Kısa sürede çok büyük başarılara imza attığımız, prestiji ve güven açısından belki de partimiz tarihinin tavan yaptığı bu dönem, firarlar, güvenlik konuları ve askeri faaliyetlere benim çok fazla zaman ayırmak zorunda kalmam dolayısıyla parti çalışmalarını denetlemede, sevk idare etmekte, siyasi ve eğitim çalışmalarımızın devamlılığını sağlamada kaçınılmaz olarak aksamalara yol açmıştı. Benim açımdan bu dönem, siyasi ve örgütsel yaşamımın belki de en stresli, en yorucu ve fakat en başarılı süreciydi.
Ancak bölgemizde yeterince yetişmiş ve büyük fedakârlıkla çalışan kadrolar bulunduğu için, sözü edilen aksamaların zarar verebilecek olumsuz sonuçları asgari düzeyde kalıyordu. Bu yüzden bölgemizdeki gerek asker, gerekse diğer alanlarda yürütülen mücadelenin ve başarıların asıl sahibi de sözünü ettiğim bu kadrolarımız ve aldığımız kararlara uygun hareket eden ve bize güven duyan parti kitlemizdi.
Toptaş Fırarı için somut planlamalar ne zaman başladı?
Zeki’nin yakalanması ve sonuçta ölümünden sonra aradığımız
hazırlıkları yeniden gündeme aldık. Eylemi Marksist Leninist Silahlı Propaganda
Birliğinden (MLSPB) arkadaşlarla birlikte örgütlüyorduk. Cezaevi baskınının
hazırlıkları, onlardan da eyleme katılacak militan sayısına göre yapılıyordu.
Cezaevinden 9 arkadaş çıkarılacaktı. Bunlardan dördü bizim
yoldaşımız (Safa Kacmaz, Hasan Aksu, Hüseyin Balkır ve Levent Beşer) geri
kalanlar beş kişi (Hasan Şensoy, Fehmi Gökçek, Süleyman Polat, Kerim Mete
Sonatlıgan ve Şemsi Özkan) MLSPB’li arkadaşlardı. Cezaevi içinde hazırlıklar
tamamlanmıştı. Gerek cezaevinde arkadaşlarımızla görüşmelerde gerekse dışarıya
silah vs. iletmede Yılmaz Güney’in çok büyük yardım oldu. O da oradaydı. Yılmaz
Güney’le görüşmek için cezaevinin içine girilmiyor, dolayısıyla güvenlik kontrolünden
geçilmiyordu. Cezaevinin dışından doğrudan müdürün odasına çıkan, duvara monte
edilmiş bir merdiven bulunuyordu. Yılmaz Güney’in ziyaretçileri bu merdivenden,
doğrudan müdür odasına çıkıyor ve odanın önündeki geniş bir holde görüşüyordu.
Ben de Yılmaz Güney’in özel ziyaretçisi olduğum için bu ayrıcalıktan yeterince
yararlandım.
Cezaevine yapılacak baskın gününü belirlemeye çalışırken, çok önemli bir gelişme oldu. Ankara’daki Konferans Örgütleme Komitesi, Toptaş eyleminin ertelenmesi kararını alıyor. Süleyman bu kararı tebliğ ettiğinde, şok oldum, çok öfkelendim. İlk tepkim, Ankara’dakiler kim oluyor, bizim işlerimize ne hakla karışıyorlar oldu. Süleyman’a da kızdım; bu eylemden niye haberdar oldular, hangi hukukla, hangi yetkiyle böyle bir karar dayatıyorlardı vs.
Tartışmamızda Süleyman komitenin kararını savunarak, merkezileşmenin çok daha
önemli olduğunu, tüm bölgeler açısından partinin hayati bir dönemden geçtiğini
vs. söyleyerek bu sürece zarar verebilecek, geciktirme, engelleme potansiyeli
taşıyan eylem ve etkinliklerden uzak durulması gerektiğinden söz etti. Bunlar,
kararı alan komitenin gerekçeleriydi ve bana göre de teorik olarak doğru
nedenlerdi. Ne var ki, pratik olarak harcadığımız emek, yaptığımız hazırlık ve
en önemlisi eylemin başarılı olma şansının yüksek oluşundan dolayı
ertelenmesine bir türlü kafam yatmadı.
Eylemin hazırlıkları hakkında bilgi verdim, başarı şansının yüksekliğinden söz ederek kararın tekrar gözden geçirilmesini talep ettim. Bu karara içerideki arkadaşların ve eylemden haberdar olan kadroların da büyük tepki göstereceklerini biliyordum. Nitekim içerideki yoldaşlar da itiraz ettiler. “Böyle bir kararı yok farz edelim, eylem yapalım” diyorlardı. Hatta Safa işi daha da ileri götürerek, “Gerekirse bayrak açalım, siyasi ilişkilerimiz ve olanaklarımızı devreye sokalım” dedi.
Safa’nın önerisi, Konferans Örgütleme
Komitesine (dolayısıyla diğer bütün bölgelere) bir başkaldırıyı öngörüyor ve
yeni bir kopuşun yolunu açıyordu. Kısacası içerideki arkadaşlar, kararı
tartışmaya bile gerek görmeden hemen B planları üzerinde kafa yormaya
başladılar. Hatta “Bu eylem yapılmazsa bunun hesabı sorulur” (Hasan Aksu)
türünden sert tepkiler geliyordu. Ben arkadaşları anlıyordum; çünkü
değerlendirmelerinin temelini, önemli ölçüde heyecanları ve örgütlük istekleri
oluşturuyordu.
Konferans Örgütleme Komitesi karar tebliğ etmiş ama hazırlıklara
devam ediyorsunuz...
Evet. Tartışması da sürüyordu bir yandan. Süleyman tekrar geldi.
Konferans Örgütleme Komitesi kararında direniyordu. Süleyman’la aramızda çok sert
tartışmalar oldu. Ben Süleyman’a, isteseydin bu kararı değiştirebilirdin dedim.
Süleyman bu tespitime çok öfkelendi, “Benim ne düşündüğümü bilmeden
suçluyorsun” diye. Bu karara uymayız ve eylemi yaparsak ne olur diye sordum.
“Seni partiden atarız” dedi. Şahtan ben yapar mısın dedim. Güldü, “Ben sadece
Konferans Örgütleme Komitesinin kararını iletiyorum” dedi ve gitti; sonraki
görüşmemiz eylemden sonra oldu.
Bölgede derin bir sessizlik hâkim oldu, nefesler tutulmuştu. Yeni
bir talimatla kadro bölgede hiçbir eylem yapmayacaktı. Kitlesel gösterilere
falan katılmak da yasaklanmıştı. Zorunlu görüşmeler dışında randevu
yapılmayacak, periyodik bireysel görüşmeler ve organ toplantıları ileri
tarihlere ertelenecek, geceleri hiçbir şekilde dışarı çıkılmayacaktı. İşin
içinde olan yöneticiler ve kadrolar bu durumu anılarına, konferans
hazırlıklarıyla ilgili tedbirler olarak anlatacaktı. Benzer tedbirleri almaları
için MLSPB’li arkadaşlara da önerdik. Kısacası bölgede, fırtına öncesi
dinginlik yaşanıyordu.
10 Aralık günü sabah bütün gazetelerin birinci sayfasında ve
manşet olarak, Toptaş Cezaevinin silahlı militanlarca basıldığı, dokuz
tutuklunun kaçırıldığı haberleri yer aldı. Gece yarısı, cezaevinin bulunduğu
bölge savaş alanı gibiydi. Otomatik silahlar sabaha kadar susmamış; dışarıdan
baskın yaparak cezaevine giren militanlar jandarmayı ve gardiyanları rehin
alarak tutukluları götürmüşler; böyle bir eylem dünyada ikinci kez yapılıyormuş
(diğer sanırım Latin Amerika ülkelerinden birisinde idi. Hürriyet, bu tür eylemlerin
tarihçesini de yazıyordu). Tabii bunlar, epeyce abartılmış haberlerdi ama eylem
de planlandığı gibi başarıyla sonuçlanmıştı.
Tarihe Not-Akılda Kalanlar -1976-1980- İbrahim Ünal
LiNKE TIKLA VE OKU