14 Ağustos 2024 Çarşamba

1976’dan dikkat çekici bir belge: “Başkan Mao’nun Önemli Talimatları”

Yüz sene sonra devrim hâlâ gerekli olacak mı? Peki ya bin sene sonra devrime ihtiyaç duyulacak mı? Devrime her daim ihtiyaç olacak. Bazı insanlar her zaman ezildiklerini hissedecekler; küçük memurlar, öğrenciler, işçiler, köylüler ve askerler, kodamanların kendilerini ezmesinden memnuniyetsizlik duyacaklar.

 

 Dolayısıyla bunlar devrim isteyecekler. On bin sene sonra çelişkiler ortadan kalkacak mı? Hiç öyle şey olur mu? Elbette ki çelişkiler hâlâ görünür olacak. ..26 Temmuz 2024

 Çince özgün metinden çevrilen aşağıdaki belge, tam metin olarak ilk kez Türkçe yayımlanıyor.

Deng Xiaoping’in Kültür Devrimi’nin altını oyan politikalarına karşı ÇKP solunun son umutsuz hamlesi olan “Sağ Sapmaya ve Geçmişte Alınan Kararları Ters Yüz Etmeye Karşı” kampanya sırasında, ÇKP Merkez Komitesi tarafından parti örgütlerine yollanan 1976 tarih ve 4 numaralı bu belge, Mao Zedong’un ölmeden kısa süre önce, Ekim 1975 ila Ocak 1976 tarihleri arasında yaptığı bazı açıklamalardan pasajlar içeriyor.

 

Bizzat Mao’nun inceleyip onayladığı belgenin son paragrafında bulunan ve Deng’a sert eleştiriler getiren ifadelere, ÇKP tarafından 1998’de yayımlanan Mao Zedong’un Ülke Kurulduktan İtibarenki Yazıları (13. Kitap) 

 

[建国以来毛泽东文稿(第13册) ] başlıklı resmî derlemede yer verilmemiştir.

 

“Başkan Mao’nun Önemli Talimatları” (Ekim 1975-Ocak 1976)

 

Tsinghua Üniversitesi’nden Liu Bing ve omuzdaşları bir mektup yolladılar. Chi Qun ve Küçük Xie’den şikayetçiler. Mektup ne maksatla yazılmış, orası pek belli değil. Zannediyorum ki niyetleri, Chi Qun’ü ve Küçük Xie’yi alaşağı etmek. Yazdıkları mektupta mızrağın ucu beni hedef alıyor. Ben Pekin’deyim; niçin dosdoğru bana mektup yazmıyorlar da, Xiaoping üzerinden iletiyorlar?

Xiaoping, Liu Bing’i pek tutuyor. Tsinghua Üniversitesi’yle ilgili bütün bu meseleler, hiç de orayla sınırlı değil. Bunlar, mevcut iki çizgi mücadelesini yansıtıyor.

Sosyalist toplumda sınıf mücadelesi var mıdır, yok mudur?

 

 Nedir bu “Üç Talimatı Esas Halka Olarak Kavrayın” teranesi?

 

Huzur ve birlik, sınıf mücadelesine gereksinim olmadığı anlamına gelmez.

Esas halka sınıf mücadelesidir; geri kalan her şey buna tabidir.

 

Stalin, bu konuda büyük bir hata yaptı. Ama Lenin öyle değildi. Dedi ki, küçük üretim gün be gün, saat be saat kapitalizmi doğurur. Lenin, burjuva hakkını güvence altına almak için kapitalistsiz bir burjuva devleti inşasından söz etti.

 

 İşte biz, tam da böyle bir devlet inşa ettik. Bunun eski toplumdan pek bir farkı yok. Makam ve mevki ayrılıkları, sekiz kademeli ücret uygulaması, emeğe göre bölüşüm, eşit değerlerin değişimi; bunların hepsi mevcut. Pirinç almak için, kömür almak için, yağ almak için, sebze almak için hâlâ para gerekiyor. Kaç boğazı doyurduğunun önemi yok; nihayetinde paranı, sekiz kademeli ücret sistemine göre alıyorsun.

1949 yılında denildi ki, ülkemizdeki baş çelişki, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Aradan on üç sene geçtikten sonra sınıf mücadelesi meselesi bir kez daha gündeme geldi; üstelik vaziyet iyiye gitmeye başladı.

 

Büyük Kültür Devrimi neyle ilgiliydi?

 

 Elbette ki sınıf mücadelesiyle!

 

 Liu Shaoqi, sınıf mücadelesinin sönümlendiği teorisini ortaya attı. Ne ki, kendisi hiç de “sönümlenmiş” falan değildi. İstiyordu ki o bir grup haini, kararlı destekçilerini kanatları altına alıp korusun. Lin Biao, proletaryayı devirip darbe yapmaya kalkıştı. Söyleyin bakalım, “sönümlenmiş” mi, “sönümlenmemiş” mi?

 

Acaba bazı insanlar, sosyalist toplumdaki çelişkiler sorununu niçin açık seçik göremiyorlar? Eski burjuvazinin fertleri, hâlâ mevcut değil mi?

Çok sayıdaki küçük burjuvayı herkes görmüyor mu?

 

 Hâlâ tam anlamıyla değişmemiş çok sayıda aydın ortalıkta dolaşmıyor mu?

Küçük üretimin etkileri, yolsuzluk ve yozlaşma, spekülasyon ve vurgunculuk dört bir yanı sarmış değil mi?

 

Liu ve Lin gibilerin başını çektiği parti düşmanı gruplar, insanlara huzursuzluk vermeyi sürdürmüyorlar mı?

 

 Sorun, bizzat bu insanların küçük burjuvaziye mensup olmaları, fikirlerinin kolaylıkla sağa kayabilmesidir.

 Küçük burjuvaziyi esasında kendileri temsil ediyorlar; ama yine de kalkıp “artık sınıf mücadelesi apaçık görünür olmaktan çıkmıştır” diyorlar.

Birtakım yoldaşların, özellikle de yaşlı yoldaşların fikirleri, burjuva demokratik devrim aşamasında takılıp kalmıştır. Sosyalist devrimi anlamıyor, buna direniyor, hatta ve hatta karşı çıkıyorlar.

 

Büyük Kültür Devrimi’ne karşı iki tür tutum alıyorlar:

 

 ---Biri, memnuniyetsizliktir.

----İkincisi ise hesap sormaktır, yani Büyük Kültür Devrimi’yle hesaplaşmaktır.

 

Lenin, neden durmadı?

Demokratik devrimden sonra, işçiler ile yoksul ve alt-orta köylüler durmadılar, devrim istemeye devam ettiler. Ama bazı parti üyeleri daha ileri gitmek istemedi, bazıları geriye düştüler, devrime karşı çıktılar.

  Peki ya neden? Bunlar, büyük memurlar olmuşlardı, büyük memurların çıkarlarını korumak istiyorlardı. İyi evleri, arabaları, yüksek maaşları ve hizmetçileri vardı; kapitalistlerden daha beter olmuşlardı. 

Sosyalist devrim, bunların tepesine binecekti. Kolektifleştirme hareketi sırasında, Parti içinde bazıları karşı çıktılar; burjuva hakkının eleştirince, buna da güceniyorlar.

 Sosyalist devrim yapıyorsunuz ve hâlâ burjuvazinin nerede olduğundan bihabersiniz. O, tam da Komünist Parti’nin içindedir; parti içindeki kapitalist yolu tutan yetki sahipleridir. Kapitalist yolcular hâlâ kapitalist yoldalar.

Yüz sene sonra devrim hâlâ gerekli olacak mı? Peki ya bin sene sonra devrime ihtiyaç duyulacak mı? Devrime her daim ihtiyaç olacak. Bazı insanlar her zaman ezildiklerini hissedecekler; küçük memurlar, öğrenciler, işçiler, köylüler ve askerler, kodamanların kendilerini ezmesinden memnuniyetsizlik duyacaklar.

Dolayısıyla bunlar devrim isteyecekler. On bin sene sonra çelişkiler ortadan kalkacak mı? Hiç öyle şey olur mu? Elbette ki çelişkiler hâlâ görünür olacak.

Büyük Kültür Devrimi hakkındaki genel görüş: Esasında doğrudur; fakat bazı eksiklikleri vardır. İşte şimdi eksik kalan bu noktaları mercek altına almamız gerekiyor.

Oran yüzde 30’a yüzde 70’tir; yüzde 70 kazanım, yüzde 30 hata vardır. Tabii bu konuda farklı görüşler de mevcuttur.

 

Büyük Kültür Devrimi, iki hata yapmıştır:

 1) Her şey kahrolsun;

 2) Topyekûn iç savaş.

 “Her şey kahrolsun” kapsamında Liu grubu gibi, Lin grubu gibi bazılarını tepelemek hakikaten doğruydu. Ancak pek çok eski yoldaşa saldırmak yanlıştı. Evet, bu insanların da hataları vardı; bunları biraz eleştirmekte sorun yoktu. Savaş deneyimi olmadan on yıldan fazla zaman geçmişti. Topyekûn iç savaş esnasında silahlar yağmalandı, bunların çoğu insanlara dağıtıldı. Çatışma da bir tür tatbikattır.

 

 Ama insanları öldüresiye dövmek, yaralıları kurtarmamak, bunlar olacak iş değildi.

Yaşlı yoldaşları hor görmeyin, en yaşlılardan biri de benim; yaşlı yoldaşlar da hâlâ birazcık işe yarar. Yaşlı yoldaşlar da isyancı hiziplere karşı yüce gönüllü olmalıdır;

isyancıları durmadan başlarından “def etmemeleri” gerekir. İsyancılar da bazen hata yapabilirler; biz yaşlı yoldaşlar hata yapmıyor muyuz sanki? Biz de onlar gibi hata yapıyoruz.

 

Yaşlı, orta yaşlı ve gençlerin üçlü bileşimine önem vermeliyiz. Bazı yaşlı yoldaşlar yedi-sekiz senedir etkin olarak görev almıyorlar; dolayısıyla pek çok şeyden haberdar değiller. “Şeftali bahçesindeki insanlar, ne Han Hanedanı’nı bilirler, ne de Wei ve Jin Hanedanları hakkında ne söyleyeceklerini.” Birtakım kişiler saldırıya maruz kaldılar. Bunların mutsuz olmalarını, kızgın olmalarını, mantıken anlayabiliriz.

Fakat öfkeyi halkın çoğunluğuna yöneltmek, kitlelere yöneltmek, onlara karşı durmak ve onları suçlamak; işte bundan uzak durmak gerekir. Zhou Rongxin ve Liu Bing çoğunluğu rencide ettiler, kararı ters yüz etmeye kalktılar. Pek çok insan bunu hoş karşılamadı. Tsinghua Üniversitesi’nde yirmi bini aşkın insan var, ama bu ikisi fena hâlde tecrit oldular.

Geçmişte bu okullarda öğretilen şeyler pek bir işe yaramıyordu; dersler unutulup gidiyordu. Faydası ancak bu kadardı. Geride kala kala birazcık kültür kalıyor, insanlar okuma yazma öğreniyor, bazısı ise makale kaleme alabiliyordu. Ben de pek çok kitabı sonradan okudum. Doğaya ilişkin pek çok bilgi -mesela astronomi, jeoloji ya da pedoloji (toprakbilim)- sınıfta öğrenilmez. Gerçek beceriler okulda edinilmez. Konfüçyüs üniversiteye gitmemişti. Qin Shihuang, Liu Bang, Han Wudi, Cao Cao, Zhu Yaunzhang… Hiçbiri, üniversiteye falan gitmediler. Üniversite hakkında hurafelere kapılmamak gerekir. Gorki sadece iki sene ilkokul okudu; Engels yalnız ortaoğretim gördü; Lenin, mezun olamadan üniversiteden atıldı.

Bazıları var ki, üniversiteye gidince işçilerle aynı seviyede olmak istemiyor, işçi aristokratı olmak istiyor. Fakat sıradan işçiler ve köylüler de her gün ilerleme kaydeder. Gerçek kahraman kitlelerdir. Bizlere gelince, çocuksu ve gülünç vaziyetteyiz. Buna ben de dahilim.

Genelde, alt kademedekiler üst kademedekilerden üstündür; kitleler önderlikten üstündür. Önderler, sıradan emekçilerle boy ölçüşemez; çünkü kitlelerden kopmuşlardır ve pratik deneyimleri yoktur. Hani bazıları çıkıp diyorlar ya, üniversite öğrencileri emekçilere denk değildir diye; ben de diyorum ki, asıl ben, bizzat bir emekçi kadar üstün değilim.

 Birtakım insanlar burjuva aydınlarla aynı tutumu alıyorlar ve burjuva aydınların dönüştürülmesine karşı çıkıyorlar. Bunları dönüştürmek gerekmiyor mu? Herkesin dönüştürülmeye ihtiyacı vardır. Benim de, sizlerin de… İşçi sınıfı da, mücadele içinde kendisini sürekli dönüştürmelidir; yoksa bazıları kötü yola sapacaktır. Mesela İngiliz İşçi Partisi gericidir; Amerikan Emek Federasyonu ve Endüstriyel Örgütler Kongresi de gericidir.

Halihazırda büyük tartışmalar okullar ve bazı kurumlarla sınırlı tutulmalıdır. Savaş müfrezeleri örgütlemeye lüzum yoktur, Parti önderliği esastır. Sanayiye, tarıma, ticarete, orduya saldırmak yersizdir. Ancak hareket, bu alanlara da yayılacaktır.

 

Şimdi kitlelerin düzeyi yükselmiştir; artık anarşizme, “her şey kahrolsun”a, topyekûn iç savaşa sarılmıyorlar. Peking ve Tsinghua üniversiteleri doğru yolda ilerliyorlar. Okul Parti komitelerini, fakülte parti komitelerini ve temel örgüt önderliklerini takip ediyorlar. Durum geçmişteki gibi değil; Kuai Dafu ve Nie Yuanzi zamanındaki gibi anarşi yok. Şimdi durum daha istikrarlı.

 

Bazı eski yoldaşların elinden tutmamız, onlara yardım etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, yeni hatalar yapacaklardır.

 

 Büyük Kültür Devrimi’nin başlarında, Henan eyaleti, il ve ilçe Parti komitesi sekreterlerine el uzattı, tutumlarını düzeltmelerini istedi. Sonuçta, il ve ilçe parti sekreterlerinden yüzde 80’i devrilmeden kaldılar. Ben, halen daha yardım eli uzatmaya, çalışma yürütmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Her eyalet yaşlı, orta yaşlı ve gençlerin yer aldığı üçlü [önderlik] bileşimleri yaratmalıdır.

 

Gençler, Kuai Dafu, Nie Yuanzi gibilerden seçilmemeli; iyi gençler olmalı. Gençlere de aynı şekilde el uzatmamız gerekiyor. Aksi hâlde onlar da hata yapacaklardır.

Bir-iki sene içinde biraz felsefe okumanızı, Lu Xun okumanızı öneriyorum. Felsefe okumaları yaparken Yang Rongguo’nun Çin Antik Düşünce Tarihi ve Çin Felsefesinin Kısa Tarihi’ni okuyabilirsiniz. Bunlar Çin’le ilgilidir. Konfüçyüs’ü eleştirmek gerekiyor. Bazı insanlar, Konfüçyüs’le ne derdimiz olduğunu bilmiyor. Bunlar, Feng Youlan’ın Konfüçyüs Üzerine ve Feng Tianyu’nün Konfüçyüs’ün Eğitim Düşüncesinin Eleştirisi yapıtlarına bakabilirler. Feng Tianyu’nünki, Feng Youlan’ınkinden daha iyidir. Ayrıca, Guo Lao’nun On Eleştiri Kitabı’ndaki Konfüçyüsçülüğü ululamak ve Yasalcılığa karşı çıkmak hakkındaki bölümü de okuyabilirler.

 

Xiaoping, “Üç Talimatı Esas Halka Olarak Kavrayın”ı ortaya attı. Bunu yaparken ne Politbüro’yla beraber incelemelerde bulundu, ne Devlet Konseyi’ne danıştı, ne de bana rapor verdi. Ben yaptım oldu diye söyledi gitti. Bu adam sınıf mücadelesini kavramıyor; bu halkaya bir kez bile atıf yaptığı vaki değildir. Hala “beyaz kedi, kara kedi” diyor; emperyalizm ile Marksizm arasında ayrım yapmıyor.

 

Diyor ki, her [kitlesel] kampanya büyük ölçüde eski işçilere ve deneyimli kadrolara zarar vermiştir. O zaman Chen Duxiu’ya, Qu Qiubai’a, Li Lisan’a, Luo Zhanglong’a karşı çıkmak, Wang Ming’e, Zhang Guotao’ya karşı çıkmak, Gao Gang’a, Peng Dehuai’a, Liu Shaoqi’ye, Lin Biao’ya karşı çıkmak, bunların hepsi zararlıydı yani, öyle mi? Eğitimde krizden söz ediyor, öğrenciler kitap okumuyor diye yakınıyor.

 

Okumayan esas kendisi, Marksizm-Leninizmi idrak edemiyor, burjuvaziyi temsil ediyor. “Karara asla karşı çıkmayacağını” söylüyor. Güvenilmezdir. Xiaoping, katiyen samimi değildir. İnsanları korkutuyor, onunla iki laf etmeye cesaret edemiyorlar. Kitlelerin görüşlerine de kulak asmıyor.

 

Önderlik yaparken bu tarz çok büyük bir sorundur. Yine de bu, hâlâ halk arasında bir çelişkidir. Doğru ele alınırsa, Liu Shaoqi ve Lin Biao gibi karşıt saflara savrulmayacaktır.

 

Deng ile Liu arasında, Lin arasında hâlâ bazı farklılıklar vardır. Deng, özeleştiri yapmaya isteklidir. Fakat Liu ve Lin, buna asla yanaşmadılar.

 

Ona yardım etmeliyiz; hatalarını eleştirmek ona yardım etmektir.

 

 Ona ayak uydurmak ise iyi değildir. Eleştirmesine eleştirelim, ama sopayı elimize alıp öldüresiye pataklamayalım. Bizim Partimizin, eksiklikleri olan ve hata yapan insanlara yönelik her zaman bir politikası olmuştur.

 

 Bu politika, gelecekte hata yapmaktan kaçınmak için geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve hastayı kurtarmak için hastalığı tedavi etmektir. Birbirimize yardımcı olmalı, hatalarımızı düzeltmeli, birliğimizi güçlendirmeli ve sıkı çalışmalıyız.

Kaynak: 中共中央文件(中发[19764号)



 

 http://www.mzdbl.cn/maoxuan/huibian/zhongyaozhishibuyi.html

 Bu yazı ilk olarak Doğu Kızıldır sitesinde yayımlanmıştır.

 Çeviri: Onurcan Ülker

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)