekleri mahalle bakkallarını kullandıklarını ifade etmektedirler.
Aynı araştırmada ekonomik krizin yoksul hanelerde aynı zamanda bir sağlık krizine de dönüştüğü çünkü yeni doğum yapan annelerin yeterli beslenemediği için anne sütünin yetersiz kaldığı belirtilmektedir. Bebek mamalarına gelen zamlar nedeniyle de yeni doğan bebeklere kendilerine uygun olmayan besinler verilmek zorunda kalındığı ifade edilmektedir.
Araştırmanın çarpıcı sonuçlarından biri de krizin yükünü kadınların sırtladığını göstermiş olmasıdır. Bu durum kadın kitleleri içinde çalışmanın önemi ve gerekliliğine işaret etmektedir. Görüşülen ev emekçisi kadınların yüzde 84’ünün son altı ay içerisinde sadece kendileri için hiç harcama yapmadıklarını söylemektedirler. Her beş kadınından biri son altı ayda geçinebilmek için eve iş aldığını belirtmektedir.
Kadınların yüzde 34’ü sadece kendileri evde olduğu zaman doğalgazı komple kapattıklarını, yüzde 41’i gerekmedikçe dışarı çıkmadıklarını ifade etmektedirler. Araştırmada dikkati çeken sonuçlardan biri de esnaf ve zincir market çalışanları ile yapılan görüşmelerde son bir yıl içerisinde özellikle temel gıda ürünlerine yönelik “hırsızlık vakaları”nın arttığının ifade etmeleridir. (25 Mart)
Halk kitlelerinin bırakalım daha iyi koşullarda yaşamasını beslenebilmek için temel gıda maddelerini çalmak zorunda bırakıldığı koşullarda, AKP-MHP iktidarı halka “sabır” tavsiye etmektedir. R.T.Erdoğan, hayat pahalılığı sorununu yakından takip ettiklerini ve gerekli müdahaleyi yaptıklarını iddia ederek; “Milletimden soğukkanlı davranmalarını, sabırlı olmalarını, biz güvenmeye devam etmelerini istiyorum” demekte ve ekonomik dalgalanmaların yarattığını sorunların geçici olduğunu ve enflasyonun yalnızca Türkiye’nin problemi olmadığını savunmaktadır. (9 Mart)
Türk hakim sınıfları ve temsilcileri Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kendileri için bir fırsat olarak kullanma amacındadırlar. Bunun için yoğun bir diplomatik çaba içindedirler. R.T.Erdoğan Brüksel’de gerçekleştirilen NATO toplantısına katılımı ve verilen mesajlar bu pragmatizme işaret etmektedir. NATO zirvesi dönüşü gazetecilere konuşan R.T.Erdoğan: “Dünyanın birçok markası, grubu Rusya’dan ayrılıyor. Bunlardan ülkemize gelenlere tabii ki kapımız açıktır, buyursunlar gelsinler deriz. Bunun dışında yine belli sermaye gruplarından ülkemize gelip bizde imkânlarını park etmek isteyenler olursa onlar için de tabii ki kapımızı kapalı tutmayız. Buna da kapımız açıktır” demektedir. (25 Mart)
Batı emperyalistlerinin Türkiye’yi “yeniden keşfetmeleri” tamamen kendi çıkarları içindir. Diğer bir ifadeyle TC faşizmi, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulguru da kaybedebilir”.
Bu güçlü ihtimal beraberinde TC’nin yaşadığı sıkışmayı bir kez daha “Kürdistan’a sefer” ile aşma çabasını getirecektir. Geçmişte bunun örnekleri vardır. TC’nin, Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi ve özellikle KDP ve Barzani ailesiyle geliştirdiği ilişkiler, kapalı kapılar ardında yapıldığı iddia edilen kimi anlaşmalar bu tehlikenin güncel olduğuna işaret etmektedir. Nitekim R.T.Erdoğan; “Şu anda özellikle Irak’ta ve Irak’ın kuzeyinde Barzanilerin duruşu çok çok farklı. Ve bu duruşu Türkiye ile çok daha ortak, çok daha dayanışma içerisinde yürütüyorlar. PKK terör örgütüne karşı da farklı bir duruşları var ve bu farklı duruşlarını da her geçen gün ispat ediyorlar. Bu gelişte yaptığımız görüşmelerde de ben kendisinde bunu özellikle gördüm ve anlaşılan o ki cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte Irak’ta yeni bir süreç başlayacaktır. Bölge halkları terörden bıkmış durumda. Kim ne derse desin biz ülkemizin ve bölgenin güvenliğini, huzurunu, istikrarını tehdit eden terör örgütlerinin kökünü kazımakta kararlıyız” demektedir. (4 Şubat)
50. yılın deneyimi ve birikimiyle 1 Mayıs alanlarına
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı bu koşullar altında 1 Mayıs’ı karşılamaya hazırlanmaktadır. İçinde bulunduğumuz yıl aynı zamanda bu topraklarda proletarya partisinin yeniden ayağa kalkışının ellinci yıldönümüdür. Diğer bir ifadeyle yarım asırlık deneyimin ve bilincin ilhamıyla 1 Mayıs’ı karşılıyoruz.
Bu anlamıyla sadece Türkiye’de değil nerede olursak olalım yarım asra ulaşan mücadelenin haklı gururu ile 1 Mayıs alanlarına akmak anın devrimci görevlerindendir.
Bu 1 Mayıs’ta da başta İstanbul Taksim 1 Mayıs alanı olmak üzere “alan” tartışmaları yeniden gündeme gelecektir. Anın devrimci tutumunun alan tartışmasından ziyade esas olarak devrimci hareketin kitlelerle ilişkilenmesinin öncelenmesi, kitlelerle ilişkinin güçlendirilmesi olarak tanımlamak gerekir.
Birleşik Devrimci Mücadele’nin asıl olarak yönelmesi ve tartışması gereken gündem, devrimcilerin mümkün olduğunca kitleye ulaşması, kitlelerin yakıcı sorunlarının 1 Mayıs alanlarında gündemleştirilmesi olduğu unutulmamalıdır. 1 Mayıs öncesinde ne kadar çok kitleye gidilebilir, kitlelerin içinde bulunduğu duruma devrimci temelde yanıtlar üretilebilirse o oranda önümüzdeki şanlı günlere hazırlanmamız söz konusu olabilir.
1 Mayıs çalışmalarımız hem birleşik mücadelenin güçlenmesi hem de sınıf bilinçli proletaryanın kendini daha üst boyutta yeniden örgütlenmesi temelinde ele alınmalıdır. Özellikle bizler açısından gençlik ve kadın alanlarındaki faaliyetimizin 50. yılın deneyim ve birikimiyle daha da güçleneceği, bu pratik faaliyetlerimizin işçi sınıfının yakıcı gündemleriyle hemhal olacağı bir tarzda ele almak gerekir.
50. yılın deneyimi ve birikimiyle; her türden emperyalist saldırganlığa, başta TC olmak üzere bölge gericiliğinin işgal ve ilhak saldırılarına karşı 1 Mayıs alanlarına!
50. yılın deneyimi ve birikimiyle; Kürt ulusu başta olmak üzere ulus ve milliyetlere karşı gerçekleştirilen ulusal baskıya ve imha politikalarına; Alevi inancı başta olmak üzere ezilen inançlara yönelik baskılara, kadın ve LGBTİ+’lar yönelik “erkek” devlet saldırganlığına, doğanın ve çevrenin kapitalist rant uğruna talan edilmesine karşı 1 Mayıs alanlarına!
50. yılın deneyimi ve birikimiyle, işçi sınıfına ve emekçi halka dayatılan sefalet koşullarına, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, gençliğe vaat edilen geleceksizliğe karşı 1 Mayıs alanlarına!
Ocak ayından itibaren giderek artan işçi direnişi ve eylemleriyle, 8 Mart’ta alanları, meydanları dolduran ve geceleri zapt eden kadınların militanlığıyla, 21 Mart’ta meydanları dolduran Kürt halkının kitleselliği ve coşkusuyla 1 Mayıs alanlarını dolduralım.
50. yılın deneyimi ve birikimiyle 1 Mayıs’ı kazanalım!
Devrimci Teori ve Komünist Partisi

"Nesnel gerçekliği yansıtmayan, pratiğin çelişmelerini doğru olarak saptayamayan ve pratiğin önüne doğru çözüm önerileri getiremeyen teori de, pratiği değiştirmeye ve devrimci tarzda ilerletmeye yetmeyecektir. "
“Öncü savaşçı rolünün –der Lenin- ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirebileceğini belirtmek istiyoruz.” 1
İleri bilimsel teorinin önemini ve bu teorinin işçi sınıfının burjuvazi ile savaşımdaki rolünü, kendine Marksist-Leninist diyen herkes kabul eder ya da kabul eder gibi yapar. Ancak, Marksist-Leninistler, devrimci teorinin salt “dünyayı açıklamakla kalmayıp, esas olarak dünyayı değiştirmekle yükümlü” (Stalin) olduğunun bilincinde olmalıdırlar.
MLM teori ile donanmayan, teorilerini doğa ve toplumsal bilimlerin gelişmesine koşut geliştirmeyenler, derinleştirmeyenler, proletaryanın sınıf savaşımındaki önderlik görevini yerine getiremezler. Sağ ve sol oportünizmin yaptığı gibi salt soyut, nesnel gerçekliği yansıtmayan, toplumsal çelişmelerin doğru çözümünü yapamayan, laf kalabalığından öteye geçmeyen hilkat garibesi “teori” ortaya çıkar. Böylesi bir “teori” proletarya partisinin önünü açacağı yerde önüne daha baştan bir Çin Seddi örer, proletaryanın dünya görüşü adına ne varsa onu yıkar. Bu bağlamda komünist parti, önderlik görevini “somut koşulların somut tahlili” önermesinden geçtiğini, çürüyen yanlarını hiç çekinmeden atıp yeniyi almak olduğunu içselleştirdiği zaman yerine getirebilir.
Engels, “Alman Köylü Savaşı” adlı yapıtında, 1874’te Alman proletaryasının önderlerine şöyle seslenir:
“Önderlerin ödevi, özellikle bütün teorik sorunlar üzerinde giderek daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini giderek daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istendiğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.”2
Sosyalizmin bir bilim olması -Engels’in altını çizerek belirttiği-, sınıf savaşımına önderlik eden komünist partisinin de bu bilimle donanması ve teorik sorunların üzerine giderek bilimsel çözümlemeler getirmesi gerekir. Proletaryanın öncü partisi, salt keskin sloganlarla sınıf savaşımını yürütemez, toplumsal gelişmenin pratiğindeki gelişmeleri bilimsel olarak ele almak ve irdelemek durumundadır.
Kalıplaşmış söylemeler, kendi pratiğinden çıkmamış “hazır reçeteler”, komünist partisini ilerletemez. Eskiyi atıp yeniyi alan bir komünist partisi yerine giderek ölen, kitlelerden kopan ve kendi sınıf gerçekliğinden ve dayandığı bilimsel ideolojiden kopan bir parti karşımıza çıkar.
Doğrular, nesnel gerçekliklerin ürünüdür. Bu doğrulara dayanmayan, bunları materyalist diyalektik yöntemle analiz edip işçi sınıfını ve diğer ezilen kesimleri yönlendiremeyen bir komünist partisi, kendi içinde çürümeyi de önleyemez. Komünist partisi, sınıf savaşımının inceliklerini, çelişkilerini, bunların birbiriyle ilişki ve çözümlerini, burjuvaziye karşı savaşta ustalaşmasını ve giderek güçlenmesini, kitleleri kucaklamasını ve savaşa sürüklemesini, yine kendi öz deneyimleri ile öğrenecektir. Diğer deneyimler onun için genel bir yol gösterici olabilir ama reçete olamaz.
Komünist partisi, yalnızca teori üretmek için var değildir. Aynı zamanda teoriyi pratiğe uygulamak için vardır. Bu bağlamda teori ve pratik birbiriyle bağlantılı ve iç içedir. Pratik teoriyi zenginleştirir, devrimci teori ise pratiği doğru bir yönde, devrimci bir tarzda daha ileriye taşır.
Dünyada birçok genç komünist partisi, başka ülke devriminin deneyimini kendilerine örnek alarak savaşıma girişmişler, kimileri ise kendi savaş pratiği deneyimlerini esas alarak, bundan öğrenerek, giderek savaşımlarını özgüle indirgemesini başarabilmiş ve savaşımda başarıya ulaşmışlardır. Kimileri ise başka ülkelerin devrim deneyimlerini kendi ülke ve ulusal gerçekliklerini dıştalayarak ve de kendi deneyimleri yerine o ülke komünist partilerinin deneyimini esas alarak bunda diretmelerinin sonucu giderek sınıf savaşımından ve kitlelerden dıştalanmışlardır.
“Doğrunun ölçütü toplumsal pratiktir” diyen Mao tam da bunu söylüyordu. Mao, bunu, Rus devrimini kendilerine reçete olarak alan ve ÇKP’ye büyük zarar veren ÇKP içindeki dogmacılar için söylüyordu. ÇKP içindeki dogmatizmi yıkmak için “Pratik Üzerine” (Temmuz-1937) ve “Çelişmeler Üzerine” (Ağustos 1937) adlı makaleleri yazdı.
ÇKP içindeki dogmacılar, Çin gerçekliğini reddedip, Rus devrim deneyimlerini Çin gerçekliğine olduğu gibi uygulamaya kalkıyorlardı. Mao ise Rusya gerçeği ile Çin gerçekliğinin farklı olduğunu, her ülkenin kendine özgü yanları olduğunu ve bu farklı yanlardan kaynaklanan farklı çelişmeler ve bu çelişmelerin de farklı çözümleri olacağını, Rus devriminden çıkarılması gereken en önemli dersin bu olması gerektiğini vurguluyordu.
Tarih Çin dogmacılarını değil, Mao’yu haklı çıkardı.
Mao’nun bu teorik ve felsefi yazılarından sonra ÇKP, hem teorik hem de ideolojik olarak daha da sağlamlaştı. Teorik derinliği olmayan partilerin ideolojik sağlamlıkları da olmayacağından hareket eden Mao, parti içindeki yanlış anlayışlara karşı kıyasıya bir mücadele yürüttü. Partinin teorik seviyesini ve buna bağlı olarak pratik mücadelesinin gelişmesinin önünü ve partinin iktidara emin adımlarla yürümesinin yolunu açtı.
Toplumsal olaylarda olduğu gibi komünist partiler içinde de yeni taktik ve politik değişikliklerde tutuculuğun direnciyle karşılaşılır. Ekim Devrimi’nin başlatılmasında Lenin, MK içinde çoğunluğun tutucu direnişi ile karşılaştı; Mao, uzun süre ÇKP içinde yalnız kaldı, dogmacıların ayak diretmeleri ve tutuculuklarıyla karşılaştı. Komünist partiler içinde yeniye karşı, yeni taktik politik değişikliklere karşı, eski politikada direnenlerin olmaması düşünülemez.
Toplumdaki yeni ile eski arasındaki savaşım onun içinde de vardır. Komünist partisi var olduğu sürece bu çelişme de kendisini değişik biçimlerde var edecektir. Ama komünist partisi, doğruları tutuculuğa ve her türlü oportünizme karşı savunmak ve doğruları yaşama geçirmek için ilkeli bir mücadele vermek ve tavizsiz davranmakla karşı karşıyadır, tersi, o komünist partinin yok olmasına ya da bütünüyle yozlaşmasına ve sınıf niteliğini değiştirmesine neden olacaktır. Bu bir niyet sorunu değil, sınıflar arası mücadelenin bir gerçekliğidir. Komünist partisi içindeki iki çizgi mücadelesi gerçekliği kendini burada gösterir.
Sınıflı toplumun bir üyesi olan komünist partisi, kendini salt burjuvaziye karşı savaşımla sınırlayamaz, kendi içindeki oportünist öğelere karşı da savaşım vermek zorundadır. Bu da, komünist partisinin sınıf savaşımı içindeki çok yönlü savaşımının çok yönlü bir kesitini oluşturur. Parti içindeki bu savaşımın kazanılması -çünkü bu mücadele parti içinde süreklidir- sınıf savaşımının kazanılmasının başlangıcıdır, savsaklamaya gelmez. Parti içindeki bu savaşım, dönem dönem sınıfın burjuvaziye karşı savaşımının bile önüne geçebilir, çünkü bu kazanılmadan burjuvaziye karşı savaşım yürütülemez.
Lenin; “Sosyal-demokrasi kendi kendini kirletmezse, başkası kirletemez” diyordu.
Proletaryanın öncüsünün kendini kirletmesi teoride başlar ve giderek bütün alanlara yansır, yukarıdan aşağıya bütün hücrelerinde yozlaşma başlar. Sağlam teorik temellere dayanan, gerçeği nesnel olgularda arayan, pratiğinden öğrenen, kendini ve sınıfını bu politikayla eğiten bir komünist partisi sınıf savaşımında yıkılmaz. Mao, “savaşı savaşarak öğreneceğiz” derken tam da bunu kastediyordu. Kendi pratiğinden öğrenen ve bunu teorisine aktarıp pratiğine yol gösteren, Kaypakkaya’nın da yinelediği gibi “bayatı atıp tazeyi alan” bir komünist partisi kirlenmez, sürekli yenilenmesini ve sınıf savaşımında ustalaşmasını becerebilir.
“...komünist için sorun, mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmek, bulmuş olduğu duruma saldırmak ve onu pratik olarak değiştirmektir.”3
Dünyayı değiştirmeye kalkanların, kendi bulundukları duruma da öncelikle saldırmaları gerektiği, durağanlığı değil, hareketliliği seçtiği, teorik hantallığı terk ettiği ve pratiğin öğretici yanını kendilerine taşıdıkları sürece, dünyayı değiştirmede başarıya ulaşacaklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Devrim mücadelesinde kendi statik durumunu sorgulamayanların, varolanla yetinmeye çalışanların, mücadele deneyimlerini teorilerine aktarmaları söz konusu olamaz ya da statükoculukta diretenlerin salt MLM dünya görüşünün genel evrensel teorilerini aktararak kendilerini doğru yolda olduklarını sanmaları da statükoculuğun bir sonucudur.
Nesnel gerçekliklerin doğru çözümlemesinden beslenmeyen, sınıf mücadelesinin engin denizinin deneyimlerini teorisine yansıtamayan komünist partiler, devre dışı kalmaya ve marjinalleşmeye mahkumdur. Çünkü, sınıf mücadelesi çocuk oyuncağı değil bir bilimdir. Bilim, hatayı ve de tutuculuğu asla kabul etmez. Sınıf mücadelesine soyunan sınıfın öncüsü komünist parti, bir bilim insanı hassaslığıyla sınıf mücadelesi laboratuvarına girmesi gerekiyor. En küçük teorik bir hata çok pahalıya mal olabilir.
Gerçek bir bilim insanı, incelediği konuyu çok yönlü olarak ele alır, incelediği konunun en ince ayrıntılarına kadar iner ve bu verilerin ışığında çözümlemeye gider. Sınıf mücadelesinin her adımında proletarya partisi yaraya yeni yeni neşterler vurmalıdır, pratiğe yön vermede yetersiz kalan teorinin eskiyen yanlarını atıp, pratikten kazandığı yeniliği teoriye aktarmalıdır. Her çelişmeyi, çelişmelerin birbirleriyle ilişkilerini, dış yönlerini ve bunun çelişmelere etkilerini vb. ele alıp çözümlemek durumundadır.
“Tam da Marksizm ölü bir dogma, bütün zamanlar için tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti değil, canlı bir eylem kılavuzu olduğu içindir ki, tam da bunun içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki göze batacak kadar çarpıcı değişiklikleri yansıtmak zorundaydı.”4
Proletaryanın örgütü en ileri teori ile kendini donatmak, bu teorinin yol göstericiliğinde pratiğine yön vermek, sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplayabilmelidir.
“Sübjektivizmden, revizyonizmden ve dogmatizmden arınmış, kitlelerle kaynaşmış, teori ile pratiği birleştiren, özeleştiri metodunu uygulayan çelik disiplinli bir komünist partisi…”5
“Sübjektivizmden, revizyonizmden ve dogmatizmden arınmış” bir parti ile ne anlatılmak istendiği bugün daha iyi anlaşılmalıdır. Kaypakkaya’nın kısacık yaşamındaki bu ileri görüşlülüğü, nasıl bir parti düşlediği, devrime önderlik edecek bir partinin kendini nasıl donatması gerektiği bilince çıkarılması gereklidir. Yine Kaypakkaya, “teori ile pratiği birleştiren” bir partiden söz ederken, teori ile pratiğin uyum içinde, teorinin pratiğe yol gösterdiği, pratik deneyimlerin anında teoriye aktarılarak zenginleştirildiği, teorinin pratikle çelişen yanlarının “özeleştiri metoduyla” anında atılması gerektiğinden söz etmiştir.
Bir partinin kendi hatalarını görmezden gelip sık sık özeleştiriden söz etmesi, özeleştirinin bayağılaştırılmasından başka bir anlam ifade etmeyeceği bilinmezlikten gelinemez. Ayrıca, böyle bir özeleştiri hataların kaynağını görmekten uzaktır. Kendine Marksist-Leninist diyen birçok çevredeki özeleştiri anlayışı; hareketin yanlışlarını düzeltmesi şeklinden çok kişi yanlışlarını ele almak olarak algılanıyor, teorik ve de politik hatalar ise sürdürmekte diretiliyor. Küçük-burjuva oportünizmin özeleştiri mantığı ve hatalarına karşı yaklaşımı, teorik eklektizm ile iç içedir. Doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da durağanlık yoktur.
Her şey içinden çıktığı çelişmeli birlikteliğin üzerinde yükselir ve onu değiştirerek aşar. İşçi sınıfının sosyalistleri, Marksizm’i işçi sınıfına öğretecektir ama aynı zamanda o bilimi ileri götürme çabası içinde olacak ve onu aşacaktır. Bu Marksizm’in “abc”sidir. Lenin, Marx ve Engels’le yetinmemiştir. Mao, Marx ve Lenin’in yolundan giderek ve diyalektik materyalist yöntemi kullanarak Çin proletaryasına ve halkına önderlik edip Çin Devrimi’ni başarabilmiştir.
Niyet, işçi sınıfının önderliğinde devrimi gerçekleştirmek olsa dahi gerçek niyet teoride saklıdır. Çünkü teori, ideolojik duruşun aynasıdır. Teorideki yanlışlar, ideolojik sapmaları da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Belki söylemde bir ideolojinin keskin taraftarlığı yapılabilir ama bu, onun doğru olduğu anlamını taşımaz. Nesnel gerçekliği yansıtmayan, pratiğin çelişmelerini doğru olarak saptayamayan ve pratiğin önüne doğru çözüm önerileri getiremeyen teori de, pratiği değiştirmeye ve devrimci tarzda ilerletmeye yetmeyecektir. Öncüyü işçi sınıfıyla bütünleştirme yerine, ondan uzaklaştıracaktır.
Oysa, komünist partisinin görevi; başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçileri örgütleyip harekete geçirerek, burjuvazinin siyasal iktidarını yıkmaktır.
Bir komünist partinin “bayatı atıp tazeyi alması”; sınıfın bilimini nedenli kavradığına, bunu nedenli pratiği ile bütünleştirdiğine, hatalara karşı ne denli tavizsiz olduğuna ve de toplumdaki ve doğa bilimindeki gelişmeleri teori ve pratiğine ne denli yansıttığı ile ölçülebilir. Engels’in dediği gibi “Materyalizm, doğa bilimleri alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınılmaz olarak biçimini değiştirmek zorundadır.”6
Küçük-burjuva oportünizmi, bırakın n doğa bilimlerindeki gelişmeleri, toplumdaki gelişmeleri bile kendi teorilerine yansıtmamak için “tutuculuğu”, “tabuculuğu” ve “dogmatizmi” yeğliyor, çünkü böylesi daha kolay geliyor. Aynı zamanda bu, küçük burjuva devrimciliğinin Marksizm bilimine karşı oportünistçe yaklaşımının da bir ifadesi oluyor. Mutlak olan bir şey varsa o da değişimin kendisidir. Tabuların düşmanı olmayan Marksist de olamaz.
Bir komünist partisi, işçi sınıfından uzaklaşıyor, her geçen gün marjinalleşiyor ve büyük hedefi doğrultusunda ileri bir adım atamıyorsa, o, öncelikle hatayı kendinde aramalıdır. Eğer kendinde “derin ve kronik” dediği hastalıkları bağrında sürekli taşıyorsa, o hastalıkların ana kaynağına, yani teoriye inmek zorundadır. “Hastalıklarla mücadele edelim” deyip, arkasından hastalığın beslendiği kaynağa inme yerine, dış etmenlere salvo ateşi yapıyorsa, o kendi gerçekliğini açığa vurmaktan korkuyor demektir. Ama korkunun ecele bir faydası olmuyor ve olamaz. Kendi gerçekliğini ve bu gerçekliği tersine çevirmeye yanaşmayan bir komünist partisi, ne devrimin öncüsü olabilir ne de sınıf mücadelesi tarihinin fırtınalı ateşi içinde yeniyi yaratabilir. O ancak koşullar elverdiği oranda “varım”la yetinebilir. Ne var ki, “varım”la yetinmenin “yokum”la eş anlamlı olduğu bilinmelidir. Biri diğerine kolayca dönüşebilir.
“Teorimiz iyi, ama pratiğimiz kötü” masumane(!) genellemesi ise sapla samanı birbirine karıştıran, gerçeği olgularda aramayı reddeden dogmatik bir yaklaşımın basit bir tekrarıdır. Bu tür anlayış ve yaklaşımlar, basit bir daire içinde dönüp dolaşır ve suçu pratiğe yükleyerek, pratiğe yol gösteren olgunun teori olduğu gerçeğini ters yüz eder ya da etmeye çalışarak kendi yanlışını bile bile doğru gibi göstermeye ve sınıf mücadelesi içinde masumiyet aramaya çalışır. Sınıflar arası mücadelede masumiyete yer yoktur. Sınıf mücadelesine yeni katılmış bir komünist partisi için “kötü pratik” doğal karşılanabilir ve hatta genç olduğu için “masumiyet” de bir ölçüde kabul edilebilir. Ama çeyrek asırları aşan komünist partiler için “iyi teori, kötü pratik” olmaz. Doğru teori doğru pratiği kaçınılmaz olarak hakim kılar. Ama, sosyal olguların süzgecinden çıkmamış teori de direnerek, bunun yaşama geçirilmeye çalışılması durumunda, pratiğin yapacağı bir şey yoktur. Sınıf mücadelesinin pratiği, her zaman yanlış teoriyi reddeder ve onu uygulamakta direnenleri ya tarih sahnesinden siler ya da toplumsal tabakların en derin ve en zayıf bir yerinde kendi kaderine terk eder. Bu tür siyasal akımlar için kapitalist toplumsal yapının bir yerinde saklanacak sosyal bir koşul vardır.
Bugün Türkiye devrimci hareketi hala bu sıkıntıyı bir bütün olarak çekmektedir. Kitlelerden kopmanın gerekçesi olarak ülke koşulları vb. şeyler ileri sürülse de, sahip oldukları teorinin pratikle, yani bu teorinin kitleleri ne kadar ilgilendirdiği incelenmeyip, genellemelerle yetinilmektedir. Bu durum devrimci siyasal akımlar arası tartışmalara (daha doğrusu tartışmamalara) da yansımıştır. Deyim yerindeyse, siyasal akımlar arasında ideolojik tartışmalar bitmiştir. Bu durum birbirine bağlı olarak iki şeyi ortaya çıkarmaktadır: Birincisi; yoğun bir ideolojik erozyon ve Marksizm-Leninizm’den uzaklaşma; ikincisi; kitlelerden kopuş ve dar bir sosyal çevrenin örgütü haline gelmek. Bu olgu, sınıf mücadelesinin geriliğinden de kaynaklanmakta ve ondan bağımsız değildir. Kendini sınıf mücadelesinin ateşi içinde görmeyen akımlar, tartışmaktan hep kaçınır.
Teorik tartışmanın olmamasını ya da çok çok geri planda güncel sorunların pratikle ilgili bölümlerinin tartışılması, bütünüyle sınıf mücadelesinin zayıflığına bağlanamaz. Lenin’in en büyük eserlerini sınıf mücadelesinin durgunluk dönemlerinde yarattığını bilmeyen yoktur. Çünkü böylesi dönemlerde Marksizm kılıfı altında Marksizm’i revize etmeler artar. Burjuvazinin “şekere bulanmış” teorileri, “işçi sınıfının teorisi”ymiş gibi, sınıfın bilinci bunaltılmaya ve karartılmaya çalışılır. Komünist parti, durgunluk dönemlerinde daha yoğun teorik ve ideolojik mücadele yürütmediği zaman hem kendisi de ideolojik erozyona uğrar ve savunduğu doğru ilkeleri elastike etmenin yollarını arar. Kendi eksik ve yanlışlarının üzerine gideceği yerde, suçu sınıf mücadelesinin durgunluğunda arayarak, mistik bir kaderciliğin kurbanı haline gelir. Bundan hareketle, böyle bir yönelim ve duruş, komünist partisini savunduğu hedefler doğrultusunda yürüme yerine, teori ile pratiğin bütünüyle farklılaştığı bir güzergâha götürür. Belki teorik olarak hedefleri savunuyor gözükmeye çalışsa da bu cılız savunu, sağcı pratiğin üstünü örtme çabasından başka bir anlama gelmez. Marksizm’i revize etmenin en tehlikelisi de budur. Yani kendi içinde tutarlı olamamak ve savunduğu ilkeleri bulanıklaştırmak...
Mistik kaderciliğe teslim olmuş ve kendine KP diyen siyasal bir yapı, oportünizme karşı mücadele edemeyeceği gibi oportünizmin oportünizme karşı mücadele ettiği görülmediğinden kendisi de oportünizmden mustariptir. Böyle bir işçi sınıfı partisi, hangi hatalarına karşı mücadele edecek ya da hangi hastalıklarını iyileştirebilecek?
Keskin sınıf savaşımının dönemeçlerinden geçmiş bütün komünist partilerde, kendi hatalarına karşı daha kapsamlı büyük mücadeleler yaşanmıştır. Sınıflı toplumun diyalektiği ve bu sınıflı toplumun bir ürünü olarak ortaya çıkan komünist partisi, önce kendine karşı mücadeleyi, kendini sürekli yenilemeyi, hatalarını atıp yeniyi alma yöntemini esas alarak eksikliklerini giderme yöntemini esas almazsa, değiştirmek istediği toplumu da değiştiremez.
Bu, sınıf savaşımına daha güçlü girme, sınıf savaşımındaki etkisini daha güçlü bir şekilde artırma, daha geniş kitleleri kucaklama ve onları harekete geçirme savaşımıdır. Bu savaşım, aynı zamanda, kendine karşı bir savaşımdır. Kendini yenileme, değiştirme, örgütleme, eğitme savaşımıdır. Partinin kendine karşı bu savaşımı, pratikten kopuk bir savaşım değil, bizzat pratiğin denek taşında verilmektedir. İşte, komünist partinin kendine karşı verdiği bu savaşım, “bayatı atıp, tazeyi alma” savaşımıdır.
Bir teori, pratikte sürekli tökezliyor ve geri tepiyorsa, hareketin önün açmakta aciz ve yetersiz kalıyorsa, öncünün sınıfla kaynaşmasını, daha geniş yığınları kucaklamasını, sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplamasını sağlayamıyorsa; öncünün sınıf mücadelesi içinde yoğrulması, onun sorunlarıyla içice olması yerine, daha çok kendi iç sorunlarını artan ölçüde artırıyorsa, en ileri teori ile donanmış bir partiden söz edilemez; teori kısırlaştıkça, gelişmelere yanıt veremedikçe hareketi kısırlaştırır ve örgütü içten içe çürütür.
Lenin; “... yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirebileceği...”ni7 söyler.
Teorinin pratiğe yol göstericiliğini, teorinin komünist parti için ne denli önem taşıdığı oportünizm “lafta” pek yadsımaz. Ama, ne hikmetse, bu denli “önem” verilen teori, salt teori olarak kalır yani soyut olarak ele alınır. Onun, canlı bir organizma gibi nesnel gerçekliklere gereksinimi olduğu, nesnel olguların yaşayan ruhu olması gerektiği unutulur ya da “bir kere başta proje çizildin mi gerisi gelir” denerek sınıf mücadelesi esasta oportünizme feda edilir ve feda edilenin proletaryanın dünya görüşü olduğu bilinmezlikten gelinir. Böyle bir teori ile donanmış bir “öncü”nün de işçi sınıfıyla bir sorunu yoktur demektir.
Marx, teorik ve pratik gereksinimleri şöyle açıklıyor:
“Gerçekten de devrimler pasif bir öğeye, özdeksel bir temele gereksinim duyar. Teori bir halk içinde ancak onun gereksinimlerinin gerçekleştirilmesi olduğu ölçüde gerçekleşiyor. ... Teorik gereksinimlerin dolayımsız olarak pratik gereksinimler durumuna gelmeleri mi gerekiyor? Düşüncenin gerçekleşmeye götürmesi yetmiyor, gerçekliğinde düşünmeye götürmesi gerekiyor.”8
Bu konunun biraz daha açılması için, Stalin yoldaştan uzun bir alıntı aktarmakta yarar var. Çünkü ileri teori ile donanmış parti olgusundan, teori ile pratiğin uyumundan neyin kast edildiği, “belirlenmiş” -diyalektik materyalizmde “belirlenmiş” (maddenin değişimini yansıtmama ve durağanlık bağlamında) diye bir şey olmaz, ama, ne yazık ki, bu olguyu sıkça yaşıyoruz- bir teorinin yol gösterdiği pratiğin, defalarca taşa vurması mı gerektiği, partiyi kitlelerden koparması, her yönüyle güdükleştirmesi, nesnel gerçeklikten bütünüyle koparması mı anlaşılması gerekiyor yoksa Stalin yoldaşın söyledikleri mi...
“Teori bütün ülkelerin işçi hareketlerinin genel biçimi ile ele alınan deneyimidir.
“… kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, el yordamı ile yürümesi gibi. Ama teori, devrimci pratik ile çözülmez bir bağlılık halinde gelişince, işçi hareketinin büyük bir gücü haline gelebilir. Çünkü, harekete, güvenliği, yönünü belirleme gücünü ve olayların iç bağlantılarının anlaşılmasını, teori ve yalnızca teori sağlayabilir; çünkü teori ve yalnız teori, sadece sınıfların bugün hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerine değil, aynı zamanda bu sınıfların en yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edecekleri pratiğini anlamamıza yardım edebilir. Şu ünlü tezi söyleyen ve kerelerce yineleyen Lenin’den başkası değildir: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz.”9
Teori ve pratiğin uyumluluğu, teorinin pratiğin aksayan yönlerini anında düzeltmesi, “yakın geleceği” tespit edebilmesi, örgütü ve örgütün mücadele taktiklerini buna hazırlaması anlamına gelir. Elbette teorinin nesnel gerçekliği yakalayabilmesi, örgütü bununla besleyebilmesi ve kitleleri hazırlaması gerekiyor. “Gelişen bir şey yok, her şey aynı, bu nedenle başta ortaya koyduğumuz teori ve de pratiğimizi değiştirmeye gerek yok, önemli olan devrim mücadelesinde kararlı olmak” vb. gibi anlayış ve yaklaşımlar, karanlıkta el yordamıyla yürümek olduğu gibi Marksist-Leninist-Maoist bilimsellikten uzaktır.
Küçük burjuva devrimciliğinin tipik özelliği olan, gerçeği nesnel olgularda arama yerine sübjektivizme ve dogmatizme sarılması, onun kendi sınıf karakteri ile yakından ilgilidir.
Lenin; “... bir Marksist gerçek yaşama, gerçekliğin asıl olgularına dikkat etmesi, ve bütün teoriler gibi olsa olsa yalnızca esas ve genel hatları koyan, yalnızca yaşamı bütün karmaşıklığı içinde yaklaşık olarak kucaklayan dünün teorisine yapışmaması gerektiği...“ni10 söyler.
Bir komünist partiyi sağlamlaştıran, disiplinli ve dövüşken kılan, sınıf ve kitlelerle derin bağlar kurduran öğeler nedir diye sorulduğunda: Hangi anda, hangi taktiği izleyeceğini bilen, yerine göre esnekliği yerine göre tavizsiz tutumu takınan, ilkelerde tavizsiz olan, hangi anda hangi eylem biçimine geçeceğini reçetelere değil, somut koşullara göre ayarlayan, materyalist diyalektiğin mutlakçılığın reddi olduğunu bilince çıkaran, her toplumsal değişimi teori ve pratiğe yansıtmasını beceren ve Lenin’in yukarıda belirttiği önermesi ışığında olabilir diye cevap verilebilir. Ve ancak böyle bir parti, kitlelerin nabzını elinde tutabileceği gibi sınıfın tüm ileri ve dürüst unsurların güvenini kazanıp safında tutabilir.
Devrimciliği salt gevezelik düzeyine indirgemek, keskin sloganlarla devrimin “reklamını” yapmak ama hayatın gerçeklerinden uzak durmak ve sık sık hayatın reddettiği aynı teoriyi ya da aynı sloganları yinelemek, bu teori sahibi oportünistlerin devrime olan yeminli “inandırıcılığı” kitleler için bir şey ifade etmeyeceği gibi bu, devrimci lafazanlıktan başka bir şey değildir. Materyalist diyalektiğin özünü reddeden sağ ve sol oportünizm, teorinin toplumsal pratiğin ürünü olması gerektiğini bilinçli olarak saptırmaları ve bu sapmaların etkisi altında olan ya da bu anlayış içinde olup da kendine komünist parti diyen örgütler, burjuvaziye karşı bir savaş örgütü olamazlar.
“Eylemlerimizin başarısı, algılarımızın, algılanan şeylerin nesnel niteliği ile uygunluğunu tanıtlar” (Engels) yani, teori ile pratiğin birliğini tanıtlar.
“Somut koşulların somut tahlili”nden çıkmış bir teori pratiğe yol gösterir ve pratikte ürününü alabilir ama nesnel gerçekliğin ürünü olmayan, sübjektif ve dogmatik teori pratiğe cevap veremediği için, gelişme yerine gerileme olur. Örgüt, teoriye göre kendini yukarıdan aşağıya doğru şekillendirir. Ama teori nesnel olguların ürünü olmadığı zaman, örgütün şekillenmesi de pratiğe cevap veremeyeceği için örgüt gelişemez, işçi sınıfıyla kaynaşamaz ve çürümeye başlar. Komünist parti, varolanı öğrenirken, onunla yetinmeyip, o pratiksel deneyimleri daha ileriye taşımak için geliştirmek durumundadır.
Pratiğe cevap veremeyen bir komünist partisi, öncelikle sorunun kaynağını teorisinde aramak zorundadır. Kaynağı teori de aramayıp, başka yerlerde araması, onun gerçeklerden kaçması anlamına geldiği gibi deyim yerindeyse; hala kılıçla tüfeğin karşısına çıkmaya çalışıyor demektir. Ve böyle bir parti bu yöntemi izlediği sürece hiçbir zaman gerçek bir Marksist-Leninist-Maoist olamaz. Toplumsal çalkantıların hızla geliştiği, toplumun alt-üst oluşu yaşadığı, kitlelerin değişim istediği, egemen sınıfların ekonomik ve siyasi krizinin derinleştiği ve ekonomik-siyasi ağır bir kriz yaşadığı bir ortamda komünist parti, ilerleme değil gerileme gösteriyorsa, kitlelerin hoşnutsuzluğunu kendi potasında toparlayamıyorsa; izlediği politikanın neden toplumsal çalkantılara yanıt veremediğini ciddi şekilde irdelemek durumundadır. Bundan kaçan bir komünist parti, sınıf adına boşa kürek çekiyor demektir.
1- Lenin, Ne Yapmalı, s. 30, Sol Yayınları
2- Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, s. 31, Birinci Baskı, Sol Yayınları
3- Marks-Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 88, Sol Yayınları
4- Lenin, SE, c.11, s. 71, İnter Yayınları
5- Kaypakkaya, Seçme Eserler, s. 430-431
6- Engels, L. Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 28, Sol Yayınları
7- Lenin’den aktaran Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 24, Sol Yayınları
8- Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 202-203, Birinci Baskı, Sol Yayınları
9- Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 24, Sol Yayınları
10- Lenin, “Taktik Üzerine Mektuplar”, Marks-Engels-Marksizm, s. 389. Aç. L., Sol Yayınları
Birleşik Mücadele Güçleri ve Birlikte Yürümek

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG) ikinci yılında girmiş bulunuyor. 4 Şubat 2021 tarihinde kuruluşunu ilan eden BMG, yayınladığı deklarasyonda: “Türkiye-Kürdistan sathında muazzam gelişmelerin yaşanabileceği bir siyasal ve toplumsal zeminle karşı karşıyayız. Emperyalist kapitalizmin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizi günden güne büyürken, AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakı, saldırılarına azgın bir şekilde devam ediyor. Koşullar, faşizmin çizdiği sınırlara hapsolmuş hiçbir anlayış ve önerinin kurtuluş reçetesi olamayacağını gösteriyor. Bu eşikte tarih, sol, sosyalist, devrimci, demokratik ve yurtsever güçleri göreve çağırıyor. Bu çağrıya ses verdiğimizi ve yan yana mücadeleyi büyüteceğimizi deklare ediyoruz'' dediğinde daha ilk eyleminde polisin şiddetli saldırısı ile karşılaştı. Gözaltılar yaşandı.
Alınteri, Birleşik Devrimci Parti, Demokratik Bölgeler Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Mücadele Birliği Platformu, Partizan ve Sosyalist Meclisler Federasyonu ve Komün ile yoluna devam eden BMG, faşizmin mercek altına aldığı önemli bir güçtür.
AKP ve MHP faşist iktidarına karşı oluşturulan bu birliktelik, geniş toplumsal kesimlerde birleşik mücadele fikriyatının geliştirilmesi, AKP iktidarına ve toplamda bu faşist devlete karşı mücadeleye dair atılmış cüretli bir adımdır.
BMG, sadece günlük kazanımlar ile yetinen bir gücün ötesinde, kuruluşunun temel felsefesi olarak ülkenin demokratikleştirilmesi, ulusal hakların kazanımı, kadın ve LBGTİ+ların özgürleşmesi, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde bir özne olmayı içinde taşımaktadır. BMG'yi oluşturan her gücün savunduğu ideolojik yaklaşımları ve stratejisi olmakla birlikte, tüm bunlar BMG'nin oluşumunda biraya geliş için bir sorun yaratmadı.
Ortak payda olarak; AKP iktidarı ve nihayetin de faşizme geri adım attırılması, yenilmesi mücadelesinin belirlenmesi önemlidir. Geride kalan bir yıllık süreci değerlendirdiğimizde BMG'nin önemli işler başardığının altı çizilmelidir.
Kuruluş amaçları içinde belirlenen emekçi halkla buluşma, işçi sınıfının sorunlarına sahip çıkma, kadına yönelik şiddete dur deme, gençliğin sorunlarına eğilme yönünde birçok eylem ve etkinliğe imza atan pratiğiyle giderek bir çekim ve ilgi odağı olmaktadır.
Bunun daha fazla yapılması eylemlerin kadro düzeyinden kitlesel bir karaktere sıçratılması, aşılması gereken önemli sorunlardan biridir. Her eylem ve etkinlik kendi içeriği ve hedefi bakımından değişmekle birlikte, BMG'nin kuruluş amacına uygun olarak kitlenin sesini sokağa taşımayı hedeflemelidir.
Meselemiz sadece sınırlı bir güçle propaganda yapmak değil sonuç almaktır. Sonuç almanın yolu kitleleri seferber etmektir. BMG'yi oluşturan birleşenler bu yolu açacak tecrübe ve birikime sahip yapılardır. Her birinin 40-50 yıllık mücadele deneyleri sorunları aşmada bir şanstır.
BMG'nin üstlendiği zorlu görevi başarmaya kilitlenmeliyiz!
AKP-MHP iktidarının halkı zamlarla, yoksullukla, işsizlikle inim inim inlettiği bir süreçteyiz. İki yıllık pandemi sürecin de binlerce insan hayatını kaybetti. İnsanlar bu yoksulluk içinde artık pandemiyi bir yana bırakarak yaşam savaşı veriyor.
Enflasyonun % 50'leri geçtiği Türkiye'de bayat ekmek alabilmek için saatlerce kuyrukta bekleyenler var. Tarım bitirildiği için bir gıda krizi kapıdadır hatta yaşanmaktadır. Pazarlarda geride kalan sebze ve meyve artıklarını toplayan insan manzaraları her şeyi fazlasıyla anlatıyor. Bu gerçeklik üzerinden BMG'nin Ağustos sonunda 'Birleşirsek Kazanırız'' şiarıyla başlattığı kampanya önemli bir adımdır.
AKP, tüm gücüyle 2023 seçimlerine hazırlanıyor. İktidar gücünü de kullanarak yeniden seçimi kazanmak için kendisini garantilemek istiyor. Bunu hiçbir tesadüfe yer vermeyecek şekilde bir strateji oluşturarak yapıyor. AKP'nin temel stratejisi, korku üzerine inşa edilmiştir.
Bir yandan IŞİD üyeleri üzerinden düzenlenmek istenen suikastlar ifşa edilmekte, diğer yandan MOBESE kameralarıyla izlenen Ekrem İmamoğlu örneğinde olduğu gibi, tüm topluma verilmek istenen mesaj ''Her şey denetimiz de, istediğimizi yaparız'' mesajıdır.
Yakalanan İŞİD üyesinin ifadesinde geçen, Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu'na yapılması düşünülen suikastların kamuoyuna servis edilmesi, yaratılmak istenen korku atmosferinin bir diğer parçasıdır. Tüm bu parçalar bir araya getirildiğinde görünen resim AKP'nin yarattığı korku canavarıdır.
AKP’nin Haziran 2015’te kaybettiği seçimi 1 Kasım’da yeniden kazanmasında yarattığı korkunun hiçbir etkisi yoktur denilemez.
Amed HDP mitingi, Suruç ve Ankara Gar katliamları, AKP'nin IŞİD eliyle gerçekleştirdiği katliamlar olarak hala hafızalarda. BMG, 2023 seçimlerini bu gerçekler ışığında ele alıp değerlendirmelidir. Seçim, sonuçta taktik bir politikadır. Katılma ya da boykot seçeneği tamamen şartların değerlendirilmesine bağlıdır. Farklılıklar olabilir.
BMG'nin hapishaneler kampanyası sürecin en önemli adımlardan biridir. Ramazan Turan, Ahmet Bilgin ve Turgay Deniz'in arka arkaya hayatlarını kaybetmesi bu kampanyanın önemini ve aciliyetini daha da artırmaktadır.
Önümüzde 8 Mart Dünya Emekçi Kadın Günü, Newroz, 1 Mayıs gibi önemli gündemler durmaktadır. BMG, bir önceki bu günlerin eylem ve etkinliklerden çıkardığı dersler ışığında güçlü çıkışlar yapma şansına sahiptir.
Devrim İçin Ölümsüzleşenlerimizi Anıyoruz! (Sentez)

İnsanlığın sömürüye dayalı sistemlere karşı mücadelesi de bu mücadelede sömürülenlerin canlarını feda etmeleri de neredeyse insanlığın bilinen tarihi kadar eskilere dayanıyor.
İçinde bulunduğumuz emperyalizm ve proleter devrimler çağında emperyalist kapitalist sistem başta olmak üzere günümüzde her sömürü düzenini ortadan kaldırarak insan emeğini özgürleştirme mücadelesinde can verenler de elbette kronolojik olarak insanlığın sömürü düzenlerine karşı verdikleri ilk mücadelelerin bir parçası, devamcısı durumundadırlar. Onları, binlerce yıllık sömürüye karşı mücadele ederken can veren öncüllerinden ayıran temel fark ise bunu bir program, bir bilinç ekseninde yapıyor olmalarıdır.
Kapitalist sistem henüz gelişme aşamasındayken işçi sınıfı aleyhine ama burjuvazi lehine son derece eşitsiz bir sosyal durum ortaya çıkarmaya başlar. İşçi emeğinin sömürüsünden kaynaklanan bu eşitsizlik hali giderek daha korkunç bir hal alır ve kapitalizmin doğası gereği işçi emeği ile ortaya çıkarılan toplumsal zenginlik toplumdaki azınlık olan burjuvazinin elinde toplanırken işçi sınıfı ve emekçilerden oluşan çoğunluk, sefaleti paylaşmak durumunda kalırlar.
Tıpkı daha önceki eşitsizlik koşullarının o koşullara isyan eden çağın devrimcilerini ortaya çıkardığı gibi kapitalizmin eşitsizlik ve sömürüye dayalı yapısı da elbette kapitalizme karşı isyan edecek, onu yıkmak ve sömürünün olmadığı bir düzen inşa etmek isteyecek devrimcileri ortaya çıkaracaktı. İşte tarihsel, sınıfsal ve sosyal bağlamda koşullar bugün kapitalist sömürüye karşı bir bilinç ve program dahilinde mücadele etmemizi sağlayan Marksizm Leninizm Maoizm’i ve böylelikle sınıflar mücadelesi tarihinde insanlığı sömürüye dayanan sistemlerden kurtarıp, sömürünün olmadığı yarının toplumunu inşa etmek üzere ortaya çıkarmış oldu.
MLM bilimi bize; kapitalizm başta olmak üzere her türlü sömürü sisteminin kaçınılmaz olarak ve giderek artan oranda toplumsal zenginliği bir avuç asalak burjuvanın elinde toplarken; toplumdaki esas büyük kitlenin ve esasen işçi sınıfının ve ezilen halkın aynı oranda yoksullaşacağını somut olarak öğretir.
MLM bize; kapitalist sistemin işçi sınıfına ve emekçi halka yoksulluk, sefalet, açlık, salgın hastalıklar, savaşlar vs. yoluyla sürekli olarak kitlesel ölümleri yaşattığı ve yaşatacağını gösterir. MLM bize; bu somut gerçekliğe son vermenin ancak işçi sınıfının öncülüğünde ve önderliğinde, başta köylülük olmak üzere, ezilen emekçi sınıfların gerçekleştireceği bir toplumsal devrimle mümkün olabilir ve işçi sınıfı ve insanlık ancak bu yolla kapitalist sömürü sisteminden kurtulabilir demektedir.
Her türlü sömürü düzenine karşı verilen her mücadele, sistemin yine yoksullar arasından seçerek görevlendirdiği ve hiyerarşik örgütlenmelerin en üstünde burjuvazinin kendi öz sınıf örgütlenmelerinin olduğu, burjuva devlet aygıtı tarafından engellenmek, bastırılmak, yok edilmek istenir.
Burjuvazi bunun için devlet aygıtını bir şiddet aracı olarak kullanmanın yanısıra işçi sınıfını ve ona öncülük edecek devrimcilerin sistemi parçalamayı doğrudan hedef alan programlarını bozmak, işçi sınıfının devrimci ideolojisini burjuva ideologlarca geliştirilen teorilerle bozulmaya tabi tutmak gibi ideolojik saldırıları da kullanır.
Nasıl ki “savaş siyasetin silahlarla sürdürülmesi” ise devletin açık karşı-devrimci şiddeti de ideolojik saldırıların polis-asker vs. aracılığıyla sürdürülmesi durumudur. Dolayısıyla burjuva devlet aygıtı, kendisine yönelen devrimci eylemi bozmak, savsaklatmak ve bunlarla birlikte devrimci grup ve kişileri yok etmek üzere örgütlenmiş tarihsel ve ideolojik olarak gerici bir kurumdur.
İlham kaynaklarımız…
Dünyada ve Türkiye’de sömürü sistemine ve onun ezilenler üzerindeki gerici diktatörlüğü demek olan devlet aygıtına karşı mücadelelerinde milyonlarca devrimci emeğin sömürüden kurtulması, ezilen ulusların ve inançların özgürleşmesi, kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerindeki ataerkil baskının yok edilmesi, ekolojik dengenin sağlanması vb. vb. kısaca insanlığın gelecekteki toplumunda sömürüden ya da başka bir nedenden kaynaklanan toplumsal bir eşitsizlik olmasın diye hayatlarını feda ettiler ve feda etmeye devam ediyorlar.
Hayatını okuduğumuzda, her birisinin bizlere ilham kaynağı olması gereken, sömürüyü yeryüzünden silme gayesindeki devrim için mücadele ederken, canlarını feda eden devrimcilerin her birinin gerici devlet tarafından öldürülmesinin anlamı sömürüye son verme mücadelesini engelleme gayretidir.
Devrimcileri kurulu düzen ve burjuvazinin demokratik ya da faşist görünümlü diktatörlüğü açısından “tehlikeli” yapan devrimcilerin basitçe sermayeye zarar verme eğilim ya da pratikleri değildir; yukarda belirtilen MLM bilinç ve program dahilinde sisteme yönelen ideolojik ve pratik saldırılarıdır.
Bu nokta bilincin önemini geriye atarak salt ölüme odaklı devrimci pratikle MLM pratiği ayıran önemli bir noktadır. Devrim mücadelesinde canlarını feda etmiş olan bütün devrimcileri anıyorken onların ölümlerini anlamlandırmak onların mücadelelerinin tarihsel, sınıfsal ve sosyal bağlamda ne anlam ifade ettiğinin vurgulanmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
Yaşamlarını feda edenler kutup yıldızımızdır!
Hakim sınıfların demokratik ya da faşist görünümlü diktatörlüğünün görevi, işçi emeğinin sömürüsüyle ortaya çıkan akıl dışı eşitsizlik düzenini zor ile işçi sınıfı ve ezilen emekçi kitlelere kabul ettirmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için burjuva akademilerinde tezler üretip işçi sınıfını devrimci mücadeleden alıkoymayı da; harekete geçmiş devrimcileri ya da devrimci grupları besledikleri asker, polis marifetiyle yok etmeyi de bir yöntem olarak kullanır.
Hakim sınıfların diktatörlüğünün o ya da bu yöntemle elde etmek istediği sonuç işçi sınıfının devrimci ideolojisinin işçi sınıfı ve ezilen emekçi safları arasında yayılmasını, komünist partisinin işçi sınıfı ve emekçiler arasında devrimci örgütler kurmasını, kurduğu devrimci örgütleri komiteler vasıtasıyla en küçük işçi grubuna ve emekçi halka kadar genişleterek siyasal, askeri bir güç olarak hakim sınıfların karşısına dikilmesini engellemektir.
İçimizden alınıp katledilen devrimci yoldaşlarımızın öldürülmelerinin nedeni de budur. Elbette başta emeğin kapitalist sömürüden kurtuluşu kavgası olmak üzere, köylülerin, kadınların, LGBTİ+’ların, farklı ulus, milliyet ve inançların, canlıların haklarının korunması ya da ekoloji mücadelesinde vb. yaşamlarını feda eden her devrimcinin bu tutumu binlerce yıllık insanın insan olma mücadelesi ve bunun gelecek için taşıdığı anlam düşünüldüğünde kahramancadır. Ancak sadece kahramanlık vurgusu ile sınırlandırılan bu tutumun, yukarda anıldığı şekliyle, ideolojik bağlamından koparılmasının MLM bir perspektiften kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Devrim mücadelesinde canlarını feda her bir devrimci onların izinden yürüyerek insanlığı sömürüsüz bir dünyaya eriştirmek isteyen her komünist devrimci için bir yıldızdır. Ancak aynı zamanda o her bir yıldız bizim saflarımızda öne çıkmış bizden birisidir.
Devrimcileri ya da devrimci komünist önderleri, MLM’nin ustalarını mücadele eden diğer bütün devrimciler için erişilmez bir yerde kabul eden bütün yaklaşımlar aslında burjuvaziye hizmet etmektedir. Şöyle ki; sömürü ve baskı sistemine son vermek için mücadele eden her devrimcinin izinden yürüdüğü önderi, ustası ile arasına aşılması imkansız mesafeler yerleştirmek ve üstelik sözüm ona bunu da önder ve ustaları yüceltmek adına yapmak, esasen ideolojinin her devrimci açısından tıpkı ustalar ve önderler gibi kavranabilir ve geliştirilebilir olduğuna ilişkin gerçekliğin ve iddianın bozulmaya uğratılmasıdır.
Ustaların ve önderlerin kişiliklerinin mistifikasyonu, onlara yüklenen ve aslında gerçekçi olmayan özellikler vb. sadece onların bıraktıkları davayı sahiplenen devrimcilerin ustaların ve önderlerin geride bıraktıkları devrimci ideolojiyi ve onun işlevini doğru kavrayamamalarını da beraberinde getirir.
Bu olguyu MLM usta ve önderlerden tüm devrim için canlarını feda etmiş devrimcilere kadar genişletebiliriz. Bugün kimi devrimci örgütlerde belirgin bir şekilde görülebilen “şehitlik” kavramının altının dolduruluşu, MLM sınıf mücadelesi bağlamından kopuk, sınıf mücadelesinin yol, yöntem ve nihai amacı gibi temel sorularla ilişkisi belirsiz hale gelmiş olmasının temelleri burada yatmaktadır.
Hakim sınıfların diktatörlüğü elbette devrimcileri ideolojik olarak engelleyemediği noktada ideolojik saldırılarını şiddet araçları ile sürdürür. Geleceğin sınıfsız toplumunu kurma mücadelesine sarsılmaz bağlarla bağlı olan her devrimci için ölüm kaçınılmaz bir durum olarak belirdiğinde elbette devrimciler canlarını dün olduğu gibi bugün de yarın da feda etmekten sakınmayacaklardır. Ancak henüz böyle bir ikilik durumu dahi ortaya çıkmamışken, doğrudan devrimcinin ölümünü bir mücadele aracı olarak her koşulda ve her zaman kullanmak ideolojik olarak MLM’i kavrayamamış olmanın göstergesidir.
Her bir devrimcinin ölümü devrim mücadelesinin gelişimi açısından yukarda anlatıldığı biçimiyle ağır bir kayıptır. Dolayısıyla devrimci örgütün her bir devrimci kadronun kaybedilmesi durumunda bu ölümün hangi diyalektiğin sonunda ortaya çıktığı, kaçınılmazlığı, kaybettirdikleri ve kazandırdıklarını ince ince sorgulaması gerekir. Hele ki devrimci hareketin görece güçsüz olduğu, kitlelerle ilişkisinin önemli oranda gerilediği koşullarda bunu çok daha sıkı sıkıya yapmak gerekir.
Güçlü bir devrimci örgütle ileri
Türkiye’de İbrahim Kaypakkaya tarafından Komünist Manifesto Türkiyelileştirilip komünizm mücadelesi için proletarya partisi örgütlendiği ilk dönemden bu yana dört yüzden fazla şehit verdi. Şehitlerimizin her birisi canlarını feda ederken eylemlerinin ortaya çıkaracağı komünist topluma sonsuz bir sadakat duymaktaydılar. Sadece bizim saflarımızda mücadele ederek ölümsüzleşen yoldaşlarımız değil; Türkiye devrimci Hareketi bünyesinde savaşan bütün devrimciler için bu böyleydi.
Ülkemizde “cesaretiniz varsa gelin” diyen Sabahat Karataş, önüne konulan sehpa özgülünde sisteme tekme savurarak dağıtan Remzi Basalak; Türkiye devrimci hareketinin en başarılı şehir gerillalarından Tamer Arda; mücadele dolu yaşamı ile hepimiz için örnek olması gereken Habip Gül ve hepsinin adlarını burada anmamız olanaksız olan bütün Türkiye devrimci hareketi şehitleri de bizim şehitlerimizdir. Onları “bizim” yapan bizlerin tarihsel ve ideolojik olarak Türkiye işçi sınıfının ve ezilen emekçi sınıflarının faşist diktatörlüğüne son verecek, demokratik halk devrimi ve sosyalizm mücadelesini zafere götürecek olan yegane kolektifin proletarya partisi olması gerçekliğidir.
Bundan 50 yıl önce kurulan proletarya partisini kuruluş amaç ve işlevine uygun olarak tüm dünyanın devrimci şehitlerini anmak, -yani onları sınıf mücadelesinin anlamını derinlemesine kavrayarak ve onların şehit düşmelerini bu anlam içerisinde kavrayarak onları anmak-, onların resimleri önünde sıkılı yumruklarla hesap sorma ant içme pratiğinin yanında, ideolojik mücadeleyi yükseltmekle mümkündür.
Hakim sınıflar saflarımızdan çok sayıda kıymetli yoldaşımızı ve devrimciyi alarak onları öldürdü. Bunu yapmasının temel amacı bizleri sınıf mücadelesinde öndersiz, örgütsüz bırakmaktı. O halde yoldaşlar başta olmak üzere ölümsüzleşen bütün devrimcileri anmak için yapılması gereken bellidir. Devrimci örgütü güçlendirmek, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen emekçi halk içinde, kadınların, gençlerin, ezilen ulus, milliyet ve inançların içerisinde örgütlülüğümüzü yaymak ve güçlü bir devrimci örgütle hakim sınıfların diktatörlüğünü paramparça etmek!
https://www.kaypakkayahaber.com/bloglar/ozgur-gelecek