22 Ekim 2024 Salı

100. YILINDA ERMENİ SOYKIRIMINA TARİHSEL BİR BAKIŞ* Serdar Can

22 Nisan 2017 Tarihinde Onur Vakfı’nda Yapılan Panelde Serdar Can Tarafından Yapılan Sunumun Tam Metni

Demokratik Halk İktidarı yerleşik halkların ekonomik, siyasal ve sosyal konumuna zarar vermeden ama pozitif bir ayrımcılık da gözeterek asli topraklarına yerleşecek unsurların ulusal olarak serpilip gelişmesine yardımcı olur, halkların kardeşçe ve eşit bir yaşam ilkesinden hareketle sosyal ve siyasal bir ortam yaratır.

Sevgili Arkadaşlar;

Bu söyleşi için başvurduğum kaynaklar, aynı zamanda konuyla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenlerin okumalarını tavsiye ettiğim kaynaklardır. Söyleşide hepsinden ayrı ayrı alıntılar yapmasak da anlattıklarımızın birçoğunu bu kaynakları okuyarak elde ettiğimizi peşinen belirtmek isterim.

Ronald Gregory Suny–Ancak Çölde Yaşayabilirler Ayşe Hür–Gayrimüslimlerin Tarihi Nazaret Vartanoğlu–Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı Taner Akçam–Ermeni Meselesi Hallolunmuştur Taner Akçam–1915 Yazıları Recep Maraşlı–Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Ermeni Soykırımı Erdoğan Aydın–Öteki Tarih Partizan Siyasi Dergi–100. Yılında Ermeni Soykırımını Lanetliyoruz (86. Sayı) Burçin Gerçek–Akıntıya Karşı Nevzat Onaran–Emval-i Metruke Olayı Sait Çetinoğlu-1915 İnkâr ve Yüzleşme *

 22 Nisan 2017 Tarihinde Onur Vakfı’nda Yapılan Panelde Serdar Can Tarafından Yapılan Sunumun Tam Metni Serdar Can Doğu Anadolu’daki Ermeni Krallıkları kendi tabirleriyle Pakraduniler ve Ardzruniler başkentleri Ani-Kars ve Van olan krallıklar, Selçukluların Manzigert-Malazgirt’te Roma’ya ölümcül son darbeyi vurmasıyla birlikte dağılma sürecine girmişlerdir. Son bağımsız Ermeni Krallığı olan Kilikya (Adana Ermeni Güney Diasporası) 1375’te Mısırlı Memlükler tarafından yenilgiye uğratılarak çökmüştür. Tarihsel olarak Mezopotamya denilen Dicle ile Fırat nehirleri arasında kalan bu bölgede yüzlerce halk ve topluluk farklı medeniyetler kurmuşlardır. Asurlular, Medler, Partlar, İskirtler, Lidyalılar, Ahamenidler... kimisi yüzlerce kimisi onlarca yıl egemenliklerinisürdürmüşlerdir. Tarihselsürecin öğüten değirmeni birçok halkı öğütmüş, şu veya bu şekilde baskın olan diğer halklara entegre ederek eritmiştir.

 Örneğin Partlar kimlerdir? Lidyalılar kimdir? Bu halklar nereye gittiler, nasıl kayboldular, nasıl eridiler? Onların torunlarını nasıl anıyoruz şimdi! Kürtleştiler mi yoksa Ermenilerin içinde mi eridiler ya da Pers uyruğuyla mı kaynaştılar? Binlerce yıllıkAsur İmparatorluğu’nu Lidyalıların desteğini alan Medler yıkmışlardır. Medler için Kürtlerin kurduğu ilk büyük imparatorluk denir. Ama Medlerden önce de bölgede uzun dönemler boyunca Mitanniler, Hurriler, Gutiler kısmi coğrafyalarda kısmi egemenlikler tesis etmişlerdir. Bunlara tarihçilerin önemli bir kesimi proto Kürtler der. Med İmparatorluğu’nu iç karışıklıkları da kullanarak 50-60 yıl gibi çok kısa bir sürede yıkan bir de Ahamenidler vardır. Pers’in kurucusu olan bu topluluklar şimdiki İranlıların atalarıdır. Pers, Sasani, Safevi gibi isimlerle anılmışlardır. 1071’le beraber bölgede egemen olan Selçuklu Türk Devleti bilindiği gibi daha sonra Osmanlı’ya evrilmiştir. IV. Murad zamanında İran Safevileri ile yapılan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla 1639 yılında bugünkü İran ve Osmanlı sınırları belirlenmiştir. Böylece Batı Ermenistan Osmanlı’ya, Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümü Osmanlı’ya, bir bölümü de İran’a ilhak edilmiştir.

 Doğu Ermenistan (bugünkü Ermenistan) 1827’ye kadar Revan Hanlığı olarak bilinirken, 1828’de Çarlık Rusya’sı tarafından işgal edilmiştir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Rus İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Mayıs 1918’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 1920’de M. Kemal önderliğindeki K. Karabekir birlikleri kısa birsüreliğine Ermenistan’ı işgal etmiş, Sovyet kaynaklarına göre 198 bin kişiyi öldürerek çekilmiştir. Ermenistan, 1920 Kasımı’nda Sovyetler Birliği’ne katılarak Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almıştır. Kürdistan neredir, Ermenistan (Batı) neredir? Bugün TC sınırları içinde kalan bu iki kadim milletin toprak sınırları nerede başlar, nerede biter? Bu sorulara Partizan/151 sağlıklı cevap verebilecek tarihçi ya da bilim insanı var mıdır? Hangi objektif göz veya bakış açısı böyle bir sınır çizebilir?

 Konuşmamıza başlarken meseleyi irdeleyip detaylarını araştıran tarihçilere teşekkür etmiş, bizim konumumuzun amatör bir bilgi edinme olduğunu belirtmiştik. Bir siyasetçi ya da edebiyatçı olarak tarihsel olayları iddialı bir sınıflandırma hadsizliğine asla düşmemek kaydıyla sadece öngörü ve gözlemlerimizi ileteceğiz. Zaten ortaya çıkmış olguları değerlendireceğiz. Osmanlıların “Vilayat-ı Sitte” diye adlandırdıkları bölge, altı şehir veya sancaktan ibarettir. Bunlar Erzurum, Van, Bitlis, Sivas, Harput, Elazığ ve Diyarbakır’dır. Vilayat-ı Sitte, Ermenilerin çoğunlukta olduğu yerler anlamında kullanılırdı. Ancak o dönemin hem yerlileri hem de yabancıları aynı coğrafyadan Kürdistan diye de bahsederler. İngiliz bir gözlemci “Bu sadece bu ülkede Kürtlerin yerleşik olduğu anlamına gelir” diyor. “… tıpkı Ermenistan’ın Ermenilerin yerleşik olduğu yer anlamına gelmesi gibi… Küçük Asya’nın (Anadolu) birçok bölgesinde nüfus karışmıştır. Türkler bu bölgelere Kürdistan demeyi tercih etseler de Ermenilerin dostları buraya Ermenistan der.” [Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 76] Yüzyıllık veya beş yüzyıllık bir dönemden bahsetmiyoruz. İki bin-üç bin yıldır yan yana yaşayan iki kadim halktan söz ediyoruz.

Bir kent ya da kasabanın merkezinde yaşayan nüfusun yüzde 60’ı veya 70’i Ermeni ise geriye kalan yüzde 30’u veya 40’ını Kürtler oluşturabiliyor. Aynı kent veya kasabanın kırsalında ise bu durum tam tersi olabiliyor. Ve binlerce yıllık bu ortak süreçte aynı yerde defalarca nüfus yoğunlukları birbirleriyle yer değiştirmiş olabiliyor. Bir tarihsel süreçte bir Ermeni Krallığı’na bağlı olan kasaba, başka bir tarihsel süreçte Kürtlerin isyan merkezi olarak anılabiliyor. Evet; Kürdistan neresidir, Ermenistan neredir? Hangi köy kimin, hangi kasaba kime aittir? Asla içinden çıkılamayacak, tespiti mümkün olmayan bir durumdur söz konusu olan… Oysa milliyetçi gözlükle olaya bakanlar için durum hiç de böyle karmaşık değildir. Ermeni milliyetçilerine göre bütün buralar Ermenistan’dır. Kürt milliyetçilerine göre de burası Kürdistan’dır. Fetihçi milliyetçilere göre ise ne Kürdistan ne de Ermenistan’dır, bütün misak-ı milli Türk’tür. İslamcı siyaset ise çok daha oynaktır. Onlara göre topluluklar milli olarak değil ümmi olarak ayrılırlar. Ancak nedense Osmanlı’nın İslamcıları Osmanlı’yı kutsayıp yere göğe sığdıramazken,Arap İslamcıları da aynışeyiAraplar için söyler ve savunurlar. Filolojik olarak dilin tarihsel olaylarda başlı başına bir delil olarak kullanılamayacağını başta tarihçiler söyler. Bunlar ancak başka verileri kuvvetlendiren Partizan/152 yan deliller olarak kabul görür. Ağrı Dağı örneğini ele alalım.

Yabancılar, Avrupalılar bu dağı Aramice’den gelen ismiyle Ararat diye anarlar. Filolojik olarak Aramice ile hiçbir organik bağı olmayan Ermenice’de bu dağa Masis denir. Yine aynı saikle Aramice ile organik bağı olmayan, aksine Ermenice ile aynı dil grubunda olan Kürtçe’de dağın adıAgıri’dir. Selçuklu Türkleri Eğri Dağ diye adlandırmış olsalar da Osmanlılar Ağır ya da Ağrı Dağı demişlerdir. Türklerin kullandığı bu isimlerin Kürtçe Agıri’den türediğini düşünmekteyiz. Kürtçe’de Agıri ateş ya da ateşli anlamına gelir. Ağrı’nın volkanik bir dağ olduğunu ve en son 1840’ta ifrazat püskürttüğünü düşünürsek Türklerin kullandığı isimlerin Kürtlerin kullandığı Agıri’den dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Peki, salt bundan hareketle o dağın bir Kürt dağı olduğunu iddia edebilir miyiz? Eteklerinde binlerce yıl yaşamış olan Ermeniler de çıkıp “Biz de Masis diyoruz ve bu isim sadece bize aittir. Dolayısıyla Ermeni dağıdır” dediklerinde sadece filolojik bir iddia olmaktan öteye geçmez. Sonuç olarak üç bin yıllık bir tarihi dönemi aynı topraklar üzerinde kah şunun kah bunun denetiminde; bazen egemen bazen tabi olarak yaşamış bu iki halkın Anadolu coğrafyasındaki toprakları girift ve çözülemezdir.

 *** Yaklaşık 100 yıl önce Ermeniler bu topraklar üzerinde planlı bir soykırıma tabi tutularak yok edilmiştir. Taner Akçam’ın titiz araştırma ve detayları ayrıntılı incelenmesiyle bazı rakamlar net olarak ortaya çıkmıştır. Talat Paşa’nın şahsi defterinden hareketle sırf tehcir, yani sürgün mağdurlarının 1 milyon 200 bin küsur olduğu tespit edilmiştir. Yine birçok kaynaktan biliyoruz ki Doğu Ermenistan’a kaçabilmeyi başaran 50-100 bin kişi dışında tehcir kurbanlarının yüzde 80-90’ı yollarda ve vardıkları yerlerde katledilmişlerdir. 1894 ile 1918 arası yaşanan bu utanç yıllarından sonra bu topraklar üzerinde bin yıllarla tabir edebileceğimiz bir süreç yaşamış olan bu halk, bütün kültürel-folklorik birikimiyle beraber yok edilmiştir. Artık herhangi bir vilayette bırakınız çoğunluk ya da azınlık olmayı parmakla sayılır bir duruma düşürülmüşlerdir. Meselenin günümüzdeki hali ise tam bir utanç komedyasıdır. Bunca zulme, mezalime maruz kalmış bu halkın adı küfürle eşdeğer anılmaktadır. Akıl almaz bir vahşetle neredeyse ulus olarak yok oluşun eşiğine getirilmiş olan bu topluluk sanki bunlar hiç olmamış gibi, tam tersi olmuş gibi inanılmaz iftiralarla yüz yüze kalmıştır. Kalan 3-5 Ermeni kendi ismiyle bile yaşayamaz olmuştur.

Hrantlar kendini Fırat, Ohannesler Orhan, Varujanlar Varol olarak tanıtmak zorunda kalmıştır.

 Partizan/153

Ermeni tohumu, Rum tohumu, pis Yahudi gibi terimler Türkçe’ye birer deyim olarak girmiştir. Ülkenin başbakanı çıkıp “Affedersiniz bana Rum dediler” diyerek milyonlara bu şekilde hitap edebiliyor. “Affedersiniz” derken kelimeyi nasıl utanç verici bir manada telaffuz ettiğini görüyoruz. Maddisoykırım gerçekleşmiş ancak kültürelsoykırım bitmemiş ve devam etmektedir. Üzerine ölü toprağı serilen mesele tam tersine dezenforme edilerek neredeyse bilinçlerden sökülüp alınmıştır. 1980 ve sonrasında Asala eylemleriyle birlikte mesele yeniden gündeme gelmiştir. 1980’e kadar “Aksine Ermeniler Türkleri katletti” vaazlarından vazgeçilmiş, yeni ve “çağa uygun” söylemler geliştirilmiştir. Önceleri “Erzurum’da bulunan toplu mezardan Kuran-ı Kerim çıktı” ya da “Hınıs’ta Ermenilerin katlettiği Türklerin mezarından üzerinde ay yıldız olan bir tütün tabakası çıktı” gibi uyduruk gerekçeler yerine, nispeten daha savunulabilir, ortalama Türk milliyeti kafa yapısına uygun yeni söylemler geliştirilmiştir. “Savaş yıllarıdır. Bütün dünyanın gözü Osmanlı topraklarındadır.

Ruslar Doğu Anadolu’ya, Doğu Karadeniz’e girmiştir ve bizim koynumuzdaki yılan olan Ermeniler saf değiştirmiştir, askerimizi arkadan hançerlemektedirler. Hınçak’tı Taşnak’tı Ermeni çetecileri Rus saflarında bize karşı savaşmaktadırlar… Ee ne yapılabilir? Tehcir Kanunu çıkarılmıştır. Tabii o zamanki ulaşım şartları elverişli değildir. Sürgün yollarında bir takım telefat yaşanmıştır. Özellikle Kürtler Çerkesler sürgün kafilelerinin yollarını kesip soymuş ve bazen öldürmüştür.” “Ancak Ermeniler üzerinde yaşadıkları vatana ihanet etmese, selam durdukları bayrağa ihanet etmese bunlar olmazdı. Ne yazık ki birkaç bin Ermeni bu şekilde hayatını kaybetmiştir. Ama kabahat kendilerinindir.” Lafta dindarlığı da milliyetçiliğe iliştirmiş yeni bir kafa yapısı yukarıdaki açıklamalarla “yeni Ermeni manifestosu” olarak savunulmaktadır. Bu belirlemelere eklenecek bir kelimeleri dahi yoktur. İster üniversite gençliği ister esnaf ister kahvehanede kâğıt oynayan insanlara sorunuz, papağan gibi size şu söylediklerimizi tekrarlayacaklardır. Ne bir eksik ne bir fazla… Milliyetçilik son iki yüz yılın en etkili zehridir. Asla mantıkla bir araya getirilemez ve hiçbir şırınga milliyetçiliğe hümanizm enjekte edemez. Onlara bir ulusun bağımsızlık hakkı olduğunu kabul ettiremezsiniz! Onlara bir halkın özgürlük-bağımsızlık savaşçılarının olabileceğini, bunun halkların doğal yapısında olduğunu ancak örgütlere karşı savaşımın bir halkın 7’den 70’e bütün fertlerine karşı yöneltilmesinin yanlış olduğunu kabul ettiremezsiniz! Örgüt veya çetelerle savaş ile sivil halka yönelik bir savaşın aynı sayılamayacağını kabul ettiremezsiniz!

Partizan/154

Ülkenin doğusu için bahane gösterilen bir olgudan batıdakilerin Yozgat’taki Eskişehir’deki Kayseri’deki ya da İstanbul, Kastamonu’daki insanların sorumlu tutulmasının yanlış olduğunu kabul ettiremezsiniz! Çünkü doğru veya eğri olmanın kıstası aynı milliyetten olup olmama ile özdeş hale getirilmiştir. Örneğin Bosna-Hersek Türklerinin bir dönem için Ermenilerle aynı kaderi paylaşmasının Sırplar ya da Hırvatlar açısından savunulabilir olduğu savını ortaya attığınızda apışıp kalır ve bu kez tam tersine dönerler. Çünkü bütün milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliğinin de ölçüsü doğru-yanlış ya da haklı-haksız değil, Türk olup olmamaktır. Onlara 1915’teki Osmanlı ile 1995’teki Sırbistan’ın ve yine 1915 Ermenileriyle 1995’teki Bosnalı Türklerin aynı zaviyede olduğunu, 1995’teki Türk’ü savunanın 1915’teki Ermeni’yi savunması gerektiğini kabul ettiremezsiniz. Çünkü milliyetçilik mantıkla bağdaşmaz. *** Soykırımın uluslararası tanımı yapılırken şu sıralama esas alınmaktadır.

 Soykırımın Sekiz Evresi 1- Classification (Gruplaştırma) 2- Symbolization (Damgalama-Simgeleme) 3- Dehumanization (İnsandan Saymama-İnsancıl ÖzelliklerindenArındırma) 4- Organization (Örgütlenme) 5- Polarization (Kutuplaşma) 6- Preparation (Ön Hazırlık) 7- Extermination (Yok Etme-İmha) 8- Denial (İnkârcılık) (Partizan Dergisi, sayı 86) Birinci maddede soykırıma tabi tutulacak kesimin etnik veya dinsel veya sosyal olarak birleştirilmesi, ikinci maddede ise az önce sözünü ettiğimiz gibi “Ermeni dölü”, “Rum tohumu” ya da “pis Yahudi” veya “kuyruklu Kürt” gibi terimlerle damgalama ve simgeleme örnekleri… Sohbetimiz içinde yer yer geriye dönerek bu konular hakkında örnekler sunacağız. Üçüncüye şimdilerde ötekileştirme diyorlar. Ermeni’yi, Kürt’ü ya da Ezidi’yi sınıf ve tabakalarına göre değil de bir bütün olarak niteleme ve onlar hakkında algı yaratma… 70-80’li yıllara kadar Aleviler için “mum söndü”, Ezidiler için “şeytana tapma ibadeti” hikâyeleri anlatılırdı. Soykırımın dördüncü evresi örgütlenme daha çok kendini paramiliter örgütlenmeler olarak ortaya koyar.

Yarı askeri illegal yeraltı örgütlenmeleri… Silahlı gönüllü birlikler… Çerkes ve Kürt çeteleri, Rum katliam ve sürgünleri sırasında oluşturulan ve daha sonra Koçgiri Kürt Ayaklanması’nı bastırmak için görevlendirilen (Mustafa Kemal tarafında Topal Osman’a kurdurulan) Laz Alayları… Partizan/155 Kuruluşu Abdülhamit’e dayanan, Türk yüzbaşılarca eğitilen Kürt Hamidiye Alayları… 12 Eylül öncesi Alevi kırımlarını gerçekleştiren Etko, Tit vb. yapılar… Şimdilerde Kürt barikat savaşlarında ortaya çıkan Esedullah Timi… 1985- 1995 arası tamamen kontrgerilla örgütü olan Hizbullah… Beşinci aşama kutuplaştırma aşaması daha çok suikast, sabotaj vb. bombalama eylemleriyle gerçekleştirilir. Cemaat, grup veya etnik önderler hedef alınır. Bu paramiliter yarı istihbarat örgütleri bazen kendi kanaat önderlerine sanki karşıdan yapılmış gibi eylemler düzenleyerek kutuplaşmayı ters yönden yaratırlar.

 Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Komiser Gaffar Okan suikast vb.leri buna örnek olarak verilebilir. En son ve canlı örneğini Ceylanpınar’da evinde yatan iki polisin öldürülmesiyle yaşadık. Akabinde Suruç bombalı eylemi gerçekleştirilerek “Barış Masası” tekmelendi. Barış Masasına ihtiyacı olan iktidar, Kürtlerin “bunu istemeyenler var, asıl şimdi barış masasına dört elle sarılmamız gerekir” demeleri ve öyle düşünmeleri için kendi istihbarat örgütlerine Sakine Cansız ve yanındaki iki kadın aktivisti öldürtmüşlerdi. Yani aynı yöntemle hem “Barış Masası”nı korumuş ve yine aynı yöntemle devirmişlerdi. Bu tarz provokatif eylemlerle gerilim yükseltilir, medya üzerinden yalan dolan haberlerle tırmandırılarak tam bir kamplaşma ve kutuplaşma yaratılır. Günümüzden örnekler vermekteki gayemiz meselenin daha iyi bilince çıkması içindir. Aslında yüzyıl önce İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından uygulanmış yol ve yöntemlerdir. Ermeni evlerinin işaretlenmesi “Kiliseler cephane deposu olmuş”, “Ermeniler askere kurşun sıktı” teraneleri o zamanki medyatik yöntemlerdi. Altıncı aşama prova aşamasıdır. Yine daha güncel örneklerle devam edeceğiz.Aralık 1978 Maraş Olayları resmi rakamlara göre 105 kişinin ölümü ve yüzden fazla iş yerinin tahribiyle sonuçlanmıştır.

 Mayıs-Temmuz 1980 Çorum Olayları yine resmi rakamlara göre 57 Alevi yurttaşın ölümü ve iş yerlerinin talanıyla sonuçlanmıştır. 2 Temmuz 1993 Sivas’ta 33 aydın ve demokrat ve sanatçı diri diri yakılmıştır. Diyebilirsiniz ki Çorum, Maraş veya Sivas provokasyonları bir soykırım hazırlığı mıydı? Tabii ki hayır! Bunlar “derin devlet” dediğimiz karanlık yapı ve güçlerin kullanım alanında olan değişik taktik ve varyasyonlar olarak bilinmelidir. Gericileşen kapitalizmin arşivlenmiş “Özel Harekat” dosyaları olarak sümen altında bekletilirler. Bazen bir “kaos” ya da “darbe” hazırlığı olarak, bazen bir katliam tertibi, bazen de “Barış Masası” gibi masaların devrilmesi amacıyla kullanılır. Konumuz özelinde Ermeni soykırımı için yapılan ön hazırlığa tarihten onlarca örnek gösterebiliriz ama biz en can alıcı örnekle yetineceğiz. Partizan/156 1909 Adana Katliamı Adana, Doğu’dan gelen göçmen işçi topluluklarıyla ve yerel örgüsüyle kozmopolit bir yapıya sahiptir. Kentin yarısından fazlası Hıristiyan’dır. Dönem itibariyle Ermeni mevcudiyeti ise 30 binden fazladır. Ticarette Müslümanlara oranla daha imtiyazlı ve parasal olarak daha güçlüdürler. Bu zenginliğe içerleyen yerli bir tabaka zaten mevcuttur. Bundan yaklaşık 110 yıl önceAdana Katliamı hangi yaygaralarla başlıyor biliyor musunuz? Hiç yabancı olmadığımız şeyler. “Ermeniler tarafından cami yakıldı!” “Ermeniler kiliselerde cephane biriktiriyor!” “Hükümet askerlerine Ermenilerce ateş açıldı!” Halkın dinsel ve etnik hassasiyetlerini bir diğerine karşı silah olarak kullanma ve kışkırtma yöntemi hiç değişmiyor. 70 yıl sonra Maraş’ta “Komünistler cami yaktı!” yaygarasıyla başlatılmıştı olaylar...

Konumuza dönelim…

Yağmalanan evler, yakılıp yıkılan dükkânlar ve binlerce kadın, çocuk, insan cesedi… Bilanço tam bir katliam: 30 bin ölü…Yakılıp yıkılmış, talan edilmiş binlerce dükkân ve ev… Bu ev ve dükkânların yüzde 90’ı Ermenilere ait… 30 bin ölüden 1000-2000’i Müslüman, gerisi tamamen Ermeni… Komediye bakın! Öldürülenler Ermeni, evi barkı yakılıp yıkılanlar Ermeni ama olayların müsebbibi yine Ermeniler olarak gösteriliyor. İddianın inandırıcılığının hangi düzeyde olduğunu bilançodan çok iyi çıkarabiliyoruz. Bu olaylardan sonra Adana’da (Kilikya) neredeyse Ermeni kalmıyor. 1909, Osmanlı’da iktidar kavgalarının ayyuka çıktığı bir dönemdir. Meşrutiyetin İlanı-Feshi, Kanuni Esasi’nin İlanı-Feshi, Meclis-i Mebusan’ın oluşturulması, padişahlığın sembolik hale getirilmesi akabinde tekrar yetkiyle donatılması… Sizleri tarihler ya da anlaşma isimleriyle boğmak istemiyoruz. 1870 ile 1920 arası Osmanlı üst yapısında büyük bir siyasal istikrarsızlık dönemi darbelerin darbeleri kovaladığı bir dönemdir. 1909 özeline gelirsek siyasal iktidar II. Abdülhamit ile İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) arasında gidip gelen neredeyse ortaklaşa bir hükümettir. Kilikya’da uygulanan ise tam bir soykırım ön hazırlığıdır. 1909 Kilikya trajedisini Anadolu kadın hareketinin öncülerinden sayılabilecek Zabel Yesayan öyküleştirmiştir. Abdülhamit’i bu katliama yönelten sosyal, siyasal vb. nedenlere bir göz atalım. 1876’da padişah olan II. Abdülhamit dönemine siyasal literatürümüzde “İstibdat Dönemi” denir. Gericileşme dönemi, baskıcı uygulamaların arttığı, sansür ve siyasal suikastların gündeme sokulduğu bir dönemdir. Uluslararası konjonkPartizan/157 Partizan/158 türde emperyalizmin kendini ağır ağır hissettirdiği bir süreç başlamıştır. Gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası arenada kendine uygun bir yer aramaktadır. Zira 17. yy.dan beri ekonomik olarak gerileyen ve sürekli toprak kaybeden bir Osmanlı vardır. 1876’da Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine V. Murat’ı getiren Mithat Paşa ve çevresi ruh sağlını yitirmiş bu padişahla yürüyemeyeceklerini anlayınca Meşrutiyet ilanı şartıyla II. Abdülhamit’i tahta oturturlar. 31 Ağustos 1876’da tahta geçen Abdülhamit bir yıl geçmeden tarihte “93 Harbi” olarak bilinen savaşın içinde bulmuştur kendini. Bir yıl süren bu savaş sonucu Bulgaristan, Bosna-Hersek, Sırbistan Karadağ ve Romanya kısmen bağımsızlıklarını elde etmiş; Ruslar doğudan Kars, Ardahan, Rize, Artvin ve Batum’u Osmanlı’nın elinden almış ve Osmanlı bu savaşta yaklaşık 90 bin ile 120 bin arasında askeri kayıp yaşamıştır. Ayastefanos Anlaşması’yla Osmanlı, tarihteki en kötü dönemine girmiştir. Osmanlı-Rusya’da Osmanlı Panslavizm savaşları sonucunda Kafkaslar ve Balkanlar’da yaşayan yaklaşık 500 bin ya da daha fazla Müslüman yaşadıkları topraklardan sökülüp göçe zorlanmıştır. 1870’lerin şartlarında öylesi büyük bir sürgünler yumağının kırımsız ve katliamsız gerçekleşeceğini düşünmek sofiyane olur. Kimi tarihçilere göre 300-500, kimine göre 1 milyon Müslüman bu tarihsel dönemde Anadolu’ya göç ettirilmiştir.

Balkanlar’dan gelen göç dalgasına biz Boşnak ya da Arnavut derken Kafkaslar’dan gelen Abhaz, Adige, Kabarday gibi topluluklara kısaca Çerkes demişiz. Savaş ve sonrası stratejisinin Osmanlı üst yapısına nasıl yansıyacağını tahmin etmeye çalışalım. Bunun Osmanlı bürokrasisi, askeri hiyerarşisi ve aydınları üzerinde nasıl bir düşünce dönüşümüne, nasıl bir şekillenişe sebep olacağını tahmin etmeye çalışalım. Slavlar Müslümanları yaşadıkları topraklardan sürmüş, Ruslar Ayastefanos Anlaşması’yla Anadolu topraklarının bir kısmını Batum da dâhil olmak üzere ilhak etmiş ve yine aynı anlaşmayla Ermeniler için bazı iyileştirmeler istiyor, yarı otonom sayılabilecek bir yerel yönetimi Osmanlı’ya dayatmıştır. Buraya bir parantez açarak önceleri sıradan bir posta memuru olan, sonradan İTC hükümetlerinde iç işleri bakanlığına kadar yükselen Talat’ın ruh haline bir göz atalım. Eşinin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla Edirne’nin Bulgarlara teslim edilmesinden sonra ilk kez ağlıyor ve “…ömrümün geri kalanını Yunan, Bulgar ve Karadağlılardan intikam almaya vakfetmeye razıyım” diyor. Osmanlıcılık ile milliyetçilik arasında gidip gelen ve giderek radikalleşen ve hatta ileride bir canavara dönüşen Talat’ın kişiliğini toplumsal süreçten bağım- Partizan/159 sız bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Rusya Ermenistan’a oynarken yenilmiş Abdülhamit aklınca bir diplomasi atağına kalkıyor. 4 Haziran 1978’de gizli Kıbrıs Sözleşmesi’yle Rusya’ya karşı kendilerinin safında savaşma sözü karşılığında Kıbrıs’ı İngilizlere veriyor. Bir yandan İngilizlerle flört eden Abdülhamit, öte yandan da Almanlarla beraber Hicaz Demiryolunun inşasına başlamıştır. Abdülhamit’e göre (ki İslam Halifesidir) bu demiryolu İslami birliğin pekiştiricisi olacaktır. Bu demiryolu ile beraber İslam dünyası maddi ve manevi olarak Osmanlı ile daha sıkı bağlar içine girecektir. “Birleştirici bir inanç olarak İslam’ın vurgulanması aynı zamanda Hindistan’da milyonlarca Müslümana hükmeden İngilizleri de korkutuyordu. Londra Osmanlı etkisini baltalamak için Arap topraklarında gizliden gizliye faaliyetler yürütüyor”du. “Bu arada rakibi Alman kayzeri de kendisini dünya Müslümanlarının savunucusu ilan etmişti.” (Gregor Suny, Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 152) Diplomasi atağına devam eden Abdülhamit Ayastefanos’tan 4 ay sonra Temmuz 1978’de tarafları ikna ederek Berlin Anlaşması için masa etrafına topluyordu. Balkanlar’da Bulgarlara prenslik ve diğer ülkelere de önemli imtiyazlar verilerek masadan kalkılıyordu. Ama en azından Rusların tehdit olduğu konusunda Batılı ülkeler ikna edilmişti.

Tabii bu anlaşmada da aynı Ayestafanos’da olduğu gibi Ermenilerin Osmanlı içindeki statülerini iyileştirme noktasında bir takım reform sözleri verilmişti. Ancak ne Ayestafanos ne de Berlin Anlaşması’nın bu hükümleri asla hayata geçmemiştir. Bir tarafta Almanya-Avusturya, diğer tarafta İngilizler ve Fransızlar ve kendine güçlü müttefikler yaratmaya çabalayan bir Osmanlı… Osmanlılar Müslüman burjuvaziye oranla ticaret burjuvazisi gelişmiş ve batıdan başlayan uluslaşma hareketinin nispeten nüvelerini taşıyan Hıristiyan topluluklardan darbe yiyordu. Uluslaşma ve bunun yarattığı bağımsızlık hareketleri imparatorluğun çevresinde olduğu kadar olmasa da imparatorluğun bizzat göbeğinde yani Anadolu’da da baş göstermeye başlamıştı. Ermeniler ve Kürtler! Müslüman topluluklar olması hasebiyle Kürtlerin bir potaya sokularak hizaya getirilmesi için formüller vardı. Ancak daha düne kadar “Millet-i Sadıka” unvanıyla anılan Ermeniler için bir formül bulunamıyordu. Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi diğer yerel burjuvaziye oranla palazlanmış ve önemli bir güç haline gelmişti.

Müslüman burjuvazi zayıf ve cılız bir halde çırpınırken gayrimüslim burjuvazi nasıl sultanlara borç verecek kadar büyük bir ekonomik güç haline dönüşmüştü? Burada kilometre taşı 1838’de imzalanan Baltalimanı Anlaşması’dır. Bu anlaşma da aynı gizli Kıbrıs Anlaşması’nda olduğu gibi bir çeşit rüşvet anlaşmasıdır. Gerilemeye başlamış ekonomik dar boğazlarda çırpınan Osmanlı’da iç isyanların boy verdiği bir süreçte imzalanmıştır. Başını Mısır valisi Kavalalı M. Ali Paşa ile hariciye nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın çektiği isyan Osmanlı saltanatını ciddi olarak tehdit eder hale gelmiştir. İsyanın bastırılması için İngilizlerin ayağına giden II. Mahmut yardım karşılığında Baltalimanı Anlaşması’nı imzalamıştır. Bu ticari anlaşmaya göre Osmanlı’nın tarım ürünleri üzerine uyguladığı tekel son buluyordu. Gümrük vergileri neredeyse sıfırlanıyor ve Britanyalı tüccarlar yerli tüccarların yararlandığı bütün imtiyazlardan yararlanıyordu. Yerli tüccar örneğin malını bir şehirden diğer şehre getirmek için “transit vergisi” öderken Britanyalı tüccarlar bir defalığına ülkeye girişte küçük bir vergi ödedikten sonra malını Osmanlı sınırları içinde hiçbir vergi ödemeden istediği yere nakledebiliyordu. İzleyen 3 yıl içinde benzeri anlaşmalar Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, İspanya ve Portekiz’le de imzalanmıştı. Ticari kapitalizmin gelişmesi için bütün kapılar açılmıştı. Ticarette daha çok Osmanlı’daki gayrimüslim tüccarları muhatap alan Batılılar bu hamleleriyle gelir dağılımındaki eski düzeni bozmuş, Müslüman lonca ve çalışanları ile köylülerin giderek daha çok yoksullaşmasına yol açmıştır. “19.yy’ın ortalarından itibaren Müslümanlar iş dünyasında ekonomik ve toplumsal bakımdan gayrimüslimlere tabii olmuştu. Yüzyılın başında imparatorluktaki 42 matbaadan sadece 11’i Müslümanlara, metal işleme fabrikalarından 1’i Müslümanlara 22’si gayrimüslimlere aitti. Bursa’daki ham ipek imalathanelerinden 6’sı Müslümanlara, 2’si devlete, 33’ü gayrimüslimlere aitti.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.80) Bu bilanço gayrimüslim tüccarları gözle görünür bir biçimde Müslüman tüccarlar karşısında farklılaştırmıştı. Osmanlı’nın yerel Müslüman burjuvazisinin güdük ve cılız, sanayisinin ise yeterli boyutlara ulaşamamasının nedenlerini bu anlaşmalara (1838 Baltalimanı ve ilerleyen 4 yıl içinde yapılan diğer anlaşmalar) bağlayan tarihçi ve ekonomist sayısı küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ağır vergiler altında ezilen Osmanlı küçük işletmeleri Avrupalı ticaret burjuvazisiyle rekabet şansını yitirmiş, köylülük ve yarı-proleter diye sınıflandırabileceğimiz kesim ne topraktan kopabilmiş ne de küçük zanaatlar tabakasına girebilmiştir. 1830-1870 arası bu dönem Osmanlı için ekonomik yıkım dönePartizan/160 midir. Aldığı borcu yeni bir borçla ödemek zorunda kalan Osmanlı ayakta durabilmek için reayaya vergi üstüne vergi bindirmeye başlamıştır. Ta Selçuklu’dan beri hatta OrtaAsya’nın steplerinden beri ekonomisini talan, fetih-talan ve haraç üzerine oturtmuş olan Osmanlı’nın bu iktisat kültürü halk edebiyatına bile konu olmuştur. “Şalvarı şaltak Osmanlı Eyeri kaltak Osmanlı Ekende yok biçende yok Yiyende ortak Osmanlı” (Erdoğan Aydın-Öteki Tarih) Halk edebiyatının bu eşsiz örneğinde de görüldüğü gibi Osmanlı iktisadiyatı üretim veya istihdamdan daha çok vergi ve haraç üzerinde şekillenen bir iktisadiyattır. Osmanlı iktisadındaki bu düzenin üst yapısal yansıması kendini öncelikle aydınlar içinde göstermeye başlamıştı. Bir yanda emperyal diğer yandan ulus devletler, bir yandan devletlerin ulusları tespit etmesi gerektiğini savunan milliyetçilik akımı diğer yanda ilahi olarak atanmış yöneticilere fetih haklarına ve hanedanların devamıyla bahşedilen yetkiye dayalı bir paradigma vardı.

Osmanlı elitleri “Batılılaşmak” adı altında yeni fikir ve akımlarla temas etmişlerdi. Ulus olmanın imparatorluktan ayrılmayı meşru kılacak “kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi parlak yanları, kanunlar karşısında eşitlik ilkesi vardı. Ayrıca meşrutiyetlerle beraber Osmanlı hiyerarşisinin kadim geleneklerini baltalayan anlayışlar gelişiyordu. Bununla beraber emperyal geleneklerden kopmak istemeyen daha doğrusu imparatorluğun işgalci-ilhakçı özelliklerini muhafaza ederek fakat siyasal üst yapısını benimsemeyen hem Panislamizm hem de Pantürkizm’i benimseyen oldukça güçlü bir akım da vardı. Bu akım daha çok askeri yapı içinde örgütleniyordu. “Ulusu neyin oluşturduğu konusundaki muğlaklık Osmanlı Türkleri arasında güçlü ve tutarlı bir milliyetçiliğin gelişmesini engelledi ya da en azından geciktirdi.” “Türkçü ve Turancı anlayışın nüveleri en azından ‘Türk olmaktan Türki bir dil konuşmaktan gurur’ duyan yaklaşımlar yine burjuvazi ve proletaryanın en önce serpilmeye başladığı Bakü, Kırım ve Tiflis civarında ses vermeye başlamıştı. Bu akımın öncüleri Kırım’da İsmail Gaspralı, Güney Kafkasya’da Mirza Fetali Ahundo ve Bakü’de Hüseyinizade Ali Bey gibi aydınlardı.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.178) Partizan/161 Aynı topraklar Ermeni siyasal oluşumlarına da sahne oluyordu. Rus hükümetinin 1885’te Ermeni okullarını kapatarak başlattığı yeni asimilasyon girişimi Ermeni aydın ve gençlerini harekete geçirmişti. Bu arada Güney Kafkasya’da demografik olarak Ermenilerin azımsanmayacak bir yoğunlukta olduğunu söyleyelim. Mesela Bakü’de nüfusun yüzde 50’ye, Tiflis’te yüzde 30’a yakınının Ermeni olduğu bilinmektedir. Bakü iş dünyasının egemeni Ermeni burjuvazisidir. Dolayısıyla sınıf olarak proletarya ve yeniçağın aydınlık fikirleri de öncelikle bu topraklarda filizlenmiştir. Rus baskısıyla serbest örgütlenme imkânı bulamayan Ermeni aydınlar 1886’da Cenevre’ye geçerek Hınçak (Çan) Partisi’ni kurdular. Hınçak kendisini sosyalist olarak tanımlamasına rağmen Marksizm’e mesafeli duran bir partidir. Daha önceleri 1870’lerde liberal bir dünya görüşünün savunucusu olan Mşag Gazetesi etrafına toplanan ve Rus yanlısı bir çizgi savunan aydınların birçoğu Hınçak saflarına geçmiştir.

Avedis Nazarbekyan ve eşi Mara Vartanyan Hınçak’ın iki kurucu önderiydi. Bu ikili bağımsız-sosyalist ve birleşik bir Ermenistan’ı savunuyordu. İzledikleri güzergah silahlı mücadeleydi. Önce Osmanlı Ermenilerini kurtaracak, daha sonra bu Rus ve İranlı Ermenilere esin kaynağı olacak ve böylece Birleşik Sosyalist Ermenistan kurulacaktı. Aynı yıllarda Rus popülizminden etkilenmiş bir grup genç Ermeni Yeridasart Hayastan (Genç Ermenistan) adlı bir örgüt kurarak Osmanlı ve İran’da örgütlenmeye başlamıştı. 1890’da Tiflis’te Kafkas radikalleriyle bir araya gelen Hınçaklar, Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) kuruyorlar. Ancak 1 yıl geçmeden sosyalist olduğunu iddia eden Hınçaklar ayrılıyor ve yine Hınçak olarak devam ediyorlardı. Anadolu’nun ilk Ermeni siyasal oluşumu ise Armenagan adı ile Van’da kurulmuştur. “Aktivist öğretmen Mıgırdiç Partukalyan Van’daki bazı Ermenilerin bağımsız Ermenistan’ı devrimle kurabileceklerini düşünmelerine esin kaynağı olmuştu.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.114) Legal ve illegal oluşum ve yayınlar için daha detaylı araştırmalara ihtiyaç vardır. Bilinen ilk Ermenice gazetenin 18. yy. sonlarına doğru Madras (Kastamonu)’ta çıkarıldığı bilinmektedir. Hızla değişip dönüşen siyasal dünya Taşnaklar’ı biraz daha milliyetçi bir güzergâha doğru iterken Hınçakların durmadan bölünmesine sebep oluyordu. Bu bölünmeler herhangi bir sınıf ya da zümreden çok bütün ulusun partisi olduğunu savlayan Taşnaklar’ın işine yarıyordu. Hızla gelişen ve büyüyen Taşnak, “bağımsız Ermenistan” şiarını terk etmiş ve bunun yerine “özgür Ermenistan” şiarına sarılmıştı. Buna göre her Ermeni topluluğu kendi bulunduğu imparatorluk sınırları içinde iyileştirmeler ve reformlarla daha özgür hale gelecekti. Aynı dönemde Rusya nasıl bir sıkı asimilasyon politikasını hayata geçirmişseAbdülhamit de bundan hiç geri kalmamıştı. Bütün ulusal ifade biçimleri yasaklanmıştı. Artık hiçbir eserde Ermenistan sözcüğü kullanılamıyordu.

Hatta 500 yıl önce yaşamış Ermenistan kralı V. Levon’un resimlerini basmak bile yasaktı. Kıbrıs’ı almasına rağmen Britanya’nın Osmanlı’ya desteği geriliyor, aksine Alman ve Fransız nüfuzu büyüyordu.ArtıkAlmanlarla Fransızlar kıyasıya bir rekabet içindeydiler. İngilizlerdense Almanlarla daha sıkı fıkı olan Abdülhamit sansür ve suikastlarla pekiştirdiği gericiliğe Hamidiye Alayları’nı kurdurarak yeni bir yönelim katmıştı. 1890’ların başında İslam kimliği altında düzensiz, başına buyruk Kürt alayları oluşturulmuş ve silahlandırılmıştı. Ermenilere yönelik en büyük toprak ve arazi gaspları bu dönemde yaşanmıştır. Vergi üstüne vergi ödeyen Ermeni, gasp edilen arazisinin bile vergisini ödemek zorundaydı. Ermenilerin kendi öz savunma birliklerini oluşturmaktan başka hiçbir çaresi yoktu. Yer yer Ermeni direnişleri baş göstermeye başlamıştı. 1891-94 arası Sason Direnişleri (bugünkü Siirt-Batman arası olan bölge), 1892’de Zeytun (Maraş bölgesi) ve 1895-96’da büyük Van direnişlerinin hemen hepsi Hamidiye Alayları’nın desteğiyle bastırılmıştır. Birbirinden kopuk ve aralarında koordine olmayan bu yöresel direnişlerin hepsi aynı yöntemlerle birkaç yıl içinde ezilmiştir. Ermenilerin “terbiyecisi” olarak addedilen Kürtler, bu karmaşada palazlanıyor, güçleniyor, silahlı ve yasal güç sayılmalarından dolayı bölgenin nüfuzunda önemli derecede söz sahibi oluyorlardı. Birbirini takip eden irili ufaklı yüzlerce direniş birkaç ay ya da yıl arayla peş peşe bastırılıyordu. Erzurum, Trabzon, Arapgir, Bayburt, Bitlis, Urfa, Diyarbakır, Hacın (Sainbeyli)… Bir daha Zeytun… Bir daha Sason… Bir daha Van… “Sivas Gürün’de katliam öncesinde 2 bin Ermeni varken sadece 500’ü hayatta kalıyor.” “Dersim’den gelen Kürtler Harput’ta kasabalara girip Ermenileri öldürmeye, evlerini yağmalayıp yakmaya başlıyor. Buna Türkler de katılıyor.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.151-152) Diyarbakır’da ismi bugün bile hala “Çarşiya Şewıti” (Yanık Çarşı) olan Ermenilere ait yüzlerce işyeri, yarı sivil çetelerce bir günde yakılıyor. 3-5 gün içinde 1200’e yakın Ermeni öldürülüyor, 500’den fazla kız çocuğu ve genç kadın Kürtler tarafından kaçırılarak zorla İslam’a geçiriliyor… Konuşmamızın başlarında başarılı olan her provokatif eylem biçiminin OsPartizan/163 manlı’nın savaş ve siyaset arşivine girdiğini ve yeri ve zamanı geldiğine evrimleşmiş yeni şekilleriyle çağa uygun olarak tekrar kullanıldığını söylemiştik. Kutuplaştırarak Ermeni’yi Kürt’e, Rum’u Laz’a kırdırma taktikleri daha sonradan Yahudi’yi Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye kırdırma, muhafazakârların karşısına laikleri sürme şeklinde gerçekleşmiştir. 1890’da Hamidiye Alayları, 1920’lerde Laz Alayları, 1985’te koruculuk sistemi, bunların tümü halkı halka kırdırma metotlarıdır. Tarihte başarılı olduğu görüldüğü için iktidar sahibi hâkim sınıflar tarafından isim vs. değiştirilerek sürekli kullanılırlar.

Ermeni meselesi çok ciddiydi. Bulgaristan ya da Sırbistan meselesine benzemiyordu.

Çünkü

 imparatorluğun şurasında burasında değil tam göbeğinde, Anadolu’da patlak vermişti. “Abdülhamit döneminde yapılan kıyımların büyük bölümünü hükümet birlikleri ve onların öldürme izni verdikleri kalabalıklar gerçekleştirmişti. Katliamlar sona erdiğinde tahminlere göre 100 bin ile 300 bin arası Ermeni hayatını kaybetmişti.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.160) Abdülhamit Osmanlı padişahları içinde bireysel maddi birikimi en fazla olan padişahtır. Aynı bir tüccar ya da sanayici gibi birçok ticari alanda şahsi sermaye bulundurmaktaydı. Bütün bu mali işlerini bir Ermeni’ye yaptırmasına rağmen onda içten içe bir Ermeni düşmanlığı da vardı. Bunu nereden çıkarıyoruz? Kişisel sohbetlerinde eski Hariciye Nazırı ve sadrazam Said Paşa’ya şöyle diyor: “Ermeni sorunu reformla değil ancak kanla çözülebilir.” Yine kendi hatıratında Ermeniler için şu aşağılayıcı cümleleri kullanıyor: “Ermeniler hissetmedikleri bir acıdan dolayı ağlıyormuş gibi görünmektedir. Büyük güçlerin arkasına saklanan ufacık birsebepten ötürü yaygara koparan bir millettirler, bir kadın kadar korkak ve nazenindirler…” Tarihçi Selim Deringil, Abdülhamit’in Ermenileri yok etmeyi değil sindirmeyi, yıldırmayı ve aşağılamayı amaçladığını söyler. Aşağılamak niçin amaç edinilir? Başkaldıran bir topluluk sindirilir, yok edinmek istenir de niçin aşağılanır? Müsaadenizle biraz güncele dönmek istiyoruz.

Katledilen Kürt gerillaların bedenleri kadın olsun erkek olsun çırılçıplak teşhir edilir, kulak veya burunları kesilir ya da Dargeçit’te olduğu gibi erkekler köy meydanına toparlanarak kadın ve çocuklarının gözü önünde dışkı yemeye zorlanır. Öldürülen bir gerillanın karnı deşilir, bağırsakları iç organları çıkarılarak teşhir edilir. İşkencehanelerde sorgulanan devrimciler birbirlerine işkence yapmak ya da birbirlerinin yüzüne tükürmek için zorlanır. Örnekleri yüzlerce çoğaltabiliriz. Bu yol savaşı kriterlePartizan/164 rine göre yapmayan gericiliğin, faşizmin başvurduğu bir yoldur. Bunda amaç, kişinin veya topluluğun moral değerlerini tahrip etmektir. Kişinin veya topluluğun kendine olan güveninisarsmaktır ve kişi ve çevrede bir korku ve panik fobisi başlatmaktır. Bu bir terör yöntemidir ve her yerde olduğu gibi burada da faşizm bir terör iktidarıdır. Korku ve panik kalıcı hale getirilerek örgütlenme potansiyeline sahip kişi ve topluluklarda bu potansiyeli ötelemek ya da sıfırlamak amaçlanır. Aradan onlarca yıl geçmesine karşın gerici iktidarların bazı savaş yöntemlerinden hiç vazgeçmediğini görüyoruz. Niçin? Kilometre taşlarına bakalım. 1915 Ermeni Soykırımı ve bu sürece kadar coğrafyada olagelmiş irili ufaklı Ermeni ve Kürt başkaldırılarının bastırılması başarıyla sonuçlanmıştır. 1914-24 arası Rum katliamı ve tehciri ya da mübadelesi başarıyla sonuçlanmıştır.

1920 Koçgiri Kürt isyanının bastırılması, 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1930 Ağrı ve Zilan olayları, 1938 Dersim karşı koyuşu hep başarıyla bastırılmıştır. Faşizm ve gericilik başarı elde ettiği hiçbir yöntemi unutmaz! Onu saklar, arşivler, yeniçağa uygun hale getirir ve yeniden kullanır… Bir örnekle geçelim. Yaklaşık 150 yıl önce uygulanan bir metot olan Hamidiye Alayları 30-40 yıl sonra karşımıza Laz Alayları olarak çıkıyor. Ve yüzyıl sonra ise Koruculuk Sistemi olarak sahne alıyor… Hamidiye Alayları’nı kim eğitip silahlandırıyordu? Koruculuğu kimler tesis ediyor? Abdülhamit’e dönelim. Sohbetimizin başındaAbdülhamit’in Panislamist olduğunu ve Hindistan’dan Hicaz’a kadar olan bu topraklar üzerinde Osmanlı Saltanatı altında bir İslami birlik yaratmak istediğini söylemiştik. Yine tarihçi Murat Özyüksel Abdülhamit’in Panislamist olmadığını söylüyor ve pratiğini şöyle özetliyor: “…milliyetçilik virüsünün Türk olmayan Müslüman halkları yani Araplar, Kürtler ve Arnavutları etkilemesinin önüne geçmekti.” Ancak Özyüksel’in bu belirlemesinden bile bizAbdülhamit’in panislamist olduğunu çıkarabiliyoruz. Tabii biz bu söyleşi babında çok iddialı savlar ileri sürmüyoruz. Akademik olarak böyle bir kimliğe sahip değiliz. Tarihçi olduğumuz iddiasında asla değiliz. Bir dünya görüşümüz var ve okuyup araştırdığımız konuları kendi dünya görüşü süzgecimizden geçirip öyle yorumluyoruz.

İTC tarih sahnesine çıkıyor! II.Abdülhamit gericiliğine karşı örgütlenen Türk aydınlarının örgütü İTC’nin 1890’lı yıllarda Selanik’te kurulduğu söylenir. Örgütün önderliği dönemin akademisyenleri ve Osmanlı ordusu içindeki Partizan/165 genç askerlerden oluşmaktadır. Düşünsel altyapısı 1860’larda gelişen Genç Osmanlılar grubuna dayanmaktadır. Örgüt bütün Osmanlı tebaasının temsilcisi olduğu iddiasıyla yola çıkmış; Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Çerkes vd. bütün milliyetlere bir devlet çatısı altında özgür bir hayat vaat etmektedir. İllegal bir örgütlenme anlayışına sahip olan İTC’nin Paris’te Meşveret, Londra’da Hürriyet, Cenevre’de ise Mizan adlı üç yayın organı vardır.Alman Kayzeri II. Vilhelm’le ciddi temasları olduğu iddia edilen bu örgüt, son halini ise Paris’te örgütlenen Dr. Nazım ve Dr. Bahattin Şakir’in grubuyla birleşerek almıştır. Daha sonra Anadolu’da İzmir merkezli olarak örgütlenmelerine hız vermişlerdir. İTC’nin askeri-istihbari örgütlenmesi günümüzde MİT olarak şekillenen Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Soykırım teorisi örgütün beyni olan Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım tarafından şekillendirilmiştir. Ordu içinde Fedai-i Zabitan adı altında örgütlenen İTC’nin ayrıca birçok legal ve illegal grubu da mevcuttur.

Bunlar Türk Gücü Cemiyeti, Türk Ocağı, Osmanlı Genç Dernekleri, Köylü Birliği Cemiyeti, Bakü Müslümanları Cemiyeti, Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti, Halka Doğru Cemiyeti, Osmanlı Maarif Cemiyeti, Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti, Donanma Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kolaycı Esnafı Cemiyeti ve Hilali Ahmer (bugünkü adıyla Kızılay)… 1870 Anayasası ile birlikte Osmanlı’da Türkleşme eğilimle güçlenmekteydi. Türkler diğer İslam halklarının etrafında kaynaşacağı “temel unsur” olarak görülmeye başlanmıştı. İTC Türkçü tahayyüle bağlı yerel komiteler şeklinde örgütleniyordu. Bu arada milliyetçilik akımı gelişiyor, Tatar entelektüel Yusuf Akçura “Osmanlıcılık” ya da “Panislamizm” yerine Türklerin ırka dayalı bir Türk milliyetçiliği izlemesi gerektiğini öneriyordu. Jön Türklerin okumuş kesimleri, örneğin Ziya Gökalp, Türk ırkının “yeni bir hayat” kuracağı ve “yeni insanlar” yetiştireceği savıyla ortaya çıkıyordu. Enver Paşa ve Mustafa Kemal’i de bünyesine katan İTC bütün Türkçü, Turancı ve ırkçı yaklaşımlara rağmen ideolojik anlamda henüz monolitik bir yapıya sahip değildi. Ne tam anlamıyla Türkçü-Turancı, ne Osmanlıcı-Fetihçi, ne de yalnız milliyetçiydi. Ama şunu görüyoruz ki, otuz küsur yıl süren II. Abdülhamit gericiliğine karşı aslında bunların hepsini birden savunuyordu. Yeri geldiğinde Türkçü-Turancı yeri geldiğinde ise özgürlükçü ve reformcuydu. İdeolojik ilkeler doğrultusunda bir programı yoktu, aksine eklektik ve tamamen pragmatist-faydacı bir örgütlenme anlayışına sahipti. Rumeli ve Balkanlar’da çok iyi örgütlenen İTC, 1908’e gelindiğinde illegaliteden vazgeçerek açıktan parti kimliğiyle muhalefete başlamıştı. 1908 Haziran’da İngiltere ve Partizan/166 Rusya, Balkanlar ve Makedonya için görüşmelere başladığında (buna tarihte Reval Görüşmeleri denir)Alman yayılmacılığına karşı bir ittifak arayışında olan Osmanlı saltanatı da bu görüşmelere katılmaya karar vermiştir. İTC’nin büyük muhalefeti bu anda başlamıştır. Bu görüşmeler “Sultan memleketi satıyor” propagandasına dönüştürülüp derhal yeniden 1876Anayasası’nın kabulü ya da Meşrutiyet’in yeniden ilanı dayatmasıyla protesto edilmiştir. Açıktan bildiriler dağıtılıyor, saraya telgraflar çekiliyor, sokak hareketleri düzenleniyordu.

Osmanlı’ya karşı çete savaşı verenler de dâhil olmak üzere herkesle, Yunanlılarla, Makedonlarla ittifaklar yapılıyordu. Kürt-Ermeni bütün aydınlarla ortak hareket noktaları belirleniyor, protestolar aynı zamanda bir kutlama eylemine dönüştürülüyordu. Saltanat ise tehdit edici bu muhalefeti bastırmak için bazı yaptırımlar içine girmişti. Buna göre Balkan birliklerinde görevli Resneli Niyazi Bey ile Enver Bey zapt edilip getirilmeli ve İzmir’de konuşlanmış tümenler derhal Selanik’e doğru harekete geçirilmeliydi. Ancak tutuklama yapmak için Abdülhamit tarafından gönderilen üç komutan ya da paşadan ikisine İTC tarafından suikastlar yapılmış ve biri de dağa kaldırılarak bertaraf edilmiştir. Ve İzmir’den gemilere bindirilerek Selanik’e doğru yola çıkan tümenler, İTC beyinlerinden biri olan Dr. Nazım tarafından ikna edilerek saf değiştirmeleri sağlanmıştır. Bağımsızlıkçılık idealini bir yana bırakarak özgürlük şiarına sarılan Taşnaksutyun da özellikle İstanbul başta olmak üzere birçok kentte yüzlerce militanı ile bu eylemliliklerin içine katılmıştır. Temmuz 1908, II. Meşrutiyet’in ilanı ve Sultan M. Reşat’ın sembolik padişahlığı altında İTC iktidarının başlangıcı olmuştur. “1908 devrimini izleyen ilk beş yıl içinde sürekli hükümet krizleri ve şiddetli değişimler yaşandı. Jön Türklerin Osmanlı Devleti’ni yönettiği 10 yıl içinde on iki farklı kabine kuruldu ve bozuldu. (…) İTC liberal Türk muhalefetini büyük bir düşman olarak görüyor, Prens Sabahattin’in itibarını karalamak için hummalı bir faaliyet yürütüyordu.” “Muhaliflerine karşı sertlerdi, hatta gazetecileri öldürüyorlardı.

 Dr. Şakir ve Dr. Nazım gibi eylemciler kapalı kapılar ardında kilit roller oynuyor, Türk milliyetçisi çizgiyi güçlendiriyorlardı.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.193) Dâhiliye Nazırı olan Talat ise derinlerde gizlediği kimliğini artık açıktan açığa savunuyordu. “Anayasaya göre Müslümanlar ile kâfirler arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Bunun kesinlikle imkânsız olduğunu siz de biliyor, hissediyorsunuz. Hem şeriat hem tarihimiz bu tür bir eşitliğin önünde engeldir.” Aslında özgürlükçü değil de bir dikta yanlısı olduğu şu sözlerinden daha iyi Partizan/167 anlaşılmaktadır: “İktidarı paylaşmak isteyen bütün vasat kafaları ezmek lazım. İç barış için hükümet Neron’dan daha sert olmalıdır.” Talat’ın yol arkadaşı olan Dr. Nazım’a kulak kabartalım. “Çeşitli milliyetlerin hak iddiaları bizim için çok büyük bir rahatsızlık kaynağıdır. Dilsel, tarihsel ve etnik hevesleri tiksintiyle karşılıyoruz. Şu veya bu grubun kaybolması gerekiyor. Toprağımızda tek bir ulus olacak ve tek bir dil konuşulacaktır, Osmanlı ulusu ve Türkçe…” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 221) Birkaç yıl içinde aslında İTC’nin ne olduğu, onlarla ittifak eden güçlerce anlaşılmıştı. 1912-14 arası “Bitlis yakınlarında büyük (Kürt) isyanlar patlak vermiş, Van Gölü’nün kuzeyinde, Kuzey Irak’ta, daha sonraları Cizre, Midyat, Hasankeyf kasabalarında ve çevresinde başka isyanlar çıkmıştı. Büyük ordular seferber edildi, Mayıs 1914’te 12 Kürt lideri Bitlis’te idam edildi.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 161) Osmanlı Devleti’ne sadık olduklarını ilan eden Hıristiyanlar bu kez Kürtlerle çarpışmaları için silahlandırılıyordu. “Aynı tarihlerde hükümetin düzenli birlikleri 500 Taşnak savaşçısıyla birleşerek Van ile Başkale arasında (yaşayan) Kürt Gravi aşiretini bastırmaya koyulmuştu.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 227) Bu arada Almanlar İTC hükümetini alkışlıyor ve basın-yayın organlarında “Rus Ayısı Ermeni Balını İstiyor” gibi başlıklarla Osmanlı-Ermeni ve OsmanlıRus çelişkisini körüklüyordu. Rusların Doğu Anadolu’ya girmesi Bağdat Demiryolu için büyük bir güvenlik tehdidi oluşturuyordu. Talat’a suikast yapacakları gerekçesiyle başta Hınçaklar olmak üzere muhalifler tutuklanıyor, gözaltına alınıyordu.

 Taşnaklar, İTC’nin iç yüzünü görmüş ve 1912’de ittifaklarının son bulduğunu utangaçça da olsa açıklamışlardı. Utangaçça diyoruz çünkü 1914’e kadar İTC’den umudu kesmemiş, onlarla yeniden temas yolları aramaya sürdürmüş, toplantı ve kongrelerine temsilci göndermeye devam etmişlerdi. Cumhuriyetin ilanından sonra M. Kemal tarafından devam ettirilen Rum sürgünü, ilk olarak İTC tarafından 1914 Mayıs ve Haziran aylarında hayata geçirilmiş, 140-150 bin Rum zorla topraklarından sökülerek Yunanistan’a gönderilmiştir. Cılız Rum başkaldırılarının başarısızlığı belki de İTC’nin Ermeni soykırımı tasarısını güçlendiriyor, bu anlamda onlar için tecrübe kaynağı oluyordu. 1912- 24 arasındaki 12 yıl içindeAnadolu’nun gayrimüslim nüfusunu kabaca % 20’den % 2’ye düşüren soykırım ve katliam pratiğinin geçmişi, Abdülhamit’in bıraktığı mirasla birleşen ve isyan ve başkaldırı bastırma operasyonlarının bileşimiyle oluşturulmuş tecrübeler bütünüdür. Partizan/168 Değerli Arkadaşlar; Kitaplara, ciltlere sığmayacak konu ve tarihsel dönem değerlendirmelerini birkaç saatlik bir sohbet toplantısına sığdırmak zorunluluğumuz olduğu için bazı noktaları üstün körü geçmemizi hoş görmeniz dileğiyle devam ediyoruz. 29 Ekim 1914’te Alman amiraller komutasındaki Osmanlı donanmasına bağlı bir savaş gemisinin Sivastopol Limanı’nı bombalamasıyla Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na dâhil oluyordu. Aynı zamanda Bakü petrollerinin peşinde olan Alman emperyalizmi, Aralık 1914’te Enver Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu Sarıkamış üzerinden Rusya’ya karşı harekâta geçirmişti. Harekât başlamadan önce pragmatist yaklaşımlarından hiç vazgeçmemiş olan İTC, hala Kafkas Ermenilerinden umudu kesmemiş, Taşnakların Rus ordusuna destek vermemesi ve hatta onları arkadan vurması için ikna çalışmalarına devam etmekteydi. Dr. Bahattin Şakir, Kafkas Ermenilerinin Rusya’da isyan çıkarması önerisiyle Erzurum’a geçiyordu. Ancak bu öneri Taşnaklar tarafından reddedilmişti. Hatta Osmanlı Bankası Baskınının lideri, aynı zamanda mebus olan Taşnak militan Armen Garo kurduğu düzensiz birliklerle Rus saflarına geçmiş ve Osmanlı’ya karşı vur-kaç savaşlarına başlamıştı. Soykırımı işaret eden şifreli telgraflardan biri de bu tarihte çekiliyordu. Talat’tan Dr. Şakir’e giden şifreli telgraf şöyle: “Hiç kuşkusuz Ermeniler bizimle işbirliğine meyyal değil.

Dikkat et, niyetimizi öğrenmesinler.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 257) Görüldüğü gibi ifşa edilmeyen, açıklanmayan, ısrar ve ehemmiyetle gizli tutulması vurgulanan bir niyet var. Dr. Bahattin Şakir soykırım planının arkasındaki en büyük harekete geçirici güç hatta bu meselenin yaratıcısıdır. Altı ayını Erzurum’da geçiren Dr. Şakir İstanbul’a döndüğünde parti kurmaylarına “iç düşmanın en az dış düşman kadar tehlikeli olduğunu” bildiriyordu. Osmanlı birlikleri sert bir kış geçirmeye hazır değildi. İklim şartları ve dondurucu kışla birlikte gelen salgın hastalıklar on binlerce askerin telef olmasına yol açacaktı. Ve 1915 başlarında Ermeni gönüllü birliklerinin desteğiyle Ruslar Osmanlı ordusunu geri püskürtmüştü. Ermeni soykırımı hakkındaki değerlendirmelerini beğendiğimiz iki tarihçi de (Gregor Suny ve Recep Maraşlı) bu bozgunun Ermeni soykırımı için bir “girizgâh” olduğu konusunda hemfikirdirler. Enver Paşa ileriye yönelik gayelerine uygun olarak Sarıkamış harekâtına başlamadan önceAmele Taburları adı altında binlerce gayrimüslimi askere aldırmıştır. 17’den 70’e kadar neredeyse bütün gayrimüslim erkek Ermeni, Süryani, Rum angarya taburlarında zorunlu olarak görevlendirilmişti. Partizan/169 Sadece cephe gerisinde yol-demiryolu vb. yapımında angarya emek olarak kullanılan bu insanlar yetersiz sağlık ve beslenme koşulları altında hastalık ve açlıktan dolayı bertaraf oluyordu. Daha uzun vadeli bir planın parçası olarak oluşturulan Amele Taburları’ndan kaçanlardan başka kimse kurtulamıyordu. Tarihçiler bu dönemde neredeyse düzenli ordularla savaşabilecek önemli bir insan kaynağının dağlarda asker kaçağı olarak yaşadığını ve hayatlarını soygun ve talanla idame ettirdiğini belirtmektedirler.

Gregor Suny aynen şöyle diyor: “Enver’in feci bir yenilgiye uğraması Ermeni sorununun nihai çözümünün girizgâhı olmuştu. İtilaf Devletleri Batı’da Gelibolu’ya saldırmaya hazırlanırken Ruslar Osmanlılar için gerçek bir tehlike oluşturuyordu. Korku kaygıya, belli bir nesnesi olmayan genel bir korkuya, belirsiz bir gelecekten duyulan korkuya dönüştü. Kendilerine ihanet edildiği hissi karşısında duyulan öfke doğaları itibariyle sapkın ve hain olanlara duyulan nefrete dönüştü. (…) Enver(…) 1878’den beri Rustoprağı olan Ardahan’dan 30 Ermeni’yi İstanbul Kapısı önünde astırıp… İstanbul’a dönmüştür.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 278) Enver İstanbul’a, sanki bozguna uğramış ordunun komutanı kendi değilmiş, sanki 100 bine yakın askerin telefinden sorumlu değilmiş gibi büyük bir muzaffer edasıyla girer. Dezenformasyonun bini bir para… “Yenilgi yok, kesinlikle başarıyla dönülmüştür.” “Yaşanan kısmi yenilgiler ise başkaldırmış ve isyan içinde olan Ermeniler yüzündendir.” Dağlarda kaçak gezen binlerce Anadolu köylüsünün girdiği çatışma, talan vb. olayların müsebbibi Ermeniler olarak gösterilir. Aslında bunların Ermenilerle pek ilgisinin olmadığı Taner Akçam’ın titiz çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Osmanlı arşivlerindeki askeri belgeleri izleyen Akçam, askere alınmamak için dağlara kaçan Anadolu köylüsünün başvurduğu çapul hareketlerinin Ermenilere mal edildiğini netlikle ortaya çıkarmıştır. (bkz. Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, Taner Akçam) Yeterli bir çalışma yapılmadan, altyapısı örgütlenmeden çıkan sürgün kararının aslında tehcir amacı gütmediği bellidir. Sonradan yapılanları öğrendiğimizde planlama veya örgütlenmeye neden ihtiyaç duyulmadığını anlıyoruz. Ortada bir tehcir eylemi var ama böyle bir niyet yok! Amaç topyekûn imhadır! Çolukçocuk, genç-yaşlı demeden 1 milyon 200 bin insanın aç biilaç yollara sürülmesi, paramiliter çetelerin yaptığı her şeye göz yumulması niyetin ne olduğunu gayet net sergiliyor. Talat’ın şifreli telgraflarını görmezden gelen ya da ağırdan alan yerel mülki amirlerin başına gelenler bize neyin amaçlandığını çok iyi anlatıyor. 24 Nisan 1914 sembol bir gündür. Oysa kolluk kuvvetlerine, mutasarrıflara tehcir emirlerinin gönderildiği telgraflarda 23 hatta 22 Nisan tarihlerinin yer aldığını iddia ve ispat eden araştırmacılar da vardır.

Kırsaldan yaya olarak gece gündüz yürüterek… Belli başlı kent merkezlerine, sonra kasabalara… Eskişehir, İstanbul, Yozgat, Sivas, Elazığ, Diyarbakır Ermeniler grup grup… Önce Konya’ya sonra Halep’e… Kürt çeteler… Çerkes amirler… Suriye çöllerinde Der Zor’a, Resulayn’a, Halep’e… Giden Ermenilerin boşalttığı evlere hiç vakit kaybetmeden Balkan göçmenleri yerleştiriliyor. Görevlerini iyi yapmayan valiler derhal başka yerlere atanıyor, yerlerine Talat’ın has adamları, Çerkesler, kayınbiraderler, enişteler gönderiliyor. Bir yıl önce askeri gerekçelerle Der Zor’a sürülen Ermeniler bir yıl sonra yine askeri gerekçiler bahane gösterilerek başka bir yere sürülüyordu. Der Zor bir çöl… Daha önce Osmanlı’ya “insan yaşayamaz” diye rapor edilen bir yer. Yabancı konsoloslukta görevli bir doktora göre günde 150-200 kişinin kendiliğinden öldüğü bir yer. Başlı başına yaşayabilmenin zor olduğu bir çölde “askeri gerekçelerden dolayı” yeniden sürgün yolları gösteriliyor Ermenilere. Amerikan konsolosu Jackson’a göre Der Zor’a gönderilen Ermenilerin mevcudu Eylül 1916’da 300 binden 12 bine inmiş ve kalan 12 bin kişide sonradan katledilmişti. Çok sinsice bir plan uygulanıyordu. BütünAnadolu’yu bin bir mucizeyle kat ederek, Kürt Çerkes çeteciye yem olmadan kendini Suriye çöllerine atabilmiş bu mazlum halk çölde bile rahat bırakılmıyordu. Vicdan sahibi olan Der Zor mutasarrıfı Talat tarafından gönderiliyor, yerine Salih Zeki adlı bir yeni mutasarrıf atanıyordu. Çöl olsa bile Ermeni nüfusun hiçbir yerde yoğunlaşmasına izin vermiyorlardı. Der Zor’dan Lübnan Dağı’na,Azez’e, Şeddade’ye…Amerikan konsolosunun verdiği bilanço tam da Salih Zeki’nin buraya atandığı zamana denk geliyor.

Anadolu’ya dönerken yanında sandıklar dolusu altınla döndüğü söylenen Salih Zeki soyadı kanunu çıktığında Zor soyadını almıştır. Anlaşıldığı kadarıyla anılarından “gurur” duyan biri… Tasvir-i Efkar muhabiri Agah Bey’in “Senin için 10 bin Ermeni’yi imha etti diyorlar” sorusuna karşılık “Benim namusum var, 10 bine tenezzül etmem, daha çık bakalım” diye cevap verebilecek kadar gözü dönmüş bir kan içiciden bahsediyoruz. Der Zor’dan sürgüne gönderilen Ermenileri Çerkes çetelerine katlettirirken arabasının üzerinden “Bravo, bravo!” diye bağırabilen bir caniden söz ediyoruz. TKP Yöneticisi Bir Ermeni Celladı Salih Zeki! Arkadaşlar; şimdi sıkı durun! Eylül 1920 Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı yapılıyor. İTC isim değiştirerek Enver Paşa önderliğinde bu kurultaya katılıyor. Enver Paşa’nın bildirisi okunurken TKP sıralarından protesto alkışları yükseliPartizan/171 yor. Bu kurultayda Mustafa Suphi yok ancak kurucusu olduğu TKP var. Ve TKP adına sözcülük yapan kim biliyor musunuz? Salih Zeki!!! Bildiğimiz şu cellat. Doğu Halkları Kurultayı’nda TKP’nin temsilcisidir. 1918-21 arası Bakü İttihatçı kaynamaktadır. Ve İttihatçılar Türkiye Komünist Fırkası adıyla bir parti kurmuşlardır. Ancak 1920’de Mustafa Suphi bu grubu lağvetmiş ve Türkiye Komünist Teşkilatı’nı kurmuştur.

TKT yani bugünkü tabirle TKP’nin kurucu üyeleri arasında ve merkez komitesinde Salih Zeki de bulunmaktadır.

1913’te Manisa-Alaşehir kaymakamı iken Rum tehcirinde aktif rol oynadığı bilinen Salih Zeki, 1915’te Kayseri-Everek (Develi) kaymakamıdır. Ve yöre Ermenilerin tehcirinden sorumlu birinci kişidir. Yüzbaşı Torosyan’ın ailesini de tehcire yollayan bizzat kendisidir. Bu uygulamadan Torosyan’ın sadece bir kardeşi (Bayzar) hayatta kalabilmiştir. 1920’de TKP adına Bolşeviklerin teklifini sunmak için Anadolu’ya gönderilen Salih Zeki, Erzurum’da Kazım Karabekir’le görüşmüş ve kendisine teklifi Ankara’ya, M. Kemal’e iletmesi salık verilmişti. Ankara’ya gitmek için Erzurum’dan çıktıktan sonra Trabzon’a gelen Salih Zeki nedense buradan geriye dönerek yeniden Bakü’ye geçmiştir. Birkaç ay sonra aynı yoldan 15’ler geçerek Ankara’ya gitmek isterken M. Kemal şürekâsından Yahya Kâhya’nın komplosuyla Karadeniz’de yok edilmişlerdir. Araştırılması ve hassasiyetle incelenmesi gereken bir konudur bu. Zira M. Suphi ile birlikte dört merkez komite üyesi de bu grubun içindedir ancak Salih Zeki de merkez komite üyesi olmasına rağmen bu grupta bulunmamaktadır. Kemalistler M. Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğulması olayını İttihatçılara yamamaya çalışırlar. Son dönemlerde bulunduğu tespit edilen bir Enver Paşa mektubunun bunu doğruladığı yönünde belirtiler vardır.

Ancak M. Kemal’in süreç boyunca eski İttihatçılarla temas halinde olduğu bilinmektedir. Salih Zeki’nin birkaç ay önceki manevraları 15’ler olayının daha çok M. Kemal’le eski İttihatçılar arasında ortaklaşa bir komplo planı olduğu yönünde işaretler vermektedir. “Fincancının katırlarını ürkütmek” pahasına birkaç noktaya daha değinelim. Sohbetimiz sırasında Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından ve “soykırım” fikrinin ağa babalarından biri olarak söz ettiğimiz Dr. Nazım vardır. İstanbul hükümetince kurulan soykırım mahkemelerinden kaçarak Almanya’ya sığınan bu şahsın buradaki Ermeni fedailerinin suikast girişimlerinden kaçıp kurtulmak için Türkiye’deki TKP’lilerden yardım ve ülkeye rahatça dönebilmesi için kampanyalar düzenlemelerini istediği bilinmektedir. Bunun üzerine M. Kemal tarafınPartizan/172 dan Türkiye’ye dönmesi kabul ediliyor. Dr. Nazım hatıratı bir yayın evi tarafından kitap haline getirilerek basılıyor. Ve bu kitabın basım masrafları şair Nazım Hikmet tarafından karşılanıyor. Yine 1920’de kurulan Ermenistan Komünist Partisi arşivi hakeza Taşnak ve Hınçak arşivleriyle beraber Doğu Halkları Kurultayı yazışma, tutanak ve belgelerinin tamamının Türkçeleştirilip araştırmacıların hizmetine sokulması gerekmektedir. Öyle inanıyoruz ki bu belge ve arşivlerin detaylı incelemesi sonucunda kafamızda oluşan birçok soru işaretinin cevabını bulacağız.

Mesela 1911’e kadar İttihatçı olduğu ve 1911’deki kongrelerinde muhalif bir kimlik olarak onlardan ayrıldığı ve sonradan Türkçü ve Turancı bir parti olan Milli Fırka içinde çalıştığı söylenen Mustafa Suphi, bazı kaynaklara göre okumak için gittiği Fransa’da, bazı kaynaklara göre ise sonradan sürgün olarak gittiği Rusya’da sosyalist olmuştur. Rusya’da bir sosyalist olarak çok ciddi örgütlenme faaliyetleri içinde bulunmuştur ve birçok uluslararası konferans veya kongrede önemli görevler almıştır. Sovyet Rusya’daki esir Türk askerleri sosyalizme kazanma politikası sonucu bir Türk Kızıl Ordusu oluşturulduğu bilinmektedir. Bir halk hükümeti kurulması şartıyla M. Suphi önderliğindeki bu birliklerin Anadolu’ya girerek emperyalizme karşı savaşa katılmak istediği bilgimiz dâhilindedir. Hatta 1200 kişilik bir ordunun Anadolu’ya girip Batı Cephesi’ne kaydırıldığı iddia edilmektedir. Şimdi, birkaç yüz İttihatçı kurmayı ile Bakü’ye kaçan Enver Paşa’nın kendini Bolşeviklere bir “komünist” olarak yutturamamasısonucu Bolşeviklere cepheden savaş yolunu seçtiği ve yine bir Ermeni Bolşevik komutan tarafından ordusuyla beraber yok edildiğini biliyoruz. Enver Paşa’nın Bolşeviklerle girdiği savaşta komutanı olduğu ordu hangi ordudur? Bu ordunun Anadolu’dan oraya geçmediği kesindir.

 Anadolu’daki bütün askeri birlikler K. Karabekir ile M. Kemal denetiminde kalmıştır. Enver Paşa hangi orduya komuta ediyordu? Yoksa bu ordu M. Suphi ile birlikte Anadolu’ya gönderilmesi düşünülen ordu muydu? Ya da Sultan Galiyev tarafında kurulmuş bir “İslam ordusu” muydu? Muamma! Bütün bunlardan dolayı az önce sözünü ettiğimiz belge ve kaynakların Türkçe karşılıklarına acilen ihtiyaç söz konusudur.

 Çünkü çok ciddi kaygı ve soru işaretleri mevcuttur. Belki bir tarihi miras tümüyle reddedilecek, belki de aksi iddialarda olan kaynaklar literatür olarak reddedilecektir. Elimizdeki imkân ve olanaklarla kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Tekrar konumuza dönelim. Partizan/173 “Doğu vilayetlerimizdeki Ermeni meselesi hallolunmuştur!” Gittikleri her yerde (Anadolu dâhil) meskûn Müslüman nüfusun yüzde 10’undan fazla olmasına müsaade edilmeyen Ermeniler yeniden tehcir talimatlarıyla sürülüyorlardı. Vicdanlı olan Der Zor mutasarrıfı Suat Bey Halep’e alınıyor ve yerine Çerkes Salih Zeki atanıyordu. Dadrian’a göre Çerkes Salih Zeki ile birlikte Der Zor’da “yeni birsoykırım” başlamıştır.

Anadolu’da yaşayan 2 milyon Ermeni’den yaklaşık 500 bini Ermenistan, Suriye, Lübnan’a kaçarak hayatta kalabilmiştir. Ancak geriye kalan 1 buçuk milyon Ermeni yüzyılın en büyük trajedisi olan ve o güne kadar dünya çapında yaşanmış en büyük soykırımla yok edilmiştir.

Dünyanın kulakları sağır! Alman hükümeti kendi basınına Ermeni sorunu hakkında sessiz kalmanın en iyi yol olduğu konusunda kılavuzlar dağıtmaktadır. “Alman gazeteleri ‘Not kennt kein Gebot und kein Verbot’(Aciliyet hukuk ve engel tanımaz) diye başlıklar atıyordu.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 242) İşte bir Alman generali olan Bronsart’ın Ermenilere ilişkin sözleri: “…Ermeni tıpkı Yahudi gibidir, ana vatanı sınırları dışında asalaktır, kendine kucak açan ülke halkının geleceğini sömürür. Her yıl tefecilik yapmak için kendi anavatanlarını terk ederler, tıpkı Almanya’ya göç eden Polonya Yahudileri gibi. Bu yüzden nefret uyandıran bir halk olarak katli vacip görüldüklerinden onlara karşı duyulan nefret Orta Çağ’daki biçimiyle dizginlerinden boşanmıştır.”

(Partizan 86. Sayı, s. 100)

“Bir başka Alman generali Sauchon ise Ağustos 1915’te günlüğüne şu notu düşer: ‘Son Ermeni’yi ortadan kaldırdığı gün Türkiye’nin kurtuluşu olacaktır; ancak o zaman o yıkıcı sülüklerden kurtulacaktır.” (age, s.100) Almanya sırf adet yerini bulsun diye diplomasi gereği soykırımla ilgili olarak İTC hükümetini birkaç telgrafla uyarmıştır. Gözlemlediğimiz kadarıyla Almanya nedense bu uyarıları hep Katolik Ermeniler için yapmıştır. Ancak (kesin rakamlara ulaşamama kaydıyla) 1915’te Anadolu’daki Ermeni nüfusun ezici bir çoğunluğunun Gregoryan olduğunu biliyoruz. Yine Taner Akçam’dan biliyoruz ki Almanya’dan yapılan bu göstermelik uyarılar Talat Paşa tarafından ciddiye alınıyormuş gibi gösterilerek ilgili aileler için yeniden telgraflar çekilip tehcir durduruluyor ve kısa bir zaman dilimi sonra (20-30 gün) gönderilen telgrafların geçerliliğini yitirdiği, tehcirin tekrar uygulanması gerektiği belirtiliyordu. (bkz. Taner Akçam, 1915 Yazıları) Tehcirin ilk dönemlerinde Müslümanlığı seçerek ölümden kurtuluş yolu arayan binlerce Ermeni, 1916 yılında başlayan yeni bir uygulamayla fişleniyordu. Adı soyadı Müslümanlaşmış ve “dini” hanesinde “İslam” yazanların gerçekte Partizan/174 Müslüman olmadığını, aksine Ermeni olduğunu anlayabilmek için nüfus kütüklerinde “2 nolu kod” uygulanmıştır. Aynı fişleme Yahudiler için “3 nolu kod” olarak belirlenmiştir. Müslümanlığı seçmesine rağmen bir kısım halkın bu mezalimden yine de kurtulamadığı bilinmektedir. Hatta evinde-ahırında Ermeni saklayan, barındıran Müslüman halkın bile evi barkının yıkılacağı ve hatta idam cezasına tabi tutulacağı şeklinde kararlar alınmıştır. ABD Büyükelçisi Morgenthau bilgilenmek amacıyla gittiği Dâhiliye Nezareti’nde Talat Paşa’nın şunları söylediğini yazıyor anılarında: “Ermeni meselesiyle ilgili görüşümüzü açıklayabileyim diye (…) bugün gelmenizi rica ettim. Ermenilere itirazımız üç farklı gerekçeye dayanıyor.

Birincisi Türklerin zararına olacak şekilde zenginleşmişlerdir. İkincisi bize baskı yapmaya ve bağımsız bir devlet kurmaya kararlıdırlar. Üçüncüsü düşmanlarımızı açıkça teşvik etmişlerdir. Kafkasya’da Ruslara yardım etmişlerdir.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 304-305) Tam da burada ırkçı ve kafatasçı kimliğini açığa vuruyor Talat Paşa. Kafkasya’da Ruslara yardım eden Ermenilerden öç almak için Anadolu Ermenilerine bunu uyguladığını itiraf ediyor. Tehcirin “askeri gerekçelerle” uygulandığını yazılı olarak kabul eden İTC hükümeti sözlü savunmasında onların Türklerin aleyhine zenginleştiğini birinci neden olarak gösteriyor. Sevgili Dostlar; İbrahim Kaypakkaya da katledilmeden kısa bir süre önce kaleme aldığı yazılarında soykırıma Ermeni burjuvazisinin elinde birikmiş olan sermayenin el değiştirmesi gerekçesiyle başvurulduğunu belirtiyor. Talat Paşa Morgenthau ile söyleşisini şu sözlerle noktalıyor: “Onlara yaptıklarımızdan sonra (…) hiçbir Ermen dostumuz olamaz (…) Evet, hata yapıyor olabiliriz ama asla pişman olmayız.” Bugünkü inkârcıların savlarını boşa çıkaracak şekilde açık ve net konuşuyor Talat Paşa. 1900’lerin başında 20. yy.ın ilk soykırımını Afrika’da (Namibya olması gerekiyor) gerçekleştiren Almanya, buradan edindiği “diplomatik tecrübe” ile Osmanlı’yı yönlendiriyordu. Alman sömürgeciliğine itaat etmeyen 200 bin yerli Almanlar tarafından Afrika çöllerinde katledilmiş, soykırıma uğratılmışlardı. Morgenthau’nun anıları resmi belge sayılmadığı için inkârcılar tarafından kabul edilmemektedir. Ancak çekilen şifreli telgrafların satır aralarında soykırım suçu işlediklerini bilmeden de olsa itiraf etmektedirler. Bir önceki gece İstanbul’da bir lokalde beraber iskambil oynadığı Mebus Krikor Zohrab’ı sabaha doğru aldırıp öldürten Talat, bundan üç gün sonra Ankara’daki yetkililere şu telgrafı çekiyor: “Doğu vilayetlerimizdeki Ermeni mePartizan/175 selesi hallolunmuştur. Fuzuli mezalimle ulusun ve hükümetin şerefine leke sürmeye gerek yoktur.” (bkz. Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur) Mezalim var, bunu kabul ediyor. Bugünkü uluslararası tanımına göre bu soykırımdır. Telgrafında bunu açıkça ifade ediyor.

 Ancak onun için diplomatik kaygılardan dolayı “fuzuli” olanına başvurulmamalıdır. Yani şunu diyor yoldaşlar. Mezalim uygulanmıştır ancak gerekli olan mezalim uygulanmıştır. İş bitmiştir artık… Şu andan itibaren mezalimi bitirin. Belirttiğimiz gibi bu sadece diplomatik kaygılardan dolayı söylenmiştir. Sivil halka yönelik zulmün gerekliliğini savunuyor. Bunu “şerefe mugayir” bir şey olarak görmüyor, bu olması gerekendir diyor. Fuzuli olan ise bu zulmün kalan 5-10 bin kişiye uygulanmasıdır. Günümüzde yaşanan ve tartışılan bir konuya değinmeden geçemeyeceğim. Yerleşmiş devlet geleneği kendini militarist ve zorba yanından başka, özellikle bürokrasi ve hukuk alanında da devam ettirir. Aynı ahlaksız hukuk anlayışının günümüze tezahür eden bir yönü, olduğu gibi devam ettirilmek istenmektedir. Yüzlerce yıllık edep dışı erkek egemen kültür hukuken direnmeye devam etmektedir. Örnekse tecavüze uğrayan mağdurun “kısa etek” giydiği bahanesiyle tecavüzcünün mazur görülmesi ve kanunlar ölçüsünde savunulmasıdır.

Yani şunu demek istiyorlar (Talat Paşa’nın sözlerini hatırlayın): “Tecavüzün bir gerekli olanı vardır, bir de fuzuli olanı; mağdur kısa etekliyse gereklidir, değilse fuzulidir.” Anadolu’da nüfus 16-17 milyon iken 2 milyonu Ermeni’dir. Bu toplam nüfusa oranla yüzde 11-12’ye tekabül eder. Resmi rakamlara göre 1900’lerde gayrimüslimler İstanbul nüfusunun “yüzde 56’sını”, İzmir nüfusunun “yüzde 61.5’ini”, Trabzon nüfusunun “yüzde 42.8’ini”, Diyarbakır-Erzurum-SivasAnkara gibi kazaların “üçte birini” oluşturuyordu. Toplam nüfusa oranı yüzde 11-12 olan bu mazlum halkın nüfusu eğer halk yaşıyor olsaydı bugün 9-10 milyon kadar olacaktı. Bugün ülkemizde yaşayan Ermeni nüfusu kaçtır, biliyor musunuz? 30 bin! 3 bin yıllık kadim tarihiyle tarım ve hayvancılığın dışında bakırcılıktan, demircilikten kuyumculuğa, palancılıktan, kumaşçılıktan terziliğe birçok kentsel meslekte kendini var etmiş, öncü ve usta olmuş olan bu mazlum halk; kültürel olarak da Anadolu’nun diğer bütün halklarına oranla en üst yaşam çizgisine ulaşmış bir halktı. Sanat ve edebiyattan mimariye ve basın yayına birçok esere imza atmış, ustalar yetiştirmiş olan Ermeniler eğitimde de fersah fersah ilerideydiler. 1915’e gelene kadar İstanbul’daki Partizan/176 ünlü Robert Koleji, Merzifon’da Anadolu Koleji, Antep’te Orta Türkiye Koleji, Van’da Van Koleji, Harput’ta Fırat Koleji gibi yüksek eğitim kurumları kurmuş ve bunları yaşatmıştır. Ne yazık ki bu eğitim kurumlarının öğrencilerinden tutun öğretim görevlilerine kadar tümü 1915 Nisan ve sonrasında katledilmek üzere “tehcirin” ölüm yollarına sürülmüştür.

O güzelim eğitim kurumlarının ve ibadethanelerin birçoğu hala askeri kışla ya da hayvan ahırı olarak kullanılmaktadır. Birçoğu ise bir çivi bile çakılmadan mezbele olarak bekletilmektedir. 24 Nisan tarihi gün itibariyle Anadolu’nun Ermeniler dışında diğer gayrimüslim halkları olan Rum, Süryani, Yahudi ve Ezidi halklarının gerek Ermenilerle beraber ve gerekse ayrı ayrı yaşadıkları zulüm ve yok oluşa fazla değinemiyoruz. Biliyoruz ki sadece Ermenilerin değil diğer gayrimüslim halkların da yaşam hakları ellerinden alınmış, kültürel değerleri birer birer yok edilmiştir. “M. Kemal, İttihat ve Terakki hükümetinin devamıdır” Sevgili Arkadaşlar; 110-120 yıl önce mevcut olan eğitim kurumlarından bahsettik. 1970’lere gelindiğinde bile doğru dürüst kolejleri olmayan bu ülkenin (eğer bunlar olmasaydı) bugün akademik anlamda hangi seviyede olabileceğini sanırım tahmin edebilirsiniz. 1970’lere kadar müzik ve sinema da dâhil bütün edebiyat dallarında hiçbir uluslararası başarısı olmayan bu ülkenin Gomidasları, Zabelyesayanları ürün verebilmiş olsalardı sanırım yine hangi düzeye ulaşabileceğimizi tahmin edebilirsiniz. Burjuvazisi palazlanmış gayrimüslimleri yok ederek, sürgünlere göndererek hem ekonomik hem de sosyal ve kültürel olarak imha ederek yalnız onları değil bütün Anadolu’nun geleceğini karartmışlardır.

İTC iktidarı yüzyıl önceki bu politikasıyla bu ülkeyi kelimenin tam anlamıyla dinamitlemiş ve en az 80-100 yıl geriye götürmüştür. 1918’e gelindiğinde Mondros Mütarekesi’ni takiben Enver, Talat ve Cemal Paşa İstanbul’da kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti yardımıyla bir Alman gemisine bindirilerek kaçırılmıştır. Diğer İTC kadrolarının önemli bir kısmı (sonradan Enver Paşa da) BaküTiflis’e kaçarken geriye kalanlar kaçmaya bile gerek duymadan ülkede kalmışlardır. Akabinde İngilizlerin kurdurduğu Harbi İdare-i Örfi Mahkemeleri sonucunda kaçanlar hakkında gıyaben kararlar alınmış, kaçmayanlardan birkaç tanesi asılmış, cüzi bir kısmı da Malta’ya sürgün hapsine yollanmıştır. Evvelden beri Enver Paşa ile arasında çelişkiler bulunan M. Kemal, iktidar boşluğundan faydalanarak üyesi olduğu ve uluslararası düzeyde teşhir olup içeride de gözden düşen İTC’yi ismen reddederek “Hâkimiyet-i Milliye”yi kurmuştur. Sonraki on yıllar boyunca kendini İTC politikalarından soyutlamayan M. Kemal, hem pratiğiyle hem de sözlü olarak onların bir devamı olduğunu savunagelmiştir. Tarihsel bir süreç değerlendirilirken “nesnel bakış” ya da “objektif gözlem” gibi kelimelerle sık sık karşılaşırız. Bunların sözlük anlamlarını vs. veya manalarını uzun uzadıya açıklamalar yaparak anlatmak yerine naçizane şunu demek istiyoruz: Olgulara bakacağız. İcraatlara, faaliyete; özcesi pratiğe bakacağız. Eğer bunları doğru tahlil edip doğru isimler koyarsak işte ancak o kadar “nesnel ve objektif” olabiliriz. Asıl olan eylemlerdir. Söz ve yazı, eylemleri doğruladığı sürece yardımcı kanıt sayılırlar. Fiiliyatı göz ardı ederek eylemleri yok sayan hiçbir söz ya da yazı vb. belge “nesnel ve objektif” değil, aksine “öznel ve subjektif”tir.

 Yani laf-ı güzaftır. Yani halkımızın deyimiyle “palavra”dır. M. Kemal, İttihat ve Terakki hükümetinin devamıdır derken yalnız TBMM hükümetlerinin pratiklerine değinmeyeceğiz. Çünkü M. Kemal sözlü ve yazılı olarak da bunları reddetmiyor, aksine savunuyordu. Bir iki örnek verelim. 21 Şubat 1921, Public-Ledger Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı cevapta aynen şöyle diyor M. Kemal: “İngiltere’nin barış zamanında ve savaş sahasından uzak olarak reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız kalan bir dünya kamuoyu, Ermeni tehciri konusunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” (Ayşe Hür, Gayrimüslimlerin Öteki Tarihi, s. 315) Şu yukarıdaki açıklama, herhangi bir söyleşi sırasında M. Kemal’in ağzından hasbel kader dökülmüş sözler değildir. Uluslararası ciddiyeti olan bir basın kuruluşuna yazılı olarak verilmiş bir yanıttır. Yani sözler titizlikle seçilerek yazılmış ve sahiplenilmiştir. Ne diyor? “Almaya mecbur kaldığımız karar” diyor. Sahipleniyor, kendini farklı bir yere koymuyor. “Bana ne” ya da “bize ne”, “o İttihatçıların kararıydı, bizi ilgilendirmez” demiyor. Soykırımı olduğu gibi üstleniyor. Bizzat kendi kararıymış gibi savunuyor. Nasıl savunuyor kendini? “İngilizler İrlandalılara yaparken hoş da bize gelince mi tu kaka?” diyor. Fiilin doğruluğunu savunmuyor, aksine üstü kapalı olarak İngilizleri eleştiriyor. Ama “ben yaptığım için de beni eleştirip suçlamayın” diyor. “Beni mazur göreceksiniz” diyor. Niye? “Çünkü bizimki savaş zamanıydı” diyor, “sizinki ise barış ortamında oldu.” Soykırımı reddetme yok, aksine savunma var. Tecavüzü reddetme yok, aksine “kısa giyinmişti” diye kendini savunma ve mazur gösterme var.

 “Eyy İngiltereee!... Eyy Fransaaa!... Eyy Almanyaaa!...” Komik değil mi arkadaşlar?

Aradan 100 yıl geçmiş hala aynı şeyleri bağırıyorlar. “Eyy Fransaaa!... Cezayir’de yaptıklarının hesabını vermeden gelip benim Kürt vatandaşlarımın hakkını mı savunuyorsun?”

 Faşizmin kitlelere yaptığı demagojik açıklamaların niteliği yüzlerce yıl da geçse değişmiyor. M. Kemal İttihatçılıktan gelen ırkçı ve faşist karakterini 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla yaptığı bir konuşmada şöyle ortaya koyuyordu: “Adana’mızı idaresi altına alan diğer unsurlar, şunlar bunlar Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlığın ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketinizsizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür, ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu hareketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” (Ayşe Hür, Gayrimüslimlerin Öteki Tarih, s.317) “Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Millet” İşte faşizm! Hangi Kemalist şu yukarıdaki söylevi demokratlık, reformculuk ya da solculuk adına savunabilir. Böyle bir kafa yapısı nasıl solculukla, çağdaşlıkla bağdaştırılabilir? “Dağdan gelmiş bağdakini kovar” deyiminden daha öte “asli sahibiyim” diyor. “Kilikya diye bir devlet kurulmamış” diyor. “Onlar 3 bin yıldır burada, bense bin yıl önce geldim ama yine de asli sahip benim” diyor.

Üstelik onlar “küstah”, kendisi “haklı” oluyor. Bir ırkçı bundan öte ne konuşabilir ki?... Sanki 14 yıl önce orada 25-30 bin Ermeni öldürülmemiş, sanki Ermenilere ait ev ve işyerlerinin yüzde 90’ı yakılıp yıkılmamış gibi kalan 3-5 Ermeni duysun diye kim bu kadar pervasız konuşabilir ki?... İktidar olmuş faşizmin savunamayacağı mantık dışı hiçbir şey yoktur arkadaşlar. İradenizin dışında mensubu olduğunuz milliyeti bile “Hayır, sen Ermeni değil Türk’sün” ya da “Sen Kürt değil Türk’sün ve ebediyen öyle kalacaksın” diyebilecek kadar cüretkâr olabiliyorlar. “Emval-i Metruke”, sahibi bilinmeyen mal demektir. Buna mülkiyetin TürkPartizan/179 leştirilmesi kanunu da diyebiliriz. Özetle 3 madde olarak sıralanabilir. 1-Yağmalanan mal, 2- Sahibinin tasarruf yetkisi olmayan, el konulan mal, 3-Tapuların delinmesi… 30 Mayıs 1915 Meclis-i Vükela kararı… 10 Haziran 1915 tarihli talimatname… 26 Eylül 1915 Tasfiye Kanunu… Bu kanun ve talimatnamelerde aynı zamanda Ermenilerin tehciri de karara bağlanmıştır. Oysaki tehcir bir buçuk ay öncesinden başlamıştı. Tehcirle beraber sürülenlerin mallarını tasfiye de aynı kanunlar çerçevesinde karar altına alınmıştır. 1914-15-23 Rum ve Ermeni malları… Aslında sahibi bilinen mallar…

Ama sahibi bilinmeyen mal anlamında Emval-i Metruke kanunuyla tasfiyeye başlanmıştır. Sözüm ona sürülenlerin tekrar dönerek mallarına sahip çıkabilme imkânı sunulmuştur. Ancak öylesine imkansız prosedür ve reçeteler istenmektedir ki kaçarak canını zor kurtarmış bir Ermeni’nin gerisin geriye bunları halletmesi imkansızdır. Konu hakkında detaylı bilgi edinmek isteyen arkadaşlarınAyşe Hür, Gayrimüslimlerin Öteki Tarihi ile Nevzat Onaran-Emval-i Metruke Olayı adlı eserlerine başvurmalarını tavsiye ederiz. 8 Ocak 1920 Osmanlı hükümeti “Tasfiye kararına maruz kalan bütün insanlar (herhangi bir milliyet ismi belirtilmeden) 1915’teki Tasfiye Kanunu’ndan doğan zararları telafi edilecektir” kararı alıyor. 14 Eylül 1922’de TBMM’de bu kanun yürürlükten kaldırılır. Uluslararası konsensüse uymadığı (yani biz buna uluslararası zorlama diyelim) gerekçesiyle 15 Nisan 1923’te tekrar görüşülür ve 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kalır. 13 Mart 1926 tarihli kanuna göre “Bu mallar 1915’teki kayıtlı fiyatına göre satılacaktır.” Nevzat Onaran’a göre Osmanlı ile başlayan ve cumhuriyet ile devam eden bu kanunlar gayrimüslim mallarının tamamına el koyulması ve varlıklarının imhası anlamına gelmektedir. Önce Hâkimiyet-i Milliye olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 7 Eylül 1919’da Cumhuriyet Halk Fırkası (bugünkü CHP) olarak tarih sahnesinde yerini alıyor ve İttihatçı faşizmin yeniden tesisçisi, faşizmin yeniden inşa partisi olarak sonraki 90 yıla damgasını vuruyor. M. Kemal, TBMM başkanı olarak özel girişimleriyle 25 Aralık 1921’de çıkardığı kanunla daha önce Divan-i Harbi Örfi Mahkemeleri’nde soykırım suçlusu olarak yargılanıp idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i “milli şehit” ilan ediyor. Ve inanamayacaksınız, çocuk yaşta mağdurların tecavüzcüsü olan bu insanların ailelerine Emval-i Metruke gelirlerinden maaş bağlanıyor! Katliamcılar “milli şehit” ilan ediliyor ve nispet  yaparcasına katledilen halkın mallarından elde edilen gelirle bunların ailelerine maaş bağlanıyor. İran gerici rejiminin kurşuna dizdiği Kürtlerin ailelerinden mermi parası istemesi gibi bir şey… “Çocuğunuzu öldürdük, harcadığımız merminin parasını verin!” ya da “Çocuğunuza tecavüz ettik, malınızı mülkünüzü aldık, yollara sürerek sinsice katlettik; şimdi bıraktığınız malların gelirleriyle katillerinizin ailelerine maaş bağladık.” İttihat ve Terakki’deki yoldaşlarına M. Kemal’in ahdî vefasıdır bu.

Bitmiyor.

Tarih 29 Mayıs 1926… Beyin kadro; Talat Paşa, Cemal Paşa,Azmi Paşa, Bahattin Şakir, Yaver Süreyya Bey, Yaver Nusrat Bey, Sait Halim Paşa, Kürt Mustafa, Muş Mutasarrıfı Servet Bey, intihar eden Diyarbakır Valisi Çerkes Reşit Bey, Erzincanlı Hafız Abdullah Efendi… Birçoğu Ermeni fedailer tarafından sonradan öldürülerek cezalandırılan bu soykırım suçlularının hepsi M. Kemal tarafından “milli şehit” ilan ediliyor. Sadece “milli şehit” ilan edilerek olmayan itibarları iade edilmiyor, yine nispet yaparcasına bütün bunların ailelerine Ermeni mallarından kalan arazilerden 20 bin liraya değer kıymette arazi bağışlanıyor. 40 yılda ancak yemiş bitirmiş olacaklar ki, Cemal Paşa’nın kızı Kamran Celal’e İsmet İnönü tarafından 5 Ocak 1961’de ömür boyu olmak üzere aylık 500 lira maaş bağlanıyor yeniden. İstanbul mahkemelerinde yargılanarak sürgün ve hapis cezası alan ve Malta’da tutuklu bulunan onlarca İttihatçı kadro tam bir danışıklı dövüş gibi beş İngiliz askeri yalandan esir alınarak serbest bıraktırılıyor. İşin başında kimin olduğunu söylemiyorum dostlar. Danışıklı dövüşçüyü sizler tahmin etmişsinizdir.

“Bin bir meşakkatle” Malta’da hapisten kaçırılan eli kanlı katillerin akıbetlerine bir göz atalım. Abdülhalik Renda: Talat Paşa’nın kayınçosu, soykırım döneminin Bitlis ve Halep valisi; Malta dönüşü CHP Çankırı milletvekili, İzmir valiliği, 1924-30 arası Maliye ve Milli Savunma Bakanı, Bahriye Bakanlığı’na vekâlet… 1935’ten 1946’ya kadar TBMM başkanlığı…Ardından Hasan Saka hükümetinde Devlet Bakanlığı… Şükrü Kaya: Soykırım döneminde Muhacirin veAşairin müdürüdür.Adana ve Halep’teki katliamlardan sorumlu tutulmuştur. Lozan Görüşmelerine giden heyetin üyesidir. Sonra İzmir Belediye Başkanlığı, 1923’te CHP Muğla milletvekilliği, 1924’ten 38’e kadar sırasıyla Tarım, Dışişleri ve İçişleri Bakanı… Refet Bele: 1916-17 kışında Samsun ve havalisinin Rum katliamından sorumlu tutulan askeri valisi. Cumhuriyet döneminde İçişleri ve Milli Savunma Bakanlığı yapıyor. Partizan/181 Hasan Tahsin Uzer: Soykırımda Van ve Erzurum valisidir. Sonra sırasıyla İzmir, Ardahan, Erzurum ve Konya milletvekilliği…

1935’ten 39’a kadar CHP’nin Olağanüstü Hal Müfettişliği… Mithat Şükrü Bleda: İTC’nin Genel Sekreteri ve İTC hükümetinin Maarif Nazırı… M. Kemal tarafından Sivas bağımsız milletvekilliğine aday olması isteniyor. İsteksiz davranan, seçilememe kaygısıyla görevi kabul etmek istemeyen Bleda’ya M. Kemal’in cevabı aynen şöyledir: “Seçilmezsen Sivasseçimlerini iptal ettiririm.” Bleda 1950’ye kadar CHP milletvekilidir. Halil Menteşe: İTC dönemi Meclis-i Mebussan reisi, Dâhiliye, Adliye ve Hariciye Nazırı… 1931’den 1948’e kadar İzmir milletvekili… Ali Cenani… Devam edeyim mi arkadaşlar? Say say bitmiyor. Ali Çetinkaya, Aka Gündüz, Sabit Sağıroğlu, Ahmet Muharrem Cankardeş, Ali Münif Yeğena, Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ali İhsan Sabiz, Süleyman Necmi Selman, Zülfü Tigrel, Ali Fevzi Pirinççioğlu, Fazıl Berki Tümtürk, Musa Hilmi Demokan, İlyas Sami Bey, Veli Necdet Sünkıtay… (Detaylı bilgi için Sait Çetinoğlu, 1915 İnkâr ve Yüzleşme) *** Bir imha politikasının sonlandırıcısı olarak M. Kemal’le devam edelim. “Kurtuluş Savaşı”nı İbrahim Kaypakkaya gibi tırnak içinde kullanıyoruz. Sadece bir tarihsel süreç olarak belirlemek için kullanıyoruz. Yoksa ortada emperyalizmden kurtulma değil, aksine göbekten bağlanmadır söz konusu olan. Dünyanın diğer ülkelerinde bütün ulusal kurtuluş günleri sembolik günler olarak seçilir ve bayram olarak kutlanır. Kurtuluşu hiçbir zaman emperyalizmden kurtuluş olarak görmeyen M. Kemal ise Rumlardan ve Ermenilerden “kurtulma”yı sembolik günlerle bayram ilan etmiştir. Ancak uluslararası kamuoyunun hassasiyetine dikkate alan M. Kemal, 19 Mayıs 1919’u “Rumlardan Kurtuluş Bayramı” yerine Gençlik ve Spor Bayramı; 23 Nisan 1920’yi “Ermenilerden Kurtuluş Bayramı” yerine de Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak adlandırmak zorunda kalmıştır. Ona göre “kurtuluş”, Rum ve Ermenilerden kurtuluştur. “Milli Mücadele” dediği şey Rumlara ve Ermenilere karşı verilen mücadeledir. Bakalım Erzurum Kongresi kararlarına… Acaba tek bir kelime dahi emperyalizme gönderme yapılıyor mu?... “Her türlü işgal ve müdahale Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine matuf telakki edileceğinden müttehiden müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir.” Var mı emperyalizme bir gönderme?... Yok! Mesele sadece kendi kaderini tayin hakkında ısrarlı olan Rum ve Ermenilere karşı “mukavemet”, yani karşı koymadır.

 Partizan/182

 Yine Osmanlı ordusundan istifa gerekçesini açıklayan 8 Temmuz 1919 tarihli dilekçesini şöyle yazmıştır: “Mübarek vatanı ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak, Yunan ve Ermeni amaline kurban etmemek için açılan Milli Mücadele uğrunda milletle beraber serbestsurette çalışmaya resmi ve askerisıfatım artık mani olmaya başladı.” (Nazaret Vartanoğlu, Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.120-129) Eğer “Milli Mücadele” bu ise bu süreci başlatan M. Kemal değil, İttihat ve Terakki’nin ta kendisidir. 1914’te 140 bin Rum’u zorla süren ve 1915’te 1 buçuk milyon Ermeni’yi “tehcir” maskesi altında soykırıma uğratan üyesi olduğu İTC’dir. Kendisi 1923’te “mübadele” adı altında Rumların işini bitirmiş, 1921- 26 arasında çıkardığı kanunlarla “Emval-i Metruke”yi yeni burjuvazinin emrine sunmuş ve ardıllarına Adana konuşmasında yaptığı gibi soykırımın son evresi olan inkâr evresini bırakmıştır.

Nasıl bir “Kurtuluş Savaşı”dır ki tek bir İngiliz’in ya da İtalyan’ın burnu bile kanamamış, “Kuvayı Milliye” denen birlikler tek bir Fransız askeri öldürmemiştir. M. Kemal’in ya da Kuvay-ı Milliye’nin emperyalizme yani İngilizlere, Fransızlara ya da İtalyanlara tek bir kurşun attığını bilen, gören ya da duyan var mıdır?

Bu nasıl bir “Kurtuluş Savaşı”dır ya da kimden kurtulunmuştur? Sadece Urfa, Antep ve Maraş’ta Fransızların toprak vaadiyle kandırıp getirdiği 30-40 kadar Ermeni asker yerel Kürt milisler tarafından öldürülmüştür. Bunun M. Kemal veya Kuvay-ı Milliye ile hiçbir alakası yoktur. Kâğıt üzerinde, masa başında uydurulmuş İnönü Savaşları’nın dışında cılız, dağılmış, kendi içinde yüzlerce askerin idam edildiği bir Yunan ordusuna karşı mukavemet vardır. Savunmasız İzmir’in “gâvur mahalleleri” yakılıp yıkılarak “Büyük Taarruz”, “Yunan’ı İzmir’den denize döktük” gibi gerçek dışı tanımlarla uydurma birsavaş süsü verilmiş olaylar zinciri vardır.

Meselenin tümü böyledir.

İngilizler tarafından satılmış Yunan ordusu M. Kemal birlikleri İzmir’e girdiğinde karşı koyacak güçte bile değildir. İngiliz gemileri, İzmir Limanı’nda demirlidir. İzmir’de bir karşı koyuş yoktur. Bir İngiliz askerinin havaya bir tek el ateş etmesi bile M. Kemal askerlerini durdurmaya muktedirdir. “Büyük Taarruz”la sadece İzmir’in gayrimüslim mahalleleri yakılmıştır. Ve M. Kemal İzmir’de yanan Yahudi-Rum mahallelerini bir konağın teras katından Latife Hanım ve diğer konuklarıyla beraber rakı kalamar eşliğinde seyretmektedir. İzmir’in “gâvurları” yanıyor.

Çünkü bu ülkede “kurtuluş” sadece ve sadece gayrimüslimlerden kurtuluştur. Resmi tarihte bahsedilmez. Hele hele Kemalistler hiç söz etmez ancak sevgili Nazaret Vartanoğlu Sovyet belgelerine dayanarak net bir şekilde ortaya koyPartizan/183 muştur ki M. Kemal ve K. Karabekir ikilisinin işgalci karakteri Osmanlı sınırlarının dışına da taşmıştır.

 1920’de Bolşeviklerin yolu Kafkaslar’da İngilizler tarafından kesilmişken M. Kemal emriyle hareket eden K. Karabekir önderliğindeki Şark Ordusu Ermenistan’a, başkenti Erivan’a kadar ilerlemiştir. Zayıf Ermenistan ordusu ve gönüllü Ermeni birliklerini vurma adı altında binlerce sivil katledilmiştir. Yine Sovyet kaynaklarına göre bu harekâtla tam 198 bin Ermeni öldürülmüştür. Yıllardır “Misak-ı Milli” borazanlığını yapan Kemalistler acaba Ermenistan’ın işgalini neye yoruyorlar? Öyle ya; “milli sınırlar”, “sathı vatan” teraneleriyle “antiemperyalist” çığırtkanlığıyla Ermenistan işgalini acaba nasıl bağdaştırıyorlar?

Katı bir Rum ve Ermeni düşmanı olan M. Kemal hareketi için bakınız Lenin ne diyor:

 “Ve dahası her fırsatta kendilerinin de antiemperyalist olduğunu defalarca belirten ikiyüzlü Kemalistlerin giderek bizlerden uzaklaşacağını, yönünü Antant devletlerine doğru çevireceğini hiçbir zaman akıllarınızdan çıkarmayın. (…) Kemalistlerin ikiyüzlü politikalarını, emperyalistlere olan entrikalarını açığa çıkartarak mahkûm edin…” (N. Vartanoğlu, Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.154)

Bu satırların yazılı olduğu belge RKP(B) MK SB tarafından imzalandıktan sonra bizzat Lenin’in eliyle Kafkas temsilcisi Orjonikidze’ye gönderilmiştir.

 Bir başka yerde Kemalistler için yapılan “milli burjuvazi” benzetmelerine Stalin hiddetle şöyle cevap vermektedir: “Kemalistlerin partisi ve (…) sol Guomindang’ın partisi aynı kefeye konamaz. (…) Kemalistlerin partisi (…) hiçbir zaman sol Guomindang’la boy ölçüşemez.” “Kemalist hükümet işçi ve köylülere karşı mücadele hükümetidir; içinde komünistlerin yer almadığı ve almasının da mümkün olmadığı bir hükümettir.” (N. Vartanoğlu, Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.163-164) İbrahim Kaypakkaya’nın Görüşlerine Dair Birkaç Not! 60’lı yaşlara merdiven dayamış bir kuşağın mensubu olarak İbrahim Kaypakkaya’nın o gün yaptığı tahlillere hala şaşarak ve hayretle baktığımızı önemle belirtmekte fayda vardır. Bütün maddi imkânsızlık ve akademik olanaksızlıklar içinde İbrahim’in yaptığı çalışmalardaki ince zekaya hayran kaldığımızı bir kez daha belirtmek istiyoruz.

Nasıl bir genelleme ve çözümleme yeteneğine sahipmiş ki hala dönüp dönüp okuyarak hayretten kendimizi alamıyoruz. İ. Kaypakkaya “Kurtuluş Savaşı”nın karakterini “güdük” de olsa “anti-emperyalist” bir muhtevaya sahip olduğunu söyler.

Gençlik yıllarımızda yaptığımız eğitim seminerlerinde bunu şöyle yorumlardık.

 İngilizlerin garantörlüğü ve Partizan/184 korumacılığında Anadolu’ya girmiş olan bir Yunan ordusuna karşı verilmiş savaş, nasıl ki “uşağa vurulan darbe efendiye de vurulmuş” sayılıyorsa işte bunun için antiemperyalistti. Fakat akabinde hemen İngilizlerle işbirliği yapıldığı için “güdük” sayılmıştır. Gelinen süreçte görüyoruz ki Anadolu’ya girerken İngilizlerin garantörlüğünde olan ve sürekli Çerkes Ethem çeteleri tarafından yıpratılmakta olan Yunan ordusu geriye çekilirken ya da M. Kemal tarafından “kovulurken” İngilizler tarafından “satılmış”, koruma ve destek garantisi kaldırılmış başıboş bir ordudan başka bir şey değildir. Bu anlamıyla zaten önceden İngilizlerle el altından anlaşmış olan M. Kemal’in birkaç haftalık “taarruzuna” anti-emperyalist bir muhteva ekleyemiyoruz. Kısmi bölgeleri işgal altında tutan İngiliz-Fransız ve İtalyan işgalcilerine karşı da bir fiili mukavemet olmadığına göre, “Kurtuluş Savaşı”na “güdük” de olsa antiemperyalist bir muhteva eklemleyemiyoruz.

İ. Kaypakkaya katledilmeden birkaç ay önce kaleme aldığı yazıları konusunda hala aynı mı düşünüyordu? Yoksa Kürdistan’a geçtikten sonra kafasında yeni şekillenmeler olmuş muydu? Bir bakalım… Şimdi söyleyeceklerimiz bir “belge” niteliğinde değildir. Yani Kaypakkaya tarafından kaleme alınmış bir yazı ya da altında imzasının olduğu bir ifade tutanağı değildir. Aktaracağımız şey sadece bir tanıklıktır. Tarih araştırmacıları, bir süreci beraber yaşamış unsurların tanıklıklarını eğer genel eğilim olarak prosesi doğruluyorsa “yan delil” olarak kullanırlar.

Aktaracağımız şeyi bu bakımdan eğilim çizgisini doğruladığı için bahsetmeyi doğru buluyoruz. 1973 Nisan-Mayıs aylarında 12 hücrelik işkencehanenin üçüncü hücresinde İ. Kaypakkaya’nın bulunduğunu, kendisinin de sekizinci hücrede olduğunu söyleyen Hasan Zengin’in “Ortak Yaşam dergisi”nde yayımlanan anı yazısı Ahmet Cihan arkadaşımız tarafından sosyal medyada yayımlandı. İ. Kaypakkaya ile Haymanalı Orgeneral Şükrü Olcay arasında geçen konuşmaya tanıklık şöyle: “Sizlerin yedi düvele karşı verdiğiniz ulusal Kurtuluş Savaşı Kürtlere, Çerkeslere, Ermenilere, Pontuslulara ve kısmen de İngiliz emperyalistlerinin teşvikiyle Batı Anadolu’ya çıkan Yunanlılara karşı verilen toplam 40 günlük bir harekettir. İngilizlerle savaştınız mı?... Fransızlarla savaştınız mı, ya da İtalyanlarla?...” “Ben size soruyorum, hadi cevap verin.” Eğer bu sözler İbrahim’in ağzından çıkmış (ki eğilim çizgisi doğruluyor) ve şu betimlemelerle birleşmişse “İzin verirseniz bir örnek vereyim. 30 Ekim 1918 yılında Osmanlı Devlet ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Mütarekesi imzaPartizan/185 lanır. Antep bu mütareke gereğince İngiliz emperyalizmi tarafında Aralık 1918’de işgal edilir.(…) 29 Ekim 1919’da Fransızlar Musul-Kerkük petrolleri üzerindeki haklarından İngilizler lehine çekilince Antep’ten de İngilizler Fransızlar lehine çekilir. Antep 29 Ekim 1919’da Fransa’nın işgaline terk edilir. (…) 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi başlar. Bu kongreye hiçbir Kürt temsilci alınmaz. (…) (Kürtler bn) Hacı Bedir Ağa ve Bedirhan Kardeşler, Mulla Mehmet ve Mehmet Sait’le temas kurarak Antep’te (…) direnme kararı alırlar. (…) Fransız askerlerinin Ermeni yurtseverleri olduklarını öğrenirler. (Savaş bn) Ermeni yurtseverlerin çekilmesiyle son bulur. Tamamen Kemalistlerin dışında gelişen bu hareket (…) hesaplarını bozar.

Çünkü M. Kemal Fransızlarla el altından Ankara Anlaşması’nın altyapısını oluşturmaktadır” ciddi olarak düşünmemiz gerekmektedir. Devamla M. Kemal’in Ali Cenani ile Ali Kılıç’ı Antep’e yollayarak bağımsızlıkçı Kürt önderlerini öldürttüğünü söylüyor. General “Bunlar yeni bilgiler, partinizin programında bu ayrıntı yok” babında bir şeyler sorunca İbrahim bunları yeni öğrendiğini, bu bilgilere Kürdistan’a geldikten sonra ulaştığını söyler. Tamamen genel eğilimi doğrulayan sözlerdir bunlar. Fakat yapılan anlaşmaların tarihleri göz önüne alındığında emperyalistlerin teşvikiyle Yunanlıların Batı Anadolu’ya girişinin tespitini yapan İbrahim’in “Emperyalistler bu süreçte Yunan garantörlüğünden çekilmiştir” çıkarsamasına ulaşması hiç de mümkün olmayan bir sonuç olarak görülmüyor. Katledilmeden birkaç ay önce yaptığı tespitlerden hareketle M. Kemal ya da “Kurtuluş Savaşı”nın “güdük” de olsa anti emperyalist değerlendirmesinden vazgeçeceğini düşünmek hiç de mantıksız değildir. Kaynakların kıt, materyallerin yetersiz, bir de illegal örgütlenme şartlarının getirdiği zorlukları düşündükçe bu olağanüstü insanın bu sonuçlara ulaşması tabii ki takdire şayandır.

Bizim gördüğümüzü zannettiğimiz ayrıntılar onun programatik düşünsel yapısını reddetmiyor, aksine doğruluyor. Yine kıyas yaparken aynısaiklerle “sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal” olan Osmanlı sosyo ekonomik yapısının “Kurtuluş Savaşı” ile “yarı-sömürge, yarıfeodal”e evirildiği yanılgısı vardır.

 Değerli Arkadaşlar; aynı saiklerle vurgusunun üstüne basa basa söylüyoruz. Yine gençlik dönemimizdeki seminer ve eğitim çalışmalarında yaptığımız tartışma ve genellemelerle İbrahim’in bundan kastının geçici İngiliz-Fransız ve İtalyan işgallerinin bir “sömürgecilik” olarak değerlendirilebileceğini ve bu işgallerin kalkmasıyla Osmanlı’nın yarı-sömürge, yarı-feodale evrildiğini düşünüyorduk. Zira Osmanlı’nın başka bir yerde başka bir ülkeye sömürge olduğu konusunda herhangi bir bilgimiz mevcut değildir. Partizan/186 Sömürge tanımı, ekonomik ve siyasal-sosyal yapısıyla birlikte oturmuş, yerleşmiş, pekişmiş bir olguyu ifade eder. Dört yıl süren bir savaşta esas olarak askeri gelgitlerle elde edilen, işgal edilen Anadolu topraklarının bu statüde yani sömürge statüsünde ele alınmasının doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Şöyle ki, askeri harekât gelgitleri içinde Osmanlı’nın Kars’ı aşıp Batum’a yaklaşması veya Kemalistlerin Ermenistan’a girmesi ya da bunun tam tersi olan Rusya’nın Artvin, Bitlis ve Van’a kadar ilerlemesi Buraların “sömürge” olduğu sonucunu nasıl doğurmuyorsa Antant devletlerinin de Antep ve Urfa’yı işgali de bu sonucu doğurmaz diye düşünüyoruz.

Hakeza II. Dünya Savaşı’ndaAlmanya’nın Çekoslovakya’yı ya da Fransa’yı işgali buraların artık sömürgeleştirildiği anlamına gelmez. Kaldı ki İbrahim, Kemalist hareketin emperyalizme direkt yönelen hiçbir eyleminden bahsetmemektedir. Mao’nun Çin tahlilinden etkilenme ile bu varsayıma ulaştığı konusunda kafamızda oluşan soru işaretleri vardır. Çünkü Mao, Dr. Sun Yat Sen öncesi ve sonrası Çin’deki değişimisadece “sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal” yapıdan “yarı-sömürge, yarı-feodal” yapıya dönüşüm olarak değerlendirir. “Çağdaş” İttihat ve Terakki; CHP Sevgili Dostlar; Bir ömre sığmayacak kadar derin araştırma konularını birkaç saatlik sohbete sığdırmadan doğacak eksiklik ve hatalarımızı mazur görmeniz dileğiyle cumhuriyet sonrası uygulamalara şöyle bir değinip geçelim.

 Yıl 1934, faşist yarı-legal paramiliter örgütler Trakya’da Yahudi evlerinin kapılarını işaretliyor ve güpegündüz bildiriler dağıtıyorlar. Yahudi dükkânlarından alışveriş yapanlar ikaz ediliyor, Yahudilerin “maymun” olduğu şeklinde propagandalar yapılıyor ve Yahudilerin Trakya’yı terk etmeleri isteniyordu. Çanakkale’de kendini korumaları geçerek M. Kemal’in önüne atan bir esnaf bu durumdan yakınınca karşısındakinin bir Yahudi olduğunu anlayan M. Kemal’den aynen şu cevabı alıyor: “Halk isterse beni de kovar.” İkiyüzlü Kemalistler bu örnekle M. Kemal’in ne kadar “halkçı” olduğunu savunurlar. Bir ülkenin cumhurbaşkanısınız, bir vatandaşınız gelip kendini önünüze atarak mal ve de can güvenliği kalmadığını ve buradan kovulmak istendiğini söylüyor ve siz ona (Yahudi olduğunu anladığınız için) bu cevabı veriyorsunuz… M. Kemal son nefesine kadar bir kültür yiyicisi ve halk düşmanı kimliğinden asla taviz vermeyen biridir.

 Geride bıraktığı “çağdaş” İttihat ve Terakki olan CHP önderinin izinden bir an olsun ayrılmadan yoluna devam etmiştir. 11 Kasım Partizan/187 1942’de 350 CHP milletvekilinin oy birliğiyle çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu sermaye gasp etmeye doymayan faşizmin karakteristiklerinden birisidir. Tabii bunun ön hazırlığına basın aracılığıyla altı ay önceden başlanmıştır. Gazete haberlerinden örnekler verelim. “Üç Yahudi, Limon Tuzu Yerine Sağlığa Zararlı Maddeler Satıyor” “Karpit Stokuyla Bir Yahudi Tüccar 40 Bin Lira Para Kazandı” “2 Yahudi Çocuk, Hava Kurumu İçin Rozet Dağıtılırken Kutuya Atılan Paraları Çaldı” “İstifçi 2 Yahudi Yakalandı” “Eroin Satan 1 Yahudi” “Kiraların Artma Sebebi Yahudiler” “Flit Yerine Renkli Su Satan Açıkgöz Yahudi” 1942 yazı boyunca bunlar gibi yüzlerce haber yapılıyor. Kasım ayında yeni vergi listeleri yayımlanıyor… Takdir edilen matrahın yüzde 50’si gayrimüslim yüzde 12.5’i Müslümanlardan isteniyor. Nüfus oranlarındaki yüzdeye bakın, bir de matrahın yüzdesine bakın!... Toplam verginin yüzde 70’i İstanbul’a ödettiriliyor ve İstanbul’da bu vergiyi ödemek zorunda olan mükelleflerin yüzde 87’si gayrimüslim!...

Bütün mal varlığını satmasına rağmen bu vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler de var… Ödeyemeyenler için aynı 1914-15’te Enver Paşa’nın kurdurduğu silahsız “Amele Taburları”nda olduğu gibi “angarya” zorunluluğu getiriliyordu. Erzurum-Aşkale’ye yol yapımında çalışmak için gönderilen yüzlerce angaryacı gayrimüslimden 20-25’i o kışı atlatamıyordu. 6-7 Eylül 1955 Osmanlı’dan miras provokasyon geleneği Demokrat Parti iktidarıyla devam ediyordu. Yine basın yoluyla ön hazırlıklar yapılmıştı. Aylar öncesinden Rumlara yönelik manipülatif haberler manşetlere taşınıyordu. Günde 20-30 bin satamayan İstanbul Ekspres adlı gazete kâğıt stokunu önceden halletmiş ve yüz binlerce baskı yapmıştı. “Atamızın Evi Bombayla Hasara Uğradı” “Türk Gençliğinin Büyük Heyecanı” Ardından nereden çıktığı belli olmayan güruhlar ellerinde bayrak Celal Bayar ve Atatürk resimleriyle bağırıp çağırarak slogan atıyorlardı. Ev ve iş yerlerinin birçoğu yine önceden işaretlenmişti. Bilanço yine malum…

Birinci sırada yine gayrimüslimler… 11-15 arası ölüm…Yaralı sayısı 300’e yakın… Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüzden dolayı tedavi görüyor… Tecavüze uğrayan Partizan/188 kadın sayısının 200’ü aştığı söyleniyor… Resmi olarak 5300, gayri resmî olarak 7000 binanın hasara uğradığı belirtilmiştir. Bunun yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si de Musevilere aittir. En büyük tahribat Beyoğlu, takiben Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar ve Bakırköy’de yapılmıştır. Celal Bayar olay yerini gezerken yanındakilere dönerek “Dozu fazla kaçırdık galiba” diyordu. Yine uydurmadan bir mahkeme ve yargılama yapılıyordu.

Birkaç kişiye “kıytırıktan” cezalar kesiliyor ve her ne hikmetse 8-10 yıl sonra bu ceza alanlardan birinin MİT Müsteşarlığı’na getirildiğini öğreniyorduk. Yıllar sonra emekli Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları söylüyordu:

 “Tabi 6-7 Eylül’de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size; bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” (Tempo Dergisi, sayı 24) Tarihsel Haksızlıklara İlişkin… Sevgili Arkadaşlar; Tarihsel haksızlıklara yaklaşımın düzeltilemeyeceğini, düzeltmenin sınıf bilinçli proletaryanın görevleri içinde yer almadığını, bunların sadece teşhir edilmesi ve kitlelerin bu yönde eğitilerek canlı ve dikkatli tutulması gerektiğini yine İbrahim’den öğrenmiştik. Ve yine öğrendiğimizle kaldık… Nedir bu tarihsel haksızlık?... Düzeltilebilir, telafi edilebilir bir özelliği var mıdır, yok mudur?...

 Canlı ve dinamik midir yoksa yaşamsal bir özelliği kalmamış mıdır?... Aslında kafa yormamız gereken meselelerden biri de budur. Sanırsak Marks-Engels yeni kıtanın keşfinden sonra Avrupalı göçmenlerin Amerikan kıtasına geçerek üretim ilişkileri bakımından daha bir üst aşamaya geçtiklerini ve ancak bu arada yerlileri, Kızılderilileri katlederek geri dönüşümü mümkün olmayan bir tarihsel haksızlığa da sebep olduklarını belirtmektedirler. Yine geleneğimizden değerli edebiyatçı ve yazar arkadaşımız MetinAktaş’ın konuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerini okumanızı tavsiye ediyoruz. Sosyalist Mezopotamya adlı gazetede yayımlanan yazısında özetle tarihsel haksızlıkların sadece sınıf savaşlarından doğan haksızlıklar olarak ele alınmasının doğru olmadığını, insanla doğa arasındaki savaşından da ekolojik tarihsel haksızlıklar doğduğunu belirtmektedir. Tarihsel haksızlıkları sınıflarken bunların kimilerinin kapitalist düzen çerçevesinde sistemlerin zorlanarak çözülebileceğini, kiminin ise çözümünün kapitalist dünyada mümkün olmadığını vurgulayan yazar, Almanya bölünmesi ve Partizan/189 birleşmesini örneklendirdikten sonra dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın da düzeltilebilecek tarihsel haksızlık olduğuna değiniyor ve Ermeni sorunu için şöyle diyor: “… Ermeni halkının uğradığı tarihi haksızlık da düzeltilmesi mümkün olmayan böyle bir tarihi haksızlıktır. (…)

Bu tarihi haksızlığı anmak (…) ölmüş insanların anılarına saygı duymak ayrı bir şey, bu topraklarda yaşayan insanların yerine Ermenilerin yerleştirilmesini savunmak ayrı bir şeydir.”

Bizce böyle değil, ya da en azından ben böyle düşünmüyorum. Kapitalizmin egemen olduğu süreç için soykırımdan ötürü özür ve tazminata düzen zorlanmalı ve demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde sonuna kadar mücadele edilmelidir. İnsanlık suçu olan soykırımı “teşhir ve ilan etmek” ise sonsuz bir mücadele biçimi olarak önümüzde durmaktadır. Lanetleme ve mahkûm etme mücadelesi okullara ders olarak konulana, onu eğitimin bir parçası haline getirene kadar devam etmelidir. Milliyetçi bakış açıları reddedilerek sosyalist perspektifle programatik düzeyde bütün yönleriyle ele alınarak gündemde tutulmalıdır.

Topraklarına geri dönerken yerleşikleri kovma, yani bir tarihsel haksızlığı gidermeye çalışırken başka haksızlıklara neden olma sosyalistlerin bakış açısı olamaz. Bu yönüyle mesele biraz İsrail-Filistin meselesine benzemektedir. Tarihsel olarak “Kenan ili”nden, kendi öz topraklarından çıkar savaşları sonucu göç ettirilmiş Yahudiler uluslararası kamuoyu ve emperyalistlerin de desteğini alarak yeniden koloniler oluşturmuş ve 1948’te İsrail devletini kurmuşlardır. Milliyetçi ırkçı yöntemlerle nihai çözümün asla mümkün olmayacak yaklaşımlarla başlayan Filistin-İsrail çatışmaları günümüze kadar Ortadoğu’da bir çıban olarak halkların gündemine yerleşmiştir. Çünkü kendinin maruz kaldığı tarihsel haksızlığı gidermeye çalışırken sonradan o topraklarda yurtlanmış ve aynı topraklar üzerinde uluslaşmış Filistin Arap ulusuna benzeri bir haksızlıkla mübadele etmiştir.

 Olaylara sınıfsal bakış açısıyla, halkların kardeşliği ve eşitliği ilkesi doğrultusundan bakıldığında meselenin çözümü mümkündür. Sohbetimizin başlarında toprak sınırlarının iç içeliğinin bin yılların ürünü olduğuna değinmiş, kesin ve net ulusal çizgileri belirlemenin mümkün olmadığını söylemiştik. 1900’ler Osmanlı’sının demografik dağılımından Ermeni halkının nüfus yoğunluğunun (dönem itibariyle tarihsel ve güncel topraklar) olduğu bölgelere “Vilayat-ı Sitte” denildiğini belirtmiştik. Vilayat-ı Sitte tarihsel olarak Batı Ermenistan toprakları olarak değerlendirilmelidir. Ancak soykırım sonrası dönemde Kürtlerin uluslaşma süreci aynı ve komşu topraklar üzerinde tamamlandığı için aynı zamanda Kürdistan’dır. İşte tam olmasa da bu manada biraz Filistin-İsrail meselesine benzemektedir.

Çözümü mümkün müdür? Evet mümkündür. Kapitalist dünyanın bunu çözmesi mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. Etnisiteyi esas alan her türlü Partizan/190 milliyetçi ve ırkçı yaklaşım bırakın yaraya ilaç olmayı, karakterleri gereği habis üretmekten öteye geçememişlerdir ve geçmeleri de mümkün değildir. Çözüm Demokratik Halk İktidarıdır. Demokratik Halk İktidarı soykırımı dünya ölçeğinde mahkûm eder ve katledilen Ermeni, Asuri, Ezidi, Rum, Yahudi vb. halklardan anıtsal düzeyde özür diler. Demokratik Halk İktidarı imkânları ölçeğinde ve imkânlarını zorlayarak soykırım mağdurlarının maddi zararlarını tazmin eder. Demokratik Halk İktidarı soykırım mağdurlarının dünyanın çeşitli yörelerine dağılmış, akrabalık bağı ispatlansın ispatlanmasın bütün unsurlarına gelip yerleşeceği toprakların kapılarını açar.

 Demokratik Halk İktidarı yerleşik halkların ekonomik, siyasal ve sosyal konumuna zarar vermeden ama pozitif bir ayrımcılık da gözeterek asli topraklarına yerleşecek unsurların ulusal olarak serpilip gelişmesine yardımcı olur, halkların kardeşçe ve eşit bir yaşam ilkesinden hareketle sosyal ve siyasal bir ortam yaratır.

Çözüm budur!

Şan olsun kuruluş günü 24 Nisan olan Anadolu Güneşi’ne! Teşekkürler

………………………………

Kaypakkaya geleneğinin son yıllarda kaybettiği seçkin, aydın, entelektüel, örgütleyici, bilge özellikleriyle tanıdığımız Serdar (Artin) Can’ın şahadet haberi ile sarsılıyoruz. Bir kez daha yıkılıyoruz. Çetelere karşı şehadet haberlerinin Ağustos sıcaklığında dalga dalga gelirken, ilkin komutan Ulaş Bayraktaroğlu, ardından Nubar Ozanyan, Gökhan Taşyapan ve bu gün Serdar Can’ı yıldızlara, Nubar Ozanyan’ın yanına uğurluyoruz.

Nubar Ozanyan ile Artin Can’ın dostlukları bugüne değil geçmişe uzanmaktadır. Dostluk ve yoldaşlığın en sıcak hareketli saatlerini, günlerini beraber geçiren ayrılmaz kardeşler, ölümü de bir ve aynı zamana denk gelmesi tesadüfi değildir. Serdar’ın kalbi Nubar Ozanyan’ın ölümüne daha fazla dayanamamıştır.

Kaypakkaya geleneğinin kır gerilla savaşının Kürdistan topraklarında bugün Kürt Ulusal Hareketi daha başlatmadan önce öncüleri, uygulayıcıları, teoriden pratiğe geçiren önder ve örnek kişilerden ilkidir Serdar Can. Yakalanması ve İbrahim Kaypakkaya’dan ve Amed Zindanlarında katledilmesinden sonra Kaypakkaya geleneğinin cezaevinde, işkencehanelerde sürdürülmesi ve yaşatılması aynı zamanda öncüsü olmuştur.

Nubar Ozanyan ile yollarının kesiştiği enternasyonal savaşlarda Filistin için siyonizme ve emperyalizme karşı savaşta yine iki komutan savaşçı Deniz’lerden bize miras kalan Filistin halkıyla dayanışma davasının sahiplenme omuz omuza beraber mücadele, zamanı geldiğinde yine tarihi rollerini oynamış görevlerini yerine getirmişlerdir.

Haydutlara, devletlere, adeta meydan okuyarak kanunlarını tanımayarak Ortadoğu coğrafyasından sınırları, mayınları tel örgüleri hiçe sayarak emperyalistlerin gelişmiş teknolojilerini yerle bir ederek adeta dalga geçerek Hayastan’a gelmişlerdir. Nubar Ozanyan’ın tavsiyesi ve önerisi olarak bugün Serdar Can yoldaşa “Artin” diyerek, Ermeni Fedai Geleneğinin savaşçılarının ismini kullanmasını istemiştir. Yaşadığı kısa bir dönem Hayastan’da ‘’Artin ‘’olarak tanınmış, mütevazılığı, Ermeni ulusal tarihi, bilgi birikimi ile Ermeni halkı tarafından sevilmiştir. Kaypakkaya’nın sadık öğrencisi olduğunu, sosyal şoven politikaları izah ederek Ermeni entellektüelleri arasında takdirle karşılanmıştır.

Serdar Can bilge, entelektüel bir duruş sergilemesi, burjuva aydınlarından entel-liboşlardan ayrı özelliklere sahip olması onun ayrıcalığıdır. Ermeni sorunu bu gün tabular aranırken, soykırım gerçekliğini ortaya çıkmasından önce, karanlıkta bir mum ışığı olan Serdar Can’ın derinlikli kitap çalışmaları tarihi öneme sahiptir. Duygu sömürücülerinin kendini tanıtma, öne çıkarmanın, reklamın tavan yaptığı bu zamanda, Ermeni Soykırımı anıları ile topluma gerekli mesajı, üstelik özgür koşullarda değil, Diyarbakır 5 No’lu Zindan gerçekliğinde yapması herkesin harcı değildir, olamaz da.

Serdar Can’ın da bugün ilk kitabı olan “Nenemin Masalları” kitabını daha iyi anlayacak, gündem oluşturacaktır. Toplumsal sorun olan, Müslümanlaşmış Ermenilerin akıbeti, geleceği sorunu üzerine yoğunlaşan Serdar Can’ın bu tarihi çalışması Hrant Dink tarafından görüldükten sonra hemencecik görüşüp tanışmaları boşuna değildir. Nubar Ozanyan’ın daha kırkı çıkmadan Serdar Can’ı kaybetmek Kaypakkaya geleneğinin sıkıntılı, sorunlu, kuşatma altında olduğu süreçten ayrı ele alınamaz. İlerlemiş yaşına rağmen kalp atışları sevgiden başka bir şey için atmadı. Parti aşkı ve yoldaşlık için tüm hayat enerjisini büyük bir sevgi ve bağlılık ile kullandı.

Yaşamını adadığı davası, davamızdır!

Toprağa düşene dek elinden bırakmadığı bayrağını daha da yükseklere taşımak onur borcumuzdur!

Nubar yoldaşımızın, tüm devrim şehitlerinin yanına uğurluyoruz onu…

Işıklar içinde uyusun, yıldızlar yoldaşı olsun…

(Bir yoldaşı)

 http://www.ozgurgelecek3.net/manset-haberler/26270-serdar-cana-artin-can-yoldaa.html

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)