Yarı-feodalizm
tanımı:
Feodal üretim tarzının temellerinden
sarsıldığı, yıkılmaya, dağılmaya yüz tuttuğu, bununla beraber kapitalist üretim
tarzının henüz egemen olmadığı bütün bir evre ve bu evre içinde vücut bulmuş
üretim ilişkileri yarı-feodal olarak adlandırılır.
Tarihte feodalizmden kapitalizme geçişin uzun
bir dönemi kapsadığı bilinir. Avrupa’da kentlerin her bakımdan gelişim
gösterdiği 14. yüzyılda, feodal üretim tarzı derin sarsıntılar geçirip çözülme
aşamasına geldiğinde kapitalist üretim tarzı için henüz ilk koşulların meydana
gelmekte olduğunu biliyoruz. Bu koşulların tamamlanıp kapitalist üretime tam
olarak geçilmesi, 16. ve 17. yüzyıldaki özgün gelişmeler kapitalist üretim
tarzının doğuşunda asla belirleyici unsurlar olarak anlaşılmamalıdır.
Bu doğuşun tespit edilebilmesi için üretim
biçimini etkileyen, örneğimizde hızlandıran olaylara değil üretimin kendisine
bakmak gerekir. Ne var ki bir üretim tarzının doğuşu, toplumun ekonomik
yapısında egemen olması bir dizi olayı, özgünlüğü kaçınılmaz olarak içerir.
Bizim burada dikkat çektiğimiz özellik kapitalist üretim tarzının doğuşunun
feodal üretim tarzının çözülmesiyle gerçekleşmediği, bu sürecin uzun bir zaman
almasıdır. Marks bunun genel olarak iki yol izlediğini söylemekle beraber
kapitalist üretim tarzının egemenliğinin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu hiçbir
zaman gözden kaçırmamıştır...
Bu
durumda yarı-feodalizmin, feodalizmden kapitalizme doğru gelişimde geçiş evresi olduğunu; bu
dönemde tam anlamıyla ne feodal ne de kapitalist olan bir toplum biçiminin
gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu geçiş evresinin kavranması bakımından
Marks’tan ve aynı içerikte olsa da Lenin’den yapacağımız alıntılar
belirleyicidir.
Feodalizmden
kapitalizme doğru izlenen genel iki yol bize toplumu incelerken yoğunlaşmamız
gereken noktaları da gösterecektir. “Feodal üretim tarzından geçiş iki farklı
biçimde olur. Üretici, doğal tarımsal ekonomi ve Ortaçağlar’ın kent
sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist
halini alır.
Bu, gerçekten devrim yapan bir yoldur. Ya da
tüccar, üretim üzerinde doğrudan bir egemenlik kurar. Tarihsel yönden bir
basamak taşı olarak ne denli fazla hizmet ederse de dokumacılara, bağımsız
oldukları halde, kendilerinin yünlerini onlara satmak ve onların kumaşlarını
satın almak suretiyle denetimi altına alan 17. yüzyıl İngiliz kumaşçılarında
olduğu gibi- kendiliğinden, eski üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı
olmaz, ancak kendi ön koşulu olarak onun koruma ve sürdürme eğilimini taşır. (...)
Bu sistem, her yerde, gerçek kapitalist üretim
tarzı için bir engel olmuş ve onun gelişmesiyle yok olup gitmiştir.” (Marks,
2009, s. 293-294)
Lenin de “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”
adlı kitabında, o dönemki Rus devriminin izleyebileceği iki ana çizgiyi şöyle
tanımlamıştır: “Ya eski toprak beyliği iktisadi, binlerce bağla serfliğe
bağlanmış haliyle muhafaza edilir ve bu, yavaş yavaş salt kapitalist, ‘junker’
iktisadi haline dönüşür. Emek-hizmetinden kapitalizme nihai geçişin temeli,
feodal toprak beyliği iktisadinin iç başkalaşımıdır.
Devletin tarım sisteminin tümü kapitalist hale
gelir. Ve uzun bir süre için feodal özelliklerini korur. Ya da eski toprak
beyliği iktisadi, serfliğin bütün kalıntılarını ve her şeyden önce büyük toprak
sahipliğini yok eden devrimle yıkılır. Emek-hizmetinden kapitalizme nihai
geçişin temeli, toprak beylerinin malikânelerine köylülük yararına el
konulmasına sonunda müthiş bir hız kazanmış olan küçük köylü çiftliğinin özgür
gelişimidir. Tarım sisteminin tümü kapitalist hale gelir, çünkü serfliğin
izleri ne kadar eksiksiz yok edilirse, köylülüğün farklılaşması o kadar hızlı
ilerler.” Devamla …
Lenin
bu iki yolu başka bir deyişle tekrar eder:
“Bir başka deyişle: ya esas olarak, toprak
mülkiyetinin ve eski ‘üst yapının’, baş dayanaklarının muhafaza edilmesi;
dolayısıyla, liberal-monarşist burjuvazinin ve toprak beyinin egemen rol
oynaması, hali vakti yerinde köylülüğün hızla onların yanına geçmesi, geniş
çapta mülksüzleştirilmekle kalmayıp, buna ek olarak,” ... “toprak tazminatı ile
köleleştirilmiş ve irticam egemenliği ile ezilmiş ve körletilmiş köylü
yığınlarının çökmesi; (...) ya da toprak beyliğinin ve buna tekabül eden eski
‘üst yapının’ bütün ana dayanaklarının yıkılması; istikrarsız ya da
karşı-devrimci burjuvazinin etkisiz hale getirilmesiyle proletaryanın ve köylü
yığınlarının egemen rol oynaması; işçi ve köylü yığınlar için meta üretimi
altında düşünülebilecek en iyi koşullarda üretici güçlerin kapitalist bir temel
üzerinde en hızlı ve en özgür gelişimi. (...)” (Lenin, 1988, s. 22-23)
Feodalizmden geçişin iki farklı yolu
yarı-feodal toplum düzenini kavramamızın temel konularından biridir. Çoğunlukla
bu geçiş süreci üzerinde durulmaz. Böylece bu iki yolun da gerçekleşmediği,
yeni koşullarla beraber çok daha farklı mücadelelerin gündeme geldiği
ülkelerdeki “geçiş koşulları” da üstünkörü değerlendirmelerle ve elbette
“kapitalist üretim tarzının egemenliği” ile açıklanıp irdelenmemiştir.
Oysa “yarı-feodal temel üzerinde gelişen
kapitalist ilişkiler” tam da Marks ve Lenin’in farklı dönemler için de olsa
dikkat çektikleri büyük ve özgün problemler içerir. Yarı-feodal bir toplumun
kapitalist bir topluma doğru gelişmesi, Marks ve Lenin’in tanımladıkları
geriletici, koruyucu, berbat edici, kötüleştirici, köleleştirici, kör edici
unsurların dışında yeni ve daha güçlü unsurlar tarafından her düzeyde
engellenmektedir.
Marks, Kapital adlı eserinde yarı-feodal
toplumlarda yaşamış düşünürlerin, karşılaştıkları karmaşık ve kuşkusuz
anlaşılmaz durumdaki -yeni üretim tarzının neden olduğu- sorunları
çözümleyemediklerinden bahseder: “Kapitalist üretim tarzı, bu ilişkiyi (doğal
ekonominin dayandığı üretim tarzının ön koşulu olan ilişkileri-bn.) tümüyle
ortadan kaldırır; bu, özellikle İngiltere’de, 18. yüzyılın son üçte birinde
geniş çapta incelenebilecek olan bir süreçtir.
Aşağı yukarı yarı-feodal toplumlarda büyümüş
olan Herrenschwand (Jean Herrenschwand-1728-1811, bn.) gibi düşünürler, örneğin
18. yüzyılın sonları gibi geç bir dönemde bile, manifaktürün tarımdan bu
ayrılmasını çılgınca bir toplumsal serüven, akıl almaz ölçüde riskli bir var
olma biçimi sayarlar.” (Marks, 2009, s. 691) Bu düşünürlerce anlaşılmaz olduğu
için “riskli var olma biçimi” sayılan durumlar çok daha kapsamlı ve karmaşık
özelliklerle, emperyalizmin neden olduğu “akıl almaz” sonuçlarla beraber
yarı-feodal toplumlarda görülmektedir.
Elbette
farklı olarak, birinde ileriye dönük yeni gelişmeler anlaşılamazken diğerinde
engelleyici, geriletici güçler ve ilişkiler söz konusudur. Farklı üretim
tarzları üzerindeki “benzer” görünümlerin, üretim süreçleri temel alınmadığı için
sürekli yanlış yorumlandığı ve analizlerin yanlış başlayıp hiçbir yere
ulaşmadığı, gerçekliği açıklamaktan uzak, eklektik, dogmatik ve yüzeysel
tezlerle sınıf bakış açısından kopmaya veya uzaklaşmaya mahkûm anlayışlarla
karşı karşıya kalmamız bu nedenle şaşırtıcı değildir.
Sıklıkla karşılaştığımız yorumlardan biri
yarı-feodal toplum biçiminin, bir “geçiş toplumu” olarak sürgit bir toplum
biçimi olamayacağı, kaçınılmaz olarak yeni üretim tarzı tarafından alaşağı
edileceğidir. Marks bu “kaçınılmaz” sonucu birçok kez ortaya koymuştur. Lenin
de Rus devrimi özgülünde bu sonucun altını çizmiştir. Yarı-feodal bir toplumda
yaşamış olan Mao Zedung da aynı sonuca dikkat çekmiştir: “Çin’in feodal toplumu
meta ekonomisine doğru geliştiği ve böylece içinde kapitalizmin tohumlarını
taşıdığı için, Çin yabancı kapitalizmin zorlaması olmasa bile giderek kendi
kendine kapitalist bir toplum haline gelecekti.” (Mao Zedung, 1922, s. 313)
Dahası, Mao Zedung yabancı kapitalizmin bu
süreci, görünüm itibariyle hızlandırdığını, “Çin’in toplumsal ekonomisinin
çözülmesinde önemli bir rol oynadığını; bir yandan Çin’in kendine yeterli doğal
ekonomisini baltaladığını ve hem şehirlerdeki hem de köy evlerindeki el
sanatları sanayini yıktığını; öte yandan, il ve ilçelerdeki meta ekonomisinin
gelişmesini hızlandırdığını” belirtir. Demek ki yarı-feodal düzende kapitalizme
ait özelliklerin varlığı ve hatta yaygınlığı bizim reddettiğimiz bir olgu
değildir.
Ne var
ki mesele bundan ibaret değildir; hatta bu, meselenin esası da değildir. Meselenin
esasını kavramak için “geçiş süreci”ne dair yazılanlara yeniden dönelim.
Marks’ın açıkladığı iki farklı yoldan devrimci olmayan yol konumuz bakımından
esas olmalıdır. Üreticinin tüccar ve kapitalist olması (devrim yapan yol)
doğrudan üretim tarzının değişmesi anlamına gelir; bu değişimde iş gücü bizzat
meta durumuna gelirken üretici de üretim araçlarını elinde toplayıp sermaye
sahibi olarak, üretim koşulunun sahibi olarak üretimde artı-değer yaratmak
üzere iş gücünü satın alacak seviyeye gelir. Bu yeni bir üretim koşulu ve
ilişkisi anlamına gelir.
Buna
karşın diğer yol, yani üreticinin değil de tüccarın üretim üzerinde doğrudan
söz sahibi olmasıyla girilen yolda yeni üretim tarzının önüne büyük ve zorlu
engeller çıkar. Marks’ın analizi bize bu engellerin hangi noktalarda
biriktiğini göstermekle eşsiz bir bilgi sunar. Öncelikle Marks, tarihsel yönden
bir basamak olarak, tüccarın üretimde doğrudan söz sahibi olmasının
kendiliğinden yeni üretim tarzına neden olmayacağını belirtir; aksine “eski
üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı olmaz, ancak kendi önkoşulu olarak
onu koruma ve sürdürme eğilimi taşır” der.
Bunun
için örnek verdiği 17. yüzyıl İngiliz kumaşçılarının eylemini anlatır:
“dokumacıları (üreticileri-bn.) bağımsız oldukları halde, kendilerinin
yünlerini onlara satmak ve onların kumaşlarını satın almak suretiyle denetimi
altına alma.” Bu eylem üreticinin üretim araçlarını elinde toplamasına ve
üretimde artı-değer yaratmak için iş gücü satın almasına; dolayısıyla yeni
üretim tarzına geçilmesine engel olur.
“Fransız ipek sanayi ve İngiliz çorap ve
dantelâ sanayinde de yapımcının 19. yüzyıl ortasına kadar dokumacıları eski
örgütlenmemiş düzende çalıştıran ve ancak, bunların gerçekten kendisi için
çalıştıkları, bir tüccarın denetim gücüne sahip düpedüz bir tüccar” olduğunu
belirttiğinde Marks üretimin tüccarın denetiminde eski üretim tarzıyla 19.
yüzyılın ortasına kadar sürdüğünü ortaya koyar.
Üretim tarzında bir değişiklik olmamışken ve
tüccar, üreticileri kendisi için çalıştıran biri olarak üretim koşullarına
egemenken kapitalist üretim tarzı gelişemez. “Üretim tarzında köklü bir
değişiklik Programa Dair 35 yapmaksızın, yalnızca doğrudan üreticilerin
durumunu daha da kötüleştirir ve bunları sermayenin yakın denetimi altındakinden daha beter koşullar
altında çalışan düpedüz ücretli işçiler ve proleterler haline getirir, ve
artı-emeklerine, eski üretim tarzı esasına göre el koyar.” (a.g.e., s. 294).
Örneklere devam eden Marks, bize incelemenin nereye odaklanması gerektiğini bir
kez daha gösterir: “Aynı koşullar, bizzat değişmiş biçimde, bir ölçüde
Londra’da el işi mobilya yapımında da vardır. (…) Üretimin tamamı, birbirinden
bağımsız çok sayıda ayrı iş koluna bölünmüştür.
İşyerlerinden birisi yalnız sandalye, diğeri
yalnız masa, bir üçüncüsü yalnız dolap vb. yapmaktadır. Ama bu işyerleri, aşağı
yukarı el zanaatlarında olduğu gibi tek bir patron ve birkaç kalfa ile
yönetilirler. Ne var ki, üretim doğrudan doğruya özel kişilere çalışmaya el
vermeyecek kadar büyüktür. Alıcılar, mobilya mağazaları sahipleridir. Cumartesi
günleri patron bu mağazalara giden, yapılan işleri satan ve alışveriş, rehin
karşılığında borç veren tefeci dükkânlarında olduğu gibi, çekişe çekişe bir
sonuca bağlanır.
Patronlar, başka bir nedenle olmasa bile,
gelecek hafta için hammadde satın alabilmek ve ücretleri ödeyebilmek için, bu
haftalık satışlara bağımlıdır. Bu koşullar altında, aslında bunlar, tüccar ile
kendi işçileri arasında yalnızca aracıdırlar. Tüccar ise, artı-değerden aslan
payını cebe indiren gerçek kapitalisttir.” (a.g.e., s. 294) Tüccar, üretim
sürecinde (alıntıdaki “gerçek kapitalist” tanımlaması üretim sürecinde
yaratılmış artı-değere tüccarın el koymasından kaynaklanan bir tanımlamadır.
Bunun dışında, artı-değere el koyan bu tüccar
sermayenin yeniden üretime dönmesini sağlamak bakımından kapitalist değildir.
Bu özellik nedeniyle “eski üretim tarzı esas”en sürer) gerçek söz sahibi
olduğunda kapitalist üretim tarzını bastıran bir işlevle hareket ettiğinden bu
usullerin hepsinde üretim tarzının başkalaşımı ağır ve sancılı olur. Marks
bütün örneklerde analizlerin üretim sürecine yönelmesi gerektiğini gösterir:
Üretim süreci kimin egemenliğindedir, artı-değere kim el koymaktadır,
sermayenin üretime dönüşü hangi yoldan gerçekleşmektedir gibi soruların
yanıtları üzerinden süreç tanımlanmaktadır.
Yine Kapital’in aynı bölümünde, konu ettiğimiz
geçiş sürecine dair başka bir değerlendirme sonuç olarak aynı yaklaşımı içerir.
“Hiç kuşkusuz -ve, baştan aşağı yanlış sonuçlara yol açan da işte bu olgudur.
16. ve 17. yüzyıllarda coğrafi buluşlar ve ticarette görülen ve tüccar
sermayesinin gelişmesini hızlandıran büyük devrimler, feodal üretim tarzından
kapitalist üretim tarzına geçişi kolaylaştıran belli başlı öğelerden birisini
oluşturur. Dünya pazarındaki ani genişleme, dolaşımdaki metaların çoğalması,
Asya’nın ürünleriyle Amerika’nın hazinelerine sahip çıkmak için Avrupa
uluslarının gösterdikleri hırs ve rekabet, sömürgecilik sistemi- bütün bunlar,
üretim üzerindeki feodal zincirlerin parçalanmasına maddi katkıda
bulunmuşlardır.
Bununla birlikte, ilk dönemde -manifaktür
döneminde- modern üretim tarzı, 36 PARTİZAN ancak, kendisi için gerekli
koşulların, Ortaçağlarda oluştuğu yerlerde gelişmişti. Örneğin Hollanda ve
Portekiz’i karşılaştırınız. Ve eğer 16. ve kısmen 17. yüzyılda ticaretteki ani
genişleme ve yeni dünya pazarlarının doğuşu, eski üretim tarzının yıkılmasına
ve kapitalist üretimin doğuşuna büyük bir katkıda bulunmuş ise, bu tersine,
zaten var olan kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde oluşmuştu.” (a. g. e.,
s. 292) Böylece Marks, sermayenin üretim üzerinde egemenlik kuramadığı
koşullarda meta dolaşımına, aynı zamanda üretimine katkı sunmuş olan tüccar
sermayesinin tarihteki yerini anlamamıza olanak sunuyor; bu sermayenin
kapitalist üretim tarzı temelinde gelişmemiş tüm eski üretim tarzlarında var
olduğunu, sırf dolaşım alanında bulunarak metaların değişimini sağladığını ve
aslında bu işleviyle temeldeki üretim tarzını koruduğunu, süreklileştirdiğini
ortaya koymuş oluyor. Eğer kapitalist üretim tarzı temelinde bir ekonomi
sistemi gelişmişse tüccar sermayesi bu kez ona hizmet edecek, onun gelişmesine
hız katacaktır.
Dolayısıyla tüccar sermayesinin bütün
işlevleriyle gelişmiş olması, üretim sürecine egemen olup meta dolaşımında
ayrıcalıklı roller edinmesi kesinlikle eski üretim tarzının yerine yenisinin
geçmesi olarak yorumlanmaz. Bu yorum Marks’ın ifade ettiği gibi “baştan aşağıya
yanlış sonuçlara yol açan” bir yorum olur. Hangi üretim tarzının temel olduğunu
kavramanın tek yolu üretimin kendisini incelemektir. “… tüccar sermayesinin
gelişmesi biraz ilerde göreceğimiz gibi tek başına ne bir üretim tarzından
diğerine geçişi sağlayabilir ne de bunun açıklaması için yeterlidir.” (a.g.e.,
s. 287-88) Marks’ın buradaki yorumunu yarı-feodal toplumlardaki değişimleri,
artan meta üretimini, dolayısıyla yoğunlaşan meta dolaşımını, sermayenin
çoğalmasını, buna karşın üretim tarzının önemli derecede korunmasını, pazarın
gelişmesini hatta dünya pazarıyla entegreyi ama üreticinin kapitaliste dönüşmek
yerine giderek kötüleşmesini, yer yer ücretli işçi ve proletere dönüşmesini vs.
anlamamızı sağlayacaktır. Tüccar sermayesinin tarihteki rolü ve aynı zamanda
işlevleri hakkındaki Marksist görüş, genel olarak anlaşılamamış olmakla beraber
özellikle emperyalizm koşullarındaki genel durumun kavranamamasına yansıyan
haliyle de özellikle anlaşılamamıştır.
Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un ama özellikle
Mao Zedung’un bu konudaki açıklamaları ayrıcalıklıdır ve sınıf mücadelesinin günümüzdeki
tüm sorunlarının kavranmasındaki olmazsa olmazdır. Emperyalizm ve
Yarı-feodalizm Lenin, feodalizmin iç başkalaşımla ya da bir devrimle yıkılıp
kapitalizme nihai geçişin koşullarının sağlanabileceğini açıklarken bu geçişin
temelinin “küçük köylü çiftçiliğinin özgürleşmesi” olduğunu söyler.
Feodalizmin çözülmesi, yıkılması uzun yıllar
almıştır; sonu geldiği ve iflas ettiği halde yerini alacak üretim tarzının
gelişmemesinden kaynaklı tarihe gömülmesinin zaman aldığını söyleyebiliriz.
Hatta şunu belirtebiliriz: Hiçbir üretim tarzı onu yerinden ede- Programa Dair
37 cek yeni üretim tarzı gelişip onu tasfiye etmedikçe tarih sahnesinden
çekilmemiştir. Bu, toplumların üretim problemini çözme biçimidir; toplum için
üretim veya topluma dönük üretim kaçınılmaz olarak bir üretim tarzı gerektirir;
salt bireye dayalı ve birey için üretim bir Robinson Cruise hayatının ötesine
geçemez ve bunun olanaksız bir hayat olduğunu biliyoruz! Feodalizme dair şu
söylenebilir: Bu toplum biçiminin çöküşü için onlarca neden, olay
sıralanabilir.
Her nasıl olursa olsun bu çöküş ve geçiş
sürecinin temelinde gerçekleşen olgu küçük üreticinin özgür gelişimidir.
Sayılabilecek onlarca neden ve olay bu gelişimin hızını ve tabii kapsamını
etkilemiştir. Yarı-feodal toplumun da temelinde bu süreç bulunmaktadır: Küçük
üretimin özgür gelişimi. Feodal kalıntıların sürekliliği ve küçük üretici
kesimlerin sonu gelmez yoksullaşması yarı-feodal ekonominin temel dinamiğini
oluşturur. Bu dinamiğe dayanan devrimci sürecin küçük burjuva ağırlığını taşıyacağı
açıktır.
Söz konusu kesimler hem mülk sahibidirler hem
proleterleşme eğilimi gösterirler. Bunlar aynı sürecin iki zıt ucudur. Lenin’in
tanımladığı iki ana çizgiden hangisinin gerçekleşeceği sorusunun yanıtı bu
sürecin nasıl tanımlanacağının yanıtı olacaktır. Bugün bütün mesele, yeni
üretim tarzının yani kapitalizmin dünya çapında ulaştığı düzeyin bir sonucu
olarak iki yoldan biri olan iç başkalaşımın önünde engel olması, kapitalist
gelişmenin önünün gene kendisi tarafından kapatılmış olmasıdır. Emperyalizmden
önce yeni üretim tarzı önünde hiçbir engel duramazdı, önünde sonunda her engel
yıkılırdı. Tüccar sermayesinin tüm tutucu, asalak niteliğine rağmen nihayet
yeni üretim tarzına hizmet eden bir işlev gördüğünü Marks anlatmıştır.
Oysa bu sermaye uzun süre, yeni üretim tarzı
olan kapitalizmin oluşumu aşamasında hatta ondan bir süre sonra da eski üretim
tarzına yapışıp kalmış, üretim süreci üzerinde egemenlik kurarak küçük
üreticileri giderek daha kötü koşullara sürüklemişti. Yeni üretim tarzının eskiyi
alaşağı etme yeteneği tüccar sermayesinin de bu özelliğini ortadan
kaldırmıştır. Ne var ki burjuva iktisatçıların bütünü ve tabii ki Marksist
bakış açısından uzak ya da uzaklaşmış geniş bir küçük burjuva kesim emperyalizm
çağının bu temel özelliğini inkâr etmektedirler.
Bunlara göre emperyalizm çağında kapitalist
üretim tarzı feodalizmi tüm kalıntılarıyla alaşağı etme yeteneğine sahip olmayı
sürdürüyor, onlara göre kapitalizmin feodalizm üzerindeki bu zaferi bu çağda da
mümkün olmuştur ve mümkün olmaktadır! Yarı-feodal sosyo-ekonomik yapının tam
anlamıyla feodal olmayan ama kapitalist de olmayan bir üretim tarzı olması, bu
üretim tarzının feodal ve kapitalist toplum ilişkilerini içerdiği gerçekliğiyle
birlikte ele alınmalıdır. Dolayısıyla kapitalizme doğru gelişimin zemini olan
meta ekonomisinin, bununla beraber gelişen meta dolaşımının ve doğal olarak
pazarın yarı-feodal sosyo-ekonomide birer özellik olduğunu ve kendine has bir
büyüme yaşadığını bilmeliyiz.
Feodalizmin çözülmesi, bunun sonucu olarak kendine
yeterli doğal ekonominin temelden
dağılmaya yüz tutması ve hatta zamanla dağılması yarı-feodal tanımımızın
gerekçeleridir. Bu özelliklerin kırsal bölgelerdeki ekonomik yaşamı da
özellikle içerdiği açık olmalıdır. Meta üretimi, artan miktarda ve hızda meta
dolaşımı, pazar için üretim, hatta dünya pazarına bağlanma yarı-feodal
ekonomiyle uyumludur.
Yarı-feodal ekonominin yadsınması kapitalist
üretim tarzıdır. Ancak bu “yeni” üretim tarzı geliştiğinde yarı-feodalizmin
tasfiyesi, başka bir ifadeyle feodalizmin kökten tasfiyesi söz konusu
olabilecektir. Dolayısıyla asıl mesele yarı-feodal sosyo-ekonomik yapıda da
rastladığımız ama kapitalizmde en ileri seviyeye ulaştığını bildiğimiz meta
ekonomisinin dayandığı temelin niteliğidir. Bu temel hangi sınıfların, hangi
politik ve ekonomik güçlerin güdümündedir ve bu temelde gerçekleşen üretim
nasıl bir toplum biçimi meydana getirmektedir?”
Mao Zedung feodal Çin toplumunun meta
ekonomisine doğru geliştiğini, kendinde kapitalizmin tohumlarını taşıdığı için,
yabancı kapitalizmin zorlaması olmasaydı da kendi kendine kapitalist Çin
toplumuna dönüşeceğini açıkladıktan sonra Çin’de feodalizmin çözülüşünü; doğal
ekonominin dağılmaya yüz tuttuğunu ve modern sınıfların tarih sahnesinde etkin
bir biçimde belirdiğini anlatır. Bütün bunlarda emperyalizmin ayırt edici
katkısına özellikle dikkat çeker. Onun şu ifadesi bu bakımdan özellikle dikkat
çekicidir: “… bununla birlikte, Çin proletaryası sadece Çin milli burjuvazisi
ile birlikte değil, fakat Çin’de doğrudan doğruya emperyalistler tarafından
yönetilen işletmelerle birlikte ortaya çıktı ve gelişti. Bundan dolayı Çin
proletaryasının çok büyük bir kesimi, Çin burjuvazisinden daha yaşlı ve daha
tecrübelidir, dolayısıyla daha büyük ve daha geniş tabana sahip olan bir toplumsal
güçtür.” (Mao Zedung, 1992, s. 314)
Emperyalizmin yarı-feodal ekonomik
koşullardaki ülkelere etkisinin ilk görünür hali doğal ekonomiyi, kendi kendine
yeterli bu ekonomiyi yıkmasıdır. Feodal üretim tarzının çözülmesiyle beraber
yerleşen süreç “geçiş süreci” diyebileceğimiz, Lenin’in “küçük çiftçiliğin
özgürleşmesi” diye tanımladığı yarı-feodal süreçtir ve henüz kapitalist üretim
tarzının egemenliği için üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi yeterli
değildir. Emperyalizm bu sürece dâhil olduğunda doğal ekonomiyi hızla tahrip
eder ve kapitalist üretimin gelişmesi için belirli nesnel koşulların ve
olanakların oluşmasını sağlar; bu aynı zamanda meta pazarının da hızla
gelişmesini içerir.
Mao Zedung’un yabancı kapitalizm sayesinde Çin
proletaryasının Çin burjuvazisinden erken doğduğundan söz etmesi bu gerçekliğin
ürünüdür. Bu aynı zamanda emeğin bir meta olarak alınıp satılması için de
koşulların oluştuğunu, emek gücü pazarının da geliştiğini söylemektir. Küçük
çiftçilerin mülksüzleşmesi, esnafın, zanaatkarların yoksulluğa, sefalete
sürüklenmesi bu sürecin görünen, belirgin ilk özellikleridir. Hem emperyalizmin
neden olduğu kapitalist üretim koşullarının gelişmesi hem de bağımsız olmayan
doğal ekonominin yıkımı ve proleterleşme yönündeki gelişmeler Marks’ın tüccar
sermayesinin üretime egemenlik sağladığı, böylece doğrudan üreticinin
kapitalistleşme yönündeki gelişimini baltaladığı, eski üretim tarzını
kalıcılaştırdığı, sürdürdüğü koşullara dair anlatımıyla neredeyse birebir
uyumludur.
Lenin’den sıkça yapılan ünlü alıntı da
emperyalizmin yarı-feodal ve feodal ülkelerdeki bu etkisini açıklar: “Sermaye
ihracı, sermayenin ihraç edildiği ülkelerde onu olağanüstü hızlandırarak
kapitalist gelişmeyi etkiler. Böylece sermaye ihracı ihracatçı ülkelerdeki
gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da bunun ancak tüm dünyada
kapitalizmin genişlemesi ve derinleşmesi pahasına gerçekleştiği ortadadır.”
(Lenin, 1995, s. 68)
“Lenin’in
burada sözünü ettiği ‘kapitalizm’, komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme
bağlı kapitalizmdir.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 49) “Emperyalizme bağlı
kapitalizm” ne “kapitalizmin gelişmesi” olarak tanımlanabilir ne de “bağımlı
kapitalizm” olarak.
Bu iki tanım da yarı-sömürge ülkelerde burjuva
devriminin gerçekleştiği ya da iç başkalaşım yoluyla kapitalist üretim tarzının
ekonomik yapının temeli haline geldiği tezini içerir.
Oysa “emperyalizme bağlı kapitalizm”
yarı-sömürgedeki kapitalizmin “dışarıdan” ve emperyalizmin tüm özelliklerini
içinde taşıyarak meydana gelmiş kapitalizmdir.
Elbette burjuva devrimini gerçekleştirmiş ve
feodalizmi üretimin temelinden tasfiye etmekte başarılı olmuş yarı-sömürgeler
de vardır. Yunanistan, Portekiz bunun bilinen örnekleridir. Bu ülkelerde egemen
üretim tarzı kapitalisttir.
Ne var ki bunu başaramamış ülkelerde
“emperyalizme bağlı kapitalizm” bağımlı kapitalizmin de olanağını yok etmiştir.
Kısacası “gelişen kapitalizm” ya da “bağımlı kapitalizm” toplumun kendisinde
meydana gelmiş kapitalist ekonomiyi vurgular.
“Emperyalizme bağlı kapitalizm” ise dışarıdan
gelen kapitalizmi vurgular. İbrahim Kaypakkaya’nın “komprador kapitalizm”
terimini kullanarak ileri sürdüğü görüş tam olarak budur.
Bu görüşün yarı-feodalizmi kavramakta tayin edici olduğunu
söylemeliyiz.
Emperyalist sermayenin yarı-feodal ülkelerle kurduğu ilişkinin
özellikleri bu noktada belirleyicidir.
Bu
ilişkinin kavranması için emperyalist aşamadaki kapitalizmin belli başlı
özelliklerini konu etmek gerekir. Bunlardan biri kapitalizmin tekelci
eğiliminin emperyalizm aşamasında tüm dünya üzerinde gerçekleşmiş olmasıdır:
eğilim gerçeğe dönüşmüştür; emperyalizm tekelci kapitalizmdir.
“Yarım
yüzyıl önce Marks’ın ‘kapital’ini yazdığında, iktisatçıların çoğuna serbest
rekabet bir ‘doğa yasası’ gibi görünüyordu. Resmi bilim, kapitalizmin teorik ve
tarihsel bir tahlilini yaparak serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yol
açtığını, bunun ise gelişmesinin belli bir aşamasında tekele götürdüğünü
kanıtlayan Marks’ın yapıtını örtbas etmeye girişti.”
(Lenin, 1928) Kapitalizmin tekelci aşaması sermayenin üretici güçlerle
ilişkisini temelde değiştiren bir sürece işaret eder; artık kapitalizmin
gelişme yasaları eskisinden farklıdır.
“Burada söz konusu olan artık küçük ve büyük
işletmeler, teknik olarak geri ve ileri işletmeler arasındaki rekabet
mücadelesi değildir. Tekele, onun baskısına ve zorbalığına boyun eğmek
istemeyenler tekelciler tarafından boğulmaktadır.” (a.g.e., s. 33)
“Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi hâlâ
‘egemenliğini’ korumakla ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla birlikte,
aslında sarsılmıştır ve esas kârlar mali dolaplar çeviren ‘deha’lara
akmaktadır.
Bu
dolapların ve düzenbazlıkların temeli, üretimin toplumsallaşmasında
aranmalıdır, ne var ki insanlığın bu toplumsallaşmaya kadar ulaşan muazzam
ilerlemesi… spekülatörlerin işine yaramaktadır.” (a.g.e., s. 33-34)
Özetle,
tekeller emperyalizm aşamasında kapitalizmin temel özelliğidir ve emperyalist
tahakkümün gerçekleştiği her yerde tekellerin egemen kıldığı yasalar
geçerlidir! Lenin’in birçok kez dikkat çektiği tekelci baskı ve zorbalık bu
tahakkümün veya egemenliğin tipik özelliğidir.
Tüm
yarı-sömürgelerde ve tabii ki özellikle yarı-feodal ülkelerde gelişmekte olan
ve olağan seyrinde gelişmesi mümkün olan yeni üretim biçimleri -ki bunun
temelinin küçük çiftçiliğin özgürleşmesi olduğunu bir kez daha hatırlatalım-
tekelciliğin baskısı ve zorbalığında boğulur!
Lenin
“Emperyalizm” kitabında, tipik olduğunu özellikle vurguladığı bu egemenlik
ilişkisini kavramayan ya da bir biçimde inkâr etme yolunu seçenlere yönelmiş
gibi şunları yazar:
“Eski
kapitalizm zamanını doldurmuştur. Yenisi ise bir geçiş dönemi yaşıyor. Tekel
ile serbest rekabeti ‘uzlaştırmak’ için ‘sağlam ilkeler ve somut bir hedef’
bulmaya çalışmak elbette umutsuz bir iştir. Pratisyenlerin itirazları, Schulz-Gaevernitz,
Liefmann ve benzeri ‘teorisyenler’ gibi ‘örgütlü’ kapitalizmin savunucularının
resmi övgülerinden çok farklıdır.” (…)
“… 20.
Yüzyıl eski kapitalizmden yeni kapitalizme, genel olarak sermaye egemenliğinin
mali sermaye egemenliğine dönüştüğü bir dönüm noktasıdır.” (a.g.e., s. 51) Bu
sermaye türünün niteliği yarı-feodalizmin de kavranmasında belirleyici bir
önemdedir. Lenin bolca örnekle bu sermayenin niteliğini ortaya koyarken “kâr
kaynakları”ndan da şöyle söz ediyor: “Birkaç elde toplanmış ve fiilen tekelci
olan mali sermaye, şirket kuruluşlarından, emisyonlardan, devlet borçlarından
vs. çok büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmekte ve bütün toplumu tekelciler
yararına haraca keserek finans oligarşisinin egemenliğini sağlamlaştırmaktadır.”
(a.g.e., 58)
Ve devamında “Emperyalizm ya da mali
sermayenin egemenliği, bu ayrımın –(para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan
rantiyeci sanayiciden ve sermaye üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan
kişilerden Programa Dair 41 ayırma)- muazzam ölçülere ulaştığı kapitalizmin en
yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin, sermayenin öteki çeşitlerinin tümü
üzerindeki üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin üstünlüğü mali açıdan
güçlü birkaç devletin üstünlüğü anlamına gelmektedir.” (a.g.e., s. 64) der.
Dolayısıyla
yarı-sömürgeleştirme sürecinin dayandığı temelin yoğun sermaye aktarımı
olduğunu vurguladıktan sonra yapmanız gereken ilk tespit; yarı-feodal
ülkeleri ele geçiren bu sermayenin esasen mali sermaye olduğu ve bunun da
şirket kuruluşlarından, emisyondan, devlet borçlarından vs. beslenen sermaye
olarak ne tür bir “kapitalist kalkınma”ya katkı vereceği üzerine olmalıdır.
“Tekelin egemen olduğu en yeni kapitalizmde, sermaye ihracı tipik hale
gelmiştir.” (a.g.e., s. 66)
Bilindiği üzere kapitalizm, gelişiminin en üst
aşamasındaki meta üretimidir. Meta üretiminin sınırsız gelişimi ile
kapitalizmin kâr amaçlı büyüme eğilimi kapitalist ülkelerde eşitsiz ve
sıçramalı gelişmeyi kaçınılmaz kılar. Birçok işletme, sanayi kolu hızla meta
üretiminde üstün bir konum elde ederken diğerlerinde aynı düzeyde bir gelişme
olmaz.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde örneğin tarım,
sanayideki gelişimin çok gerisinde kalmıştır çünkü tarım sanayi kolları kadar
kâr getirmez! Eşitsiz ve sıçramalı gelişimin bir sonucu olarak gelişmiş kapitalist
ülkelerde tekelci birlikler oluşurken aynı zamanda dünya üzerinde de az sayıda
devletin tekel konumu meydana gelir. Devletler arasında da böylece aynı özellik
ortaya çıkar. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında sermaye ihracının temel
özellik olması da bunun sonucudur. Tekelci olmakla sermaye birikiminde muazzam
gelişme kaydeden burjuvazi meta ihracı ile edinemeyeceği kârı sermaye ihracı
ile elde eden duruma gelir.
Çünkü
sermayenin ihraç edileceği henüz kapitalist olmayan ya da henüz kapitalizmin
ilk evrelerinde bulunan, bu anlamda geri kalmış ülkelerde sermaye yetersiz veya
güçsüz ama hammadde ve iş gücü ucuzdur. Bu ülkelere meta ihraç etmek yeterince
kârlı değildir. Oysa sermaye ihracı muazzam derecelerde kârlıdır. Lenin,
sermaye ihracının şartlarını şöyle açıklıyor: “Sermaye ihracı zorunluluğu, bazı
ülkelerde kapitalizmin ‘çok olgunlaşmış’ olmasından ve sermayenin (tarımın
gericiliği ve kitlelerin yoksulluğu nedeniyle) ‘karlı’ bir faaliyet için
hareket alanının olmamasından doğmaktadır.” (a. g. e., s. 67) Emperyalizmin
ortaya çıkışı ve yayılışı “tamamen” kapitalist gelişimin bir sonucudur; meta
üretiminin geldiği seviye sermayenin ulusal sınırlardan taşmasıyla
sonuçlanmıştır.
Bu
taşma, sermayenin meta haliyle başlayıp ve nihayet para haliyle, sermaye ihracı
olarak “yeni” bir nicelik kazanmıştır. Sermaye ihracının taşıdığı ayırt edici
özellik hem bu ihracın tekelci birliklere dayanması hem de tekel konumundaki
devletlerin üstün varlığıdır. Lenin’in vurguladığı 42 PARTİZAN gibi “Mali
sermaye tekeller dönemini yaratmıştır. Tekeller ise her yere tekelci ilkeleri
taşıyorlar.” (a.g.e., s. 69) Yani tekeller baştan sona ayrıcalıklar sağlayarak
kapitalizmin gelişmediği ya da henüz gelişmeye başladığı hatta kısmen geliştiği
ülkelere, kendi ülkelerindeki kâr alanlarının daralmış olmasından ötürü
yayılmıştır. Bu özellik emperyalist devletlerin ekonomik bakımdan gelişmemiş
ülkelerdeki etkilerini de belirlemiştir.
Özetlersek eğer, emperyalizmle beraber
dünyanın hemen her yerinde mali sermayenin dayandığı temellerin ve sahip olduğu
özelliklerin sonuçlarını görmemiz sadece rastlantı veya geçici olarak
değerlendirilemez; bunlar kaçınılmaz, kendiliğinden dolayısıyla olağan
sonuçlardır: Tüm dünyada kapitalizmin genişlemesine ve derinlemesine geliştiği;
bu sonucun merkezinde mali sermayenin bulunduğu tartışmaya yer bırakmayacak
kadar açıktır. Tam da bu özellik yarı-feodalizmin esaslı nedenidir!
Emperyalizmin girdiği her ülkede kapitalizmin
koşullarını geliştirdiği, feodal yapının çözülmesine yol açtığı, doğal
ekonomiyi baltaladığı, böylece meta ekonomisi için geniş alanları yarattığı,
kendine yeterli ekonomiyi zamanla olanaksızlaştırdığı, köylüleri, üretici
çiftçileri ücretli işçiliğe yönlendirdiği vs. gerçektir. Tarihin belli bir
aşamasında feodal toplumun yaşama olanağının kalmaması ve bunu kendi muazzam
gelişimiyle kapitalizmin somutlaştırmış olması bilimin yadsınmaz gerçeğidir. Ne
var ki bu gerçeklik olgunun sadece bir yüzüdür.
Unutmamalıyız ki her ekonomik ilişki biçimi
veya -daha genel bir ifadeyi tercih edersek- toplum biçimi tarih sahnesinde
tutunmaya, varlığını yeni biçimler kazanarak yeni olana intibak ederek
sürdürmeye de yazgılıdır. “Önce öz-faaliyetin koşulları, sonra onun prangaları
olarak görülen bu çeşitli koşullar, tarihsel gelişim süreci boyunca birbiriyle
bağlantılı bir ekonomik ilişki biçimleri dizgisi oluşturur. Bu bağ, ayak bağı
haline gelmiş eski ekonomik ilişki biçiminin yerine, daha gelişkin üretici
güçlere, dolayısıyla da bireylerin daha ileri bir öz-faaliyet türüne karşılık
gelen bir yenisinin geçmesinden ibarettir.
Bu yeni biçim de sırası gelince yine ayak bağı
haline gelerek yerini bir başkasına bırakır. Bu koşullar, her aşamada, üretici
güçlerin eşzamanlı gelişimine tekabül ettiğinden, onların tarihi aynı zamanda
her yeni nesil tarafından devralınan gelişme halindeki üretici güçlerin,
dolayısıyla da bireylerin kendi güçlerinin gelişim tarihidir. “Bu gelişme
kendiliğinden gerçekleştiğinden, yani, özgürce birleşmiş bireyler tarafından
oluşturulan genel bir plana bağlı olmadığından, her biri başlangıçta bağımsız
olarak gelişen çeşitli yerellerden, kabilelerden, uluslardan, iş kollarından
vb. doğar ve ancak zamanla diğerleriyle ilişki içine girer. Ayrıca bu gelişme
son derece yavaş ilerler. Farklı aşamalar ve çıkarlar asla tam olarak aşılamaz,
aksine yalnızca baskın çıkarlara bağımlı kılınır ve yüzyıllar Programa Dair 43
boyunca beraberinde sürüklenir durur.
Bu demektir ki, tek bir ulusun içindeki
bireyler bile, kendi servet koşullarından bağımsız olarak birbirinden çok
farklı gelişimler gösterir. Ve özgün ekonomik ilişki biçimi, bir sonraki
dönemin çıkarlarına karşılık gelen biçim tarafından çoktan yerinden edilmiş
eski bir çıkar, daha uzun bir süre, bireylerin gözüne bağımsız gibi gözüken
topluluk (devlet, hukuk) içinde geleneksel bir gücün güdümünde kalır. Son
tahlilde yalnızca bir devrim yoluyla ortadan kaldırılabilecek bir güçtür bu.”
(Marks-Engels, 2013, s. 73-74)
Bireylerin belli ekonomik ilişkiler içerisinde
kendilerini gerçekleştirmelerini toplum tarihi içinde ele alıp kavramış olan
Marks ve Engels, bu tarih içinde oluşmuş ekonomik ilişkilerin farklı
aşamalarının ve sınıflara dayanan çıkarların yüzyıllarca, yalnızca baskın
çıkarlara bağımlı kılınarak sürebileceğini bu şekilde belirtmişlerdir.
Emperyalizm çağında baskın çıkarları mali sermayenin çıkarları
temsil eder. Mao, emperyalizmin feodal Çin’de, kendi kendine kapitalist toplum
olma yönündeki ilerlemeyi hızlandırdığını, meta ekonomisinin gelişme
koşullarını geliştirdiğini esas yönleriyle açıkladıktan sonra “Bununla beraber
kapitalizmin ortaya çıkması ve gelişmesi, Çin’deki emperyalist müdahaleden bu
yana meydana gelen değişikliğin sadece bir yönüdür. Bu değişikliğin,
kapitalizmle birlikte gelişen ve onu engelleyen bir yönü daha var:
Emperyalizmin, Çin kapitalizminin gelişmesini durdurmak için Çin’in feodal
güçleri ile iş birliği etmesi. “Çin’i istila etmekte olan emperyalist devletin
amacı hiç de feodal Çin’i kapitalist bir Çin haline getirmek değildir. Tam
tersine amaçları, Çin’i kendi yarı-sömürgeleri ya da sömürgeleri haline
getirmektir.
“Bu
konuda, Çin’i giderek bir yarı-sömürge ve sömürge hale gelebilmesi için
emperyalist devletler askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel baskı yollarına
başvurmuşlardır ve başvurmaktalar…” (Mao Zedung, 1992, s. 314)
Lenin
de aynı özelliği sermaye ihracının tüm dünyada kapitalizmin genişlemesine ve
derinlemesine gelişmesine neden olduğunu belirttikten hemen sonra başka bir
biçimde ifade ediyor: “Sermaye ihraç eden ülkeler, hemen her zaman nitelikleri
mali sermaye ve tekeller döneminin özelliklerine ışık tutan belli ‘avantajlar’a
sahiptir…” (…) Mali sermaye tekeller dönemini yaratmıştır. Tekeller ise her
yere tekelci ilkeleri taşıyorlar. Serbest piyasada rekabetin yerini kârlı bir
iş anlaşması yapmak için ‘ilişkiler’in kullanılması alıyor. Borç verirken alınan
paranın kâr kısmının, borç veren ülkenin mallarını, özellikle de silah, gemi
vs. satın almak için kullanılması koşulunun öne sürülmesi olağandır.
Fransa
son yirmi yıl içinde (1890- 1910) bu yola çok sık başvurmuştur. Sermaye ihracı
meta ihracını geliştirmenin bir aracı haline gelmektedir. Özellikle büyük
firmalar arasında yapılan bu tür alışverişler öyle bir nicelik almıştır ki,
Schilden’in yumuşak bir üslupla ifade ettiği gibi, ‘rüşveti andırmakta’dır.
Almanya’da Krupp, Fransa’da Schneiden, İngiltere’de Armstrong dev bankalar ve
hükümetle sıkı ilişkiler içinde bulunan ve borçlanmalarda kolayca
‘atlanamayacak’ türden firmaların tipik örnekleridir.” (a.g.e., s. 68-69)
Lenin’in sözünü ettiği ilişkiler, sağlanan ‘belli avantajlar’, ‘borçlanmalarda
atlanamayacak firmalar’ yarı-sömürge ülkelerin emperyalizmle beraber girdikleri
fasit dairenin taşlarıdır ve kuşkusuz daire bunlardan ibaret değildir.
Bütün yarı-sömürgeler benzer bir fasit
dairenin içine hapsolmuştur ve her birinde bunun oluşumu neredeyse aynı özelliklere
sahiptir. Üstelik tarihin daha ileri zamanlarında da bu fasit daireyi sürdüren
yapılar, uygulamalar gene aynı özellikler halinde yarı-sömürgelerde giderek
kurumlaştırılıp uygulanmıştır.
Uluslararası Para Fonu (IMF),
Dünya Bankası (DB),
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ),
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
(EKİÖ) gibi
belli başlı kuruluşlar tam da bu fasit
dairelerin sürgit devamlarını sağlamak üzere örgütlenmişlerdir. Bu kuruluşların
tüm ilkeleri yarı-sömürgelerin uymakla yükümlü oldukları kuralları belirlemeye
dayalıdır. Güçlü, gelişmiş devletler dışındakilerin bu kurumlarla ilişkisi
Lenin’in dikkat çektiği “belli avantajlar”ın gerçekleştirilmesini sağlamaya
yöneliktir. Hiç kuşkusuz bu “uluslararası ekonominin, ticaretin düzenlenmesi,
krizlere karşı korunması” gibi söylemlerle gerçekleştirilir. Kimin ekonomisi,
hangi ekonomi sorularının zaten “verilmiş” ezeli ve ebedi yanıtı var gibi
hareket edilir…
Oysa emperyalizm can çekişen kapitalizmdir.
Lenin tam bu noktada özel bir kavram da kullanmıştır: “Emperyalizmi bir geçiş
kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen kapitalizm olarak tanımlamak gerekir.”
(a.g.e., s. 128) “Geçiş kapitalizmi…” Kapitalizmin geçmekte olduğuna dair özel
bir kavramdır bu.
Zaten
devamında Lenin “iç içe geçme”, “tek başınalığın ortadan kalkması” gibi
kavramlarla modern kapitalizmi tanımlamaya çalışan burjuva iktisatçıların dışta
olanı, rastgele ve karmakarışık olanı bayağı biçimde kopya ettiklerini anlatıp
şu çok özel sonuca varıyor: “Özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri,
artık içeriğine uymayan bir kabuktan çıkarılması yapay olarak geciktirilirse
kesinlikle çürüyecek olan, bu çürüme durumunu oldukça uzun sürdürse de (en kötü
olasılıkla, oportünist çıbanın iyileşmesinin uzun zaman olması halinde)
kesinlikle atılacak bir kabuktan ibarettir.” (a.g.e., s. 128-129)
Kapitalizmin, tamamen olgunlaşmış ve artık
“bir kabuktan ibaret” bu “geçiş” sürecinde yarı-sömürgelerdeki üreticilerin
ekonomisi üzerinde kurduğu baskının sonuçları hiç şüphesiz gelişmekte olan
kapitalizm koşullarındaki tüccar sermayesinin baskısıyla karşılaştırılamayacak derecede
yoğun olacaktı. Çünkü, her ne kadar emperyalizmin dev tekelleri ve zor aygıtı
olarak göreve hazır devletleri tüccar sermayesi ile aynı işlevi göreceklerse de
tüccar sermayesini zamanla kendine tabi kılan kapitalist üretim tarzının
gelişmesinin şartlarından artık söz edilemez, o süreç tarih olmuştur, onun
yerini can çekişen kapitalizmin, tüm dünyayı sarmış bulunan “egemenlik ilişkisi
ve buna bağlı zor” almıştır; serbest, barışçıl, dürüst rekabete hiçbir fırsat
kalmamıştır.
Daha başka bir biçimde söylersek: Feodalizmin çözüldüğü ama
kapitalist üretim tarzının da gelişmediği yarı-feodal ülkelerde üreticinin
tüccar ve kapitalist halini aldığı devrimci yolun olanağı kalmamıştır. “Üretici
sadece mevcut üretim tarzı üzerinden geçinmek yerine üretim tarzını
değiştirerek onun kendinde saklı üretkenliği artırmaya” her giriştiğinde artık
emperyalizmin her türden ve tam bir hızla gerçekleşen ekonomik baskısıyla
karşılaşır. Bu ekonomik baskı eski üretim tarzı esaslarına göre gerçekleşen bir
sömürüyü örgütlemektedir. “İlkel sermaye birikimi” artık dev tekellere,
emperyalist devletlere doğru transfer edilmek üzere gerçekleşmektedir.
Oysa biliyoruz ki
kapitalist üretimin yerleşebilmesi, iki ayağı üzerine dikilebilmesine kadar
“özgün emekçiler” gerektiriyorsa aynı derecede bu özgün emeğin, onun
çalışmasını, üretmesini, yani artı-değer yaratmasını sağlayacak bir sınıfın
servet birikimini gerektirir. Emperyalizm her alanda ve her düzeyde bu servet
birikiminin üzerinde söz sahibi güçtür. Tüm üretim sürecinin emperyalizmin
denetimindeki ağlarla sarmalandığı yarı-feodal ülkelerde yaratılan artı-değere
ve artı-emek ürününe el koyan çoğunlukla dolaylı yollardan ama yer yer de
doğrudan emperyalist tekeller ve onların işbirlikçisi egemen “yerli”
sınıflardır.
Egemen yerli sınıfların ise feodalizmin
artıkları ve yabancı sermayenin bu ülkelerdeki uzantıları, bağlıları,
temsilcileri olan güçler oldukları açık olmalıdır. Hemen belirtmeliyiz ki
emperyalizmin esas olarak tefeci karakterdeki, daha somut ifade edersek para
ranta dayalı sömürüsü ne emeğin artı-değer yaratmayı sürdürdüğü gerçeğini ne de
artı-değerin tek gerçek yaratıcısının halen emek olduğu tezini reddetmeyi
içerir. Bu sadece kapitalizmin emeğin örgütlenmesi ve üretici güçlerin
gelişmesindeki etkin rolünün artık tarih olduğu anlamına gelir. Kapitalizm,
emperyalizm aşamasında “artık içeriğine uymayan bir kabuktan … ibarettir”.
Elbette
emperyalizmi, gelişmiş olduğu ülkelerdeki dev tekellerle, buradaki sermaye ile
sınırlı değerlendiremeyiz; o dünyanın her yerinde aynı özelliklerle bulunur
hatta bu özellikleri kurduğu egemenlik ilişkilerine bağlı zor yoluyla kabul
ettirir. Dolayısıyla emperyalizmin feodalizmin çözülmeye yüz tuttuğu hatta
çöküş halinde olduğu ülkelerdeki amacı buraları kapitalist üretim tarzı
esaslarına göre yani emeğin örgütlenmesini ve üretim araçlarının gelişimini
sağlayacak biçimde değiştirmek olmaz. Tam aksine mevcut üretim tarzının
korunması, bununla beraber kendi atıl duruma gelmiş fazla sermayesini
kullanarak tüm değerleri sömürmek onun doğal amacı haline gelir. Bu ülkelerde
yaratılan artı-değere el koymanın kaçınılmaz sonucudur aynı zamanda
yarı-feodalizm.
O halde sömürgeleştirme ve
yarı-sömürgeleştirme; yarı-feodal ekonominin, feodalizmden kapitalizme doğru bu
geçiş evresinin, başka bir ifadeyle -ve Lenin’in emperyalizme dair tanımının
içeriğine göndermede bulunmak niyetiyle- “geçiş feodalizminin, daha doğrusu can
çekişen feodalizmin” tam destekçisi, bir tür paydası olarak değerlendirilmelidir.
Emperyalizme bağlı kapitalizmin gene yarı-feodal toplumun esas unsurlarından
biri olduğu da bu durumda kendiliğinden anlaşılacaktır. Tekrarlamak gerekirse
eğer emperyalizmin feodalizmin çözülmekte olduğu ama kapitalizmin de
gelişmediği ülkelerde neden olduğu sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Emperyalizmin saldırıları ve kurduğu tüm
ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ilişkiler bir yandan feodal toplumun
çözülmesini ve kapitalist unsurların gelişmesini hızlandırmış böylece
yarı-feodal toplum düzeyine gelinmesini sağlamış diğer yandan bununla tam
uyumlu olarak ülkeyi yarı-sömürgeleştirmiştir. Yarı-feodal ve yarı-sömürge bir
ülkenin bu iki özelliği birbirini destekleyen özelliklerdir. Çoğunlukla
emperyalizmin neden olduğu kapitalizm yönündeki çözülme yanlış yorumlanır.
Hatta sadece emperyalizmin neden olduğu çözülme değil ayrıca feodalizmin
kendiliğinden gerçekleşen çürümesi de zaman içinde artan dağılmaya yüz tutmuş
hali de yanlış bir yorumla kapitalist üretim tarzının galebe çalması olarak
yorumlanır.
Oysa feodalizmin çözülmesi kendiliğinden
kapitalist üretim tarzının yerleşmesi olarak tanımlanamaz. Kapitalist üretim
tarzının özgün bir üretim ilişkisi olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizm küçük
üretim tarzı temelinde, üreticinin üretim sürecindeki saklı üretkenliği açığa
çıkarmasıyla ama tabii ki bunu koşullayan diğer belirleyici etmenlerin varlığı
sayesinde gelişebilmiştir ve feodalizmin çözülmesi bu süreçle eş zamanlı
değildir.
Dolayısıyla can çekişen feodalizm koşullarında
kapitalist üretim tarzının gelişmesi ayrıca değerlendirilmelidir. Türkiye
topraklarında feodalizmin çözülme süreci küçük üretim temelinde adım adım
gelişen kapitalist üretim tarzının galebe çalmasıyla tamamlanmamıştır. Bu
çözülmeyi hızlandıran ve “özgün” bir kapitalizm geliştiren güç emperyalizm
olmuştur.
Bu da karşımıza komprador kapitalizmi
çıkarmıştır yani emperyalizme bağlı kapitalizm; yarı-feodal temel üzerinde
gelişen, üreticinin “doğal tarımsal ekonomi ve ortaçağların kent sanayilerinin
loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini aldığı”
(Marks, 2009, s. 293) ve “gerçekten devrim yapan yol”dan (aynı yerde) gelişen
kapitalizm değil tekelci kapitalizmin tahakkümü altında gelişen, geç doğmuş,
feodalizme bağlı bir kapitalizm.
İbrahim yoldaşın dikkate değer bir titizlikle
Lenin’den yaptığı alıntıyı açıklarken vurguladığı gibi “Lenin’in (‘ihraç
edilmiş sermaye, ihraç edildiği Programa Dair ülkelerde kapitalizmin
gelişmesini etkiler, hızlandırır.
Böylece … dünyadaki kapitalizmi derinlemesine
ve genişlemesine geliştirmek…’ derken, -b.n) sözünü ettiği ‘kapitalizm,
komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme bağlı kapitalizmdir.”
Mao Zedung’un ayırt edici, Marksizm-Leninizm
bilimine bir katkı niteliğinde olan bürokratik kapitalizm tezinin temelini işte
bu koşullar oluşturmaktadır.
İbrahim yoldaş komprador burjuvazinin
Türkiye’deki sürecini Şnurov’un “Türkiye Proletaryası” adlı broşürü ve kendi
gözlem ve soruşturmalarından hareketle genel olarak ortaya koymuştur.
Biz
bunlardan belli başlı kimi özellikleri tezlerimizin temelleri olarak
yineleyelim:
“Stalin
yoldaş, Yeni Demokrasi kitabında Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda ‘Kemalist
devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir’
demektedir.” (vurgu İbrahim yoldaşa ait) “ (…) ‘üst tabaka’ İttihat ve Terakki
içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine, yenilgisinden sonra da
İngiliz-Fransız emperyalizmine yaklaşan, ‘Türk komprador burjuvazisinin’ ta
kendisidir.” “Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında
toplandığını, bu sınıfın subay ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk
devrimine önderlik ettiğini biliyoruz.
İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına
oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen
yarı-sömürge yapısının zorlamasıyla ittihat ve Terakkiciler Alman
emperyalizmiyle iş birliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı
hızla büyüdü, palazlandı, Türk burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından
beri mevcut olan, genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi
varlığını devam ettiriyordu. İttihat ve Terakki Partisi birincilerin menfaatini
temsil ediyordu.
İttihat
ve Terakki Partisi, Alman emperyalizmin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer
emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve
kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), I. Emperyalist
Paylaşım Savaşı (EPS) yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri
alım satımı vagon tekeli, zaruri ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar,
vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.
Bunlar,
Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de
tehlikeye düşmesi karşısında, İtilaf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla
yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.” “İşte Stalin
yoldaşın üst tabaka dediği bunlardır.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 82-83) “Yine
Şnurov yoldaş, ‘ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük
ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı’ diyor.
O
yıllarda, ‘büyük ticaret firmalarının’, geniş ölçüde emperyalistlerin
kontrolünde veya elinde olduğu da bilinen bir gerçektir.” (a.g.e., s. 83)
Kemalist devrimden sonra da Türkiye’nin yarı-sömürge olarak kaldığını belirten
İbrahim, sultanlığın kaldırılmasının, emperyalistlere tanınan ayrıcalıklardan
bazılarına son verilmesinin ekonomik yaşamda hemen hiçbir şeyi değiştirmediğini
gene Şnurov’dan hareketle ortaya koyar: “Gerçi yabancılar, bu serbest ticarette
Türk vatandaşlarından fazla ya da özel herhangi bir hakka sahip değildi. Fakat
bu, eşit olmayanlar arasında eşitlikti. Yani güçlü Avrupa sermayesi nasıl olur
da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki hiçbir eşitlik söz konusu
olamazdı.
Gerek Türk sermayesi gerekse de yabancı
sermaye ile yeni yeni tesisler kuruluyordu.’” (a.g.e., s. 85) “‘Türkiye’nin en
büyük kapitalistleri, yabancılardır. Bütün maden işletmelerinden başka, bir de
demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu
yabancıların elindedir!’” (a.g.e., s. 85) “Türkiye, az gelişmiş, yarı-sömürge
olan bir ülkedir.
Türk
işçisi ve köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri
servetler sağlıyorlar.” (a.g.e., s. 85) İbrahim yoldaş Türk burjuvazisinin
durumunu Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da şöyle açıklamıştır: “… eski toprak
ağalarının önemli bir kısmı da hâkimiyetini devam ettirmektedir. Hâkimiyet
kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden
beri taşımaktadır.
Buna işaret ettik.
Diğer bir kısım burjuvazinin komprador
niteliği ise Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de
daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında
gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da
gelişmiş ve zaten tasfiye edilmeyen yarı-sömürge yapı, bu işbirliğini daha da
kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, elbette Türk burjuvazisinin içinde taşıdığı
kötü niyetten ötürü değildir.
Eşyanın tabiatı icabıdır. Büyük ve bol sermaye
batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet etmek ölüm demektir,
elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar ve kârlı
yoldur…” (a.g.e., s. 86) Şnurov yoldaşın da aynı gerçeğe dikkat çektiğini şu
alıntıyla gösteriyor: “Eninde sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı
firmalarının ortağı oluyor.
Bu yabancı firmaları da hükümet organlarıyla
sıkı ilişkisi olan, isim sahibi memurlardan ve ortaklardan yararlanıyor.”
(a.g.e., s. 86) Bütün bu alıntılar ve daha sunulabilecek benzer içerikteki
sayısız veri Türkiye’de kapitalizmin yabancı sermayeye (özel olarak belirtmek
gerekirse Batı Avrupa sermayesine) bağlı, geç doğmuş ve yarı-feodal bir temel
üzerinde yükselmiş olduğunu gösteriyor.
Bu
koşullarda kapitalizm feodalizmin tasfiyesini gerçekleştiremezdi. Kuşkusuz
feodalizmde çözülmeyi hızlandırır; kapitalizmin koşullarını geliştirip meta
ekonomisini yaygınlaştırırdı fakat feodalizmin tasfiyesi için gerekli
zorunluluk üretim tarzının değişmesidir. Yabancı sermayeye bağlı kapitalizm ise
üretim tarzındaki değişimin, üretimdeki saklı üretkenliğin açığa çıkması ile
gelişen yeni tarzın ürünü değildir.
Marks tüccar sermayesi için şu tahlili
sunmakla bu konuda yol göstericidir: “Tüccar sermayesi, gelişmemiş toplumlar
arasında ürünlerin değişimini teşvik ettiği sürece, ticari kâr yalnız bir
dolandırıcılık ve aldatma olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda büyük ölçüde
bundan doğar.
Bu sermayenin çeşitli ülkelere ait ürünlerin
fiyatları arasındaki farkı sömürmesi olgusu bir yana (ve bu bakımdan o,
metaların değerlerini eşitleme ve saptama yönünde bir eğilim taşır), tüccar
sermayesinin, kısmen esas olarak kullanım-değeri üretmeye devam eden ve
ürünlerin dolaşıma giren kısmının satışıyla ilgili ekonomik örgütlenmelerinin
ve dolayısıyla da ürünlerin değerleri üzerinden satışının ikincil derecede önem
taşıdığı topluluklar arasında bir araç olarak ve kısmen de bu eski üretim
tarzları içerisinde tüccarın ilişki içine girdiği, artı-üretime belli başlı
sahiplerinin, yani köle sahiplerinin, feodal beylerin ve devletin (örneğin
doğulu despotun), Adam Smith’in daha önce aktarılan feodal zamanlarla ilgili
pasajlarında doğru olarak sezinlediği gibi, tüccarın tuzağa düşürmeye çalıştığı
tüketim zenginliğini ve lüksü temsil etmeleri nedeniyle, o üretim tarzları,
tüccar sermayesinin artı-ürünün büyük bir kısmına el koymasına yol açar.
Egemen bir duruma ulaştığında tüccar sermayesi
her yerde bir yağma düzeninden yanadır ve bu nedenle, eski ve yeni zamanlarda
tüccar uluslar arasında gösterdiği gelişme, daima yağmayla, korsanlıkla, köle
hırsızlığı ile ve sömürgelerin ele geçirilmesi ile doğrudan doğruya el ele
gitmiştir.” (Marks, 2009, s. 290-91) Marks, tüccar sermayesinin üretimden ayrı
olarak dolaşım sürecinin işlevleriyle ilgili olduğunu belirttikten sonra bu
sermayenin egemen üretim tarzını nasıl ve neden olduğunu belirttikten sonra bu
sermayenin egemen üretim tarzını nasıl ve neden desteklediğini anlatır. Bununla
beraber, gene tüccar sermayesinin eski üretim tarzı üzerindeki etkilerini konu
eder.
Marks tam da bu noktada yol gösteriyor bize.
Konumuz özgülünde esas sermaye yabancı
sermayedir. Bu sermaye kapitalist üretimin yarattığı, büyüttüğü bir sermaye
olarak kapitalist sermayedir. Bu sermeyenin yarı-sömürgelere ihracı tüccar
sermayesinin işlevini yüklenir. Amaç kapitalist üretim tarzını geliştirmek
değil, büyümektir.
Bunun yolu da yarı-sömürgelerdeki hammaddeye,
ucuz iş gücüne, yaratılan artı-değere, artı-ürüne el koymaktır. Bunun için
ekonomik çalışmaları artırır, para dolaşımını hızlandırır, bu ülkeleri gitgide
daha fazla değişim değeri üretmeye teşvik eder vs. Ne var ki bunlar üretim
tarzı üzerinde doğrudan etki edecek olaylar değildir.
Her
türlü üretim tarzı üzerinde bu olayların gelişmesi mümkündür. Bunların üretim
tarzı üzerindeki etkisini nihayet üretim tarzının niteliği, iç sağlamlığı
belirleyecektir. Marks yoldaşın tüccar sermayesinin eski ve yeni zamanlarda
yağmayla, korsanlıkla, köle hırsızlığı ile sömürgelerin ele geçirilmesiyle el
ele olduğu tespiti bize yabancı sermayenin de konumunu gösterir. Yabancı
sermayenin tüm ortaklıkları, tüm yatırımları, tüm anlaşmaları “sömürgeleştirme”
esaslarını içerir ve özellikle de mevcut üretim tarzının esaslarına uygun bir ilişki
ile şekillenir.
Tam da bu nedenle, yabancı sermayenin
egemenliğinde, kapitalist üretim tarzının neden olduğu sanayi devrimi
yarı-sömürgelerde “asla” gerçekleşmemiştir! Böyle bir devrimi koşullayan etmen,
birçok alandaki gelişmeyi, keşfi içermekle beraber ancak ve sadece “zaten var
olan kapitalist üretim tarzı”ndan başka bir şey değildir.
Yarı-sömürgelerin büyük çoğunluğunda bu
belirleyici “etmen” oluşmamıştır. Yarı-feodal temel üzerinde emperyalizme bağlı
kapitalizm para sermaye ve meta sermaye üzerinden bir işleyişle sömürüyü
kalıcılaştırmıştır. Gelişmiş kapitalizmde para sermaye üretim sermayesinin
oluşmasına, üretim sermayesi meta sermayesinin yaratılmasına ve meta sermaye de
para sermayesinin gerçekleşmesine doğru hareket eder.
Ancak bu işleyiş emperyalizm döneminde
sıklıkla aksar çünkü kapitalizmin bu aşamasında kâr oranının düşme eğilimi
esastır ve kriz koşullarında bu üç sermaye türü birbirinden sıklıkla ayrılır.
Yarı-sömürgelere üretim sermayesinin taşınması esasen olanaksızken para sermayenin
ve meta sermayenin akışkan özelliği bu sermayelerin taşınmasını kolaylaştırır.
Bu özellik kapitalist üretim tarzının “ulusal” karakterini de açıklar. Burada
Marks’ın kapitalizmin “kâr haddinin düşmesine” dair yasasını kavramak
önemlidir.
Özellikle emeğin üretkenleşmesini sağlayan
makineleşmeye yönelik eğilim artı-değerin metada gerçekleşme oranını azaltır.
Daha büyüyen sermaye oranına rağmen ücretli işçinin emeği aynı düzeyde kalır ya
da daha fazla azalır. Bu durum kâr oranlarında azalma anlamına gelmektedir.
Emperyalizm çağında kapitalizmin bu yasası
daha etkili ve güçlü bir şekilde kendisini gösterir. Bu durum emperyalizmin
yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde izlediği politikayı anlamak için önemlidir.
Bu bildiğimiz anlamda kapitalizmin buralarda gelişmesinin önünde var gücüyle
engel olması anlamına gelmektedir.
Emperyalizm sömürge ve yarı-sömürgelere yeni
üretim tarzını taşımaz ama yeni üretim tarzının hemen tüm türevlerini taşır.
Para sermaye ve meta sermaye bu nedenle her türlü sömürge ve yarı-sömürge
ülkede, bu ülkelerin maddi üretim koşullarıyla, teknolojik gelişmişlik
seviyeleriyle, sermaye birikimleriyle kıyaslanamaz derecede çeşitli ve yoğun
olur. Para sermaye ve meta sermayenin oradan oraya dolaşabilir oluşu ve sürekli
artan yoğunluğu çoğunlukla bunlar üretim sermayesi gibi değerlendirilerek konu
edilmektedir.
Oysa bu
sadece bir yanılgıdır. Emperyalizmin meta sermaye ama özellikle de para sermaye
dolaşımı saye- Programa Dair 51 sinde sağladığı sömürü, bu sermayenin girdiği
her yerdeki mevcut üretim tarzı üzerinde kurduğu denetim sayesinde gerçekleşir.
Bu noktada devletlerin de belirleyici bir rolü vardır. Emperyalizmin komprador
karakterdeki işbirlikçilerinin yarı-feodal ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi
belirlediğini, feodalizme bağlı ve emperyalist tahakküm altında bir
kapitalizmin oluştuğunu belirttik. Bu oluşumun gelişmesinin belli bir
aşamasında devlet aygıtıyla bütünleşmesi de gerçekleşir. Lenin yoldaşın sözünü
ettiği “ilişkiler” bu noktada özellikle dikkate değerdir. Çünkü emperyalizm belli
avantajlar edinirken de bunları gerçekleştirirken de kaçınılmaz olarak devlete
gereksinim duyar. Zaten var olan devletin bu gereksinimi karşılayacak olması
olsa olsa tepside sunulmuş bir nimet olabilir aksi halde bu ilişkilere uygun
devlet için çalışılır! Komprador kapitalistlerin, toprak ağalarının ve
tefeci-tüccar sermayesinin bütününü Mao yoldaş bürokratik kapitalizmin temeli
olarak kavramıştır ve bu sermayenin devlet aygıtıyla bütünleşmesi bürokratik
burjuvazinin gelişmesinde önemli bir dönüm noktasıdır.
Devlet olmadan varlığını koruyamayacak olan
sermaye kaçınılmaz olarak bürokratik burjuvazisinin, toprak ağalarının, büyük
tefeci-tüccar sınıfının hizmetine koşulur hem de bu hizmetin ürünü olarak
“bürokratik burjuvazi” dediğimiz yeni bir kliğin meydana çıkması sağlanır. “Söz
konusu olan, bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve
palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu.
Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri
yaratarak ve bunları kendi hizmetine koşarak, bu alanlarda rekabeti geniş
ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla
daha da insafsızca sömürüyordu… Öte yandan tekelci-devlet kapitalizmi,
Şnurov’un da işaret ettiği gibi, müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerek,
burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bürokrat burjuvaziyi
doğuruyordu.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 91) Marks’tan yaptığımız alıntıda tüccar
sermayesinin egemen bir duruma geldiğinde, her yerde yağmadan yana olduğu
belirtilmişti.
Hiç şüphesiz ki bu özellik tüccar sermayesinin
üretken olmayan yapısından kaynaklanır. Doğal olarak “üretilen” zenginliğe
yönelmek, artı-ürünü ele geçirmekten başka bir eğilim göstermez. Bu özellik,
aynı niteliğe sahip olduğundan bürokratik burjuvazinin sermayesi için de
geçerlidir. İbrahim yoldaş Şnurov’dan hareketle bu sermayenin komprador
burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci-bezirgân sermayesinden ibaret olduğunu
ortaya koymaktadır.
Bunun
aksini gösteren hiçbir veri de bulunmamaktadır. Tam da bu nedenle, yani bu
sermaye türü dışında, kapitalist üretim tarzına dayanan bir burjuva sermaye
oluşmadığı için “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” gibi kökten yanlış bir
tez ileri sürülmüştür. Çünkü kapitalizmin gelişmesi için üretim sürecinden
kaynaklanan, mevcut üretim tarzını dönüştürebilecek nitelikte bir sermayeye
gereksinim vardır.
Belirtelim ki mesele bu sermayenin “miktar
bakımından” varlığı değildir; mesele hangi ekonomik şartlarda, yani hangi
üretim tarzı temelinde bu sermayenin gerçekleşme olanağına sahip olduğudur. Bu
sermaye kapitalist üretim tarzını kullanamaz çünkü bu sermaye üretken sermaye
değildir, Marks’ın kullandığı kavramla ifade edersek “yağmadan yanadır”.
Devletin bu sermaye tarafından kullanılması çoklukla “devlet kapitalizmi”nin hayata
geçirilmesi olarak yorumlanmıştır.
Ancak
Osmanlı’nın son döneminde de Cumhuriyet sürecinde de devletin “kendi sermayesi”
olmamıştır. Bütün bu dönemlerde sermaye belirli güçlerin elindedir. Üstelik bu
güçler emperyalizme borç ödemekle yükümlü bir devlete sahiptirler. Böyle olduğu
halde devlet eliyle milli burjuvazi yaratma yeteneğinden söz etmek, egemen
güçleri görmezden gelmek dolayısıyla mücadeleyi boşa düşürmekten başka bir
anlama gelmez.
Burada özellikle Türk burjuvazisinin tefeci,
tüccar, bezirgân karakterine değinmek, bu burjuva sınıfın komprador niteliğiyle
feodal kalıntılarla kol kola girme zorunluluğunu, emperyalizm çağında nasıl
varlık koşulu yaptığına değinmekte fayda var. Tefeci ve tüccar sermayesinin
temel yapısı ve özelliklerine ana hatlarıyla değindik.
Marks
Kapital Cilt III’te bu burjuva sınıfın özelliklerine dair şunları ifade
etmiştir: “Tefeci sermayesi üretim biçimini mahveder, üretim güçlerini
geliştirmek yerine onları felce uğratır, aynı zamanda kapitalist üretim
biçimindekinin tersine emeğin toplumsal üretkenliğinin, emeğin kendisinin
harcanması pahasına gelişememesinin sefil koşullarını sürdürür...
Tefeci sermayesi sermayenin özelliği olan
sömürü yöntemlerini ne var ki onun üretim biçimi olmadan, kullanır. ...
Faizcilik yoluyla (tefeci-çn) para birikimini sermayeye, yani artı-emeğe
tümüyle ya da kısmen el koymanın bir aracına dönüştürür ve benzer şekilde,
görünüşte başkasının mülkiyetinde kalsa dahi, bizzat üretim araçlarının bir
kısmına el koymanın bir aracına dönüştürür. Tefecilik üretimin gözeneklerinde
yaşar.” (s. 596-598)
Tefeci, tüccar sermayesinin temel özelliğini
Marks kapitalizmi geliştirmek olarak koymaz. Kapitalizmin gelişmesinde tarihsel
bir rol oynaması olarak belirler. O para-sermayeyi merkezileştirir, üretim
biçimini ve üretim ilişkilerini asla değiştirmez. Hâkim olan üretim ilişkisi
içinde varlığını korur, sürdürür. Ona bir vampir gibi yapışır, kanını emer, onu
zavallılaştırır ve kendini yeniden üretme kabiliyetinden yoksunlaştırır.
Kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinde tüm mülkiyet ilişkilerini çözüp
dağıttığı, parçaladığı oranda kapitalizmin gelişimi için bir rol üstlenerek
tarihsel anlamda ileri bir durumun oluşmasına zemin hazırlar.
Kapitalizmin tüm toplumsal yaşamda, üretim
faaliyetlerinde etkinliğini kurmasıyla birlikte kapitalist üretime yani sanayi
kapitalizmine tabi olur. Onun belirlediği kurallar çerçevesinde, onun
üretiminin gerçekleşmesinde bir asalak olarak varlığını sürdürür. Ancak
kapitalistleşmeyi sağlayan, egemen olan bir öge olarak değil ona bağlı ve
bağımlı bir unsur olarak bunu yerine getirir.
Tefeci, tüccar sermayesinin en özgür geliştiği
ve palazlandığı zemin ise bilindiği üzere küçük üreticinin varlığıdır. Küçük
üretici ne kadar geniş ve yaygınsa tefeci, tüccar sermayesinin gücü o oranda
fazladır, kendini gerçekleştirme olanağı o kadar güçlüdür. Tefeci sermayesi bu
yüzden feodal üretim ilişkilerinde feodal mülkiyetin çözülmesi ve küçük
üretimin gelişmesinde bir rol oynar. Küçük üretim aynı zamanda kapitalist
ilişkilerin üretim ve sosyal zeminidir. Kapitalizm toplumsal üretim koşullarına
kavuşmadan önce kapitalist gelişmenin ekonomik, sosyal ve siyasal zemini,
feodal mülkiyet biçimlerinin tipik parçalanmasının sonucu ortaya çıkar.
Marks Kapital Cilt III’te “...Bu üretim
biçiminin tam gelişmesi için toprak mülkiyeti, zanaatkâr üretiminin özgür gelişimi
için aletlerin mülkiyeti kadar zorunludur. İşte bireysel özgürlüğün
gelişmesinin temeli budur. (Küçük köylü mülkiyeti-çn.) Tarımın kendisinin
gelişmesi için zorunlu bir geçiş aşamasıdır.” (s. 807) şeklinde tanımlıyor
küçük üretim biçimini.
Lenin ise “Küçük üretim nedir? En alışılmış
cevap, küçük üretimin ücretli-emek kullanmayan üretim olmasıdır.” (Lenin, Seçme
Eserler, Cilt 16, s. 431) Küçük üretimin yarattığı genel etkiye ise Marks
Kapital Cilt I’de şu şekilde değinmektedir: “Emekçinin üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyeti, ister tarımsal, ister manifaktürel, ister her ikisi
olsun, küçük işletmenin temelidir; küçük işletme, genel toplumsal üretim ile
emekçinin kendisinin özgür kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur. Kuşkusuz
bu küçük üretim tarzı, kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkisi altında da
vardır.” (s. 725)
Marks
ve Lenin yoldaşın küçük üretimin toplumsal gelişim ve üretim sürecinde oynadığı
role dair bu belirlemeleri akıldan çıkarılmamalıdır. Zira küçük üretimin
yaygınlığı ve gücü feodal üretim ilişkilerinin parçalanmasına, kapitalist
ilişkilerin hâkim olmasına tarihsel olarak zemin sunmuştur. Ancak kapitalist
özel mülkiyet ve sermayenin birikim ve gelişim eğilimine uygun olarak etkisi
zayıflayan küçük üretim, kapitalizmin toplumsallaşan üretim ilişkilerine fayda
ürettiği sürece ve sermaye birikim ve yeniden üretim sürecinin ihtiyacına uygun
olarak varlığını koruyabilir, varlık düzeyi bu sınırlar içinde belirlenir.
Marks, kapitalist özel mülkiyet ile
toplumsallaşmış üretim arasındaki ilişkide mülksüzleştirmeye dayalı kapitalist
yasanın eğilimi içinde küçük üretimin tasfiye edilerek gelişmesine dair Kapital
Cilt I’de şunları ifade etmektedir: “Bu üretim tarzı, ancak, dar ve ilkel
sınırlar içerisinde hareket eden bir üretim sistemi ve toplum ile bağdaşabilir.
Bunu sürgit hale getirmek, Recqueur’ün haklı
olarak dediği gibi, ‘aleladeliğin evrenselliğini ilan etmek’ olur. Zaten
gelişmenin belli bir aşamasında, çözülüp dağılmasına yol açacak maddi öğeleri
de yaratmış olur. O andan başlayarak, toplumun bağrında yepyeni güçler ve tutkular
filiz verir, ama eski toplum düzeni bunları engeller ve baskı altına alır.
Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir.
Bunun yok edilmesi, yani bireylerin malı olan değişik üretim araçlarının ve yoğunlaşmış
biçimler haline, pek çok insanın cüce mülkiyetinin birkaç kişinin dev mülkiyeti
haline dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan, geçim araçlarından
ve emek araçlarından yoksun hale getirilmesi, halk yığınlarının bu korkunç ve
ıstıraplı mülksüzleştirilmesi işlemi, sermayenin tarihinin başlangıcını
oluşturur.
Bu bir dizi zor yöntemini içerir ve biz,
bunlardan, yalnızca ilkel sermaye birikimi yöntemi olarak çağ açıcı olan
bazılarını gözden geçirmiş bulunuyoruz. Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri,
acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü tutkuların dürtüsü
altında gerçekleştirilmiştir. Yalıtılmış, bağımsız emekçi bireyin, deyim
yerindeyse, kendi emek koşullarıyla kaynaşmasının sonucu olan özel mülkiyetin
yerini, öbürlerinin itibarı olarak özgür emeğinin yani ücretli-emeğin
sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet alır.” (s. 726) İster tarımda
isterse manifaktür biçimde olsun küçük üretici kapitalizmin yıkıcı rekabeti,
tekelleşme eğilimi, mülksüzleştirme ve sermaye birikimi oluşturma tutkusu ile
parçalanmaya, daraltılmaya ve belli bir tasfiyeye kapitalist üretim
ilişkilerinde maruz kalır. Kuşkusuz küçük üreticinin Marks’ın bahsettiği
biçimde acımasız ve vahşi biçimde mülksüzleştirilmeleri her kapitalistleşme süreci
için zorunlu bir yasa değildir.
Yine Marks’ın belirttiği gibi her ülkenin
kendi tarihsel, sosyal koşulları ve durumu kapitalizmin gerçekleşmesi ve
gelişimini belirleyen bir durum yaratır. İngiltere’de başka türlü, Fransa’da
başka türlü olmuştur. Zira küçük üreticiler Fransa’da kapitalist ilişkiler
içinde, kapitalizmin etkin bir unsuru olarak varlığını sürdürüp korumayı
başarırken İngiltere’de küçük üretici üretim araçlarından en vahşi biçimde
koparılarak emek pazarına sürülmüştür. Bu durum kapitalizmin, üretim
ilişkilerini belirleyen yasaları ve onun eğilimlerinin ortak özelliğini yok
saymaz. Kapitalizmin meta üretimi ve sermaye birikimine dayalı üretim
ilişkisinin her toplumun kendi özgünlüğünde gerçekleştiğini ispatlar.
Osmanlı
Devleti’nin son döneminden itibaren toprak mülkiyetinde, küçük üretime dayalı
bir parçalanma tefeci, tüccar sermayesinin gelişimine paralel ve kapitalist
gelişme yolundaki adımlarla ciddi düzeyde gerçekleşmiştir. Osmanlı’da ticaret
ve tefecilikle palazlanan sınıflar, bir yandan feodal mülkiyet biçimini çürüten
ve ona bir asalak gibi yapışan diğer yandan kapitalist sömürgeci devletlerin
yoğun meta ihracına paralel olarak onlara sıkıca bağlanan bir karakter
kazanmıştır. Emperyalizmin sermaye ihracı ile bu süreç hızla boyut kazanmıştır.
Osmanlı’nın son dönemi tefeci, tüccar
sermayesinin kapitalist ilişkilerin gelişmesine paralel olarak emperyalizme
bağlı komprador niteliğinin keskinleşmesine ve bir karakter kazanmasına neden
olmuştur. Feodal mülkiyet ilişkilerinin tüm kalıntıları, ekonomik yaşama yön
verecek, emeğin gasbedilme biçiminde belirleyici olacak, tefeci tüccar
sermayesinin bağımsız gelişmesine Programa Dair 55 temel oluşturacak şekilde
kendini yeniden üretme koşulu olmuştur.
Kapitalist sömürgeciliğin meta ihracı ve
kesintisiz şekilde bu sömürgeciliğin emperyalist karakter kazanmasıyla sermaye
ihracının yoğunlaşması ilk birikim, ilkel birikim sürecinin tümüyle berhava
edilmesini getirmiştir. Emperyalist sermaye, kendi iç çelişkileri ile ilkel
birikim sürecine girmiş olan Osmanlı toplum yapısını iki zıt yönde
etkilemiştir: Birinci olarak, emperyalist sermaye doğal ekonomiyi sarsarak,
yerel pazarları birleştirerek, proletaryayı yaratarak, meta dolaşımını ve
giderek meta üretimini yaygınlaştırarak yıkıcılık görevini üstlenmiştir.
Böylece ilkel birikim sürecini kendisine tabi
ve bağımlı hale getirerek hızlandırmış, kapitalizmin objektif şartlarının
yaratılmasını sağlamıştır. Fakat diğer yandan hammaddeleri talan ederek,
borçlandırarak, biriken ilkel sermayeyi çekip götürerek, kapitalizm öncesi
üretim ilişkilerini destekleyerek ve ulusal bir sanayinin gelişmesini
engelleyerek toprağına bastığı kapitalizmin gelişmesinin önüne dikilmiş;
toplumsal emeği geri üretim ilişkileri içine hapsetmeye çalışmıştır.
Emperyalizmin bu iki zıt yönlü etkisi, tekelci
sermayenin, mali sermayenin birikmesini yöneten kanunundan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla bu emperyalizmin kendi iç çelişkisidir. Bu süreci gerçekleştirirken
ise yerel bağlı burjuvazi, kapitalizm öncesi dönemin egemen güçleri olan toprak
ağalarıyla ittifaka gitmiştir.
Bu emperyalizmin asalak, tefeci karakterinin
doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış tarihsel bir ittifaktır. Bu durum hiç
kuşkusuz Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte özellikle Ermeni, Rum katliamı ve
soykırımları ile Türk komprador burjuvazisinin ve toprak ağalarının, ticareti
elinde bulunduran Ermeni, Rum burjuvalarının sermayelerini devşirip
palazlandığı ama Osmanlı’nın bakiyesi olarak var olduğu yeni zeminde devam
etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti emperyalist boyunduruğu
kabul ederek Osmanlı’dan devraldığı ekonomik ve sosyal temeli koruyup yeni bir
siyasi biçimle şekillenen bir devlet olmuştur. Toplumsal yapıda kapitalist
gelişme artık tefeci emperyalist sermayenin ihtiyaçları, Türk komprador
burjuvazisinin ve büyük toprak ağalarının tarihsel ittifakının çıkarlarına
uygun bir gelişme seyrini koruyarak devam etmiştir. Tefeci, tüccar sermayesi
niteliğindeki Türk komprador burjuvazisi bir yandan feodal ilişkilerde sancılı
da olsa bir çözülme sağlarken diğer yandan emperyalist mali sermayenin Lenin
yoldaşın ifadesiyle “muazzam bir tefeci sermaye” karakterine bağlı niteliğiyle
kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ya da feodal kalıntıları koruyan ve
yeniden üreten bir durum oluşmasını sağlamıştır.
Emperyalist sermayenin mutlak egemenliği ve
ona bağlı komprador burjuva sermayesi, köylülükteki farklılaşmayı, köylülerin
feodal zincirlerden kurtulmuş özgür üreticiler olmasını sağlamak bir yana onu
köstekleyen ve zincirleyen bir durum yaratmıştır. Lenin yoldaşın Rusya’da
kapitalizmin gelişimi adlı kitabında belirttiği “tüccar ve tefeci sermayesinin
bağımsız gelişimi, köylülükteki farklılaşmayı geciktirir” tespiti artık
yarı-feodal üretim ilişkilerinin emperyalizm çağında bir özelliği olmuştur.
Emperyalist sermaye, kendine bağlı komprador
kapitalizmi yüksek kâr hırsıyla zorunlu ve doğal olarak palazlandırmıştır.
Ancak bu palazlandırma kapitalizmin gelişimini değil yarı-feodal üretim
ilişkilerinin gerçekleşmesini sağlayan bir nitelik olmuştur. Köylülüğün
farklılaşmasında artık devrimci yol dışında bir yol kalmamıştır.
Komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları,
emperyalist sermaye ve devlet gücüyle toprak mülkiyetinde egemen olan ve
yarı-feodal biçimlerle emeğin gasbedildiği küçük üreticiye vampir gibi
yapışarak onu soluksuz ve takatsız bırakmış ve onu başkalaşma yolunu tümüyle
tıkayan ve tüm toplumsal, iktisadi ve sosyal yaşamı belirleyen yarı-feodal
ilişkilere hapsetmiştir.
Bu durum feodal döneme ait şehirlerdeki küçük
meta üreticisi manifaktür işletmeler içinde geçerlidir. Emperyalist tefeci
sermayenin yüksek kâr hırsı ve ondan bir miktar pay alan komprador burjuvazinin
kolay vurgun hevesi tefeci sermayenin tüm üretimin gözeneklerine sızmasını, tüm
toplumsal ilişkilere sirayet etmesini sağlamıştır. Bu asalak sermayenin
ülkemizde sömürüsünü gerçekleştirmesi yarı-feodal üretim ilişkileri içinde
gerçekleşmektedir. Osmanlı’nın son döneminden bugüne toprak mülkiyetinde esaslı
bir değişim sağlamadığı gibi yoksul ve orta köylüyü üretim araçlarından yoksun
bırakmaksızın sırtına bir asalak gibi yapışarak var olduğu zemini yaratmıştır.
Feodal mülkiyet ilişkilerinde yarattığı çözülme âdeta bir fasit daire gibidir.
Kapitalist yoldan başkalaşamayan köylülük, devlet eliyle kooperatif, banka gibi
tefeci ağının pençesinde yoğun bir emek gaspına ve sömürüye tabi olmaktadır.
Ürettiği ürün meta olarak pazara sunulan
köylülük, sermayeleşemeyen ürününü özgür üretici statüsünde üretemeyen bir
sürece mahkûm olmuştur. Üretim ilişkisinde belirleyici olan mülkiyet biçiminde
ise Osmanlı’nın son döneminden bugüne esaslı bir değişim olmadığı gibi 1952 ile
2013 verileri kıyaslandığında toprağın parçalanmışlığı ve mülkiyet ilişkisi
bire bir aynı görünmektedir. Yüzdelik bazda 1-2 puan oynama dışında esaslı bir
değişiklik söz konusu değildir. Toprağın tekelleşmesine yönelik emareler söz
konusu olmadığı gibi miras paylaşımına dayalı bir dağılma da söz konusu
değildir. Toprak mülkiyetinin değişmemesi, yarı-feodal üretim ilişkilerine
dayalı sömürü ve tüm toplum yaşamını belirleyen ilişkilerin muhafaza edilerek
tefeci sermayenin çıkarlarının kapitalist biçimlerle azami kâr elde edecek
şekilde gerçekleşmesinin zeminidir.
Bir bütün olarak tefeci-tüccar sermayesi ve
küçük üretici arasındaki ilişki esas sömürü biçimi olarak egemenliğini
sürdürmektedir. Tatlı vurgunlar bu tefecilik ile sağlanmaktadır. Bunun
dayandığı sosyal ve ekonomik ilişki ise emperyalizm çağında yarı-feodal üretim
ilişkisidir. Devletin yarı-feodal temel üzerinde inşa edilen yağma düzeninde
önemli işlevlere sahip olduğu önemli bir gerçeklik olarak değerlendirilmelidir.
Bürokratik burjuvazinin devletle bütünleşmesi onun niteliğini kavramak
bakımından belirleyicidir.
Emperyalizme bağlı olarak gelişen
kapitalizmin, doğal olarak zaten var olan üretim tarzına göre biçimleneceği
açıktır. Sorun bu kapitalizmin hangi üretim tarzıyla buluştuğunun
saptanmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist üretim tarzına geçemediği, hatta
bu nedenle çöküş yaşadığı bilinir. Aslında çöken bu imparatorluğun dayandığı
bütün bir ekonomik sistemdir; feodal, yarı-feodal ekonomik yapı sürdürülemediği
için imparatorluk yağmalanmaya açık hale gelmiştir.
Yağmaya gelen ise kapitalist üretim tarzına
dayanarak gelişmiş, olgunlaşmış olan emperyalizmdir. Dolayısıyla Türkiye
topraklarına gelen yabancı sermaye kapitalist üretim tarzını geliştirmek gibi
bir amaca sahip değildir; o tekelcidir ve üretim tarzında köklü bir değişim
yapmaksızın hatta doğrudan üreticilerin durumunu, tekelci ve yağmacı karakteri
nedeniyle, daha da kötüleştirmek üzere hareket eder.
Bu
nedenle emperyalizme bağlı kapitalizmin “kapitalistleştirme” yönünde bir
etkinliği olmaz aksine o kapitalizmin gelişmesini tam da tekelci karakteri
nedeniyle baskılar. Bu kapitalizme “emperyalizme bağlı kapitalizm” denmesi daha
uygundur. Bağımlı kapitalizm kavramı, her ne kadar “bağlı kapitalizm” tanımını
da kapsıyor görünse de önce bağımsız olarak var olmuş veya üretim tarzı olarak
gelişmiş ama zamanla bağımlı hale gelmiş kapitalizm tanımına daha uygundur.
Oysa biz kapitalist üretim tarzının
oluşmadığı, gelişmediği iddiasındayız. Böyle bir gelişme olsaydı, hiç şüphesiz
feodal çözülme kapitalizmin gelişmesi yönünde olurdu. Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin
Gelişmesi” kitabı bu sürecin tüm ayrıntılarıyla anlatımıdır. Bu kitap Rusya’da
kapitalist üretim tarzının feodal çözülmenin her biçimine nasıl sirayet
ettiğini anlatır.
Oysa
Türkiye’de feodal çözülmeye kapitalist üretim tarzı değil yarı-feodal üretim
tarzı, emek-hizmeti biçimleri sirayet etmiştir, etmektedir. Bu nedenle köylülük
çözülmeye devam etse de kapitalizm gelişmemektedir, tüm gelişmenin vardığı
sonuç sanayileşme, aşırı borçlanma ve kaçınılmaz biçimde artan servet
transferidir. Türkiye’nin “büyüyen ekonomisi” denen şey artan borca uygun
olarak artan servet transferidir; daha doğru ifadeyle yağmadır! Sonuç olarak:
Sosyal ve iktisadi yapının bu gerçekliği, toplumsal yapının önünde üç büyük
gerici dağın çıkmasına neden olmaktadır: Emperyalizm, feodalizm ve
komprador-bürokrat kapitalizm.
Bu gerici güçler tarihsel bir ittifaka dayanır
ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin sürmesinde çıkarı olan bir niteliğe
sahiptirler. Bu güçler emeğin özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, bu
anlamda üretici güçlerin toplumsal üretim ilişkileri sürecine girmesi ve üretim
ilişkilerinin kapitalist biçime dönüşmesinin önündeki engellerdir.
Bu durum tüm toplumsal özgürlüklerin de feodal
kalıntılar, emperyalist tahakküm, faşist devlet mekanizmasıyla yok edilmesini doğurmaktadır.
Ülkemizde feodal kalıntıların tümüyle yok edilip süpürülmesini sağlayacak
aşağıdan yukarı ya da yukarıdan aşağı biçimlerde bir “burjuva demokratik
devrim” süreci yaşanmamıştır.
Bu
durum toprak sorununun sürgit devam etmesini, üretim üzerinde feodal
kalıntıların egemenlik kurmasını, artı emeğin gasbedilmesinde bu üretim
ilişkilerinin belirleyici olmasını sağlamıştır. Köylülerin başkalaşımı feodal
kalıntıları ortadan kaldıracak şekilde gerçekleşmemiş, toplumsal yaşama giren
kapitalist ilişkiler feodalizmi çözmeye devam etmiş, buna dayalı üretim
ilişkilerini çürütmüş, dağıtmış, parçalamış ancak asla tasfiye etmemiştir.
Gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi olanaklı
olmayan bu üretim ilişkileri, geriletici, berbat edici, köleleştirici, kör
edici, kokuşmuş bir sosyal-iktisadi yapı gerçekliğinin üretilmesini
sağlamıştır. Ülkemizin içinde bulunduğu tablo budur. Gelişmeyen ve hâkim
olamayan kapitalist ilişkiler, emeğin özgürleşmesi ve gelişiminde, toplumda
sınıfsallaşmanın gerçekleşmesinde ciddi engel durumundadır.
Bu şehirde ve kırda tüm toplumsal ilişkilere,
ona bağlı sınıf ilişkilerine, üretim biçimine, emeğe el konuluş biçimine,
üretim araçlarının rolü ve işlevine sirayet eden bir durumdur. Bu anlamda
toplumsal devrimimizin önünde feodalizm, komprador kapitalizm ve emperyalizmin
tümüyle yok edilmesi gibi bir görev vardır. İçi boşalmış ve çürümüş üretim
ilişkilerinin temel bulduğu bu güçler bir toplumsal devrimle yenilmeksizin
emeğin önündeki engeller ve üretici güçlerin toplumsallaşmış üretim ilişkilerine
doğru akışı ve bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.
Bu
görev rekabetçi kapitalizm çağında burjuvazinin çıkarları gereği ona
yüklenmişti. Ancak emperyalizm çağıyla birlikte burjuvazi bu tipte bir devrimi
örgütleyecek, güç olanak ve tarihsel rolden artık ebediyen uzaklaşmıştır.
Burjuvazi böylesi toplumsal devrimlerle çıkarlarını ortaklaştıracak koşullardan
soyutlanmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin ayak basmadığı, girip vampir
gibi sömürmediği pazar kalmamıştır. Bu durum belirttiğimiz gibi feodalizmin çözülmesi
aynı zamanda içi boş, çürümüş bir yarı-feodal üretim ilişkilerinin var olması
zeminidir. Bu proletaryanın da gelişmesi, güçlenmesi anlamına gelmektedir.
Artık aşağıdan yukarı doğru, “köylü usulü hal
tarzı” bir devrimci süreç güçlü proleter hareketlerin, örgütlü siyasal
programlarıyla sürece daha etkili girme koşulu ve zemini demektir. Böylesi bir
politik iktidar savaşımında burjuvazinin tüm korkularının, elde olan her şeyi
kaybet- Programa Dair 59 menin, tüm mülkiyet ilişkilerinden soyutlanmasının korkusu
kaçınılmazdır. Bu onu emperyalist burjuvaziye mutlak biat etmeye, sermaye
ilişkisini bu asalak mali oligarşiye bağlama zorunluluğunu getirmektedir.
Zira onun sermayesinin gücü ve tatlı
vurgunlarında alacağı küçük pay, artık tarihsel çıkarlarıyla daha uygun,
çıkacak büyük karmaşa ve belirsiz devrim yolundan daha yeğ ve daha mühimdir. Bu
sebepten toplumsal devrimimizin anti-feodal, anti-emperyalist temel yapısının
önder gücü proletarya olmak zorundadır.
Demokratik Devrim’in gerçekleşeceği zemin artık
çağımızda tümüyle değişmiştir. Feodal kalıntıların ortadan kalkacağı zemin
köylü hal tarzı bir devrime sıkı sıkı bağlanmıştır. Tarih artık yukardan,
sancılı ve zorlu bir devrime kapısını kapatmış, burjuvazinin önderlik edeceği
bir devrim tipini, kapitalist egemenlik biçimini hâkim kılacak bir süreci
kapatmıştır.
Ülkemizde Demokratik Devrim sürecini
gerçekleştirememiş ve dolayısıyla üretim ilişkileri yarı-feodalizmde hapsolmuş
yapısıyla, köylü hal tarzı bir devrimi bir zorunluluk olarak önümüze çıkarmaktadır.
Yarı-feodal üretim ilişkilerini aşağıdan ya da yukarıdan tasfiye edecek bir
süreç Osmanlı’dan günümüze gerçekleşmiş değildir.
Kimi
oportünist akımlar 1908’de artık bu sürecin bir şekilde tamamlandığı iddiasını
öne sürmüş, kimisi 1923’ü kimisi çok partili döneme geçiş olan 1950’yi kimisi
1960 askeri faşist darbesini ve nihayet kimisi de 1980 12 Eylül sürecini… Bu
noktada Türkiye devrimci hareketinde çok çeşitli teoriler, yaklaşımlar ve
tarihi çarpıtmakla meşgul idealist paçavralar söz konusudur. Bu bağlamda
buluşulan ortak payda ise o ya da bu tarihten herhangi birisinde bir süreç
boyunca çözülen feodal ilişkilerin belli çıkarlar doğrultusunda artık tasfiye
edildiğidir.
Öyle ki
bilimin ve toplumsal gelişimin ispatladığı yarı-feodal üretim ilişkilerinde
temel dayanak olan emperyalizm ve onun yarattığı çağın özellikleri, bu akımlara
göre feodalizmi çözen bir dinamik ve güç olarak tarif edilmektedir. Ülkemizde
de feodal kalıntıların tasfiyesine dair emperyalizmi işaret eden yaklaşımlar
söz konusudur.
Toplumsal devrim olmaksızın tasfiye
edilemeyecek bir üretim ilişkisinin, bağlandığı nokta burası olmaktadır.
Komünistler bu sapmalara kulaklarını kapatarak üretim ilişkilerine temel olan
mülkiyet ilişkilerini, sosyal ilişkileri ve üretim araçlarını inceleyerek
emeğin gasbedilme biçimlerinin incelemesine sadık kalacak ve toplumsal
devrimimizin niteliğini ortaya koyup tarihsel rolünü tanımlayacaktır.
Çağımızda komünistlerin omuzlarında
yarı-feodal toplumsal yapı gerçekliği içinde proletarya önderliğinde Yeni
Demokratik Devrim’i gerçekleştirme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk bu
devrimin kendi başına bir devrim değil sosyalizme bağlanmış ve oradan komünizme
doğru giden tarihsel akışın tüm maddi temellerinin oluşmasına dair bir bilincin
ürünü olarak şekillenmektedir.
Tüm
asgari ve azami programlarını, sınıf ittifaklarını, devrim stratejilerini,
yönelim ve taktiklerini, sınıflar arasındaki ilişkileri bu tarihsel gerçekliğe
ve eğilime göre şekillendirip biçimlendirerek önderlik rolünü oynayacaklardır.
KAYNAKÇA Karl Marks (2004); Kapital, Birinci
Cilt, Sol Yayınları, Ank. Karl Marks (2009); Kapital, Üçüncü Cilt, Sol
Yayınları, Ank. Marks-Engels (2013); Alman İdeolojisi, Evrensel Basım-Yayın,
İst. V. İ. Lenin (1988); Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yayınları, Ank.
Lenin (1995); Seçme Eserler, Cilt:5, İnter Yayınları, Ank. Mao Zedung (1992);
Seçme Eserler II, Kaynak Yayınları, İst. İbrahim Kaypakkaya (2012); Seçme
Yazılar, Umut Yayıncılık, İst. Maurice Dobb (2001); Kapitalizmin Gelişimi
Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İst.