30 Ocak 2023 Pazartesi

30. Ölümsüzlük Yılında MANUEL DEMİR/ՄԱՆՈՒԵԼ ՏԷՄԻՐ

     Ermeni Lisesi Partizanların Kalesi…

30. Ölümsüzlük Yılında MANUEL DEMİR/ՄԱՆՈՒԵԼ ՏԷՄԻՐ Yaşıyor! Partizanlar yaşıyor! (1)

1915 yılında Ermeni ulusunun yok edilmesiyle bir halka ait var olan tüm değerler yok edilmiş hiçbir iz bırakılmamıştır. Tarihi doku, dil, tarih, kültür zenginlikleri el değiştirmiş; geride kalan Ermeni halkının varlığı yok sayılmıştır. İnkar edilmiş, tarih sahnesinden silinmiştir. Yaşadığı topraklar üzerinde kiliseler, okullar yıkılmış, toplumun varlık koşulları ortadan kaldırılmıştır.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/30-olumsuzluk-yilinda-manuel-demirmanowel-temir-yasiyor-partizanlar-yasiyor-1-0



28 Ocak 2023 Cumartesi

Maria Suphi Ve 15 Yoldaşı... "AH MARİA"

 AH MARİA

Genç ve güzel bir kadındı.

Sarışın ve mavi gözlü.

Odessalı bir Rus'tu.

Sevgi dolu yüreği ve idealist beyniyle bir gece yarısı kendisini Karadeniz'in ortasında buldu.

Kapkara bir geceydi.
Katran karası bir gece.
Bir teknede kocası ve kocasının 13 yoldaşıyla birlikteydi.
Trabzon'dan Batum'a gidiyorlardı.
Azgın dalgalar tekneyi beşik gibi sallıyordu.
Zifiri karanlıkta bir başka tekne önlerini kesti.
Gelenler karabasan gibiydi.
Eşkiyaydılar.
Kalabalık ve silahlıydılar.
Gözünün önünde kocasını ve kocasının 13 arkadaşını bıçakladılar.
Mezbahanede koyun keser gibi, kestiler.
Sonra ayaklarına taş bağlayıp, Karadeniz'in karanlık sularına attılar.
Tek canlı kalan kendisiydi.
Belki de daha sonra neden ölmedim diye pişmanlık duyacak olan.
Karaya indiğinde kocasını kesen adamın kapatması oldu.
Aylarca dayak yedi, tecavüze uğradı.
Sonra zenginlere ve çetelere satıldı.
Gece alemlerinde kentin ileri gelenlerine para karşilığı verildi.
Yıllarca tecavüz edildikten sonra beş kuruşsuz sokağa bırakıldı.
Sonunda aç, yoksul sokakta delirdi ve öldü.
Bu trajedinin adı Maria idi.
İsmi Türkiye Cumhuriyeti'nin istihbarat kayıtlarına "Meryem" olarak geçti.
*. *. *
Tarih 22 Kanunisani 1921 idi.
Günümüz Türkçesi ile 22 Ocak 1921.
Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi'nde konuşuyordu.
"İşte bu serseriler, Türkiye Bolşevik Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır."
Aradan 6 gün geçmişti.
Tarih 28 Kanunisani 1921 idi.
28 Ocak yani.
95 yıl önce bugün.
Türkiye Bolşevik Fırkası Başkanı gazeteci Mustafa Suphi, eşi Maria ve 13 yoldaşı Ankara'da Mustafa Kemal ile görüşmek için Bakü'den yola çıkmıştı.
Erzurum'da tren istasyonunda jandarma yollarını çevirdi.
Halk sanki onları bekliyormuş gibi toplanmıştı.
Oysa Türkiye'ye geleceklerini Ankara'dan başka bilen yoktu.
Büyük bir protesto ile karşılaştılar.
Yuhalamalar, tükürükler, tekmelerle Erzurum'a sokulmadılar.
Trabzon'a yönlendirildiler.
Trabzon o yıllarda ittihatçi örgütlenmenin kalesiydi.
Çetelerin en yoğun, en güçlü olduğu yerdi.
..Ve Trabzon İskeleler Kâhyası Yahya Reis, çete örgütlenmesinin lideriydi.
Yahya Kahya, Samsun'dan Trabzon'a bölgenin tek hâkimiydi.
O kadar zengindi ki, Trabzon'daki iki otomobilden biri onundu.
Özellikle 1915 olaylarından sonra zenginleşmişti.
Ayrıca Muhafız Kıtası Komutanı Topal Osman'ın da adamıydı.
Devletle samimi, iyi ilişkiler içindeydi.
Türkiye Bolşevik Fırkası Başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşları Trabzon'a vardığında Maçka'dan Değirmendere mevkiine yönlendirildiler.
Kendilerine Ankara hükümetinin görüşmek istemediği ve bir taka ile Batum'a gönderilecekleri söylendi.
Heyet Degirmendere'ye vardığında büyük bir protesto ile karşılaştı.
Halk tıpkı Erzurum'daki gibi toplanmış, onları bekliyordu.
Üstelik sağanak altında.
Yahya Kaptan, adamlarıyla birlikte Değirmendere'deydi.
Protestoları yönetiyordu.
*. *. *
Mustafa Suphi ve arkadaşları sahile vardığında halk galeyana geldi.
Heyet saatler süren tepkiler ve linç girişimlerinden sonra kendilerine ayrılan tekneye zar zor ulaştı.
Tekme tokat dayak yemişler ve üstlerinde ne var, ne yok alınmıştı.
Paraları da çalınmıştı.
28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gece Batum'a doğru yola çıktılar.
Onlardan hemen sonra Yahya Kahya ve silahlı adamları daha iyi bir tekneyle peşlerine takıldı.
Mustafa Suphi ve heyeti taşıyan tekne daha iki mil uzaklaşmadan Yahya Kahya'nın teknesi onlara yetişti.
Sonrası bir dramdı.
Bir vahşet.
Nazım Hikmet şöyle anlattı sonrasını..
"Burjuva kemal’in omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar.,
Hav… hav… hak… tü..
Yoldaş unutma bunu,
burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
– hav…hav…hak…tü
– gördün mü ikinci motörü?
– içinde kim var?
– arkalarından gidiyorlar.
– ikinci motör birinciye yetişti
– bordoları bitişti
– motörler sarsılıyor
– dalgalar sallıyor, sallıyor dalgalar.
– hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor
- biz onlar!
– biz silahsız onlar kamalı
– tırnaklarımız
– kavga son nefese kadar
– kavga
– dişlerimiz ellerini kemiriyor
kamanın ucu giriyor
– girdi…
– yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
bakın göz göze
– karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü."
*. *. *
Yahya Kahya ve adamları Mustafa Suphi ve 13 arkadaşını öldürmüş, Trabzon'a dönmüştü.
Yanlarında Mustafa Suphi'nin eşi Maria da vardı.
Yahya Kaptan, Maria'yı evine kapatıp aylarca tecavüz etti.
Ardından dönemin zenginlerinden Nemlizade Ragıp Bey'e sattı.
Ragıp bey ölünce tekrar alıp Rizeli çetelere "hediye" etti.
Maria yıllar sonra beş kuruşsuz sokağa atıldı..
Sonunda delirdi ve açlıktan öldü..
Trabzon'da kimsesizler mezarlığına gömüldü..
*. *. *
Günler sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katliamı Ankara'yı sarstı..
Trabzon milletvekili gazeteci Ali Şükrü Bey katliamı meclise taşıdı..
Şükrü Bey Mustafa Suphiler'i öldürenin Yahya Kahya olduğu izine ulaşmıştı..
Görgü tanıkları vardı..
Mecliste sürekli sorular soruyor, iktidarı zorluyordu..
Ancak tam da o günlerde Yahya Kahya faili meçhul bir cinayete kurban gitti..
Tartışmalar daha da yoğunlaşırken bu kez olayı sorgulayan milletvekili Ali Şükrü Bey Ankara'nın göbeğinde Topal Osman tarafından boğularak öldürüldü..
Muhalefet ayağa kalktı..
Devlet zorunlu olarak Topal Osman'ın peşine düştü..
Sonunda Topal Osman da askerle girdiği çatışmada öldürüldü..
Böylece Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının dosyası tamamen kapandı..
Bu olay Cumhuriyet tarihimizin ilk faili meçhul cinayetiydi..
Katliamdan iki yıl sonra 1923'te tamamen üstü kapatıldı..
*. *. *
Nazım Hikmet şu mısralarla anlattı bu kara olayı..
"Tarih
sınıfların
mücadelesidir..
1921
kanunisani 28
karadeniz
burjuvazi
biz
on beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma!"

 

Işte Bu Tekci, Irkçı Ve Sosyalist Düşmanı Cumhuriyet Devleti Böyle Cinayetler Üzerinde Kuruldu...

Maria Suphi Ve 15 Yoldaşınin Anıları Ve İdeallerine Saygıyla
Yazı ve Paylaşım Için Teşekkürler Sedat Kaya 🙏

25 Ocak 2023 Çarşamba

ANALİZ | İşçi Sınıfının Devrimciliğinin Nesnelliği-2


 

https://ozgurgelecek45.net/analiz-isci-sinifinin-devrimciliginin-nesnelligi-2/

ANALİZ | İşçi Sınıfının Devrimciliğinin Nesnelliği-2

"Kemalizm’i aklamaya çalışan liberaller ve kimi, küçük burjuva “sol”cular, yanıbaşında kurulan SSCB’yi ise görmezden geldiler. SSCB’de, tüm emperyalistlerin saldırı ve işgaline rağmen, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin özgürlüklerin gerçekleştirildiği bir devletti."

23 Ocak 2023

Marks ve Engels’in tarihsel materyalist kuramı, dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Onlar, toplumların değişimlerini, toplumların tarihsel gelişmişliği içinde ele almış ve kapitalist toplumunda aynı şekilde bir başka topluma, ancak bunu kendi içinde çıkacak olan komünist toplumun nüvelerini değiştireceğini, sınıf olarak da bunu işçi sınıfının başarabileceğini bilimsel bir şekilde ortaya koymuşlardır.

 

Topluma egemen olan sınıflar, kendi çıkarlarını toplumun çıkarı olarak öne çıkarır ve her geçen gün egemenliğini pekiştirerek, toplumun kendi çıkarları için çalışmasını sağlar ya da sağlamaya çalışır. Egemen olduğu toplumsal sistem yıkıldığında toplumun bütün üyelerinin felakete uğrayacağını ileri sürer. Bunu ideolojik ve siyasal olarak besler. Ancak, bunun karşısında toplumsal sistem altında ezilen geniş bir kesimi de beraberinde yaratır ve süreç içinde iktidarı elinde bulunduran sınıfsal erk ile bu erkin baskısı altında yaşayan geniş kesimler arasında çatışma başlar. İçinde yer aldıkları egemen toplumsal sisteme karşı baş kaldıranların, bu toplumsal sistemde kendi lehlerine köklü değişiklikler yaratabilmek için, eski köhnemiş toplumsal sistemi yıkmak zorundadırlar. Başka türlü egemen sınıfı yıkıp yerine kendi egemenliklerini ve kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir toplumsal sistem yaratamazlar.

 

Bütün toplumsal sistemlerin altüst oluşları böyle olmuştur ve kapitalizmden sosyalizme geçişte de böyle olacaktır.

 

Revizyonist ve reformistler, Marks ve Engels’i direkt eleştirme yerine, daha çok, onların görüşlerini çarpıtma, tahrif etme ve onlar adına yalan söylemeye kadar işi vardırıyorlar.

 

Buraya, Marx ve Engels’in “Alman İdeolojisi” adlı eserden uzun bir alıntı aktaralım.

 

 “Geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, ensonu bize şu sonuçları da verir:

 

Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makineler ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişki araçları doğar, ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak kazançlarından yaralanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan dışlanmış, ve zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf, toplum üyelerinin çoğunluğunu meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır.” (ME, Alman İdeolojisi, Feurbach, s. 61-62, Sol Yayınları 1992, Çeviri; Sevim Belli)

 

Burada söylenenler çok açık. Hiçbir çarpıtmaya meydan vermeyecek kadar açık bir çözümleme. Bütün toplumsal gelişmelerde ve değişimler toplumun sahip olduğu üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak değişim göstermemişlerdir. Tersine, toplumsal değişimlerin temelinde üretici güçler ile toplumun o an sahip olduğu üretim ilişkileri arasındaki çelişmeden ve bunların çatışmasından kaynaklanmıştır. Kapitalist toplumda da üretici güçler içinde yer alan işçi sınıfı, artık, kapitalist toplumu ilerletici bir nitelikten çıkıp, onu yıkıcı bir niteliğe, kapitalizmin belli bir gelişmişlik düzeyinden sonra varmıştır. Burjuvazi, işçi sınıfını, kendisi için artı-değer üreten bir üretim aracı haline getirmesine karşılık, onun için aynı zamanda yıkıcı sınıfsal bir güç odağı haline gelmesini de beraberinde yaratmıştır. 

Burjuvazi, nasıl ki, feodal aristokrasinin toplumsal tarih sahnesindeki yıkıcı bir unsuru olmuşsa, şimdi de işçi sınıfı burjuvazinin toplumsal tarih sahnesindeki yok edici devrimci unsuru olmuştur, burjuvaziden bir farkla, işçi sınıfı, kendisi de dahil bütün sınıfları yok oluşunun koşullarını da hazırlamıştır. İşçi sınıfının ortaya çıkışına kadar, toplumsal hiçbir sınıfta olmayan tarihsel devrimci rolü kapitalizm yaratmış ve bunu da kapitalist toplumun bir üyesi olan işçi sınıfı, üretim içindeki yerinin kendisine dayattığı ve niyetlerden bağımsız nesnel bir zorunluluk olarak üstlenmiştir.

 

Daha önceki toplumsal sistemlerde, hiçbir muhalif sınıf işçi sınıfı gibi devrimci bir sınıf olamazdı. Çünkü önceki toplumlarda ezilen sınıflar sanayi ürünü değildi. Diğer yandan, köleci ya da feodal toplumdan komünizme geçilemezdi. Özel mülkiyet, ancak, büyük sanayinin büyüyüp gelişmesi sonucu kaldırılabilirdi. Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla sınıfların da kendiliğinden sönmesi mümkün olabilirdi, daha önce değil.

 

Reformist ve revizyonistler, işçi sınıfı önderliğinde devrimi boğmak, işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaştırmak için “yeni” teoriler üretiyorlar. Proletaryanın karakter değiştirmesinden tutunda, burjuvazinin de sınıfsal bir karakter değiştirdiğine kadar işi vardırmışlardır. Sınıflar mücadelesi tarihinde devrimci mücadele karşısında her zaman karşı-devrimci mücadele de olmuştur. Biri varken diğeri de vardır. Bu zıtların birliği ve mücadelesi diyalektik ilkesinin kendisidir. 

Topluma egemen olan sınıf, kendi çıkarları gereği, egemenliği altındaki sınıflara baskı uygular. Özellikle kendi alternatifi gördüğü sınıfa karşı bütün şiddetini gösterir. Burjuvazi de işçi sınıfına karşı tüm iktidar şiddetini kullanmaktadır. İktidarı elinde bulunduran sınıf salt zoru değil, bunun yanında ideolojik ve siyasal egemenliğini de ezilen sınıfların bilincini karartmak, bulandırmak ve kendi iktidarına zarar vermeyecek şekilde manipüle etmeye ve böylece muhalif sınıf hareketini de bütünüyle elimine etmeye çalışır. İşte, revizyonizm ve reformizm egemen sınıfların ideolojik ve siyasal bir baskı kolu olarak işçi ve emekçilere karşı kullanılır. 

Anti-Marksist akımlar, burjuvazinin işçi sınıfının mücadelesini manipüle etme araçları olarak görev yapar. Revizyonizm işçi sınıfına burjuvazi karşısında teslimiyeti önerir. Bunu direkt söylemez; teorik açıklamalar adı altında yapar ki, işçi sınıfı ya da işçi sınıfı militanları, bunların burjuvazinin yanında olduklarını görmeleri zorlaşsın. Ancak, “yeni”, “değişim” vb. sözcükler çıkarıldığında, geriye, “burjuvaziye teslim olun” sözcükleri kalır.

 

Revizyonist ve kendine “sol” diyen reformistler, burjuvaziye her şeyi layık görürler. İktidarın onların elinde olmasını, kitlelerin burjuvazi tarafından sömürülmesini “zorunlu” görürler ancak bu “zorunluluğun” kaldırılmasını ya da bir başka şey dönüştürülmesini ya da proletarya diktatörlüğüne dönüşmesini anti-bilimsel, zoraki vb. görürler. 

Burjuva diktatörlüğüne “demokrasi” derler, ancak, proletarya diktatörlüğünün ise “katlanılmaz bir rejim” olarak değerlendirirler. Çünkü, proletarya diktatörlüğü burjuva diktatörlüğü üzerine kurulmuş işçi sınıfı demokrasisidir. Proletarya diktatörlüğü altında burjuva sınıfı, sömürü, işçi sınıfı ve emekçilere baskı yoktur. Tersine, işçi sınıfının özgürlükçü iktidarını yıkmak isteyenlere baskı vardır.

 

Reformist entelektüellerimiz, “sol popülizm” dedikleri Marksistlerin; “işçi sınıfı her zaman haklıdır” dediklerini ileri sürebiliyorlar. Oysa bunlar, Nazım Hikmet’in ünlü şiirini bilmemezlik edemezler. “Akrep gibisin kardeşim”, “biraz da suç sende” dediklerini. Bu salt Nazım’ın eleştirisi değil, Marksistlerin kitlelere ve işçi sınıfına yaklaşımın bir şiirsel anlatımıdır. Lenin, “işçi sınıfına bilinç dışarıdan götürülür” önermesi, sınıfın her zaman haklılığından değil, bilinçsizliğinden yakınılır ve kitlelerin aydınlatılması istenir.

 

Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesi alkışlanır, haklı olarak devrimci görülür ancak proletaryanın, burjuva diktatörlüğünü yıkıp yerine proletarya diktatörlüğünü kurma mücadelesi ve hedefi “yanlış”, “çağ dışı” ve de “zorlama” olarak değerlendirilir. Bunları savunanlar, elbette belli bir ideolojiden, burjuvazinin egemenlik ideolojisinden hareket ediyorlar. Biz komünistler ise bu anlayışları reddediyoruz. Ve bunun niyetler sorunu olmayıp, toplumların kaçınılmaz bir tarihi gelişmesinin gereği olarak değerlendiriyoruz.

 

“Belirli üretici güçlerden bazı koşullarda yararlanılabilinir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfın egemenliğini koşullandırır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci savaşım, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.” (ME, Alman İdeolojisi, Feurbach, s. 62, Sol Yayınları 1992)

 

Doğanın fiziksel değişim ve gelişim yasaları varsa, toplumlarında değişim ve gelişim yasaları vardır. Bunları Marx ve Engels, Tarihsel Materyalizm adı altında ortaya koymuşlardır. Burjuvazi ve onun kalemşorları, kapitalist topluma kadar olan toplumsal gelişmeleri kabul ederken, kapitalist toplumu, kendisine kadar olan toplumların gelişim ve değişim tarihinin dışında tutuyorlar. O güne kadar olan tarih, burjuvaziyle beraber “tarih oldu” diyorlar. “Tarihin sonu” dedikleri de budur. Tarihi kendileriyle beraber sonlandırıyorlar. 

Birikim dergisi ve diğer revizyonistler de burjuvazinin “tarihin sonu” hikayesine bizleri yani işçi sınıfını inandırmaya çalışıyorlar. Toplumlar tarihi kapitalizmle beraber sona eriyor. Demek istedikleri tam da bu. Oysa Marx ve Engels, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi sorunu bilimsel olarak ele alıyorlar ve toplumlar tarihinin sınırı kapitalizmle sonlanmayacağını, tersine insanlık varolduğu sürece toplumsal sistemlerinde değişerek ilerleyeceğini bilimsel bir şekilde ortaya koyuyorlar.

 

İşçi sınıfının gericileşen bir toplumsal sisteme karşı devrimciliği, bu gerici toplumun egemenlerine karşı mücadeleye önderlik edebilecek hem nicel hem de nitel anlamda tek toplumsal sınıf olmasından ileri geliyor. Burjuvazi ile proletarya dışında toplumdaki diğer ara sınıfların yok olması ya da egemen burjuvaziye karşı mücadele edecek durumda olamamaları, işçi sınıfının ise üretim araçlarına sahip olmadan toplumun en kalabalık toplumsal üretimde bulunan kesimi oluşturması ve toplumsal üretimin toplumsal üleşimi koşullaması nedeniyle, burjuvaziyi yıkacak ve kendisi de dahil tüm toplumsal sınıfların ortadan kalkmasını sağlayacak yeni ve daha ileri toplumsal bir sitemi kurabilecek bir güce sahip olması, onu toplumun en devrimci sınıf kılan temel etmenlerin başında gelir.

 

Burjuvaziye karşı devrimci savaşımı, kapitalist sistem var olduğu günden beri işçi sınıf vermektedir. Diğer toplumsal ara sınıf ya da katmanlar ise ya burjuvaziden yana tavır almışlardır ya da işçi sınıfından. Kendi başlarına burjuvaziye karşı bir iktidar savaşımı vermedikleri gibi üretimdeki yerleri nedeniyle, böyle bir toplumsal niteliğe de sahip değillerdir. Topluma egemen olan sınıfın örgütlü zor (ordusu, bürokrasisi, polisi, mahkemeleri vb. ile devlet) gücüne karşı tüm muhalif kesimleri peşinden sürükleyip sonuna kadar mücadele edebilecek olan işçi sınıfından başkası değildir. Başka bir güç ne burjuvaziye karşı savaşabilir ne de diğer ezilenleri peşinden sürükleyip eski köhnemiş sistemi yıkıp, yerine daha ileri (üretici güçlere karşılık gelen) yeni bir sistem kurabilir.

 

Her geçen gün mülksüzleştirilerek eriyen köylülük ya da şehir küçük burjuvazisi, burjuvaziye karşı savaşımı sonuna kadar götürebilecek bir sınıfsal niteliğe sahip değillerdir. Bunlar, hem küçük mülk sahibi olmaları nedeniyle hem de kapitalist toplumda yok olan sınıflar olarak, nicel anlamda da güçlü bir toplumsal sınıflar değillerdir. Kapitalist sistemin iki ana sınıfı olarak burjuvazi ve proletarya vardır. 

Diğerleri, bunlardan kâh birinin kâh ötekinin yanında saf tutarlar. Köylülüğün güçlü olması proleter mücadeleyi kısmen zayıflatıcı bir özellik taşısa da, bu işçi sınıfının mücadelesini belirleyici bir nitelik olmaktan uzaktır. İşçi sınıfı köylülüğü de kazanacak doğru bir politika ile burjuvaziye karşı mücadeleyi sürdürme yetisine ve örgütlülüğüne (en azından potansiyel olarak) sahiptir. İşçi sınıfının gücü örgütlendiğinde ve sınıf bilincini asgari ölçüde de olsa aldığında burjuvazi karşısında yenilmez bir güç haline gelir.

 

Reformistler ve revizyonistler işçi sınıfının bu devrimci niteliğini ya küçümsüyorlar ya da görmezden geliyorlar. Burjuvaziyi yenilmez olarak görüyorlar. Bir zamanlar feodal aristokrasi de kendini yenilmez olarak görüyordu. Tarih, onların yanıldığını kanıtladı.

 

“Söz konusu ‘sınıfa tam güven’ kılığındaki tutum, tam aksine, işçi ve emekçi yığınların sosyalizme bağlılıkları ve özellikle de “kurucu” nitelikleri konusunda gayet güçlü bir yetersizlik tespitine dayanır. Bahsettiğimiz tabunun içeriği tamı tamına budur. Geleneksel sosyalizm bu yetersizlik, eksiklik tespitini, parti veya ‘hareket’in ululaştırılmasıyla sıkı sıkıya örter.” (Ö.Laçiner, agy, Birikim sayı: 261, açÖG)

 

Bu alıntıda da görüldüğü gibi, Birikim’in yönetmenliğini de yapmış bay, Marksistlere, “işçi sınıfına siz de güvenmiyorsunuz” demek istiyor.  Komünistlerin sınıfa güvenmesini “tabu” olarak adlandırmaktan çekinmiyor. Kendisinin işçi sınıfından bir beklentisi olmadığı çok açık. Beklentisi, burjuvazinin insafa gelip kapitalizmi biraz reformize etmesidir. Yani vahşi yanlarını kısmen de olsa törpülemesi…

 

İşçi sınıfından ise ne devrim ne de sosyalizmi kurmasını bekliyor. İşçi sınıfının sınıfsal olarak böyle bir niteliğinin olmadığını açıkça belirtiyor. İşçi sınıfına karşı olumsuz kararlığını aynı şekilde burjuvaziye göstermiyor. Aynı hırçınlığı, aynı küçümsemeyi burjuvaziye göstermeye kıyamıyor. Aksi taktirde, sermayenin gazete köşeleri, TV ekranları kendisinden “sol adına” konuşması esirgenir. Bu nedenle de mümkün oldukça işçi sınıfının sınıf mücadelesini ve devrimi savunanlara karşı hırçın duruyor. İşçi sınıfına dişlerini gösterirken, sermayeye ise gülücükler dağıtıyor. 

Bilgisiz, cahil, baldırıçıplak, kitap okumaz, siyaset bilmez, kültürsüz vb. vb. işçilerden devrim mi olur!!! Aynen böyle düşünüyorlar.  Oysa, tarihi değiştiren hep bu baldırı çıplaklar oldu. Entelektüellerde onların tarihi üzerine kitap yazdılar. Dil ucuyla burjuvaziyi “itidale” davet eden eleştirimsel yazıları yazabiliyorlarsa, bunu, işçi sınıfının ve emekçilerin sınıf mücadelelerine borçlu olduklarını nasıl da görmezden ve de bilmezden geliyorlar… Ve açıktan belirtmek gerekiyor ki; işçi sınıfının mücadelesi olmadan, bırakın burjuva demokrasisini, onun kırıntılarından söz dahi edilemez. Burjuva diktatörlüklerindeki demokratik hak ve özgürlüklerin sınırını, işçi sınıfının bu uğurdaki mücadelesi belirler.

 

İşçi sınıfına “elveda” diyenler, elbette, tarihi tersten, yani, burjuva penceresinden okumalarından kaynaklanıyor. Oysa, İşçi sınıfı kendini sınıf olarak da kanıtlamıştır. 1871’de Paris Komünü, 1917’de Rus Devrimi ve 1949’da Çin Devrimi’ni ve daha birçok ülkede devrimi gerçekleştirerek, devrimciliğini kanıtlamıştır. Devrimin gerçekleştiği ülkelerde, devrimin yenilmesi, tekrar karşı-devrimin, yani burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi, sorunun özünü değiştirmediği gibi, işçi sınıfının sınıfsal karakterinin değiştiği anlamına da gelmiyor. 

Bu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, etrafı kapitalist ülkelerle çevrili sosyalist bir ülkede, işçi sınıfının izleyeceği taktiklerle doğrudan ilgili bir sorundur. (Bitti)

Birinci Bölüm Link-Tıkla

https://ozgurgelecek45.net/analiz-isci-sinifinin-devrimciliginin-nesnelligi-1/

24 Ocak 2023 Salı

Muzaffer Oruçoğlu-24 Ocakta Aklıma Gelen İlk Adam Odur.

Dersimde vurulan ilk komünist gerillanın anısına geçen yıl yazdığım yazıyı, okumayanlar olabilir diye yeniden yayınlıyorum.

 24 OCAK VARTİNİK BASKINI VE ALi HAYDAR YILDIZ

 Hayatımın unutulmaz anı. Menzil ve yaşam hakkı vermeyen haşin bir kış. Geyiklerini mağaralarına kapatan sisli, boranlı yüce zirveler. 

Yarı yıkık bir ev ve halkın korkarak, 'sizi öldürecekler, gidin buralardan,' diye mırıldana mırıldana acıdığı, destek vermeye çalıştığı bir avuç silahsız gerilla.

Ve seher öncesinin toz karı hafif hafif ırgalayan ruzigarı ve tüfek şakırtıları.

 

 Sık sık kopan çığlarını dinlediğim karşı dağ ve geyikleri ne alemdedir, oradan çığ koptu mu bilemiyorum. Uçurum kıyısında ilerleyerek ileride Ermeni evlerinin kalıntılarına doğru ineyim diyorum. Mermi sağanağı altında kendimi taa aşağılara, dereye atıyorum birden. Taş gibi yuvarlanarak, düşerek iniyorum buzlu sulara kadar.

 

 Dereye doğru yuvarlanış ve toz kar, beni ve diger iki arkadaşı kurtarıyor. Ama bana öyle geliyor ki bizi asıl kurtaran, Ali Haydar'ın attığı el bombası ile sıktığı tek kırma mermisidir. Fehmi Altınbilek'i ve müfrezesini tam siper toz karlara yatırıp bize biraz daha uzaklaşma fırsatı veren Ali Haydar'ın bu karşı koyuşudur. Beş kişilik Grupta iki el bombası ve iki kırma (av tüfeği) vardır. Ali Haydar ile nöbetçinin dışındaki üç kişi (İbo, ben ve Süleyman Yeşil) silahsızdır.

 

Derede buzlu sular içinde iki kişiyiz. Aşağıya inemiyorlar, kurşun sıkıyor, arada bir de el bombası atıyorlar. Yukarda, kömün çevresinde iki yaralı var. İbo ve Ali Haydar. İbo kaçmış, Ali Haydar orada, kanlı karlar üzerinde. Sırığa bağlayıp dağdan indirecekler. Feci bir şelilde ölecek. Mirikten ve Kutu Deresinden geçerken manzaranın fecaatı karşısında kadınlar bakıp bakıp ağlayacaklardır.

 

24 Ocak Vartinik Baskınını nedendir bilemem, ben hep Ali Haydar'ın adıyla özdeşleştirmişimdir. Üç kişilik Dersim Bölge Komitesi üyesi ve askeri sorumlusu olduğu ve de Vartinikte müfrezeye karşı cesurca direndiği için mi? Sanmıyorum. Beni en çok onun saf, çocuksu ve romantik kişiliği etkilemiştir. Sırtını kayaya yaslar, kötü bir sesle Ali Ekber Çiçek ile Mahsuni'den türküler okurdu.

 

 'Bizim üç şeye ihtiyacımız var,' derdi, 'kitaba, tüfeğe ve transistörlü radyoya.' Zaman zaman dağdan iner, Elazığ'a, Karakoçan'a ve Dersim merkezine giderdi. Toplam bir yıllık dağ hayatında, gittiği yerlerden dağa tüfek getiremedi, hatta yanılmıyorsam kitap bile getirmedi ama Almancılardan bir transistörlü radyo alıp getirdi. Sırtını dağlara verdi, cıgarasını tüttürerek bol bol türkü dinledi.

Bana sürekli Che Guevara'yı anımsatmıştır.

 

 Zekiydi. İnsanların komik yanlarını anlatır ve en çok kendisi gülerdi anlattıklarına. Ailesi oldukça yoksuldu. Yanılmıyorsam, ünlü direnişçi Xıdır Ağa'nın torunu olduğunu söylerdi. Roşnik köyünde akrabaları vardı. 38'e dair kırım hikayelerinden söz ederdi. Vartiniğin karşısında, sulu bir mağarada çürük bir saz bulmuş, tartışmıştık.

 

Ben sazın Ermeni, o ise sazın çürüme derecesine bakarak 38 kırımından kalma olduğunu savunmuştu. Gördüğümüz her kemiği, her harabeyi de aynı minval üzre tartışıyorduk. Bana, ya ' Dersimlilerin Ermenileri kırdığını sanmıyorum, ' der, ya da 'bu evler küçük, taşlar ise düzenli ve biçimli değil, burası Ermenilere ait olamaz,' diye karşı çıkardı.

Girdiği her mağaraya öldürülen bir devrimcinin adını verirdi. Gezmiş mağarası, Çayan Mağarası, Suphi Mağarası.... Bir gün Kureyş (Bostanlı) köyünün arkasındaki derede, Çayan mağarasındayım bir baktım Ali Haydar geldi. 'Köyde cem var, halk gelmiş, kalk gidip ceme katılalım,' dedi. Süleyman Nakışın evinin önünden geçip, cem evine vardık. Cemin dedesi Kızılkanlardan, Kureyşanlı ve bizim güvenilir bir sempatizanımız.

 

 Dallıbahçe Karakol başçavuşunun da tavla arkadaşı. Bizden Başçavuşa, Başçavuştan da bize bilgi getirip götürüyor. Tabi bizden verdiği bilgiler uydurma. Aksi taktirde mağarayı bastırırdı. Karakolu, dedenin sayesinde karakol kadar tanıyoruz. Cem, Düzgün babanın babası Kureyşin evinde oluyor. Cemevine girdiğimizde Halk ayağa kalktı, bizi saygıyla karşıladı.

 

 Şaşırdım ve bu durumu dedenin marifetine yordum. İçeride ve dışarıda elli altmış insan var. Evin dışına bir de nöbetçi dikmişler. Yerde oturma yok. Duvara dayalı uzun tahta oturaklar var. Her neyse oturduk. Evin önünde kesilen kurbanın etleri torbaya dolduruldu. Herkes avucunu açtı, biz de açtık.

 

Önce etler, sonra da bir başka torbada bekleyen bozuk paralar avuçlara pay edildi. Aslan payı bize düştü tabi ve utandık. Gülbenkler, konuşmalar, küslerin barışması derken cem bitti. İki yaşlı bizi bir kenara çekti, 'sizlerden bir ricamız var,' dedi birisi, 'Düzgün Baba ziyaretinde kurbanın kesilip etlerin paylaştırıldığı sırada, gençler birbirlerine giriyorlar, çirkin kavgalar oluyor, oraya bir iki adamınızı gönderirseniz, onları dinlerler, bu kavgalar da olmaz.' İhtiyarları efendice dinledikten sonra 'tamam,' dedik, 'önceden haberimiz olursa, göndeririz.'

 

Ali Haydar halkla iletişim kurmakta, gençleri dağa yönlendirmekte ve kaçanları ikna edip geri getirmekte oldukça yetenekliydi. ' Şu köyde şu genç var. Onu dağa çekersek kaçmaz, ama anasını karşımıza alırız. En iyisi o köyünde örgütlü olarak kalsın. Şu anda toplam üç öğretmen iki ebe örgütlü. Elazığ, Karakoçan ve Dersim merkezinde birer komite kurmamız gerekiyor. Keban baraj inşaatından gidip dinamit ayarlamam gerekiyor.

 

Bir komite de orada oluşturursak işlerimiz kolaylaşır.' Düşünce sistemini bu tip pratik işlerler üzerine oturtmuştu. El bombalarını birlikte yapıyor, küllüklerden bulduğumuz eski tokyo lastiklerine harfleri birlikte oyuyor ve bunlarla el ilanlarını birlikte basıyorduk. Ama bunları mıntıklardaki adamlara götürüp veren hep oydu. Gece gündüz daglarda tek başına gezen, kolayca yol bulan, ilişki bulan azimli bir insan. Karınca gibi... Şaşılacak derecede iyimser, cesur ve sempatik. Yoktan var edişin adamı. 'Halk, anlattıklarımızda kendi dertlerini bulursa bizi dinler ve anlatacağımız çözüm yolunu daha kolay kavrar,'ın adamı.

 

24 ocakta aklıma gelen ilk adam odur.

Ocak-2014

 

 

21 Ocak 2023 Cumartesi

YEL DAĞI ŞEHİTLERİ-- 21 Ocak-10 Şubat 1993

“Binlerce, onbinlerce şehit bizden önce halkın çıkarları için canlarını kahramanca verdiler.

Onların bayrağını yukarılara kaldıralım, kanları ile çizilen yolda ilerleyelim” (MAO)

1993 yılının Ocak ayının sonlarında TİKKO II. Mıntıka Birliğinin üslenme alanının deşifre olması ve düşmanın hava taarruzuna maruz kalmaları üzerine yer değiştirmek zorunda kalan 50 kişilik gerilla birliği Yel Dağında bir destan yarattı. 


Önlerinde iki seçenek vardı: Ya düşmanın üslendiği ovaya inerek imha olmak ya da Munzur’u aşmak. Bir çığlık koptu yürekten; 21 Ocak’ta Zeki Peker yürüyemeyeceğini söyleyerek “yoldaşlar beni bırakın, benim kavgam buraya kadar, benden yoldaşlara ve kavgamıza selam söyleyin” dedi. Ve yürüyüş devam etti. Medetsiz Munzur Erkan Fener’i aldı bu kez birlikten.

Ali Demirdağ yürüyemiyordu artık. Ama ses çıkarmamıştı. Yoldaşlarının yürüyüşünü engellemek istemiyordu. Yoldaşları başına toplandı. Dr. Hü ayağa kalkmak istedi, başaramadı. Zafer işareti yapabildi ancak…Köyün ışıkları görünmüştü artık. Munzur boyun eğmişti Partizanlara…

Fakat Barbara Anna Kirstler, Ali Ekber Batasul ve Ali Ihsan Yalçın köye ulaştıktan sonraki günlerde zatürreden kaynaklı yaşamlarını yitirerek 21 Ocak-10 Şubat 1993 tarihleri arasında ölümsüzleşen Partizanlar, Yel Dağı şehitleri olarak tarihteki onurlu yerlerini aldılar.

 

türkiye devrimci hareketi tarihinde ki sarsıcı devrimci kişiliklerdendir. isviçre'lidir. isviçre komünist partisi üyesiyken tanıştığı türkiyeli komünistlerden çok etkilenir ve türkiye'ye gelir. bir süre istanbul'da tkp(ml) tikko içerisinde faaliyet yürüten barbara, gerilla mücadelesi vermek amacıyla tunceli kırsalına gider.

1989 yılından itibaren türkiye işçi köylü ordusu saflarında gerilla mücadelesi veren barbara 1993 kışında dersim dağlarında bulunan tikko barınağının asker tarafından açığa çıkarılması ve baskına uğraması sonucu 47 yoldaşı ile uzun bir yürüyüşe çıkar (bkz: yel dağı yürüyüşü). ağır kış koşulları altında devam eden yürüyüş'te 5 gerilla hayatını kaybeder, birçok gerilla'nın ayakları kangren nedeni ile donar. barbara bu uzun yürüyüş esnasında ölümcül zatüre hastalığına yakalanır ve bir süre köy evinde yaşam mücadelesi verdiktan sonra ölümsüzleşir.

 

barbara anna kistler ismi tüm dünyada "büyük enternasyonel bir davaya için en zor koşullar altında direnmek" olarak bilinir. ezilenlerin vatanın olmadığını birkez daha gösteren barbara; alpler ve munzurlar arasında ulaşılmaz bir mesafe olmadığını, meselenin cüret etmek olduğunu anlatır.

 

(bkz: grup munzur)'un "barbara" ve "fırtınalı yürüyüş" isimli parçaları mevcuttur.

 ayrıca ökkeş karaoğlu'nun yel dağı destanı isimli şiiride bu uzun yürüyüşü anlatır:

 

yel dağı destanı / ökkeş karaoğlu

zemherinin en zorlu ayında,

kırk yedi candık yel dağı’nda

kökleri toprakta,

gözleri patlamaya yüz tutmuş tomurcukta,

kırk yedi can,

kırk yedi partizandık,

doksan üç’ün ocağında.

bahara gebe dağlarımın

lanet okunası kışında,

öfkemiz dorukta,

bilincimiz kızıl bir ufukta,

kırk yedi can,

kırk yedi partizan,

hain bir kuşatmadaydık.

 lakin;

pülümür’den uzanıp,

pulur’a varmakta,

ve böylece kuşatmayı yarmakta

kararlıydık.

çünkü bir partizandık...

...düştük yollara,

vurduk dağlara.

karları yara yara,

dağları aşa aşa,

vardık köylerde yanan sıcak ocaklara;

o ocakları ısıtan sımsıcak insanlara.

o insanlar ki dosttular.

vurgun yemiş balıkları

sinesine çeken okyanustular.

o insanlar ki halktılar.

asi dağları kadar asi,

zulme boyun eğmez “baldırı çıplaktılar”

ve bu yüzden;

dağların ardından sökün eyleyenlere,

birer evlat gibi baktılar.

yaralarına merhem sürüp,

şehitlerini bağırlarına bastılar.

atalarının,

dedelerinin

ve gül yüzlü bebelerinin

yanı başına gömüp,

ağıtlar yaktılar.

yaşanan bir zulüm,

bir tufandı.

ve her bir anı,

acı yüklü,

umut yüklü,

sevda yüklü,

direnç yüklü,

ve kahramanlık yüklü,

bir türkü,

bir destandı.

ve “destanımızda

yalnız onların adları vardı.”

onlar ki,

tarih yazan

gerçek bir kahramandı.

kimileri savaşçı,

kimileri köylü,

ama her biri bir bütün,

bir ormandı.

ve bu ormanın

her bir ağacı aynı soydandı.

ve bu soya zulmeden,

onlara düşmandı.

düşman,

kan ve irin kokusu almış,

komprador bir yılandı.

 yol, iki gün, iki gece sürmüştü.

ve sanki yaşanan

uzun bir yürüyüştü.

ki her birimizi ayakta tutan

yoldaş yüzlü şehitlerimizin

suretlerinde kalan gülüş,

ve geleceğe dair kurduğumuz

o büyük düştü.

yol,

dünden bugüne;

bugünden yarına uzanan.

kan,

ter,

ve barut kokusuyla örülmüş,

ve dağ doruklarından,

ve kaya oyuklarından süzülmüş,

görkemli,

ama zorlu bir yürüyüştü.

ki bu zorlu yürüyüşte

niceleri çürümüş,

niceleri dökülmüştü.

lakin;

her dökülene inat,

daha bir kök salıp büyümüştü.

çünkü,

bu örgünün her bir ilmeğine

nice yoldaş bedeni düşmüş,

ve daha nice yoldaş bedeni,

yoldaşına sırdaş,

kavgasına omuzdaş olan

mavzerine sarılıp,

baharın kokusu kadar tatlı,

yarin dudağı kadar ballı

ve sevdalısına teslim olacak kadar harlı

namlusunu öpmüştü...

...hiçbir zaman akıtmaktan çekinmedik,

damarları zorlayan kanımızı,

hiç bir zaman tereddüt etmedik.

değiştirmek için “alınyazımızı.”

ki bu yüzden,

bir kez olsun yitirmedik inancımızı.

kırk yedi can,

kırk yedi partizan

ve birman,

ve mergasor,

ve xarşı,

ve mercan

yek vücut olup direndik,

tamamlamak için destanımızı.

 ...oysa ne bu zulüm onlara reva,

ne bu ölüm bizlere devadır.

çünkü, yüreğimizi saran

iflah olmaz bir sevdadır.

ki bu sevda uğruna

yeniden düştük yollar.

vurduk dağlara,

her seferinde

ihanete vura vura

yeniden tutuştuk kavgalara,

ki dana nice kavgalara tutuşup,

nice destanlar yazacağız

umut yüklü yarınlara


 

18 Ocak 2023 Çarşamba

MKP 3. Kongre Kararları Üzerinden_Halil Gündoğan

Zorunlu açıklama:

 Bu kitap, son sayfada da görüleceği üzere, ta 2014 yılında kaleme alındı. Ele alınan konuların önem ve bizim cenah açısından arz ettiği ivedi güncelliğinden ötürü, basılması talebiyle ogünün Umut ve Kardelen yayıncılığa gönderildi. Ancak her iki kurum, lütfedip bir yanıt dahi vermedi.

 Bunun üzerine internette yayınlansın istedim, ancak " tamam hallederiz merak

etme" diyen arkadaşlar, sağ olsunlar, meğerse bu yönlü hiç uğraşmamışlar bile 2018 ekiminde hapisten çıktığımda Nisan yayıncılığa tekrardan önerdim: "Basın, tüm geliri de kuruma kalsın. Ayrıca diğer kitaplarımı da basın ve bunların gelirleri de aynı şekilde kurumunuza katkım olsun." dedim. Önceleri, " Dava açılırsa senin için iyi olmaz. Hele sen kendini güvenceye al, ondan sonra basarız" denildi. Yurt dışına çıktıktan sonraysa; “Tamam,

Köz Yayıncılık`la anlaştık, çıkar yakında” denildi. Sevindim, 5 yıl gecikmeyle de olsa, nihayet okuruyla buluşacaktı. Ancak ne var ki sevincim kısa ömürlü oldu: Bir yerlerden birileri; " biraz beklesin" diye müdahalede bulunmuş... Anlaşılır gibi değil!!! Sonrasındaysa söyleşi garip bir açıklama yapıldı: MKP 4. Kongresini yaptı. III. Kongre` ye ilişkin değerlendirmeler güncelliğini yitirmiş olduğundan, senin kitabın da güncelliğini yitirmiş oldu. Haliyle de basmayı uygun görmüyoruz.

Yani nihayetinde bu bir tercih, ilgili yetkililer bunu benimsediklerine göre, geriye yapılabilecek çok da fazla bir şey kalmıyor.

Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki; bu kitapta ele alınan konuları salt başına MKP III. Kongre kararlarının değerlendirilmesine indirgemek, zaten başlı başına yanlış bir tutum ve yaklaşımdır. Çünkü okunduğunda da görülecektir ki; kitapta doğrudan Kaypakkaya ve TKP/ML’nin konu bağlamındaki görüş ve yaklaşımları da paralel bir ele alışla, değerlendirmelere tabi tutulmaktadır. Sırf bu özelliği bile, o değerlendirme ve eleştirileri ve keza sunulan alternatif görüşleri, güncel kılmaya haydi haydi yeterlidir. 

Öte yandan MKP, III. Kongre kararlarını IV. Kongre de bir kez daha onaylayıp sahiplenerek, zaten kendisi bir kez daha bunları doğrudan güncellemiş oluyorken; kalkıp da: “Güncelliğini yitirmiştir” demek, en hafif deyimle, abesle iştigaldir.

Özetle: “Basmayı gözleri kesmedi.” diyelim...

Ya, o kötü (ve aslında bir bakıma da kendine ve siyasi çizgisine güvensiz, sansürcü) zihniyet ve tutumla uyuşarak; “peki, siz bilirsiniz” deyip, bu çalışmayı tozlu arşivlere kaldıracaktım; ya da geleceğin “yeni tipte insanı” asiliğiyle, “kol kırılır yen içinde kalır” desturunun kıçına tekmeyi basıp, bedel ödemeyi de göze alarak, bu kitabın okuruna ulaşmasını engelleyen tutuma rest çekecektim.

Tutum ve icraatlarımızın sorumluluğuna sahipsek; varsın hakkımızdaki nihai kararı okur ve tarih versin. Şayet bu bir “disiplinsizlikse”, böyle addedilecekse, ben “ceza”ma razıyım ... İyi okumalar, objektif değerlendirmeler.

 Aralık, 2019  Halil.

https://drive.google.com/file/d/1B20gg54-_whODK7uruxvOLgW8HRwm2r1/view

    

17 Ocak 2023 Salı

Bizim “Şansımız” Hatalarımıza Karşı Açık ve Dürüst Olmak, Sizin “Şansızlığınız” Bunun Tersini Yapmaktır


                                    EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ- -16 Ocak Pazartesi 2023
 

Birlik tek tarafın hatalarını değil, bütün tarafların hatalarını mahkûm edip düzeltmekle mümkündür. Birlik konusundaki dürüstlük, dürüstlüğün sınandığı sağlam zeminlerdendir. Bundandır ki, dürüstlükle biçimlenen tavır ve siyasetin yapacağı temel şey, kendisini izah etme güdüsüyle gerçekleri kendine yontup uydurma değil, gerçeklere saygı göstererek bizzat onların devrimci zeminde aydınlanmasını ve egemen kılınmasını sağlamak olur. 

Birliğin yolu da doğru çizginin yolu da tarihe doğru yaklaşmanın yolu da buradan geçer. Tekrar edelim bilim bir dürüstlük sorunudur, tersinden dürüstlük de bir bilim sorunudur. Bilim ve dürüstlüğe aykırı olan her şey sınıflar mücadelesi tarihi ve tüm tarih karşısında gericidir…

  https://gazetepatika19.com/bizim-sansimiz-hatalarimiza-karsi-acik-ve-durust-olmak-sizin-sansizliginiz-bunun-tersini-yapmaktir-127644.html

16 Ocak 2023 Pazartesi

Tanrıyı Anlamak : İsmet Gedik

 

Doğada dinamik bir sistem vardır.

İnsanlar hep doğadaki oluşum ve gelişimlerin nasıl gerçekleştiğini merak etmişler ve bu konuda fikirler oluşturmuşlardır.

 Örn.: İlk defa tavuk mu yumurtadan çıktı, yoksa yumurta mı tavuktan çıktı?

Yani büyük sistemler mi küçük sistemleri oluşturmakta, yoksa küçük sistemler mi büyük sistemleri oluşturmaktadır?

https://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/02/zaman-ve-yaratls.html

1. Nerelerden Geçerek günümüze geldik?

Zaman nasıl bir şey?

Günümüzde

• 1- cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar, at-arabaları, mızrak gibi İNSAN BİLGİSİ üretimi olan aletlerimiz var;

• 2- bunların yanı sıra koyun, fare gibi memeli hayvanlar, kuşlar, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, salyangozlar gibi farklı GENETİK BİLGİLERE göre oluşmuş çok hücreli canlılar var;

• 3- bunların yanı sıra, amipler, terliksi hayvanı gibi çekirdekli tek-hücreli canlılar var;

• 4- bunların yanı sıra, bakteriler gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar var;

• 5- bunların yanı sıra, kuvars, mika, feldspat gibi inorganik moleküller var;

• 6- bunların yanı sıra, azot, oksijen, karbon, demir, hidrojen, helyum gibi kimyasal elementler var;

• 7- bunların yanı sıra, proton, nötron, elektron gibi atom-altı-öğeler var.

 

Şimdi geçmişe doğru gidelim, bakalım neler değişecek:

• a- 100 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar”; 10 bin yıl geriye gittiğimizde at-arabaları; 50 bin yıl geriye gittiğimizde, “mızrak, ok” yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• b- 300 milyon yıl geriye gittiğimizde, “koyun, inek, fare, kuş, kertenkele, vs. yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• c- 600 milyon yıl geriye gittiğimizde, bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, midyeler, salyangoz gibi hayvanlar yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• d- 2,5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “amip, terliksi hayvanı” gibi çekirdekli tek-hücreliler de yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• e- 4 milyar yıl geriye gittiğimizde, “bakteri” gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar da yok oluyorlar, yani moleküllerine ayrışıyorlar; bunları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• f- 5 milyar yıl geri gittiğimizde, dünyamızı oluşturan madde dediğimiz moleküllerin de yok olduğu ve atomlarına ayrıştığı anlaşılıyor. Molekül yapma bilgisi olmadan, madde oluşturulamaz, gezegen vs. ortaya çıkamaz.

Daha eski dönemlere ait bilgiler için astro-fiziksel verilerden yararlanılması gerekiyor. Onlar ise şunu gösteriyor:

• g- 5 milyar yıl ile evrenimizin başlangıcı arası dönem galaksi ve yıldız oluşumları ile geçiyor. Yıldızlar, atom denilen kimyasal temel elementlerin sentezlendiği nükleer ortamlardır. Dolayısıyla, atom yapma bilgisi olmadan, oksijen, karbon, demir gibi temel kimyasal elementler oluşturulamaz, kimyasal element olmadan molekül (su, mika, kuvars, feldspat gibi mineraller) oluşturulamaz. O nedenle 5 milyar yıl öncesi dönemde onları oluşturacak BİLGİ henüz oluşmamış oluyor;

• h- Evrenizin başlangıcına gidildiğinde (ki o zaman tam bilinmiyor) “proton, nötron, elektron gibi madde oluşturucu temel öğeler” de yok. Yani bileşenlerine ayrışmış oluyorlar; bileşenler ise, ÇOK-ÇOK KISA ÖMÜRLÜ, ATOM-ALTI-CANLILIK ÖĞELERİNDEN oluşuyor. Bunların canlılık öğeleri olarak değerlendirilmesinin nedeni, şu özelliklere sahip olmaları nedeniyledir:

Mikro-alem dediğimiz atom-altı-öğeler dünyası kuantsal özellikler gösterir. Doğadaki en küçük etkileşim, yani en küçük canlılık-hareketlilik özelliğine sahip olan  (h) simgesiyle tanımlanan kuantum öğesi ve ondan daha büyük olan proton, nötron, elektron gibi enerji kümeleşmeleri, şu ortak özellikleri gösterirler ve kuantsal sistem olarak bilinirler:

•  1) Kuantlar rastgele davranmazlar, gidecekleri yeri (hedefi) kendileri belirler. Hangi hedef seçilecek?

•  2) Hedef belirlemekte, salınım (veya ölçme)-adımlarına göre işlem yaparlar ve bir olasılık hesabına göre en uygun hedefi seçerler. Çevrede ölçülecek ne kadar hedef var?

•  3) İlerleme sırasında, ya sağa, ya da sola dönülerek gidilir. Sağa dönerek mi, sola dönerek mi gidileceğini kendileri belirlerler.

•  4) Salınım-adımının olacağı düzlem 0 -360 derece arasında değişebilir. Kaç derecelik bir açıda salınım yapılacağını kendileri belirleyerek ilerlerler.

•  5) Belirlenen hedefe ulaşıla bilinmesi için, önlerinde aşılması güç bir engel varsa, “tünelleme” denilen bir faktörden yararlanırlar. Zıplama enerjisinin nasıl sağlanacağını onlar belirler.

•  6) Birbirleriyle “haberleşip”, evrensel ölçekte enerji dengelenmesi yapabilirler. Evrendeki o kadar çok öğe arasında nasıl denge sağlanacağı bilgisini oluşturmak onların görevidir.

•  7) Kuantlardan oluşan enerji-kümelerinin her biri farklı ömürlüdür; kimi saniyenin on-milyarda biri, kimi bunun üç-katı; kimi saniyenin yüz-milyonda biri, kimi bunun 3 veya 5 katı daha uzun süreli “yaşar” ve sonra bir başka oluşumu tetikleyerek sönümlenir. Her bir öğenin ne kadar yaşayacağı (etki-süresi) onların yapacağı olasılık hesaplarıyla belirlenir.  (Enerji-yoğunlaşmaları olan atomların da çok farklı ömürleri olan türleri (izotopları) vardır. Canlılar bunlardan yararlanıp faklı ömürlü proteinler yaparlar, bedenlerindeki işlemlerin ne kadar süreyle etkili olacağını saptayacak iç-saatler böyle oluşturulurlar.)

•  8) Çevrelerindeki tüm varlıkları algılarlar ve onlarla ilişkilerini, çevresindekilerin kendilerine bakış açısına göre belirlerler. Buna Observer effect =Gözlemci etkisi denir. Zaman içinde oluşacak o kadar çok yarışmacı arasından, en iyi olanın nasıl seçileceği gibi hiç kolay olmayan bir görevi yerine getirirler.

 Observer effect =Gözlemci etkisi özelliği, kuantlar aleminin, farklı bedenler içinde farklı davranışlarda bulunmalarını sağlayan en önemli özelliktir.

 

Görüldüğü üzere kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra  tekrar doğarlar. Bu nedenle onlara KUANTSAL CANLILAR denilmesi gerekir.

 

Kuantlar aleminde katı, sabit hiçbir şey yoktur; sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin, dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.

Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp, evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç noktasıdırlar. Kuantlar alemi çok farklı büyüklükte kuantsal canlılardan oluşur, en küçüğü kuantum sözcüğünün ortaya atılmasına neden olan Planck-sabitidir, (h) simgesiyle gösterilir. Tüm diğer canlılık öğeleri bu (h)nın ve onların kombinasyonlarının tam sayılı katlamalardır. Bir protonlu hidrojen, 2 protonlu helyum, 3 protonlu lityum, 6 protonlu karbon, vs. gibi. Proton -nötron-elektron gibi bizlerin aşina olduğu öğeler, yüksek enerjili, orta enerjili, ve düşük enerjili olacak şekilde binlerce kat  farklı büyüklükteki enerji-kümelerinden, yani daha küçük kuantsal canlılardan oluşurlar. Bu enerji kümeleri çevre koşullarıyla değiştirilip, bir-birlerine geçiş yapabilirler. Aşina olduğumuz maddeler düşük enerjili olanlardan oluşurlar.

Kuantlar aleminin oluşturduğu MİKRO-ALEM, doğadaki tüm diğer oluşumları, bilinçli şekilde seçip-değerlendiren ve iyilerin gelişmesini, kötülerin elenmesini sağlayan en temel canlı öğelerdir, yapıcı-oluşturucu sistemdir. Bu nedenle, bakterilerden başlanıp, insanlığa doğru geliştirilen tüm canlılar dünyası, kuantsal canlıların bilinçli seçimleriyle yaşamlarını sürdürmektedirler. En iyi bilgilere göre oluşturulan bedenler, kuantsal canlılar tarafından seçilerek, iyilerin hayatlarının devamı sağlanır.

Jeolojik ve astrofiziksel verilere göre ortaya çıkan zaman olgusu 3 değişik konuda çok önemli sonuçlar ortaya koymaktadır:

•         1- Evrenimizin başlangıcında kuantsal canlılar bulunduğu;

•         2- Her şeyin BİLGİ ile oluşturulduğu;

•         3- BİLGİ düzeyinin ZAMAN içinde geliştiği, doğa ve dünyamızın evrimsel bir gelişme içinde olduğu; Yani doğada fizikçilerin dedikleri şekilde düzensizliğe-kaosa doğru bir gidişat değil, düzenli sistemler oluşumuna doğru bir gidişat olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.

https://tanriyianlamak.blogspot.com/2018/02/zaman-ve-yaratls.html


 Ben bir emekli öğretim üyesiyim. Önce kendim hakkında çok kısa bir bilgi vererek neden sosyal medya ortamlarında yazışmalara girmeye başladığımı açıklamak istiyorum.

 

Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın

yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”

 

Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince:

 

Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya tabandan yönetilen bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.

Bunun üzerine:

- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.

- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.

- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.

- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.

- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.

 

Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.

 

Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs).


 Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu.

 

Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve

- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).

 

- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün hücrelerin kimyasal bileşimlerinde ve fiziksel dokularında depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),

 

- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken 2000) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.

 

Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü

- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran

biriydim,

- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve

biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim

vardı.

 

Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım.

 

Ve o zamandan, yani 1980li yıllardan beri yaptığım araştırmaların sonuçlarını yaklaşık 35 yıldan beri duyurmaya çalışıyorum. 

 

Şimdi sizlere en son ulaştığım sonuçlardan başlayarak, taa 1980li yıllara kadar uzanan bu süreçteki bilgi ve deneyimlerimi bir yazı dizini olarak sunmak istiyorum.

 Başlamak  için tıkla:

https://tanriyianlamak.blogspot.com/p/anasayfa.html

 

15 Ocak 2023 Pazar



Kaypakkaya'nın ölümsüzlüğünün 50. yılında Avrupa’daki anmaları kampanya tarzında ele alarak ortak yapmayı kararlaştırdıklarını duyuran Partizan ve Sınıf Teorisi, Berlin'de gerçekleşen uluslararası #RosaLuxemburg, #KarlLiebknecht ve #Lenin yürüyüşü ile ilk anmayı gerçekleştiriyor.

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)