14 Ağustos 2024 Çarşamba

1976’dan dikkat çekici bir belge: “Başkan Mao’nun Önemli Talimatları”

Yüz sene sonra devrim hâlâ gerekli olacak mı? Peki ya bin sene sonra devrime ihtiyaç duyulacak mı? Devrime her daim ihtiyaç olacak. Bazı insanlar her zaman ezildiklerini hissedecekler; küçük memurlar, öğrenciler, işçiler, köylüler ve askerler, kodamanların kendilerini ezmesinden memnuniyetsizlik duyacaklar.

 

 Dolayısıyla bunlar devrim isteyecekler. On bin sene sonra çelişkiler ortadan kalkacak mı? Hiç öyle şey olur mu? Elbette ki çelişkiler hâlâ görünür olacak. ..26 Temmuz 2024

 Çince özgün metinden çevrilen aşağıdaki belge, tam metin olarak ilk kez Türkçe yayımlanıyor.

Deng Xiaoping’in Kültür Devrimi’nin altını oyan politikalarına karşı ÇKP solunun son umutsuz hamlesi olan “Sağ Sapmaya ve Geçmişte Alınan Kararları Ters Yüz Etmeye Karşı” kampanya sırasında, ÇKP Merkez Komitesi tarafından parti örgütlerine yollanan 1976 tarih ve 4 numaralı bu belge, Mao Zedong’un ölmeden kısa süre önce, Ekim 1975 ila Ocak 1976 tarihleri arasında yaptığı bazı açıklamalardan pasajlar içeriyor.

 

Bizzat Mao’nun inceleyip onayladığı belgenin son paragrafında bulunan ve Deng’a sert eleştiriler getiren ifadelere, ÇKP tarafından 1998’de yayımlanan Mao Zedong’un Ülke Kurulduktan İtibarenki Yazıları (13. Kitap) 

 

[建国以来毛泽东文稿(第13册) ] başlıklı resmî derlemede yer verilmemiştir.

 

“Başkan Mao’nun Önemli Talimatları” (Ekim 1975-Ocak 1976)

 

Tsinghua Üniversitesi’nden Liu Bing ve omuzdaşları bir mektup yolladılar. Chi Qun ve Küçük Xie’den şikayetçiler. Mektup ne maksatla yazılmış, orası pek belli değil. Zannediyorum ki niyetleri, Chi Qun’ü ve Küçük Xie’yi alaşağı etmek. Yazdıkları mektupta mızrağın ucu beni hedef alıyor. Ben Pekin’deyim; niçin dosdoğru bana mektup yazmıyorlar da, Xiaoping üzerinden iletiyorlar?

Xiaoping, Liu Bing’i pek tutuyor. Tsinghua Üniversitesi’yle ilgili bütün bu meseleler, hiç de orayla sınırlı değil. Bunlar, mevcut iki çizgi mücadelesini yansıtıyor.

Sosyalist toplumda sınıf mücadelesi var mıdır, yok mudur?

 

 Nedir bu “Üç Talimatı Esas Halka Olarak Kavrayın” teranesi?

 

Huzur ve birlik, sınıf mücadelesine gereksinim olmadığı anlamına gelmez.

Esas halka sınıf mücadelesidir; geri kalan her şey buna tabidir.

 

Stalin, bu konuda büyük bir hata yaptı. Ama Lenin öyle değildi. Dedi ki, küçük üretim gün be gün, saat be saat kapitalizmi doğurur. Lenin, burjuva hakkını güvence altına almak için kapitalistsiz bir burjuva devleti inşasından söz etti.

 

 İşte biz, tam da böyle bir devlet inşa ettik. Bunun eski toplumdan pek bir farkı yok. Makam ve mevki ayrılıkları, sekiz kademeli ücret uygulaması, emeğe göre bölüşüm, eşit değerlerin değişimi; bunların hepsi mevcut. Pirinç almak için, kömür almak için, yağ almak için, sebze almak için hâlâ para gerekiyor. Kaç boğazı doyurduğunun önemi yok; nihayetinde paranı, sekiz kademeli ücret sistemine göre alıyorsun.

1949 yılında denildi ki, ülkemizdeki baş çelişki, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Aradan on üç sene geçtikten sonra sınıf mücadelesi meselesi bir kez daha gündeme geldi; üstelik vaziyet iyiye gitmeye başladı.

 

Büyük Kültür Devrimi neyle ilgiliydi?

 

 Elbette ki sınıf mücadelesiyle!

 

 Liu Shaoqi, sınıf mücadelesinin sönümlendiği teorisini ortaya attı. Ne ki, kendisi hiç de “sönümlenmiş” falan değildi. İstiyordu ki o bir grup haini, kararlı destekçilerini kanatları altına alıp korusun. Lin Biao, proletaryayı devirip darbe yapmaya kalkıştı. Söyleyin bakalım, “sönümlenmiş” mi, “sönümlenmemiş” mi?

 

Acaba bazı insanlar, sosyalist toplumdaki çelişkiler sorununu niçin açık seçik göremiyorlar? Eski burjuvazinin fertleri, hâlâ mevcut değil mi?

Çok sayıdaki küçük burjuvayı herkes görmüyor mu?

 

 Hâlâ tam anlamıyla değişmemiş çok sayıda aydın ortalıkta dolaşmıyor mu?

Küçük üretimin etkileri, yolsuzluk ve yozlaşma, spekülasyon ve vurgunculuk dört bir yanı sarmış değil mi?

 

Liu ve Lin gibilerin başını çektiği parti düşmanı gruplar, insanlara huzursuzluk vermeyi sürdürmüyorlar mı?

 

 Sorun, bizzat bu insanların küçük burjuvaziye mensup olmaları, fikirlerinin kolaylıkla sağa kayabilmesidir.

 Küçük burjuvaziyi esasında kendileri temsil ediyorlar; ama yine de kalkıp “artık sınıf mücadelesi apaçık görünür olmaktan çıkmıştır” diyorlar.

Birtakım yoldaşların, özellikle de yaşlı yoldaşların fikirleri, burjuva demokratik devrim aşamasında takılıp kalmıştır. Sosyalist devrimi anlamıyor, buna direniyor, hatta ve hatta karşı çıkıyorlar.

 

Büyük Kültür Devrimi’ne karşı iki tür tutum alıyorlar:

 

 ---Biri, memnuniyetsizliktir.

----İkincisi ise hesap sormaktır, yani Büyük Kültür Devrimi’yle hesaplaşmaktır.

 

Lenin, neden durmadı?

Demokratik devrimden sonra, işçiler ile yoksul ve alt-orta köylüler durmadılar, devrim istemeye devam ettiler. Ama bazı parti üyeleri daha ileri gitmek istemedi, bazıları geriye düştüler, devrime karşı çıktılar.

  Peki ya neden? Bunlar, büyük memurlar olmuşlardı, büyük memurların çıkarlarını korumak istiyorlardı. İyi evleri, arabaları, yüksek maaşları ve hizmetçileri vardı; kapitalistlerden daha beter olmuşlardı. 

Sosyalist devrim, bunların tepesine binecekti. Kolektifleştirme hareketi sırasında, Parti içinde bazıları karşı çıktılar; burjuva hakkının eleştirince, buna da güceniyorlar.

 Sosyalist devrim yapıyorsunuz ve hâlâ burjuvazinin nerede olduğundan bihabersiniz. O, tam da Komünist Parti’nin içindedir; parti içindeki kapitalist yolu tutan yetki sahipleridir. Kapitalist yolcular hâlâ kapitalist yoldalar.

Yüz sene sonra devrim hâlâ gerekli olacak mı? Peki ya bin sene sonra devrime ihtiyaç duyulacak mı? Devrime her daim ihtiyaç olacak. Bazı insanlar her zaman ezildiklerini hissedecekler; küçük memurlar, öğrenciler, işçiler, köylüler ve askerler, kodamanların kendilerini ezmesinden memnuniyetsizlik duyacaklar.

Dolayısıyla bunlar devrim isteyecekler. On bin sene sonra çelişkiler ortadan kalkacak mı? Hiç öyle şey olur mu? Elbette ki çelişkiler hâlâ görünür olacak.

Büyük Kültür Devrimi hakkındaki genel görüş: Esasında doğrudur; fakat bazı eksiklikleri vardır. İşte şimdi eksik kalan bu noktaları mercek altına almamız gerekiyor.

Oran yüzde 30’a yüzde 70’tir; yüzde 70 kazanım, yüzde 30 hata vardır. Tabii bu konuda farklı görüşler de mevcuttur.

 

Büyük Kültür Devrimi, iki hata yapmıştır:

 1) Her şey kahrolsun;

 2) Topyekûn iç savaş.

 “Her şey kahrolsun” kapsamında Liu grubu gibi, Lin grubu gibi bazılarını tepelemek hakikaten doğruydu. Ancak pek çok eski yoldaşa saldırmak yanlıştı. Evet, bu insanların da hataları vardı; bunları biraz eleştirmekte sorun yoktu. Savaş deneyimi olmadan on yıldan fazla zaman geçmişti. Topyekûn iç savaş esnasında silahlar yağmalandı, bunların çoğu insanlara dağıtıldı. Çatışma da bir tür tatbikattır.

 

 Ama insanları öldüresiye dövmek, yaralıları kurtarmamak, bunlar olacak iş değildi.

Yaşlı yoldaşları hor görmeyin, en yaşlılardan biri de benim; yaşlı yoldaşlar da hâlâ birazcık işe yarar. Yaşlı yoldaşlar da isyancı hiziplere karşı yüce gönüllü olmalıdır;

isyancıları durmadan başlarından “def etmemeleri” gerekir. İsyancılar da bazen hata yapabilirler; biz yaşlı yoldaşlar hata yapmıyor muyuz sanki? Biz de onlar gibi hata yapıyoruz.

 

Yaşlı, orta yaşlı ve gençlerin üçlü bileşimine önem vermeliyiz. Bazı yaşlı yoldaşlar yedi-sekiz senedir etkin olarak görev almıyorlar; dolayısıyla pek çok şeyden haberdar değiller. “Şeftali bahçesindeki insanlar, ne Han Hanedanı’nı bilirler, ne de Wei ve Jin Hanedanları hakkında ne söyleyeceklerini.” Birtakım kişiler saldırıya maruz kaldılar. Bunların mutsuz olmalarını, kızgın olmalarını, mantıken anlayabiliriz.

Fakat öfkeyi halkın çoğunluğuna yöneltmek, kitlelere yöneltmek, onlara karşı durmak ve onları suçlamak; işte bundan uzak durmak gerekir. Zhou Rongxin ve Liu Bing çoğunluğu rencide ettiler, kararı ters yüz etmeye kalktılar. Pek çok insan bunu hoş karşılamadı. Tsinghua Üniversitesi’nde yirmi bini aşkın insan var, ama bu ikisi fena hâlde tecrit oldular.

Geçmişte bu okullarda öğretilen şeyler pek bir işe yaramıyordu; dersler unutulup gidiyordu. Faydası ancak bu kadardı. Geride kala kala birazcık kültür kalıyor, insanlar okuma yazma öğreniyor, bazısı ise makale kaleme alabiliyordu. Ben de pek çok kitabı sonradan okudum. Doğaya ilişkin pek çok bilgi -mesela astronomi, jeoloji ya da pedoloji (toprakbilim)- sınıfta öğrenilmez. Gerçek beceriler okulda edinilmez. Konfüçyüs üniversiteye gitmemişti. Qin Shihuang, Liu Bang, Han Wudi, Cao Cao, Zhu Yaunzhang… Hiçbiri, üniversiteye falan gitmediler. Üniversite hakkında hurafelere kapılmamak gerekir. Gorki sadece iki sene ilkokul okudu; Engels yalnız ortaoğretim gördü; Lenin, mezun olamadan üniversiteden atıldı.

Bazıları var ki, üniversiteye gidince işçilerle aynı seviyede olmak istemiyor, işçi aristokratı olmak istiyor. Fakat sıradan işçiler ve köylüler de her gün ilerleme kaydeder. Gerçek kahraman kitlelerdir. Bizlere gelince, çocuksu ve gülünç vaziyetteyiz. Buna ben de dahilim.

Genelde, alt kademedekiler üst kademedekilerden üstündür; kitleler önderlikten üstündür. Önderler, sıradan emekçilerle boy ölçüşemez; çünkü kitlelerden kopmuşlardır ve pratik deneyimleri yoktur. Hani bazıları çıkıp diyorlar ya, üniversite öğrencileri emekçilere denk değildir diye; ben de diyorum ki, asıl ben, bizzat bir emekçi kadar üstün değilim.

 Birtakım insanlar burjuva aydınlarla aynı tutumu alıyorlar ve burjuva aydınların dönüştürülmesine karşı çıkıyorlar. Bunları dönüştürmek gerekmiyor mu? Herkesin dönüştürülmeye ihtiyacı vardır. Benim de, sizlerin de… İşçi sınıfı da, mücadele içinde kendisini sürekli dönüştürmelidir; yoksa bazıları kötü yola sapacaktır. Mesela İngiliz İşçi Partisi gericidir; Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi de gericidir.

Halihazırda büyük tartışmalar okullar ve bazı kurumlarla sınırlı tutulmalıdır. Savaş müfrezeleri örgütlemeye lüzum yoktur, Parti önderliği esastır. Sanayiye, tarıma, ticarete, orduya saldırmak yersizdir. Ancak hareket, bu alanlara da yayılacaktır.

 

Şimdi kitlelerin düzeyi yükselmiştir; artık anarşizme, “her şey kahrolsun”a, topyekûn iç savaşa sarılmıyorlar. Peking ve Tsinghua üniversiteleri doğru yolda ilerliyorlar. Okul Parti komitelerini, fakülte parti komitelerini ve temel örgüt önderliklerini takip ediyorlar. Durum geçmişteki gibi değil; Kuai Dafu ve Nie Yuanzi zamanındaki gibi anarşi yok. Şimdi durum daha istikrarlı.

 

Bazı eski yoldaşların elinden tutmamız, onlara yardım etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, yeni hatalar yapacaklardır.

 

 Büyük Kültür Devrimi’nin başlarında, Henan eyaleti, il ve ilçe Parti komitesi sekreterlerine el uzattı, tutumlarını düzeltmelerini istedi. Sonuçta, il ve ilçe parti sekreterlerinden yüzde 80’i devrilmeden kaldılar. Ben, halen daha yardım eli uzatmaya, çalışma yürütmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Her eyalet yaşlı, orta yaşlı ve gençlerin yer aldığı üçlü [önderlik] bileşimleri yaratmalıdır.

 

Gençler, Kuai Dafu, Nie Yuanzi gibilerden seçilmemeli; iyi gençler olmalı. Gençlere de aynı şekilde el uzatmamız gerekiyor. Aksi hâlde onlar da hata yapacaklardır.

Bir-iki sene içinde biraz felsefe okumanızı, Lu Xun okumanızı öneriyorum. Felsefe okumaları yaparken Yang Rongguo’nun Çin Antik Düşünce Tarihi ve Çin Felsefesinin Kısa Tarihi’ni okuyabilirsiniz. Bunlar Çin’le ilgilidir. Konfüçyüs’ü eleştirmek gerekiyor. Bazı insanlar, Konfüçyüs’le ne derdimiz olduğunu bilmiyor. Bunlar, Feng Youlan’ın Konfüçyüs Üzerine ve Feng Tianyu’nün Konfüçyüs’ün Eğitim Düşüncesinin Eleştirisi yapıtlarına bakabilirler. Feng Tianyu’nünki, Feng Youlan’ınkinden daha iyidir. Ayrıca, Guo Lao’nun On Eleştiri Kitabı’ndaki Konfüçyüsçülüğü ululamak ve Yasalcılığa karşı çıkmak hakkındaki bölümü de okuyabilirler.

 

Xiaoping, “Üç Talimatı Esas Halka Olarak Kavrayın”ı ortaya attı. Bunu yaparken ne Politbüro’yla beraber incelemelerde bulundu, ne Devlet Konseyi’ne danıştı, ne de bana rapor verdi. Ben yaptım oldu diye söyledi gitti. Bu adam sınıf mücadelesini kavramıyor; bu halkaya bir kez bile atıf yaptığı vaki değildir. Hala “beyaz kedi, kara kedi” diyor; emperyalizm ile Marksizm arasında ayrım yapmıyor.

 

Diyor ki, her [kitlesel] kampanya büyük ölçüde eski işçilere ve deneyimli kadrolara zarar vermiştir. O zaman Chen Duxiu’ya, Qu Qiubai’a, Li Lisan’a, Luo Zhanglong’a karşı çıkmak, Wang Ming’e, Zhang Guotao’ya karşı çıkmak, Gao Gang’a, Peng Dehuai’a, Liu Shaoqi’ye, Lin Biao’ya karşı çıkmak, bunların hepsi zararlıydı yani, öyle mi? Eğitimde krizden söz ediyor, öğrenciler kitap okumuyor diye yakınıyor.

 

Okumayan esas kendisi, Marksizm-Leninizmi idrak edemiyor, burjuvaziyi temsil ediyor. “Karara asla karşı çıkmayacağını” söylüyor. Güvenilmezdir. Xiaoping, katiyen samimi değildir. İnsanları korkutuyor, onunla iki laf etmeye cesaret edemiyorlar. Kitlelerin görüşlerine de kulak asmıyor.

 

Önderlik yaparken bu tarz çok büyük bir sorundur. Yine de bu, hâlâ halk arasında bir çelişkidir. Doğru ele alınırsa, Liu Shaoqi ve Lin Biao gibi karşıt saflara savrulmayacaktır.

 

Deng ile Liu arasında, Lin arasında hâlâ bazı farklılıklar vardır. Deng, özeleştiri yapmaya isteklidir. Fakat Liu ve Lin, buna asla yanaşmadılar.

 

Ona yardım etmeliyiz; hatalarını eleştirmek ona yardım etmektir.

 

 Ona ayak uydurmak ise iyi değildir. Eleştirmesine eleştirelim, ama sopayı elimize alıp öldüresiye pataklamayalım. Bizim Partimizin, eksiklikleri olan ve hata yapan insanlara yönelik her zaman bir politikası olmuştur.

 

 Bu politika, gelecekte hata yapmaktan kaçınmak için geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve hastayı kurtarmak için hastalığı tedavi etmektir. Birbirimize yardımcı olmalı, hatalarımızı düzeltmeli, birliğimizi güçlendirmeli ve sıkı çalışmalıyız.

Kaynak: 中共中央文件(中发[19764号)



 

 http://www.mzdbl.cn/maoxuan/huibian/zhongyaozhishibuyi.html

 Bu yazı ilk olarak Doğu Kızıldır sitesinde yayımlanmıştır.

 Çeviri: Onurcan Ülker

 

 

11 Ağustos 2024 Pazar

MAKALE/Proletarya Saflarındaki Martolos ve Onların Gölge Savaşları- 2

 İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen dışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen d ışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır.

Psikolojik harp nesnel olarak görülebilinen bir savaş türü olmadığı için buna maruz kalarak etki alanına giren kesimler neye maruz kaldığını çoğu kez anlayamazlar bile. Bir örgütsel topluluğun ilke, kültür ve geleneklerini gülünç hale getirmek ve devrimci liderlerini gözden düşürmek şeklinde gelişen ilk saldırı dalgası iç çelişki ve çatlaklara çomak sokma yoluyla bozgunculuk ve giderek parçalamayla tamamlanmak istenir. Topluluklar için psikolojik harbin etkisi ateşli silahlarla verilen harbin etkisinden daha tahripkârdır. Onu gerçek bir silahtan daha etkili yapan şey; örgütsel toplulukların beynini dumura uğratan görünmeyen, anlaşılamayan gölge bir savaş oyunu olmasıdır.

Peki neden insanlar bir topluluk ilişkisi içerisindeyken görünmez, elle tutulmaz ve anlaşılmaz malzemelerle yapılan bir gizli savaşın girdabına kolaylıkla düşebilirler? Bu sorunun cevabını Fransız düşünür Gustave Le Bon, 130 yıl önce başarılı bir şekilde açıklamıştı. Bu filozofa göre kitlelerin varoluşu tek tek onu oluşturan bireylerin varoluşundan farklı ve bağımsızdır. Le Bonn’un kitle kuramı; insanın tek başınayken büründüğü karakterin, sergilediği davranış şeklinin kitle içerisindeyken değiştiği ilkesine dayanmaktadır. Sadece psikoloji alanından bir örnek vermek gerekirse eğer; bireysel paniğin, milyonlarca yıl süren evrim sürecinde tehlikelere karşı insanın hayatta kalma biçiminin bir doğal dürtüsü olarak gelişmesine rağmen, kitle paniğinin yapay olarak ortaya çıkan toplu bir yanılsama öğeleri ile dolu olduğu gerçeği bizce buralardan ileri gelmektedir.

 Aynı şey toplu linç ve hiçleşme kampanyaları içinde söylenebilinir. Burjuvazinin yer altı örgütleri tarafından hedef alınan devrimci politik topluluğun önce sosyal psikolojisi ayrıntılı olarak tespit edilir. Çünkü düşmanı iyi tanımadan bir zaferin olanaklı olmadığı ilkesi onlar içinde geçerlidir. Ve uygun tarihsel an geldiğinde bu hedef kitle önceden saflarda devşirilmiş Martolos teşkilatı yoluyla istihbaratı elde edilen zaaf ve çatlaklarından etkili olarak vurulur. Bu arada yanıltıcı propaganda kaynağı belirsiz bir makineli tüfek atışı gibi yaygın olarak devreye konulur.

Ama bu silahın sadece ateşlendiği kaynak değil, aynı zamanda mermileri de görünmez bir alaşımdan yapılmıştır. Her şeyden önemlisi cephesi olmayan bir savaştır bu. Cephe adeta yaşamdaki her yer olduğu için birey ve topluluklar bir savaş cephesinin içine düştüğünü anlamazlar. Yanıltıcı propaganda yoğunlaştıktan bir süre sonra hedef alınan politik toplumun saflarında yarılmalar başlar. Bizim gibi politik topluluklarda sosyo ekonomik sebepler yüzünden küçük burjuvazi gibi ara sınıf ve tabakalar yaygın olduğu için her saldırıda saflarda yarılmalar gerçekleşebilir. Zaten psikolojik harbin görünmeyen mermileri küçük burjuvaziye adeta bir aşkla bağlıdır. 

Çünkü küçük burjuvazi kaypak olduğu için saflardaki müttefiki olan proleter kuvvetleri satmaya eğilim gösterirler. Küçük burjuvazinin bilinç yapısı parçalı, çarpık ve hatta özürlü gibi durduğu için psikolojik harbin girdabına sürüklenerek oradaki görünmeyen örümcek ağlarına bir sinek gibi takılmakta fazla direnç gösteremeyebilirler. Eğitim düzeyi ne olursa olsun bir küçük burjuva bilinci, siyaset bilimine konu olan teorik ve pratik bütün sürecin genel tablosunu, parçalara ayrılmış ve birbirine karışmış puzzle yığınının içindeki tek bir parçayla görmektedir. Beyin hali böyle olunca gölge savaşçılarının etkisine girerek geçici ihanet hali yaşayanlar genelde bu kesimlerden çıkmaktadır.

Bu arada psikolojik harp hedefine doğru ilerlemektedir. Hiç olmamış şeylerin varmış gibi durmadan gösterilme çabası, psişik yapının bozulduğu ve ideolojik temelin zayıfladığı saflardaki bir kaos ortamında bu bahsettiğimiz bazı zayıf nitelikli unsurlar özgülünde bir yapay gerçeğe dönüşür. Eğer insanların beynine hükmedilebilinirse sadece insanların duyguları ve fikirleri değil aynı zamanda davranış ve eylemleri de değiştirilebilmektedir. Böylece birey burjuva hükümetinin hiçbir gizli polisiyle karşılaşıp pazarlık yapmadan bir Martolos’a dönüşebilmektedir. Bir karşı devrimciye doğru devşirilmek için burjuvazinin yeraltı kuvvetleriyle fiziki olarak karşılaşmak gerekmiyor her zaman. 

Günümüzdeki bilgi teknolojisinin kötü niyetle kullanılması sayesinde, uzaktan doğası bozulmuş bilgi paketçikleri, psikolojik tuzaklar ve ideolojik yöntemlerle temeli bozuk olan kesimlerin devşirilmesi mümkün olmaktadır. Çin’li kumandan Sun Tzu, eserinin büyük bölümünde rakibin psikolojik olarak çökertilmesi üzerinde durur. Amaç rakibi olan sınıfın temsilcilerini insanlık dışı göstererek onlara karşı nefret oluşturmaktır.

Günümüzde dijital ağlarda bu sınıf mücadelesinin özgün biçiminin yoğunlaştığını gözlemleyebiliriz. Bunun en yaygın biçimi toparlayıcı olduğundan endişe edilen devrimci politikacı ve aydınların hiç yapmadığı şeyler hakkında suçlanma kampanyalarını bir örnek olarak gösterebiliriz. Kaldı ki devrimciler de Mars’tan gelmeyip bizzat dünyevi toplumların bağrından çıktığı için bazı olumsuz ve zaaflı yönleri de geçmişte ve günümüzde bulunabilir. Biz komünistler diyalektik gelişme yasalarına inandığımız için insan olgusuna Orta Çağ Enginizasyon mahkemelerinin cezalandırıcıları gibi yaklaşamayız. Bu anlamda bazı devrimcilerin olası hata ve zaaflarını eleştirip düzeltmek yerine çarpıtmak ve afişe etmek gibi istismara yol açan bütün yaklaşım biçimlerinin objektif olarak özel harbin kirli bir harekât biçimi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Sınıf mücadelesinin bu yıkıcı özel tekniklerinin başarılı olabilmesi için inanılır, enteresan, anlaşılması basit ve tutarlı olması gerekir. Sık sık tekrar edilen hayali suçlamalarla zihinlerde hatalı bir imaj oluşturulmak hedeflenir. Biz bu duruma bir tür beyin ayarı ya da psikolojik mühendislik de diyebiliriz. Propagandanın genel gerçeklerle uyumlu olması durumu bir süre sonra tarafsızlar, fikir sahibi olmayanlar ve tereddütlü kesimler üzerinde etkisini göstermeye başlar. 

Bu özel sınıf savaşımının bir stratejiyi gözettiği zaten buradan anlaşılmaktadır. Çünkü siyasal bir mücadelede güç dengelerinin hangi sınıfın lehine sonuçlanacağını belirleyen toplumsal kesimleri oluşturmaktadır bu hedeflenen toplumsal kategoriler.

Son yıllarda sermaye sınıfının en azgın ve bilinçli güçlerinin politik geleneğimize yönelik “Kontrollü Gerilim Stratejisi” uygulamaya çalıştıkları gözlemlenmektedir. Kontrollü güvenlik stratejisinin burjuva siyasasında ekonomik ve yönetsel olmak üzere iki tane önemli işlevi vardır. Nasıl ki silah endüstrisi ölüm makinalarını satıp kâr yapmak için dünya çapında böyle bir stratejiye ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde emperyalizm ve bilumum bütün iş birlikçi burjuva hükümetlerde egemenliğini tesis etmek için buna ihtiyaç duymaktadırlar. 

Zaten sermayenin güç odakları egemenlik duygusunu güvenlik altına almak için gerilimi artırma stratejisine her zaman ihtiyaç duyarlar. Biz bu duruma gerilimden çıkar sağlama stratejisi de diyebiliriz. Amaç gelecekte potansiyel tehlike olarak algıladıkları gelişmeyi devrimci aktörleriyle birlikte kendi savaş minderine çekmektir.

Çünkü onların anladığı politik mücadele kuralları sadece şiddetten oluşur ve orantısız güç ilişkileri içinde şiddetten faydalanarak egemenliğini bugünden pekiştirmek isterler. Bu şekilde kabul edilebilinir toplumsal meşruiyet temelinde konumlanmış olan proletaryanın demokratik güçlerini orantısız güç ilişkilerinin hakim olduğu bir konsepte çekerek ezmek ister.

 Çünkü sermaye sınıfı bu doğrudan ezme işine uluslararası bir meşruluk kazandırmak ister. Bu amaçla burjuva sınıfının güvenlik stratejistlerinin en yaygın taktiği devrimci proletaryanın kumandasındaki diri demokratik kuvvetleri tahrik ve provokasyonlarla kriminalize etme çabası şeklinde öne çıkmaktadır. Almanya ve Fransa gibi Avrupa devletleri bile zaman zaman kendi sınırları içerisindeki çeşitli milliyetlerden devrimci işçi derneklerine karşı bu taktik siyaseti uygulamaktadır.

Düzenin yasal icazeti altında devşirerek etkisiz hale getiremediği devrimci odaklara karşı bu güvenlik stratejisini uygulamaktadırlar. Sosyalist demokrasi mücadelesi süreçlerinde böylesine direniş odaklarının son yıllarda oldukça zayıfladığını da burada eklememiz gerekiyor. Reformizmin, düzen işçiliğin, sınıfsal teslimiyetin, ideolojisiz siyasetin ve mezhepçilik, hemşericilik ve mikro milliyetçilik gibi post modern döneme özgü yerel motiflerin ön plana çıktığı bu dönemde burjuvazinin ateşli silahları şimdilik fazla bir işe yaramamaktadır. 

Çünkü bu bahsettiğimiz kategorik değişiklikler bağlamında devrimci hareketin toplumsal etki alanı zor araç ve gereçlerle çözülmesi kaçınılmaz olan bir çelişki biçimini yaratamamaktadır. Dünya tarihinde reformistlere karşı bile tertipler düzenlenip cezaevlerine tıkıldığı ve işkencelerden geçirildiği dönemler olmuştur. Bu durum dünyanın eski sınıfsal güç dengelerinden kaynaklanıyordu. 

İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen dışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır. Buna burjuva sınıf karakteri kazanmış sözde sosyalist demokrasi mücadele örgütleri de dahildir…

 

MAKALE/Proletarya Saflarındaki Martolos ve Onların Gölge Savaşları- 1


Biz proletarya saflarına sızdırılmış Truva atlarına benzeyen bu Martolosların yürüttüğü gölge savaşlarına, görünmeyen, elle tutulamayan, bizimle aynı dili konuşan ve kaynağı belirsiz bir savaş şeklide diyebiliriz. Yani makalemizin ilerleyen bölümlerinde bir savaş bile olduğu belirsiz olan ama aslında özü yaman bir savaş olan bu gerçeklikten bahsetmeye çalışacağız.

Sınıflar tarihinde psikolojik harbin kökleri 2500 yıl önce “Savaş Sanatı” eserini yazan Çin’li kumandan Sun Tzu’ya kadar uzanmaktadır. Düşman toplulukların saflarında bozgunculuk yapmak ve onları içten parçalamanın teknikleri bu tarihi eserde başarılı bir şekilde tarif edilmiştir. Hedef olan topluluğa görünmez bir el tarafından yabancı bir kültür ihraç ederek onları ateşli silahlarla verilen bir savaş öncesi öz doğasından uzaklaştırmak şeklindeki gelişmiş bir konseptin temellerinin bu dönem atıldığı anlaşılıyor. Her ne kadar daha sonraları Moğollar psikolojik harbi oldukça etkili kullanmış olsalar da Çinlilerde olduğu gibi görünmez bir el tarafından yönetilen bir gölge savaşı olmaktan uzaktı. Çünkü Moğollarda psikolojik harbin esasları sadece korku ve dehşete dayanıyordu. Moğollar saldırıya geçmeden önce ordularını olduğundan büyük gösterir, kuşatmaya aldıkları şehirlere mancınıklarla esirleri canlı olarak fırlatır ve ele geçirdiği uygarlıkların liderlerine etini zorla yedirerek düşman toplulukların iradesini psikolojik olarak kırmaya çalışırlardı. Bunun aksine sadece geçici talana dayanmayan ve girdiği yerlerde kalıcı bir sömürü sistemi kuran Osmanlıların psikolojik harp teknikleri günümüzdeki sınıf mücadelelerinde yaşanan sürece epey ışık tutmaktadır.

Özellikle Kanuni Süleyman döneminde Rumeli, Balkanlar ve Batı Avrupa işgal hareketlerinde kullanılan “Martolos” adlı Hristiyan kökenli psikolojik istihbarat örgütlenmesinin uyguladığı taktikler incelenmeye değerdir. Bu taktikler özetle; yabancı bir bölge işgal edilmeden önce o bölge halkıyla aynı dili konuşan, aynı kültürden ve dinden Martolos üyeleri önden bölgeye gönderildi. Amaç tamamen o toplumun sosyolojik ve psikolojik zaaflarını, zayıflıklarını ve çatlaklarını tespit ederek saflarını bozmaya çalışmaktı. Martolosların içine sızdığı topluluklarda kraldan çok kralcı davrandıklarından şüphe duymamak gerekiyor. Bir kurtarıcı rolü oynamak, hamaset nutukları çekmek, olmayan bireyi varmış gibi göstermek ve kutsallığı kışkırtmak bu sosyal ajanlığın tipik özelliklerinin başında gelmektedir. Bu taktiğe Osmanlılardan önce Bizanslıların da başvurduğunu tarihsel kayıtlar bildirmektedir. Aynı taktiği Hitler’in de Fransa işgalinde kullandığını biliyoruz. Hitler Nazi ordularını Fransa üzerine göndermeden önce en az 15 bin tane tıpkı Osmanlıdaki Martolos teşkilatı görevine bürünmüş olan sosyal ve kültürel ajanı turist kılığıyla önden bu ülkeye soktu.

Fransa halkı ile ulusal ordusu arasındaki çatlakları bu sosyal istihbaratçılar vasıtasıyla tespit eden Nazi rejimi kara propaganda ile bu çatlakları büyüttü. Fransız halkı kendilerinden olan, onlarla aynı dili konuşan ve onlarla aynı şekilde tarihsel vatanları için ortak kaygı duyan bu sahte yurtseverlerin yaygın psikolojik propaganda faaliyetinden etkilenerek zaten öncelerden zayıflamış olan toplumsal bağları hepten dumura uğradı. Böylece Fransa artık işgal edilmeye hazır hale getirilmişti. Alman Nazi ordusu birkaç saatte Paris’e dayandığında devrimler tarihinin beşiği olan bu topraklarda Adıyamanlı Misak Manuşyan önderliğindeki bir avuç komünist direnişçi dışında halkın bütün direnç odakları çökmüş ya da dönüştürülmüştü. Oysa Fransız düşünür Gustave Le Bon daha 1895’lerde yazdığı “Kitleler Psikolojisi” adlı eserinde; “Eğer kullanılması bilinirse psikolojinin tersanelerinde dünyanın en kudretli toplarından daha dehşetli silahlar vardır.” demişti. Bu anlamda Alman faşistlerinin sinsice uyguladıkları psikolojik harp tekniklerinin Fransız ulusunun tarih bilincini bloke ettiğini rahatlıkla tespit edebiliriz.

Tarih boyunca psikolojik harbin en önemli hedeflerinden birisi de zaten hedef alınan düşman topluluğunun tarih bilincini bozmaktır. Çünkü savaş ve direniş gerçeğinin en çok bağ kurduğu alan toplumların tarih bilincidir. Eğer sınıf bilinçli proletarya böyle bir bilincin ürünü olarak tarih sahnesine çıkmamış olsaydı bir gün bile mülk dünyasının karanlık ve eli kanlı prenslerinin önünde ayakta duramazdı. Her sınıf kendi egemenliğini tarihsel rezervlerinden aldığı somut ve soyut araçlarla inşa etmek ister ama proletaryanın nihai egemenlik arayışının yenilgilere rağmen bitip tükenmek bilmemesinin esas sebebi yine ilk olarak Marks ve Engels tarafından keşfedilmiş olan tarihin bazı zorunlu yasalarında saklıdır. O halde günümüzdeki burjuva hükümetlerin devrimci proletaryaya karşı verdiği psikolojik harekatın başarıya ulaşması için üç tane ana hedefe ulaşmış olmaları gerektiğini tespit edebiliriz. Bunlar ideoloji, kültür ve tarih bilincinden başka bir şey değildirler ki, zaten bu kategorilerin hepsi birbirini etkiler konumdadırlar.

En başta ideolojiyi değiştirdiğiniz zaman tarih ve kültür anlayışınızı da değiştirmek zorunda kalacaksınız tabii ki. Ama nasıl ki tarih bilinciniz post modern bir yapı söküme uğradığı zaman ideolojiniz de değişmek isteyecekse aynı şekilde zamanla kültürünüz de değişecektir. Zaten bilgi teknolojisi ve psikoloji bilimindeki yeni gelişmelerle ateşli silahlardan daha etkili bir hale getirilmiş olan psikolojik harp tekniklerinin günümüzde aldığı en kompleks özellik onun görünmez ve anlaşılmaz olmasıdır. Çünkü ideolojisi değiştirilen ya da tarih bilinci tıkanan birey ve topluluklara göre değişen roller çok normal bir süreçmiş gibi görünecektir. Günümüzde birçok bireyin reformist, işbirlikçi ya da karşı devrimciye dönüşmüş olduğunu hala fark edememiş olmasının nedenleri, maruz kaldığı savaş biçiminin esrarından ileri gelmektedir. Mesela, Osmanlı ve Nazi Almanya’sındaki “Martolos”ların günümüzde devrimci çevrelerden devşirilerek proletarya saflarına karşı konumlandıkları kesindir. Bu Martolos’ları en aleni şekilde gözlemleyeceğimiz yer de dijital ağlardır. Ki zaten günümüzdeki psikolojik harp doktrinleri esas olarak dijital teknik ve platformlardan yararlanırken, devrimci hareketin gerileme ve yenilgi koşullar da yeni Martolos devşirmeye oldukça elverişlidir.

Mesela; Kaypakkaya geleneğinin bir kısım eski mensubunun kandaş, dindaş ya da akraba ulusun içinde istila öncesi hareket eden bir Martolos’a dönüşmüş olduğunu, anlayamamaları sosyal bilimler açısından incelenmeye değer bir durumdadır. Politik mücadelemizin içinden geçtiği özgün tarihsel koşullar dolayısıyla eleştiriyi gerektiren sorunlarla dolu olduğu açıktır. Dönemin en büyük sorununun ideolojisiz ve sınıfsız siyaset ve düzenin yasal icazeti altında etkisizleşmek olduğunu bu kamu alanlarında zaman zaman dile getirmeye çalışıyoruz. Zaten saflardaki proleter güçlerin ikili görevleri arasında; işçi sınıfının örgütünü orta sınıfların ihtiyaç duyduğu bir aparata çevirmek isteyen burjuva sosyalistler ile birer Martolos’a dönüşmüş olan sahte kurtarıcılara karşı aynı anda ideolojik mücadele vermek gelmektedir. Saflarda zaman zaman beliren gerici Marksist revizyona karşı mücadelenin müttefiki Martolos olamazlar. Çünkü devrimci proletarya sınıflar mücadelesinin en özgün biçiminin sürdüğü komünist partisinde bile bayrağını bağımsız bir biçimde yükseklere kaldırır.

Başta komünist partisi olmak üzere toplumun bütün iktidar alanlarına hakim olmak proletaryanın tarihsel bir hakkıdır. İlerici insanlık tarafından kabul edilen evrensel hukuk ilkeleri, etik ve siyasetin polemik kriterlerini tanımayan anlayışların proletarya saflarında sürekli istismara açık bir zaaf ya da çatlak aramaları tamda Martolos’ın tarihsel görevlerine uygunluk arz etmektedir. Tabii ki bu durumu beyin felcine uğramış olan küçük burjuva solcuları anlayamazlar. Ayriyeten bizler yılların arkaik ilişkileri içinde gerici ve ilkel bir klan üyesine dönüşmüş olan kesimlerin de bu durumu anlamalarını bekleyemeyiz. Bir problemle bilimsel ve ideolojik mücadele vermek ve onu çözmeye çalışmak ve eğer olmuyorsa devrimci bir alternatif yaratmak yerine bunu gizli yıkıcılığın bir fırsatına çevirip sermayenin sofrasına servis etmek burjuvaziden devralınan psikolojik bir harp yöntemi değil midir? Çatlakları onarmak ve kötü ruhları kovmak yerine buralara sinsice çomak sokmak ve her şeyden önemlisi tıpkı Fransa’nın işgalinden önce oraya doluşan Martolos gibi lümpen ve çürümüş birer memeli türüne dönüşmüş tipolojileri istihbarat faresi olarak kullanarak gizli dosyalar tutmak özel mülk alemine ait kirli bir savaş biçimi değil midir? Halbuki olası bir devrimci alternatifin gelecekte ışığı parlayan bir yıldız olma ihtimalini belirleyen ilke, onun şimdiden verdiği ideolojik savaşımının biçiminde saklıdır.

Bilimsel, estetik ve etik olmayan bir ideolojik etkinliğin tarihi olmadığı için geleceği de yoktur. Hani halkın; “İlerde adam olacak çocuk daha şimdiden kendisini belli eder.” benzeri bir özdeyişinde olduğu gibi duruyor birazda her şey. Kaypakkaya hareketinin sosyal ilişkilerini son yıllarda kuşatan Martolos hareketinin hangi sınıfsal nedenlerle ve hangi imkanları kullanarak bir teşkilata doğru dönüştüğünü makalemizin gelecek bölümünde çözümlemeye çalışacağız. Biz proletaryanın düşün ve yazım emekçilerine göre komünist saflardaki reformistler, teslimiyetçiler ve onlara karşı sözde radikal gösteriler eşliğinde kıyameti koparan ama gerçekte adeta birer Martolos’a dönüşmüş kesimler ideolojik olarak kardeştirler. Komünist partisine yönelik gerçekleşmeyi uman bir burjuva istilanın ideolojik ve fiziki öncüleri olması durumu hepsinin ortak özelliğidir…

12 Ağustos 2024


https://gazetepatika22.com/proletarya-saflarindaki-martolos-ve-onlarin-golge-savaslari-2-156919.html


 

 

6 Ağustos 2024 Salı

YOKSA? Kapitalist mi !!! Yada Emperyalist bir ülkemi ??!! Türkiye „Yarı-Sömürge“ Bir Ülke Mi?


Yusuf Köse___________Sömürge-Yarı-Sömürgecilik Üzerine

“Sömürge”, “yarı-sömürge”, “bağımlı” ülkeler kavramı sık sık kullanılmaktadır. Ancak, yarı-sömürge kavramının çoğu zaman yerli yerinde kullanılmadığı da bir o kadar gerçektir. Sömürgeciliğin tarihi kapitalizm öncesi (kölecilik ve feodal) toplumlarda olmasına karşın, kapitalist toplumda sömürgecilik, dünyanın belli emperyalist ülkeler arasında paylaşılmasına ve paylaşım uğruna savaşlara dayanmaktadır. Özellikle serbest rekabetçi dönemden tekelleşme dönemine geçişte, kapitalist ülkelerin sömürgeciliği de tekelleşmeye oranla artmıştır.

 

Kapitalizmin tekelleşme evresindeki sömürge politikasıyla, kapitalizmin önceki evrelerindeki sömürge politikaları -Lenin belirttiği gibi- temelde farklıdır.1

 

Emperyalizm dönemindeki sömürge politikasının ayırt edici özeliği, en büyük tekellerin dünyayı egemenliğidir. Yarı-sömürgecilik ya da yeni sömürgecilik süreçleri de her bağımlı ülke için değişmesine karşın, emperyalist tekeller, kapitalizmin gelişmediği ya da az geliştiği, kapitalist tekelleşmenin fazla gelişmediği ülkeleri finans sermayesi aracılığıyla kendilerine bağlarlar.

 

Sömürgecilikten kurtuluş, işgale ve sömürgeciliğe karşı açıktan savaş ve göreceli de olsa bağımsızlığın kazanlıması ve sömürgecilerin ülkden kovulmasıdır. Sömüge ülkelerin “bağımsızlıklarını” kazanmaları emperyalizm çağında “tam bağımsızlık” söz konusu olmaz. Ancak, sosyalizmin zaferiyle bu gerçekleşebilir. Bağımsızlığını kazanan sömürge ülkelerin kapitalist yolda devam etmeleri, yani, emperyalist sistemin zincirinin bir halkası olmaya devam ettiği sürece, “bağımsızlık” da göreceli olarak kalmaktadır.

 

Özelikle sermaye birikiminin gelişmesiyle, emperyalist ülkeler diğer ülkeleri kendi finans sermayesine bağımlı hale getirmişlerdir. Ancak, emperyalist sermaye gittiği ülkelerde kapitalizmi geliştirici bir rol oynaması nedeniyle, yarı-sömürge ülkelerde de kapitalizm gelişmiş ve gelişmektedir. Tekelci burjuvazi gittiği yerlere özgürlük götürmez, ama sermaye ihracıyla kapitalist gelişmeyi götürür ve dünyayı kendine benzetir.

 

Yarı-Sömürge ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelere, yani emperyalist ülkelere bağımlılık dereceleri, bu ülkelerdeki kapitalist gelişme ile doğru orantılıdır. Yarı-sömürge bir ülke, emperyalizme sermaye ve politik olarak bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkisi, ülke içindeki kapitalist gelişme (tekelleşme) arttıkça, yani kapitalizm geliştikçe, emperyalist sermayeye bağımlılıkta azalır. Emperyalist sermayeye olan bağımlılığın azalması, politik bağımlılığı da zayıflatır ve bağımsız hareket etme özelliği daha fazla öne çıkar.

 

Buradaki “bağımsızlık”, bütünüyle emperyalist sistem dışına çıkmak değil, daha fazla emperyalist sistemin içine girmek olarak ele alınmalıdır. Çünkü, emperyalist sistem içinde bütün ülkeler şu veya bu oranda birbirine finans sermayesinin zincirleiryle bağımlıdır. Hepsi emperyalist zincirin birer halkasıdır. Örneğin, ABD emperyalizmi, “bağımsız” gibi görünsede, diğer emperyalist ülkelere şu veya bu oranda bağlıdır. Diğer emperyalist ülkelere göre daha güçlü bir emperyalist ülke olması nedeniyle, daha bağımsız hareket etmesi ve diğer emperyalist ülkeler üzerine baskı oluşturmasına karşın, o ülkelerin sermayesine gereksininmi var ve birçok konuda birlikte hareket etmek ya da onları dikkate almak durumunda kalmaktadır. Ayrıca, emperyalist rekabet ve emperyalist kamplaşma, zorunlu olarak en güçlü emperyalist ülkeleri, daha güçsüz emperyalist ülkeleri dikkate almaya itiyor. Çin, Tayvan'ı kendi topraklarına bağlamak istiyor, ancak, önünde diğer emperyalist (başta da ABD emperyalizmi) ülke engeller var.

 

Ya da AB ülkeleri ve AB içinde Almanya gibi ülkeler, emperyalist sistem içindeki çelişmeler ve güç dengelerinden dolayı, Rusya ve Çin karşısında ABD'nin emireri gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Hatta, yaklaşık 10 milyar Avro'ya mal olan Rusya-Almanya arasındaki “Kuzey Akım-2” gaz boru hattını, ABD'nin sobataj düzenleyerek tahrip etmesini sessizce kabullenmek zorunda kaldı. Oysa, Alman sermayesi bu boru hattından gelecek gazı “dört gözle bekliyordu” dense yeridir. Emperyalist sistem içindeki dengesiz gelişme, emperyalist ülkelerin birbilerini kollamalarını, taviz vermelerini ve yerine göre birilerine boyun eğmelerini de sağlıyor. Kurtlar sorfasında kuzuların özgürce dolaşma özgürlüğünün bedeli, kendisinin yenmesiyle sonuçlanır.

 

İki Emperyalist Kamp Arasında Şansını Arayan Tekelci Türk Devleti

 

Yarı-Sömürge ya da bağımlı ülkeler, sermaye birikimlerine oranla bağımsız hareket etme eğilimi her zaman vardır ve kendi sermaye birikimlerini sağlamak için çaba harcarlar. Ve kapitalist gelişme ile birlikte dış ülkelere sermaye ihraç etme eğilimini taşırlar. Yarı-sömürge ülkelerdeki tekellerin sürekli emperyalist tekele bağımlı kalma eğilimi olamaz ve bu tekelleşmenin doğasına aykırıdır. Her tekel büyümek ister. Sermayesini büyütecek bütün ilişkileri, yolları kullanır ya da böylesi bir eğlim içindedir. Bir zamanlar ajentacılığını yaptığı tekelin karşısına, aynı pazarlarda rakip olarak çıkar. Bu nedenle yarı-sömürge ülke burjuvazisi, sonsuza kadar “böyle kalalım” demez, diyemez, kapitalist gelişme kendi yasalarını her zaman hakim kılar. “Yarı-sömürge”cilik de, kapitalist gelişmeye bağlı olarak sermaye birikimiyle doğru orantılı olduğu için, kapitalist tekelleşme geliştikçe bağımlılık da azalır ve yerini, emperyalistler arası dengesiz gelişen ilişkilere bırakır.

 

Bugün Türkiye'i “yarı-sömürge” olarak değerlendiren devrimci ve komünist örgütlenmeler çoğunlukta. Bazıları yavaş yavaş bir değişim göstermesine karşın, hala “göbekten emperyalizme bağımlı” diyen anlayış ve siyasal örütlenmeler çok.

 

Örneğin, TKP'nin online sitesi Sol Haber'de, Türkiye'nin Afrika'da faaliyetlerini inceleyen yazılar çıkmaya başladı.2 Türkiye'nin Afrika ülkelerindeki, ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel (emperyalist kültür) ilişkileri “Emperyalist Türkiye”3 adlı kitabımda geniş olarak ele alınmıştır. Her ne kadar TKP genel sekreteri Kemal Okuyan, Türk devletinin emperyalist yayılmacılığını “Yeni “Osmanlıcı zihniyet”4 olarak adlandırıp, sosyal şovenist anlayışla emperyalist karakterini reddetse de, yine de bu tür inceleme ve araştırmaların yayınlanması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.04.08.2024 tarihli Evrensel gazetesi, “Afrika’daki Türkiye!” manşetiyle çıktı.5

 

Bu konuda Evrensciler beni şaşırttı desem yeri. Çünkü “emperyalizme bağımlı” olarak değerlendirdikleri gibi, “Teori ve Eylem” dergilerinden Türkiye’yi emperyalist olarak değerlendirenler eleştiriliyor.6 Evrensel’de çıkan “Üsler, limanlar, yollar, okullar: Afrika'da Türkiye'nin büyüyen izi” Cihan Çelik imzalı yazı, benim 2022 yılında yayınlanan “Emperyalist Türkiye” kitabımda; “Türk Emperyalist Devletinin Yayılmacılıkta Askeri ve Yumuşak Güçleri” başlıklı bölümde, fazlası var, eksiği yok.7 Ancak, küçük burjuva anlayışlar, her şeyi ilk defa kendileri “keşfettikleri” için, çok önceden yayınlanan çalışmaları görmezden gelme gibi bir “körlenmeleri”de söz konusudur. Bunların eleştirileri bir sonraki yazıda ele alınacağı için geçiyorum. Evrensel’in yazarları’da, Sol Haber’in yazarları gibi, “dev tekellerin büyümelerini” anlatmalarına karşın, bu emperyalist tekellerin devletini “yeni osmanlıcılık” “özentisi”8 gibi göstermeye devam ediyorlar. Demek ki, Osmanlı’nın “dev sermaye sahibi tekelleri” varmış da dünya alem bilmiyormuş!!!

 

Yine, Bolşevik Partizan'ın (Bolşevik Parti /Kuzey Kürdistan-Türkiye) 12. Kongre'sinde “Türkiye'nin emperyalist” olma sorununu tartışacaklarını (“T.C.’nin emperyalistleşme yönünde geliştiği ve bu gelişmede çok önemli mesafe katettiği yönünde bir görüş birliği var.”)9 açıklamaları ileri bir gelişmedir.

 

Bu olumlu gelişmelerin yanında, hala “yarı-sömürgecilikte” direnenlerin varlığı ve Türk tekellerinin hemen hemen bütün ülkelerdeki sermaye yatırımlarını görmezden gelmeleri, ama Türkiye'deki emperyalist sermayeyi öne çıkarıp, yerli sermayeyi (ki bu da emperyalist sermayedir) ikinci plana atan yaklaşımlar devam etmektedir. Marksizm-Leninizmle biraz temasta olanlar, Türk devletindeki bu gelişmeyi eninde sonunda göreceklerdir. Çünkü görmemek olası değil. Tekelci Türk devleti “ben buyum!” diye bas bas bağırıyor.

 

“Yarı-sömürgelik” ve “yarı-bağımlılık” ilişkileri, birbirinden çok farklı değil, aralarındaki fark görecelidir. Bunu bağımlılık ilişkilerini belirleyen o ülkenin emperyalist sermayeye bağımlılık oranıyla doğru orantılıdır. Her yarı-sömürge ülkenin, emperyalizmden bağımsız hareket edemeyeceğini varsaymak, “bağımsız” ülkelerin somut durumunu tam olarak yansıtmaz. Örneğin Türk devleti 1974'de Kuzey Kıbrısı, tüm emperyalistlerin karşı çıkmasına rağmen işgal etti ve hale bu işgal devam ediyor. Gelinen aşamada, işgali sonlandırması bir yana, oradaki varlığını daha da güçlendirmektedir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ı işgal ettiğinde emperyalist bir ülke değildi. Ama, “yarı-sömürge” olma halinde zayıflama vardı. Emperyalistlerin baskılarına rağmen, bağımsız hareket etti. Ya da en azından diğer (sosyal emperyalist SSCB, ABD ve İngiltere) emperyalist ülkelerin askeri karşı koyuşunun olmayacağını garanti ettikten sonra böyle bir işgali gerçekleştirdi. Oysa, aynı Türk devleti, 1964 yılında Kıbrıs'a “müdahale” etmek istedi, ancak ABD'nin sert (Johnson Mektubu10) tepkisiyle karşılaşınca, karşı saldırıyı göğüsleyemeyeceğini hesaplayıp, müdahaleden vazgeçti.

 

Kıbrıs işgali, Türk sermayesinin tekelleşmesinin güçlenmesiyle de doğru orantılıdır. 1970'lerin ortasında tekelleşmenin düzeyi, “Emperyalist Türkiye” kitabımda incelenmiştir.11 Türk sermayesinin giderek güçlenmesi, birçok ekonomik ve politik yaptırımları (ABD'nin silah ambargosu) gözaldığını da göstermektedir. ABD'nin askeri yardımı Türk devleti için önemliydi. Çünkü Türk ordusunun askeri (silah) gereksinmelerinin büyük bir bölümü ABD'den karşılanıyordu.

 

Türkiye 1990'ların başından itibaren daha bağımsız hareket etmeye başladı. Bu “bağımsız”lık, Türk sermayesinin uluslararsı sermayeden bağımsız olduğunu göstermez. Tersine 1980'den itibaren Türk sermayesi uluslararası emperyalist sermaye ile daha bir içiçe girmiştir. Türk tekelci sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmesi, daha sıkı ilişki içine girmesi, uluslarası sermayenin ülke içinde daha rahat hareket edebileceği yasal düzenlemelerin yapılması, Türk tekelci sermayesinin de gelişme düzeyi ile doğru orantılıdır. Türkiye'nin 1980'lerden itiabren uygulanan ekonomik politika, hem Türk tekelci sermayesinin hem de uluslararsı sermayenin çıkarlarını gözeten bir politikaydı.

 

Emperyalizm çağında, “kapitalizmin kendi iç dinamiği ile büyümesi, gelişmesi” bir masaldır. Kapitalist ülkelerde, “kendi iç dinamiği ile büyüme” arayanların, kapitalist dünyanın yeni bir (emperyalist) aşamaya geldiğinin ve bunun ekonomi-politik etkilerinin neler olduğunu tam olarak bilmeyen ve “her şey eskisi gibi” sanan dogmatik yaklaşımların ürünüdür. Bu bağlamda da, Türkiye'deki kapitalist gelişme, emperyalist sermaye desteği ve emperyalistlerden alınan kredilerle (borç) sağlanmıştır. Bu durum, diğer “yarı-sömürge” ülkeler içinde geçerlidir. Geçerken söyleyelim, bazı ulusalcıların çok övündüğü, 1930-40'lar arasında Türkiye'de kurulan fabrikalar, dışardan (bir çoğu o zamanın SSCB'den) ve batılı emperyalist ülkelerden sağlanan kredilerle (borç) gerçekleşmiştir.12

 

2. emperyalist paylaşım savaşı öncesi Türkiye'de kurulan tüm fabrikalar yabancı ülkelerden ya da tekellerden sağlanan kredilerle (borçlarla) kurulmuştur. Kapitalizmin gelişmediği, tekelleşmenin olmadığı yerde de sermaye birikimi olamaz. Böylesi bir durumda dışa bağımlılığın derecesi daha yüksektir. Bu dönemdeki kapitalizm komprador kapitalizmdi. Türkiye'de de sermaye birikimi ve tekelleşme 1970'lerin başından itibaren olmuştur. Özellikle büyük sermaye gerektiren tüm fabrikalar, büyük alt yapı-yatırımları, büyük baraj ve elektrik santrallerin kurulması vb. yine dışardan sağlanan kredilerle kurulmuştur. Bugün de özel sektörün faaliyetleri için dış kredilere gereksinimi vardır. Ancak, ülkede kapitalizm komprador niteliğini çoktan yitirmiş tekelci kapitalizm haline dönüşmüştür ve tekelleşme yüksek düzeydedir.13 Dış kredilere gereksinim duymak her zaman “yarı-sömürgecilikle” doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bütün emperyalist büyük tekeller dış krediye gereksinim duyar ve yüksek düzeyde borçlanırlar. Tekellerin borçlanmalarının miktarı kendi öz sermaye birikimleri ile doğru orantılıdır. Borçlanmalar (sağlanan krediler) yurt dışındaki bankalardan olduğu gibi yurt içindeki bankalardan da sağlanabiliyor. Ve özel tekellerin dış borçları devlet garantilidir.

 

T.C. Merkez Bankası'nın verilerine göre, şu anda özel şirketlerin (tekellerin) dış ülkelerden sağladıkları kredi borçlarının toplamı; “Mayıs sonu itibarıyla, özel sektörün yurt dışından sağladığı toplam kredi borcu, 2023 yıl sonuna göre 4,5 milyar ABD doları artarak 168,5 milyar ABD doları olmuştur.“14

 

Türk tekellerin dış ülkelerden sağladıkları krediler, onların dış krediye bağımlı olduğunu, ancak bu “yarı-sömürgecilik” değil, tersine, uluslararsı sermayenin içiçeliğini ve kapitalist ülkelerin birbirine kopmaz bir şekilde bağlandığını gösterir. Çünkü, aynı şekilde uluslararası diğer emperyalist tekellerde dış ülkelerden kredi (borç) almaktadırlar. Örneğin, Almanya'nın ülke olarak toplam borcu 6,7 trilyon Avro'yu aşmıştır.15 Buna karşın; “2023 yılı sonunda, Almanya'daki finansal olmayan şirket gruplarının borcu yaklaşık 2 trilyon 175 milyar avroya ulaşmıştır. Bu, finansal olmayan şirket gruplarının borcunun son on yılda yaklaşık yüzde 63 oranında arttığı anlamına gelmektedir.“16

 

Almanya ve diğer AB ülkeleri ABD’den bağımsız hareket etmek istiyor ve hatta AB içinde bir çok ülke Almanya ve Fransa’ya boyun eğmek istemiyor, ama, emperyalist dengesiz gelişme ve emperyalist hegomanya rekabeti, kendi yasaları içinde ilişkilere yön veriyor. Türk devleti de, kendi sermayesi oranda bağımsız hareket ederken, aynı zamanda, emperyalist kamplar arasındaki çelişkiyi kendi emperyalist çıkarları için kullanıyor. Türk devleti, iki emperyalist kamp arasındakiçelişkiden yaralanma taktiğini, özellikle, Suriye’nin emperyalistler tarafından boğzlanmasından ve Rusya-Ukrayna savaşından sonra daha da geliştirdi. Bu, hareket serbestliği yarı-sömürge bir ülkenin yapacağı bir ilişki biçimi olamaz.

 

Türkiye’nin emperyalistleşmesi de Suriye’nin egemenliği altındaki Kürdistan topraklarının bir kısmının işgal edilmesiyle kendini daha net göstermiştir. Türkiye’de emperyalist sermayenin dışa açılması ve askeri işgaller birbirine koşut gitmiştir. Bu durum Türk devletinin emperyalist amaçlarını ve hedeflerini büyütmesine yardımcı olmuştur. Ve emperyalist kamplaşmanın netleşmesi ve çelişmelerin keskinleşmesi, Türk devletine “iki emperyalist kamp arasında şansını arama ve bu şansı zorlama” koşuşulları yaratmıştır. Ancak, bütün bunların esas nedeni, Türk devletinin askeri gücünden değil, esas olarak emperyalist sermayeye sahip olmasından kaynaklanmıştır. Askeri gücü ise, Türk tekelci burjuvazisinin yayılmacılığını ve hegomanya alanlarını genişletme ve elinde tutmayı kolaylaştırıcı rol oynamıştır ve oynamaktadır. 05.08.2024

1Lenin, Emperyalizm, sf. 105, Sosyalist Yayınlar

2https://haber.sol.org.tr/haber/turkiyenin-afrika-boynuzu-seruveni-1-dort-koldan-etiyopyaya-hucum-394116

3Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, El Yayınları 2022

4https://haber.sol.org.tr/yazar/gercek-bu-savas-kapiyi-caliyor-394447 02.08.2024

5Cihan Çelik, https://www.evrensel.net/haber/524769/usler-limanlar-yollar-okullar-afrikada-turkiyenin-buyuyen-izi

6https://teoriveeylem.net/tr/2024/03/04/kurulusunun-ikinci-yuzyilinda-turkiyenin-bagimli-kapitalizmi/

7Yusuf Köse, age, sf. 247-295

8Yusuf Karadaş, „Yeni Osmanlıcılığın Afrika’daki tezahürü“ https://www.evrensel.net/yazi/95324/yeni-osmanliciligin-afrikadaki-tezahuru (04.08.2024)

9https://www.bolsevikparti.org/bp/193_sayfalar.pdf

10Ali Rıza İZGİ, Kıbrıs Barış Harekatı Sonrasında Türkiye’ye Uygulanan Silah Ambargosu ve Sonuçları, Temmuz -2007, Yüksek Lisans Tezi, pdf

11Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 65-76

12İlk Bez fabrikası (Sümerbank) Kayseri'de SSCB'den sağlanan 20 yıl ödemesiz sıfır faizle 8,5 milyon liralık krediyle Sovyet bilim insanları ve ekonomistlerin denetim ve gözetiminde 1935 yılında kurulmuştur. Fabrika için gerekli makineler de Sovyetlerden getirilmiştir. Bkz. Yaşar SEMİZ, Güngör TOPLU, “Cumhuriyet Döneminde Devlet Tarafından Kurulan İlk Sanayi Kuruluşu Kayseri Sümerbank Bez Fabrikası. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/836386

13Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, “Türkiye'de Tekelleşme”, sf. 55-104

14https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurt+disindan+Sagladigi+Kredi+Borcu/ (TCMB, Özel Sektörün Yurt Dışından Sağladığı Kredi Borcu Gelişmeleri - Mayıs 2024)

15https://www.ceicdata.com/de/indicator/germany/external-debt

16https://de.statista.com/statistik/daten/studie/1060295/umfrage/schulden-der-nichtfinanziellen-boersennotierten-unternehmensgruppen-in-deutschland/

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)