11 Ağustos 2024 Pazar

MAKALE/Proletarya Saflarındaki Martolos ve Onların Gölge Savaşları- 2

 İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen dışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen d ışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır.

Psikolojik harp nesnel olarak görülebilinen bir savaş türü olmadığı için buna maruz kalarak etki alanına giren kesimler neye maruz kaldığını çoğu kez anlayamazlar bile. Bir örgütsel topluluğun ilke, kültür ve geleneklerini gülünç hale getirmek ve devrimci liderlerini gözden düşürmek şeklinde gelişen ilk saldırı dalgası iç çelişki ve çatlaklara çomak sokma yoluyla bozgunculuk ve giderek parçalamayla tamamlanmak istenir. Topluluklar için psikolojik harbin etkisi ateşli silahlarla verilen harbin etkisinden daha tahripkârdır. Onu gerçek bir silahtan daha etkili yapan şey; örgütsel toplulukların beynini dumura uğratan görünmeyen, anlaşılamayan gölge bir savaş oyunu olmasıdır.

Peki neden insanlar bir topluluk ilişkisi içerisindeyken görünmez, elle tutulmaz ve anlaşılmaz malzemelerle yapılan bir gizli savaşın girdabına kolaylıkla düşebilirler? Bu sorunun cevabını Fransız düşünür Gustave Le Bon, 130 yıl önce başarılı bir şekilde açıklamıştı. Bu filozofa göre kitlelerin varoluşu tek tek onu oluşturan bireylerin varoluşundan farklı ve bağımsızdır. Le Bonn’un kitle kuramı; insanın tek başınayken büründüğü karakterin, sergilediği davranış şeklinin kitle içerisindeyken değiştiği ilkesine dayanmaktadır. Sadece psikoloji alanından bir örnek vermek gerekirse eğer; bireysel paniğin, milyonlarca yıl süren evrim sürecinde tehlikelere karşı insanın hayatta kalma biçiminin bir doğal dürtüsü olarak gelişmesine rağmen, kitle paniğinin yapay olarak ortaya çıkan toplu bir yanılsama öğeleri ile dolu olduğu gerçeği bizce buralardan ileri gelmektedir.

 Aynı şey toplu linç ve hiçleşme kampanyaları içinde söylenebilinir. Burjuvazinin yer altı örgütleri tarafından hedef alınan devrimci politik topluluğun önce sosyal psikolojisi ayrıntılı olarak tespit edilir. Çünkü düşmanı iyi tanımadan bir zaferin olanaklı olmadığı ilkesi onlar içinde geçerlidir. Ve uygun tarihsel an geldiğinde bu hedef kitle önceden saflarda devşirilmiş Martolos teşkilatı yoluyla istihbaratı elde edilen zaaf ve çatlaklarından etkili olarak vurulur. Bu arada yanıltıcı propaganda kaynağı belirsiz bir makineli tüfek atışı gibi yaygın olarak devreye konulur.

Ama bu silahın sadece ateşlendiği kaynak değil, aynı zamanda mermileri de görünmez bir alaşımdan yapılmıştır. Her şeyden önemlisi cephesi olmayan bir savaştır bu. Cephe adeta yaşamdaki her yer olduğu için birey ve topluluklar bir savaş cephesinin içine düştüğünü anlamazlar. Yanıltıcı propaganda yoğunlaştıktan bir süre sonra hedef alınan politik toplumun saflarında yarılmalar başlar. Bizim gibi politik topluluklarda sosyo ekonomik sebepler yüzünden küçük burjuvazi gibi ara sınıf ve tabakalar yaygın olduğu için her saldırıda saflarda yarılmalar gerçekleşebilir. Zaten psikolojik harbin görünmeyen mermileri küçük burjuvaziye adeta bir aşkla bağlıdır. 

Çünkü küçük burjuvazi kaypak olduğu için saflardaki müttefiki olan proleter kuvvetleri satmaya eğilim gösterirler. Küçük burjuvazinin bilinç yapısı parçalı, çarpık ve hatta özürlü gibi durduğu için psikolojik harbin girdabına sürüklenerek oradaki görünmeyen örümcek ağlarına bir sinek gibi takılmakta fazla direnç gösteremeyebilirler. Eğitim düzeyi ne olursa olsun bir küçük burjuva bilinci, siyaset bilimine konu olan teorik ve pratik bütün sürecin genel tablosunu, parçalara ayrılmış ve birbirine karışmış puzzle yığınının içindeki tek bir parçayla görmektedir. Beyin hali böyle olunca gölge savaşçılarının etkisine girerek geçici ihanet hali yaşayanlar genelde bu kesimlerden çıkmaktadır.

Bu arada psikolojik harp hedefine doğru ilerlemektedir. Hiç olmamış şeylerin varmış gibi durmadan gösterilme çabası, psişik yapının bozulduğu ve ideolojik temelin zayıfladığı saflardaki bir kaos ortamında bu bahsettiğimiz bazı zayıf nitelikli unsurlar özgülünde bir yapay gerçeğe dönüşür. Eğer insanların beynine hükmedilebilinirse sadece insanların duyguları ve fikirleri değil aynı zamanda davranış ve eylemleri de değiştirilebilmektedir. Böylece birey burjuva hükümetinin hiçbir gizli polisiyle karşılaşıp pazarlık yapmadan bir Martolos’a dönüşebilmektedir. Bir karşı devrimciye doğru devşirilmek için burjuvazinin yeraltı kuvvetleriyle fiziki olarak karşılaşmak gerekmiyor her zaman. 

Günümüzdeki bilgi teknolojisinin kötü niyetle kullanılması sayesinde, uzaktan doğası bozulmuş bilgi paketçikleri, psikolojik tuzaklar ve ideolojik yöntemlerle temeli bozuk olan kesimlerin devşirilmesi mümkün olmaktadır. Çin’li kumandan Sun Tzu, eserinin büyük bölümünde rakibin psikolojik olarak çökertilmesi üzerinde durur. Amaç rakibi olan sınıfın temsilcilerini insanlık dışı göstererek onlara karşı nefret oluşturmaktır.

Günümüzde dijital ağlarda bu sınıf mücadelesinin özgün biçiminin yoğunlaştığını gözlemleyebiliriz. Bunun en yaygın biçimi toparlayıcı olduğundan endişe edilen devrimci politikacı ve aydınların hiç yapmadığı şeyler hakkında suçlanma kampanyalarını bir örnek olarak gösterebiliriz. Kaldı ki devrimciler de Mars’tan gelmeyip bizzat dünyevi toplumların bağrından çıktığı için bazı olumsuz ve zaaflı yönleri de geçmişte ve günümüzde bulunabilir. Biz komünistler diyalektik gelişme yasalarına inandığımız için insan olgusuna Orta Çağ Enginizasyon mahkemelerinin cezalandırıcıları gibi yaklaşamayız. Bu anlamda bazı devrimcilerin olası hata ve zaaflarını eleştirip düzeltmek yerine çarpıtmak ve afişe etmek gibi istismara yol açan bütün yaklaşım biçimlerinin objektif olarak özel harbin kirli bir harekât biçimi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Sınıf mücadelesinin bu yıkıcı özel tekniklerinin başarılı olabilmesi için inanılır, enteresan, anlaşılması basit ve tutarlı olması gerekir. Sık sık tekrar edilen hayali suçlamalarla zihinlerde hatalı bir imaj oluşturulmak hedeflenir. Biz bu duruma bir tür beyin ayarı ya da psikolojik mühendislik de diyebiliriz. Propagandanın genel gerçeklerle uyumlu olması durumu bir süre sonra tarafsızlar, fikir sahibi olmayanlar ve tereddütlü kesimler üzerinde etkisini göstermeye başlar. 

Bu özel sınıf savaşımının bir stratejiyi gözettiği zaten buradan anlaşılmaktadır. Çünkü siyasal bir mücadelede güç dengelerinin hangi sınıfın lehine sonuçlanacağını belirleyen toplumsal kesimleri oluşturmaktadır bu hedeflenen toplumsal kategoriler.

Son yıllarda sermaye sınıfının en azgın ve bilinçli güçlerinin politik geleneğimize yönelik “Kontrollü Gerilim Stratejisi” uygulamaya çalıştıkları gözlemlenmektedir. Kontrollü güvenlik stratejisinin burjuva siyasasında ekonomik ve yönetsel olmak üzere iki tane önemli işlevi vardır. Nasıl ki silah endüstrisi ölüm makinalarını satıp kâr yapmak için dünya çapında böyle bir stratejiye ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde emperyalizm ve bilumum bütün iş birlikçi burjuva hükümetlerde egemenliğini tesis etmek için buna ihtiyaç duymaktadırlar. 

Zaten sermayenin güç odakları egemenlik duygusunu güvenlik altına almak için gerilimi artırma stratejisine her zaman ihtiyaç duyarlar. Biz bu duruma gerilimden çıkar sağlama stratejisi de diyebiliriz. Amaç gelecekte potansiyel tehlike olarak algıladıkları gelişmeyi devrimci aktörleriyle birlikte kendi savaş minderine çekmektir.

Çünkü onların anladığı politik mücadele kuralları sadece şiddetten oluşur ve orantısız güç ilişkileri içinde şiddetten faydalanarak egemenliğini bugünden pekiştirmek isterler. Bu şekilde kabul edilebilinir toplumsal meşruiyet temelinde konumlanmış olan proletaryanın demokratik güçlerini orantısız güç ilişkilerinin hakim olduğu bir konsepte çekerek ezmek ister.

 Çünkü sermaye sınıfı bu doğrudan ezme işine uluslararası bir meşruluk kazandırmak ister. Bu amaçla burjuva sınıfının güvenlik stratejistlerinin en yaygın taktiği devrimci proletaryanın kumandasındaki diri demokratik kuvvetleri tahrik ve provokasyonlarla kriminalize etme çabası şeklinde öne çıkmaktadır. Almanya ve Fransa gibi Avrupa devletleri bile zaman zaman kendi sınırları içerisindeki çeşitli milliyetlerden devrimci işçi derneklerine karşı bu taktik siyaseti uygulamaktadır.

Düzenin yasal icazeti altında devşirerek etkisiz hale getiremediği devrimci odaklara karşı bu güvenlik stratejisini uygulamaktadırlar. Sosyalist demokrasi mücadelesi süreçlerinde böylesine direniş odaklarının son yıllarda oldukça zayıfladığını da burada eklememiz gerekiyor. Reformizmin, düzen işçiliğin, sınıfsal teslimiyetin, ideolojisiz siyasetin ve mezhepçilik, hemşericilik ve mikro milliyetçilik gibi post modern döneme özgü yerel motiflerin ön plana çıktığı bu dönemde burjuvazinin ateşli silahları şimdilik fazla bir işe yaramamaktadır. 

Çünkü bu bahsettiğimiz kategorik değişiklikler bağlamında devrimci hareketin toplumsal etki alanı zor araç ve gereçlerle çözülmesi kaçınılmaz olan bir çelişki biçimini yaratamamaktadır. Dünya tarihinde reformistlere karşı bile tertipler düzenlenip cezaevlerine tıkıldığı ve işkencelerden geçirildiği dönemler olmuştur. Bu durum dünyanın eski sınıfsal güç dengelerinden kaynaklanıyordu. 

İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise; düzen dışı olası proleter güç odakları dışında, post modern yapı restorasyonuna uğramış hiçbir kesime karşı bir tek burjuva silahının çevrilmeyeceği uzun bir dönemin kapısı açılmış bulunmaktadır. Buna burjuva sınıf karakteri kazanmış sözde sosyalist demokrasi mücadele örgütleri de dahildir…

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)