11 Ağustos 2024 Pazar

MAKALE/Proletarya Saflarındaki Martolos ve Onların Gölge Savaşları- 1


Biz proletarya saflarına sızdırılmış Truva atlarına benzeyen bu Martolosların yürüttüğü gölge savaşlarına, görünmeyen, elle tutulamayan, bizimle aynı dili konuşan ve kaynağı belirsiz bir savaş şeklide diyebiliriz. Yani makalemizin ilerleyen bölümlerinde bir savaş bile olduğu belirsiz olan ama aslında özü yaman bir savaş olan bu gerçeklikten bahsetmeye çalışacağız.

Sınıflar tarihinde psikolojik harbin kökleri 2500 yıl önce “Savaş Sanatı” eserini yazan Çin’li kumandan Sun Tzu’ya kadar uzanmaktadır. Düşman toplulukların saflarında bozgunculuk yapmak ve onları içten parçalamanın teknikleri bu tarihi eserde başarılı bir şekilde tarif edilmiştir. Hedef olan topluluğa görünmez bir el tarafından yabancı bir kültür ihraç ederek onları ateşli silahlarla verilen bir savaş öncesi öz doğasından uzaklaştırmak şeklindeki gelişmiş bir konseptin temellerinin bu dönem atıldığı anlaşılıyor. Her ne kadar daha sonraları Moğollar psikolojik harbi oldukça etkili kullanmış olsalar da Çinlilerde olduğu gibi görünmez bir el tarafından yönetilen bir gölge savaşı olmaktan uzaktı. Çünkü Moğollarda psikolojik harbin esasları sadece korku ve dehşete dayanıyordu. Moğollar saldırıya geçmeden önce ordularını olduğundan büyük gösterir, kuşatmaya aldıkları şehirlere mancınıklarla esirleri canlı olarak fırlatır ve ele geçirdiği uygarlıkların liderlerine etini zorla yedirerek düşman toplulukların iradesini psikolojik olarak kırmaya çalışırlardı. Bunun aksine sadece geçici talana dayanmayan ve girdiği yerlerde kalıcı bir sömürü sistemi kuran Osmanlıların psikolojik harp teknikleri günümüzdeki sınıf mücadelelerinde yaşanan sürece epey ışık tutmaktadır.

Özellikle Kanuni Süleyman döneminde Rumeli, Balkanlar ve Batı Avrupa işgal hareketlerinde kullanılan “Martolos” adlı Hristiyan kökenli psikolojik istihbarat örgütlenmesinin uyguladığı taktikler incelenmeye değerdir. Bu taktikler özetle; yabancı bir bölge işgal edilmeden önce o bölge halkıyla aynı dili konuşan, aynı kültürden ve dinden Martolos üyeleri önden bölgeye gönderildi. Amaç tamamen o toplumun sosyolojik ve psikolojik zaaflarını, zayıflıklarını ve çatlaklarını tespit ederek saflarını bozmaya çalışmaktı. Martolosların içine sızdığı topluluklarda kraldan çok kralcı davrandıklarından şüphe duymamak gerekiyor. Bir kurtarıcı rolü oynamak, hamaset nutukları çekmek, olmayan bireyi varmış gibi göstermek ve kutsallığı kışkırtmak bu sosyal ajanlığın tipik özelliklerinin başında gelmektedir. Bu taktiğe Osmanlılardan önce Bizanslıların da başvurduğunu tarihsel kayıtlar bildirmektedir. Aynı taktiği Hitler’in de Fransa işgalinde kullandığını biliyoruz. Hitler Nazi ordularını Fransa üzerine göndermeden önce en az 15 bin tane tıpkı Osmanlıdaki Martolos teşkilatı görevine bürünmüş olan sosyal ve kültürel ajanı turist kılığıyla önden bu ülkeye soktu.

Fransa halkı ile ulusal ordusu arasındaki çatlakları bu sosyal istihbaratçılar vasıtasıyla tespit eden Nazi rejimi kara propaganda ile bu çatlakları büyüttü. Fransız halkı kendilerinden olan, onlarla aynı dili konuşan ve onlarla aynı şekilde tarihsel vatanları için ortak kaygı duyan bu sahte yurtseverlerin yaygın psikolojik propaganda faaliyetinden etkilenerek zaten öncelerden zayıflamış olan toplumsal bağları hepten dumura uğradı. Böylece Fransa artık işgal edilmeye hazır hale getirilmişti. Alman Nazi ordusu birkaç saatte Paris’e dayandığında devrimler tarihinin beşiği olan bu topraklarda Adıyamanlı Misak Manuşyan önderliğindeki bir avuç komünist direnişçi dışında halkın bütün direnç odakları çökmüş ya da dönüştürülmüştü. Oysa Fransız düşünür Gustave Le Bon daha 1895’lerde yazdığı “Kitleler Psikolojisi” adlı eserinde; “Eğer kullanılması bilinirse psikolojinin tersanelerinde dünyanın en kudretli toplarından daha dehşetli silahlar vardır.” demişti. Bu anlamda Alman faşistlerinin sinsice uyguladıkları psikolojik harp tekniklerinin Fransız ulusunun tarih bilincini bloke ettiğini rahatlıkla tespit edebiliriz.

Tarih boyunca psikolojik harbin en önemli hedeflerinden birisi de zaten hedef alınan düşman topluluğunun tarih bilincini bozmaktır. Çünkü savaş ve direniş gerçeğinin en çok bağ kurduğu alan toplumların tarih bilincidir. Eğer sınıf bilinçli proletarya böyle bir bilincin ürünü olarak tarih sahnesine çıkmamış olsaydı bir gün bile mülk dünyasının karanlık ve eli kanlı prenslerinin önünde ayakta duramazdı. Her sınıf kendi egemenliğini tarihsel rezervlerinden aldığı somut ve soyut araçlarla inşa etmek ister ama proletaryanın nihai egemenlik arayışının yenilgilere rağmen bitip tükenmek bilmemesinin esas sebebi yine ilk olarak Marks ve Engels tarafından keşfedilmiş olan tarihin bazı zorunlu yasalarında saklıdır. O halde günümüzdeki burjuva hükümetlerin devrimci proletaryaya karşı verdiği psikolojik harekatın başarıya ulaşması için üç tane ana hedefe ulaşmış olmaları gerektiğini tespit edebiliriz. Bunlar ideoloji, kültür ve tarih bilincinden başka bir şey değildirler ki, zaten bu kategorilerin hepsi birbirini etkiler konumdadırlar.

En başta ideolojiyi değiştirdiğiniz zaman tarih ve kültür anlayışınızı da değiştirmek zorunda kalacaksınız tabii ki. Ama nasıl ki tarih bilinciniz post modern bir yapı söküme uğradığı zaman ideolojiniz de değişmek isteyecekse aynı şekilde zamanla kültürünüz de değişecektir. Zaten bilgi teknolojisi ve psikoloji bilimindeki yeni gelişmelerle ateşli silahlardan daha etkili bir hale getirilmiş olan psikolojik harp tekniklerinin günümüzde aldığı en kompleks özellik onun görünmez ve anlaşılmaz olmasıdır. Çünkü ideolojisi değiştirilen ya da tarih bilinci tıkanan birey ve topluluklara göre değişen roller çok normal bir süreçmiş gibi görünecektir. Günümüzde birçok bireyin reformist, işbirlikçi ya da karşı devrimciye dönüşmüş olduğunu hala fark edememiş olmasının nedenleri, maruz kaldığı savaş biçiminin esrarından ileri gelmektedir. Mesela, Osmanlı ve Nazi Almanya’sındaki “Martolos”ların günümüzde devrimci çevrelerden devşirilerek proletarya saflarına karşı konumlandıkları kesindir. Bu Martolos’ları en aleni şekilde gözlemleyeceğimiz yer de dijital ağlardır. Ki zaten günümüzdeki psikolojik harp doktrinleri esas olarak dijital teknik ve platformlardan yararlanırken, devrimci hareketin gerileme ve yenilgi koşullar da yeni Martolos devşirmeye oldukça elverişlidir.

Mesela; Kaypakkaya geleneğinin bir kısım eski mensubunun kandaş, dindaş ya da akraba ulusun içinde istila öncesi hareket eden bir Martolos’a dönüşmüş olduğunu, anlayamamaları sosyal bilimler açısından incelenmeye değer bir durumdadır. Politik mücadelemizin içinden geçtiği özgün tarihsel koşullar dolayısıyla eleştiriyi gerektiren sorunlarla dolu olduğu açıktır. Dönemin en büyük sorununun ideolojisiz ve sınıfsız siyaset ve düzenin yasal icazeti altında etkisizleşmek olduğunu bu kamu alanlarında zaman zaman dile getirmeye çalışıyoruz. Zaten saflardaki proleter güçlerin ikili görevleri arasında; işçi sınıfının örgütünü orta sınıfların ihtiyaç duyduğu bir aparata çevirmek isteyen burjuva sosyalistler ile birer Martolos’a dönüşmüş olan sahte kurtarıcılara karşı aynı anda ideolojik mücadele vermek gelmektedir. Saflarda zaman zaman beliren gerici Marksist revizyona karşı mücadelenin müttefiki Martolos olamazlar. Çünkü devrimci proletarya sınıflar mücadelesinin en özgün biçiminin sürdüğü komünist partisinde bile bayrağını bağımsız bir biçimde yükseklere kaldırır.

Başta komünist partisi olmak üzere toplumun bütün iktidar alanlarına hakim olmak proletaryanın tarihsel bir hakkıdır. İlerici insanlık tarafından kabul edilen evrensel hukuk ilkeleri, etik ve siyasetin polemik kriterlerini tanımayan anlayışların proletarya saflarında sürekli istismara açık bir zaaf ya da çatlak aramaları tamda Martolos’ın tarihsel görevlerine uygunluk arz etmektedir. Tabii ki bu durumu beyin felcine uğramış olan küçük burjuva solcuları anlayamazlar. Ayriyeten bizler yılların arkaik ilişkileri içinde gerici ve ilkel bir klan üyesine dönüşmüş olan kesimlerin de bu durumu anlamalarını bekleyemeyiz. Bir problemle bilimsel ve ideolojik mücadele vermek ve onu çözmeye çalışmak ve eğer olmuyorsa devrimci bir alternatif yaratmak yerine bunu gizli yıkıcılığın bir fırsatına çevirip sermayenin sofrasına servis etmek burjuvaziden devralınan psikolojik bir harp yöntemi değil midir? Çatlakları onarmak ve kötü ruhları kovmak yerine buralara sinsice çomak sokmak ve her şeyden önemlisi tıpkı Fransa’nın işgalinden önce oraya doluşan Martolos gibi lümpen ve çürümüş birer memeli türüne dönüşmüş tipolojileri istihbarat faresi olarak kullanarak gizli dosyalar tutmak özel mülk alemine ait kirli bir savaş biçimi değil midir? Halbuki olası bir devrimci alternatifin gelecekte ışığı parlayan bir yıldız olma ihtimalini belirleyen ilke, onun şimdiden verdiği ideolojik savaşımının biçiminde saklıdır.

Bilimsel, estetik ve etik olmayan bir ideolojik etkinliğin tarihi olmadığı için geleceği de yoktur. Hani halkın; “İlerde adam olacak çocuk daha şimdiden kendisini belli eder.” benzeri bir özdeyişinde olduğu gibi duruyor birazda her şey. Kaypakkaya hareketinin sosyal ilişkilerini son yıllarda kuşatan Martolos hareketinin hangi sınıfsal nedenlerle ve hangi imkanları kullanarak bir teşkilata doğru dönüştüğünü makalemizin gelecek bölümünde çözümlemeye çalışacağız. Biz proletaryanın düşün ve yazım emekçilerine göre komünist saflardaki reformistler, teslimiyetçiler ve onlara karşı sözde radikal gösteriler eşliğinde kıyameti koparan ama gerçekte adeta birer Martolos’a dönüşmüş kesimler ideolojik olarak kardeştirler. Komünist partisine yönelik gerçekleşmeyi uman bir burjuva istilanın ideolojik ve fiziki öncüleri olması durumu hepsinin ortak özelliğidir…

12 Ağustos 2024


https://gazetepatika22.com/proletarya-saflarindaki-martolos-ve-onlarin-golge-savaslari-2-156919.html


 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)