4 Kasım 2022 Cuma

YARI FEODALiZM TANIMI


 

Yarı-feodalizm tanımı:

Feodal üretim tarzının temellerinden sarsıldığı, yıkılmaya, dağılmaya yüz tuttuğu, bununla beraber kapitalist üretim tarzının henüz egemen olmadığı bütün bir evre ve bu evre içinde vücut bulmuş üretim ilişkileri yarı-feodal olarak adlandırılır.

Tarihte feodalizmden kapitalizme geçişin uzun bir dönemi kapsadığı bilinir. Avrupa’da kentlerin her bakımdan gelişim gösterdiği 14. yüzyılda, feodal üretim tarzı derin sarsıntılar geçirip çözülme aşamasına geldiğinde kapitalist üretim tarzı için henüz ilk koşulların meydana gelmekte olduğunu biliyoruz. Bu koşulların tamamlanıp kapitalist üretime tam olarak geçilmesi, 16. ve 17. yüzyıldaki özgün gelişmeler kapitalist üretim tarzının doğuşunda asla belirleyici unsurlar olarak anlaşılmamalıdır.

Bu doğuşun tespit edilebilmesi için üretim biçimini etkileyen, örneğimizde hızlandıran olaylara değil üretimin kendisine bakmak gerekir. Ne var ki bir üretim tarzının doğuşu, toplumun ekonomik yapısında egemen olması bir dizi olayı, özgünlüğü kaçınılmaz olarak içerir. Bizim burada dikkat çektiğimiz özellik kapitalist üretim tarzının doğuşunun feodal üretim tarzının çözülmesiyle gerçekleşmediği, bu sürecin uzun bir zaman almasıdır. Marks bunun genel olarak iki yol izlediğini söylemekle beraber kapitalist üretim tarzının egemenliğinin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu hiçbir zaman gözden kaçırmamıştır...

 Bu durumda yarı-feodalizmin, feodalizmden kapitalizme doğru gelişimde geçiş evresi olduğunu; bu dönemde tam anlamıyla ne feodal ne de kapitalist olan bir toplum biçiminin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu geçiş evresinin kavranması bakımından Marks’tan ve aynı içerikte olsa da Lenin’den yapacağımız alıntılar belirleyicidir.

Feodalizmden kapitalizme doğru izlenen genel iki yol bize toplumu incelerken yoğunlaşmamız gereken noktaları da gösterecektir. “Feodal üretim tarzından geçiş iki farklı biçimde olur. Üretici, doğal tarımsal ekonomi ve Ortaçağlar’ın kent sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini alır.

 Bu, gerçekten devrim yapan bir yoldur. Ya da tüccar, üretim üzerinde doğrudan bir egemenlik kurar. Tarihsel yönden bir basamak taşı olarak ne denli fazla hizmet ederse de dokumacılara, bağımsız oldukları halde, kendilerinin yünlerini onlara satmak ve onların kumaşlarını satın almak suretiyle denetimi altına alan 17. yüzyıl İngiliz kumaşçılarında olduğu gibi- kendiliğinden, eski üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı olmaz, ancak kendi ön koşulu olarak onun koruma ve sürdürme eğilimini taşır. (...)

Bu sistem, her yerde, gerçek kapitalist üretim tarzı için bir engel olmuş ve onun gelişmesiyle yok olup gitmiştir.” (Marks, 2009, s. 293-294)

Lenin de “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı kitabında, o dönemki Rus devriminin izleyebileceği iki ana çizgiyi şöyle tanımlamıştır: “Ya eski toprak beyliği iktisadi, binlerce bağla serfliğe bağlanmış haliyle muhafaza edilir ve bu, yavaş yavaş salt kapitalist, ‘junker’ iktisadi haline dönüşür. Emek-hizmetinden kapitalizme nihai geçişin temeli, feodal toprak beyliği iktisadinin iç başkalaşımıdır.

Devletin tarım sisteminin tümü kapitalist hale gelir. Ve uzun bir süre için feodal özelliklerini korur. Ya da eski toprak beyliği iktisadi, serfliğin bütün kalıntılarını ve her şeyden önce büyük toprak sahipliğini yok eden devrimle yıkılır. Emek-hizmetinden kapitalizme nihai geçişin temeli, toprak beylerinin malikânelerine köylülük yararına el konulmasına sonunda müthiş bir hız kazanmış olan küçük köylü çiftliğinin özgür gelişimidir. Tarım sisteminin tümü kapitalist hale gelir, çünkü serfliğin izleri ne kadar eksiksiz yok edilirse, köylülüğün farklılaşması o kadar hızlı ilerler.” Devamla …

Lenin bu iki yolu başka bir deyişle tekrar eder:

“Bir başka deyişle: ya esas olarak, toprak mülkiyetinin ve eski ‘üst yapının’, baş dayanaklarının muhafaza edilmesi; dolayısıyla, liberal-monarşist burjuvazinin ve toprak beyinin egemen rol oynaması, hali vakti yerinde köylülüğün hızla onların yanına geçmesi, geniş çapta mülksüzleştirilmekle kalmayıp, buna ek olarak,” ... “toprak tazminatı ile köleleştirilmiş ve irticam egemenliği ile ezilmiş ve körletilmiş köylü yığınlarının çökmesi; (...) ya da toprak beyliğinin ve buna tekabül eden eski ‘üst yapının’ bütün ana dayanaklarının yıkılması; istikrarsız ya da karşı-devrimci burjuvazinin etkisiz hale getirilmesiyle proletaryanın ve köylü yığınlarının egemen rol oynaması; işçi ve köylü yığınlar için meta üretimi altında düşünülebilecek en iyi koşullarda üretici güçlerin kapitalist bir temel üzerinde en hızlı ve en özgür gelişimi. (...)” (Lenin, 1988, s. 22-23)

 

Feodalizmden geçişin iki farklı yolu yarı-feodal toplum düzenini kavramamızın temel konularından biridir. Çoğunlukla bu geçiş süreci üzerinde durulmaz. Böylece bu iki yolun da gerçekleşmediği, yeni koşullarla beraber çok daha farklı mücadelelerin gündeme geldiği ülkelerdeki “geçiş koşulları” da üstünkörü değerlendirmelerle ve elbette “kapitalist üretim tarzının egemenliği” ile açıklanıp irdelenmemiştir.

Oysa “yarı-feodal temel üzerinde gelişen kapitalist ilişkiler” tam da Marks ve Lenin’in farklı dönemler için de olsa dikkat çektikleri büyük ve özgün problemler içerir. Yarı-feodal bir toplumun kapitalist bir topluma doğru gelişmesi, Marks ve Lenin’in tanımladıkları geriletici, koruyucu, berbat edici, kötüleştirici, köleleştirici, kör edici unsurların dışında yeni ve daha güçlü unsurlar tarafından her düzeyde engellenmektedir.

Marks, Kapital adlı eserinde yarı-feodal toplumlarda yaşamış düşünürlerin, karşılaştıkları karmaşık ve kuşkusuz anlaşılmaz durumdaki -yeni üretim tarzının neden olduğu- sorunları çözümleyemediklerinden bahseder: “Kapitalist üretim tarzı, bu ilişkiyi (doğal ekonominin dayandığı üretim tarzının ön koşulu olan ilişkileri-bn.) tümüyle ortadan kaldırır; bu, özellikle İngiltere’de, 18. yüzyılın son üçte birinde geniş çapta incelenebilecek olan bir süreçtir.

Aşağı yukarı yarı-feodal toplumlarda büyümüş olan Herrenschwand (Jean Herrenschwand-1728-1811, bn.) gibi düşünürler, örneğin 18. yüzyılın sonları gibi geç bir dönemde bile, manifaktürün tarımdan bu ayrılmasını çılgınca bir toplumsal serüven, akıl almaz ölçüde riskli bir var olma biçimi sayarlar.” (Marks, 2009, s. 691) Bu düşünürlerce anlaşılmaz olduğu için “riskli var olma biçimi” sayılan durumlar çok daha kapsamlı ve karmaşık özelliklerle, emperyalizmin neden olduğu “akıl almaz” sonuçlarla beraber yarı-feodal toplumlarda görülmektedir.

 Elbette farklı olarak, birinde ileriye dönük yeni gelişmeler anlaşılamazken diğerinde engelleyici, geriletici güçler ve ilişkiler söz konusudur. Farklı üretim tarzları üzerindeki “benzer” görünümlerin, üretim süreçleri temel alınmadığı için sürekli yanlış yorumlandığı ve analizlerin yanlış başlayıp hiçbir yere ulaşmadığı, gerçekliği açıklamaktan uzak, eklektik, dogmatik ve yüzeysel tezlerle sınıf bakış açısından kopmaya veya uzaklaşmaya mahkûm anlayışlarla karşı karşıya kalmamız bu nedenle şaşırtıcı değildir.

Sıklıkla karşılaştığımız yorumlardan biri yarı-feodal toplum biçiminin, bir “geçiş toplumu” olarak sürgit bir toplum biçimi olamayacağı, kaçınılmaz olarak yeni üretim tarzı tarafından alaşağı edileceğidir. Marks bu “kaçınılmaz” sonucu birçok kez ortaya koymuştur. Lenin de Rus devrimi özgülünde bu sonucun altını çizmiştir. Yarı-feodal bir toplumda yaşamış olan Mao Zedung da aynı sonuca dikkat çekmiştir: “Çin’in feodal toplumu meta ekonomisine doğru geliştiği ve böylece içinde kapitalizmin tohumlarını taşıdığı için, Çin yabancı kapitalizmin zorlaması olmasa bile giderek kendi kendine kapitalist bir toplum haline gelecekti.” (Mao Zedung, 1922, s. 313)

Dahası, Mao Zedung yabancı kapitalizmin bu süreci, görünüm itibariyle hızlandırdığını, “Çin’in toplumsal ekonomisinin çözülmesinde önemli bir rol oynadığını; bir yandan Çin’in kendine yeterli doğal ekonomisini baltaladığını ve hem şehirlerdeki hem de köy evlerindeki el sanatları sanayini yıktığını; öte yandan, il ve ilçelerdeki meta ekonomisinin gelişmesini hızlandırdığını” belirtir. Demek ki yarı-feodal düzende kapitalizme ait özelliklerin varlığı ve hatta yaygınlığı bizim reddettiğimiz bir olgu değildir.

 

 Ne var ki mesele bundan ibaret değildir; hatta bu, meselenin esası da değildir. Meselenin esasını kavramak için “geçiş süreci”ne dair yazılanlara yeniden dönelim. Marks’ın açıkladığı iki farklı yoldan devrimci olmayan yol konumuz bakımından esas olmalıdır. Üreticinin tüccar ve kapitalist olması (devrim yapan yol) doğrudan üretim tarzının değişmesi anlamına gelir; bu değişimde iş gücü bizzat meta durumuna gelirken üretici de üretim araçlarını elinde toplayıp sermaye sahibi olarak, üretim koşulunun sahibi olarak üretimde artı-değer yaratmak üzere iş gücünü satın alacak seviyeye gelir. Bu yeni bir üretim koşulu ve ilişkisi anlamına gelir.

 

 Buna karşın diğer yol, yani üreticinin değil de tüccarın üretim üzerinde doğrudan söz sahibi olmasıyla girilen yolda yeni üretim tarzının önüne büyük ve zorlu engeller çıkar. Marks’ın analizi bize bu engellerin hangi noktalarda biriktiğini göstermekle eşsiz bir bilgi sunar. Öncelikle Marks, tarihsel yönden bir basamak olarak, tüccarın üretimde doğrudan söz sahibi olmasının kendiliğinden yeni üretim tarzına neden olmayacağını belirtir; aksine “eski üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı olmaz, ancak kendi önkoşulu olarak onu koruma ve sürdürme eğilimi taşır” der.

 

 Bunun için örnek verdiği 17. yüzyıl İngiliz kumaşçılarının eylemini anlatır: “dokumacıları (üreticileri-bn.) bağımsız oldukları halde, kendilerinin yünlerini onlara satmak ve onların kumaşlarını satın almak suretiyle denetimi altına alma.” Bu eylem üreticinin üretim araçlarını elinde toplamasına ve üretimde artı-değer yaratmak için iş gücü satın almasına; dolayısıyla yeni üretim tarzına geçilmesine engel olur.

“Fransız ipek sanayi ve İngiliz çorap ve dantelâ sanayinde de yapımcının 19. yüzyıl ortasına kadar dokumacıları eski örgütlenmemiş düzende çalıştıran ve ancak, bunların gerçekten kendisi için çalıştıkları, bir tüccarın denetim gücüne sahip düpedüz bir tüccar” olduğunu belirttiğinde Marks üretimin tüccarın denetiminde eski üretim tarzıyla 19. yüzyılın ortasına kadar sürdüğünü ortaya koyar.

Üretim tarzında bir değişiklik olmamışken ve tüccar, üreticileri kendisi için çalıştıran biri olarak üretim koşullarına egemenken kapitalist üretim tarzı gelişemez. “Üretim tarzında köklü bir değişiklik Programa Dair 35 yapmaksızın, yalnızca doğrudan üreticilerin durumunu daha da kötüleştirir ve bunları sermayenin yakın denetimi altındakinden daha beter koşullar altında çalışan düpedüz ücretli işçiler ve proleterler haline getirir, ve artı-emeklerine, eski üretim tarzı esasına göre el koyar.” (a.g.e., s. 294). Örneklere devam eden Marks, bize incelemenin nereye odaklanması gerektiğini bir kez daha gösterir: “Aynı koşullar, bizzat değişmiş biçimde, bir ölçüde Londra’da el işi mobilya yapımında da vardır. (…) Üretimin tamamı, birbirinden bağımsız çok sayıda ayrı iş koluna bölünmüştür.

İşyerlerinden birisi yalnız sandalye, diğeri yalnız masa, bir üçüncüsü yalnız dolap vb. yapmaktadır. Ama bu işyerleri, aşağı yukarı el zanaatlarında olduğu gibi tek bir patron ve birkaç kalfa ile yönetilirler. Ne var ki, üretim doğrudan doğruya özel kişilere çalışmaya el vermeyecek kadar büyüktür. Alıcılar, mobilya mağazaları sahipleridir. Cumartesi günleri patron bu mağazalara giden, yapılan işleri satan ve alışveriş, rehin karşılığında borç veren tefeci dükkânlarında olduğu gibi, çekişe çekişe bir sonuca bağlanır.

Patronlar, başka bir nedenle olmasa bile, gelecek hafta için hammadde satın alabilmek ve ücretleri ödeyebilmek için, bu haftalık satışlara bağımlıdır. Bu koşullar altında, aslında bunlar, tüccar ile kendi işçileri arasında yalnızca aracıdırlar. Tüccar ise, artı-değerden aslan payını cebe indiren gerçek kapitalisttir.” (a.g.e., s. 294) Tüccar, üretim sürecinde (alıntıdaki “gerçek kapitalist” tanımlaması üretim sürecinde yaratılmış artı-değere tüccarın el koymasından kaynaklanan bir tanımlamadır.

Bunun dışında, artı-değere el koyan bu tüccar sermayenin yeniden üretime dönmesini sağlamak bakımından kapitalist değildir. Bu özellik nedeniyle “eski üretim tarzı esas”en sürer) gerçek söz sahibi olduğunda kapitalist üretim tarzını bastıran bir işlevle hareket ettiğinden bu usullerin hepsinde üretim tarzının başkalaşımı ağır ve sancılı olur. Marks bütün örneklerde analizlerin üretim sürecine yönelmesi gerektiğini gösterir: Üretim süreci kimin egemenliğindedir, artı-değere kim el koymaktadır, sermayenin üretime dönüşü hangi yoldan gerçekleşmektedir gibi soruların yanıtları üzerinden süreç tanımlanmaktadır.

Yine Kapital’in aynı bölümünde, konu ettiğimiz geçiş sürecine dair başka bir değerlendirme sonuç olarak aynı yaklaşımı içerir. “Hiç kuşkusuz -ve, baştan aşağı yanlış sonuçlara yol açan da işte bu olgudur. 16. ve 17. yüzyıllarda coğrafi buluşlar ve ticarette görülen ve tüccar sermayesinin gelişmesini hızlandıran büyük devrimler, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişi kolaylaştıran belli başlı öğelerden birisini oluşturur. Dünya pazarındaki ani genişleme, dolaşımdaki metaların çoğalması, Asya’nın ürünleriyle Amerika’nın hazinelerine sahip çıkmak için Avrupa uluslarının gösterdikleri hırs ve rekabet, sömürgecilik sistemi- bütün bunlar, üretim üzerindeki feodal zincirlerin parçalanmasına maddi katkıda bulunmuşlardır.

Bununla birlikte, ilk dönemde -manifaktür döneminde- modern üretim tarzı, 36 PARTİZAN ancak, kendisi için gerekli koşulların, Ortaçağlarda oluştuğu yerlerde gelişmişti. Örneğin Hollanda ve Portekiz’i karşılaştırınız. Ve eğer 16. ve kısmen 17. yüzyılda ticaretteki ani genişleme ve yeni dünya pazarlarının doğuşu, eski üretim tarzının yıkılmasına ve kapitalist üretimin doğuşuna büyük bir katkıda bulunmuş ise, bu tersine, zaten var olan kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde oluşmuştu.” (a. g. e., s. 292) Böylece Marks, sermayenin üretim üzerinde egemenlik kuramadığı koşullarda meta dolaşımına, aynı zamanda üretimine katkı sunmuş olan tüccar sermayesinin tarihteki yerini anlamamıza olanak sunuyor; bu sermayenin kapitalist üretim tarzı temelinde gelişmemiş tüm eski üretim tarzlarında var olduğunu, sırf dolaşım alanında bulunarak metaların değişimini sağladığını ve aslında bu işleviyle temeldeki üretim tarzını koruduğunu, süreklileştirdiğini ortaya koymuş oluyor. Eğer kapitalist üretim tarzı temelinde bir ekonomi sistemi gelişmişse tüccar sermayesi bu kez ona hizmet edecek, onun gelişmesine hız katacaktır.

Dolayısıyla tüccar sermayesinin bütün işlevleriyle gelişmiş olması, üretim sürecine egemen olup meta dolaşımında ayrıcalıklı roller edinmesi kesinlikle eski üretim tarzının yerine yenisinin geçmesi olarak yorumlanmaz. Bu yorum Marks’ın ifade ettiği gibi “baştan aşağıya yanlış sonuçlara yol açan” bir yorum olur. Hangi üretim tarzının temel olduğunu kavramanın tek yolu üretimin kendisini incelemektir. “… tüccar sermayesinin gelişmesi biraz ilerde göreceğimiz gibi tek başına ne bir üretim tarzından diğerine geçişi sağlayabilir ne de bunun açıklaması için yeterlidir.” (a.g.e., s. 287-88) Marks’ın buradaki yorumunu yarı-feodal toplumlardaki değişimleri, artan meta üretimini, dolayısıyla yoğunlaşan meta dolaşımını, sermayenin çoğalmasını, buna karşın üretim tarzının önemli derecede korunmasını, pazarın gelişmesini hatta dünya pazarıyla entegreyi ama üreticinin kapitaliste dönüşmek yerine giderek kötüleşmesini, yer yer ücretli işçi ve proletere dönüşmesini vs. anlamamızı sağlayacaktır. Tüccar sermayesinin tarihteki rolü ve aynı zamanda işlevleri hakkındaki Marksist görüş, genel olarak anlaşılamamış olmakla beraber özellikle emperyalizm koşullarındaki genel durumun kavranamamasına yansıyan haliyle de özellikle anlaşılamamıştır.

 

Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un ama özellikle Mao Zedung’un bu konudaki açıklamaları ayrıcalıklıdır ve sınıf mücadelesinin günümüzdeki tüm sorunlarının kavranmasındaki olmazsa olmazdır. Emperyalizm ve Yarı-feodalizm Lenin, feodalizmin iç başkalaşımla ya da bir devrimle yıkılıp kapitalizme nihai geçişin koşullarının sağlanabileceğini açıklarken bu geçişin temelinin “küçük köylü çiftçiliğinin özgürleşmesi” olduğunu söyler.

 Feodalizmin çözülmesi, yıkılması uzun yıllar almıştır; sonu geldiği ve iflas ettiği halde yerini alacak üretim tarzının gelişmemesinden kaynaklı tarihe gömülmesinin zaman aldığını söyleyebiliriz. Hatta şunu belirtebiliriz: Hiçbir üretim tarzı onu yerinden ede- Programa Dair 37 cek yeni üretim tarzı gelişip onu tasfiye etmedikçe tarih sahnesinden çekilmemiştir. Bu, toplumların üretim problemini çözme biçimidir; toplum için üretim veya topluma dönük üretim kaçınılmaz olarak bir üretim tarzı gerektirir; salt bireye dayalı ve birey için üretim bir Robinson Cruise hayatının ötesine geçemez ve bunun olanaksız bir hayat olduğunu biliyoruz! Feodalizme dair şu söylenebilir: Bu toplum biçiminin çöküşü için onlarca neden, olay sıralanabilir.

Her nasıl olursa olsun bu çöküş ve geçiş sürecinin temelinde gerçekleşen olgu küçük üreticinin özgür gelişimidir. Sayılabilecek onlarca neden ve olay bu gelişimin hızını ve tabii kapsamını etkilemiştir. Yarı-feodal toplumun da temelinde bu süreç bulunmaktadır: Küçük üretimin özgür gelişimi. Feodal kalıntıların sürekliliği ve küçük üretici kesimlerin sonu gelmez yoksullaşması yarı-feodal ekonominin temel dinamiğini oluşturur. Bu dinamiğe dayanan devrimci sürecin küçük burjuva ağırlığını taşıyacağı açıktır.

Söz konusu kesimler hem mülk sahibidirler hem proleterleşme eğilimi gösterirler. Bunlar aynı sürecin iki zıt ucudur. Lenin’in tanımladığı iki ana çizgiden hangisinin gerçekleşeceği sorusunun yanıtı bu sürecin nasıl tanımlanacağının yanıtı olacaktır. Bugün bütün mesele, yeni üretim tarzının yani kapitalizmin dünya çapında ulaştığı düzeyin bir sonucu olarak iki yoldan biri olan iç başkalaşımın önünde engel olması, kapitalist gelişmenin önünün gene kendisi tarafından kapatılmış olmasıdır. Emperyalizmden önce yeni üretim tarzı önünde hiçbir engel duramazdı, önünde sonunda her engel yıkılırdı. Tüccar sermayesinin tüm tutucu, asalak niteliğine rağmen nihayet yeni üretim tarzına hizmet eden bir işlev gördüğünü Marks anlatmıştır.

Oysa bu sermaye uzun süre, yeni üretim tarzı olan kapitalizmin oluşumu aşamasında hatta ondan bir süre sonra da eski üretim tarzına yapışıp kalmış, üretim süreci üzerinde egemenlik kurarak küçük üreticileri giderek daha kötü koşullara sürüklemişti. Yeni üretim tarzının eskiyi alaşağı etme yeteneği tüccar sermayesinin de bu özelliğini ortadan kaldırmıştır. Ne var ki burjuva iktisatçıların bütünü ve tabii ki Marksist bakış açısından uzak ya da uzaklaşmış geniş bir küçük burjuva kesim emperyalizm çağının bu temel özelliğini inkâr etmektedirler.

Bunlara göre emperyalizm çağında kapitalist üretim tarzı feodalizmi tüm kalıntılarıyla alaşağı etme yeteneğine sahip olmayı sürdürüyor, onlara göre kapitalizmin feodalizm üzerindeki bu zaferi bu çağda da mümkün olmuştur ve mümkün olmaktadır! Yarı-feodal sosyo-ekonomik yapının tam anlamıyla feodal olmayan ama kapitalist de olmayan bir üretim tarzı olması, bu üretim tarzının feodal ve kapitalist toplum ilişkilerini içerdiği gerçekliğiyle birlikte ele alınmalıdır. Dolayısıyla kapitalizme doğru gelişimin zemini olan meta ekonomisinin, bununla beraber gelişen meta dolaşımının ve doğal olarak pazarın yarı-feodal sosyo-ekonomide birer özellik olduğunu ve kendine has bir büyüme yaşadığını bilmeliyiz.

Feodalizmin çözülmesi, bunun sonucu olarak kendine yeterli doğal ekonominin  temelden dağılmaya yüz tutması ve hatta zamanla dağılması yarı-feodal tanımımızın gerekçeleridir. Bu özelliklerin kırsal bölgelerdeki ekonomik yaşamı da özellikle içerdiği açık olmalıdır. Meta üretimi, artan miktarda ve hızda meta dolaşımı, pazar için üretim, hatta dünya pazarına bağlanma yarı-feodal ekonomiyle uyumludur.

Yarı-feodal ekonominin yadsınması kapitalist üretim tarzıdır. Ancak bu “yeni” üretim tarzı geliştiğinde yarı-feodalizmin tasfiyesi, başka bir ifadeyle feodalizmin kökten tasfiyesi söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla asıl mesele yarı-feodal sosyo-ekonomik yapıda da rastladığımız ama kapitalizmde en ileri seviyeye ulaştığını bildiğimiz meta ekonomisinin dayandığı temelin niteliğidir. Bu temel hangi sınıfların, hangi politik ve ekonomik güçlerin güdümündedir ve bu temelde gerçekleşen üretim nasıl bir toplum biçimi meydana getirmektedir?”

Mao Zedung feodal Çin toplumunun meta ekonomisine doğru geliştiğini, kendinde kapitalizmin tohumlarını taşıdığı için, yabancı kapitalizmin zorlaması olmasaydı da kendi kendine kapitalist Çin toplumuna dönüşeceğini açıkladıktan sonra Çin’de feodalizmin çözülüşünü; doğal ekonominin dağılmaya yüz tuttuğunu ve modern sınıfların tarih sahnesinde etkin bir biçimde belirdiğini anlatır. Bütün bunlarda emperyalizmin ayırt edici katkısına özellikle dikkat çeker. Onun şu ifadesi bu bakımdan özellikle dikkat çekicidir: “… bununla birlikte, Çin proletaryası sadece Çin milli burjuvazisi ile birlikte değil, fakat Çin’de doğrudan doğruya emperyalistler tarafından yönetilen işletmelerle birlikte ortaya çıktı ve gelişti. Bundan dolayı Çin proletaryasının çok büyük bir kesimi, Çin burjuvazisinden daha yaşlı ve daha tecrübelidir, dolayısıyla daha büyük ve daha geniş tabana sahip olan bir toplumsal güçtür.” (Mao Zedung, 1992, s. 314)

 

Emperyalizmin yarı-feodal ekonomik koşullardaki ülkelere etkisinin ilk görünür hali doğal ekonomiyi, kendi kendine yeterli bu ekonomiyi yıkmasıdır. Feodal üretim tarzının çözülmesiyle beraber yerleşen süreç “geçiş süreci” diyebileceğimiz, Lenin’in “küçük çiftçiliğin özgürleşmesi” diye tanımladığı yarı-feodal süreçtir ve henüz kapitalist üretim tarzının egemenliği için üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi yeterli değildir. Emperyalizm bu sürece dâhil olduğunda doğal ekonomiyi hızla tahrip eder ve kapitalist üretimin gelişmesi için belirli nesnel koşulların ve olanakların oluşmasını sağlar; bu aynı zamanda meta pazarının da hızla gelişmesini içerir.

 

Mao Zedung’un yabancı kapitalizm sayesinde Çin proletaryasının Çin burjuvazisinden erken doğduğundan söz etmesi bu gerçekliğin ürünüdür. Bu aynı zamanda emeğin bir meta olarak alınıp satılması için de koşulların oluştuğunu, emek gücü pazarının da geliştiğini söylemektir. Küçük çiftçilerin mülksüzleşmesi, esnafın, zanaatkarların yoksulluğa, sefalete sürüklenmesi bu sürecin görünen, belirgin ilk özellikleridir. Hem emperyalizmin neden olduğu kapitalist üretim koşullarının gelişmesi hem de bağımsız olmayan doğal ekonominin yıkımı ve proleterleşme yönündeki gelişmeler Marks’ın tüccar sermayesinin üretime egemenlik sağladığı, böylece doğrudan üreticinin kapitalistleşme yönündeki gelişimini baltaladığı, eski üretim tarzını kalıcılaştırdığı, sürdürdüğü koşullara dair anlatımıyla neredeyse birebir uyumludur.

 Lenin’den sıkça yapılan ünlü alıntı da emperyalizmin yarı-feodal ve feodal ülkelerdeki bu etkisini açıklar: “Sermaye ihracı, sermayenin ihraç edildiği ülkelerde onu olağanüstü hızlandırarak kapitalist gelişmeyi etkiler. Böylece sermaye ihracı ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da bunun ancak tüm dünyada kapitalizmin genişlemesi ve derinleşmesi pahasına gerçekleştiği ortadadır.” (Lenin, 1995, s. 68)

 

“Lenin’in burada sözünü ettiği ‘kapitalizm’, komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme bağlı kapitalizmdir.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 49) “Emperyalizme bağlı kapitalizm” ne “kapitalizmin gelişmesi” olarak tanımlanabilir ne de “bağımlı kapitalizm” olarak.

 

Bu iki tanım da yarı-sömürge ülkelerde burjuva devriminin gerçekleştiği ya da iç başkalaşım yoluyla kapitalist üretim tarzının ekonomik yapının temeli haline geldiği tezini içerir.

Oysa “emperyalizme bağlı kapitalizm” yarı-sömürgedeki kapitalizmin “dışarıdan” ve emperyalizmin tüm özelliklerini içinde taşıyarak meydana gelmiş kapitalizmdir.

Elbette burjuva devrimini gerçekleştirmiş ve feodalizmi üretimin temelinden tasfiye etmekte başarılı olmuş yarı-sömürgeler de vardır. Yunanistan, Portekiz bunun bilinen örnekleridir. Bu ülkelerde egemen üretim tarzı kapitalisttir.

Ne var ki bunu başaramamış ülkelerde “emperyalizme bağlı kapitalizm” bağımlı kapitalizmin de olanağını yok etmiştir. Kısacası “gelişen kapitalizm” ya da “bağımlı kapitalizm” toplumun kendisinde meydana gelmiş kapitalist ekonomiyi vurgular.

“Emperyalizme bağlı kapitalizm” ise dışarıdan gelen kapitalizmi vurgular. İbrahim Kaypakkaya’nın “komprador kapitalizm” terimini kullanarak ileri sürdüğü görüş tam olarak budur.

Bu görüşün yarı-feodalizmi kavramakta tayin edici olduğunu söylemeliyiz.

Emperyalist sermayenin yarı-feodal ülkelerle kurduğu ilişkinin özellikleri bu noktada belirleyicidir.

 Bu ilişkinin kavranması için emperyalist aşamadaki kapitalizmin belli başlı özelliklerini konu etmek gerekir. Bunlardan biri kapitalizmin tekelci eğiliminin emperyalizm aşamasında tüm dünya üzerinde gerçekleşmiş olmasıdır: eğilim gerçeğe dönüşmüştür; emperyalizm tekelci kapitalizmdir.

 “Yarım yüzyıl önce Marks’ın ‘kapital’ini yazdığında, iktisatçıların çoğuna serbest rekabet bir ‘doğa yasası’ gibi görünüyordu. Resmi bilim, kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yol açtığını, bunun ise gelişmesinin belli bir aşamasında tekele götürdüğünü kanıtlayan Marks’ın yapıtını örtbas etmeye girişti.”

(Lenin, 1928) Kapitalizmin tekelci aşaması sermayenin üretici güçlerle ilişkisini temelde değiştiren bir sürece işaret eder; artık kapitalizmin gelişme yasaları eskisinden farklıdır.

 

“Burada söz konusu olan artık küçük ve büyük işletmeler, teknik olarak geri ve ileri işletmeler arasındaki rekabet mücadelesi değildir. Tekele, onun baskısına ve zorbalığına boyun eğmek istemeyenler tekelciler tarafından boğulmaktadır.” (a.g.e., s. 33) “Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi hâlâ ‘egemenliğini’ korumakla ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla birlikte, aslında sarsılmıştır ve esas kârlar mali dolaplar çeviren ‘deha’lara akmaktadır.

 Bu dolapların ve düzenbazlıkların temeli, üretimin toplumsallaşmasında aranmalıdır, ne var ki insanlığın bu toplumsallaşmaya kadar ulaşan muazzam ilerlemesi… spekülatörlerin işine yaramaktadır.” (a.g.e., s. 33-34)

Özetle, tekeller emperyalizm aşamasında kapitalizmin temel özelliğidir ve emperyalist tahakkümün gerçekleştiği her yerde tekellerin egemen kıldığı yasalar geçerlidir! Lenin’in birçok kez dikkat çektiği tekelci baskı ve zorbalık bu tahakkümün veya egemenliğin tipik özelliğidir.

 Tüm yarı-sömürgelerde ve tabii ki özellikle yarı-feodal ülkelerde gelişmekte olan ve olağan seyrinde gelişmesi mümkün olan yeni üretim biçimleri -ki bunun temelinin küçük çiftçiliğin özgürleşmesi olduğunu bir kez daha hatırlatalım- tekelciliğin baskısı ve zorbalığında boğulur!

 Lenin “Emperyalizm” kitabında, tipik olduğunu özellikle vurguladığı bu egemenlik ilişkisini kavramayan ya da bir biçimde inkâr etme yolunu seçenlere yönelmiş gibi şunları yazar:

“Eski kapitalizm zamanını doldurmuştur. Yenisi ise bir geçiş dönemi yaşıyor. Tekel ile serbest rekabeti ‘uzlaştırmak’ için ‘sağlam ilkeler ve somut bir hedef’ bulmaya çalışmak elbette umutsuz bir iştir. Pratisyenlerin itirazları, Schulz-Gaevernitz, Liefmann ve benzeri ‘teorisyenler’ gibi ‘örgütlü’ kapitalizmin savunucularının resmi övgülerinden çok farklıdır.” (…)

 

 “… 20. Yüzyıl eski kapitalizmden yeni kapitalizme, genel olarak sermaye egemenliğinin mali sermaye egemenliğine dönüştüğü bir dönüm noktasıdır.” (a.g.e., s. 51) Bu sermaye türünün niteliği yarı-feodalizmin de kavranmasında belirleyici bir önemdedir. Lenin bolca örnekle bu sermayenin niteliğini ortaya koyarken “kâr kaynakları”ndan da şöyle söz ediyor: “Birkaç elde toplanmış ve fiilen tekelci olan mali sermaye, şirket kuruluşlarından, emisyonlardan, devlet borçlarından vs. çok büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmekte ve bütün toplumu tekelciler yararına haraca keserek finans oligarşisinin egemenliğini sağlamlaştırmaktadır.” (a.g.e., 58)

Ve devamında “Emperyalizm ya da mali sermayenin egemenliği, bu ayrımın –(para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeci sanayiciden ve sermaye üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan kişilerden Programa Dair 41 ayırma)- muazzam ölçülere ulaştığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin, sermayenin öteki çeşitlerinin tümü üzerindeki üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin üstünlüğü mali açıdan güçlü birkaç devletin üstünlüğü anlamına gelmektedir.” (a.g.e., s. 64) der.

Dolayısıyla yarı-sömürgeleştirme sürecinin dayandığı temelin yoğun sermaye aktarımı olduğunu vurguladıktan sonra yapmanız gereken ilk tespit; yarı-feodal ülkeleri ele geçiren bu sermayenin esasen mali sermaye olduğu ve bunun da şirket kuruluşlarından, emisyondan, devlet borçlarından vs. beslenen sermaye olarak ne tür bir “kapitalist kalkınma”ya katkı vereceği üzerine olmalıdır. “Tekelin egemen olduğu en yeni kapitalizmde, sermaye ihracı tipik hale gelmiştir.” (a.g.e., s. 66)

Bilindiği üzere kapitalizm, gelişiminin en üst aşamasındaki meta üretimidir. Meta üretiminin sınırsız gelişimi ile kapitalizmin kâr amaçlı büyüme eğilimi kapitalist ülkelerde eşitsiz ve sıçramalı gelişmeyi kaçınılmaz kılar. Birçok işletme, sanayi kolu hızla meta üretiminde üstün bir konum elde ederken diğerlerinde aynı düzeyde bir gelişme olmaz.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde örneğin tarım, sanayideki gelişimin çok gerisinde kalmıştır çünkü tarım sanayi kolları kadar kâr getirmez! Eşitsiz ve sıçramalı gelişimin bir sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde tekelci birlikler oluşurken aynı zamanda dünya üzerinde de az sayıda devletin tekel konumu meydana gelir. Devletler arasında da böylece aynı özellik ortaya çıkar. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında sermaye ihracının temel özellik olması da bunun sonucudur. Tekelci olmakla sermaye birikiminde muazzam gelişme kaydeden burjuvazi meta ihracı ile edinemeyeceği kârı sermaye ihracı ile elde eden duruma gelir.

Çünkü sermayenin ihraç edileceği henüz kapitalist olmayan ya da henüz kapitalizmin ilk evrelerinde bulunan, bu anlamda geri kalmış ülkelerde sermaye yetersiz veya güçsüz ama hammadde ve iş gücü ucuzdur. Bu ülkelere meta ihraç etmek yeterince kârlı değildir. Oysa sermaye ihracı muazzam derecelerde kârlıdır. Lenin, sermaye ihracının şartlarını şöyle açıklıyor: “Sermaye ihracı zorunluluğu, bazı ülkelerde kapitalizmin ‘çok olgunlaşmış’ olmasından ve sermayenin (tarımın gericiliği ve kitlelerin yoksulluğu nedeniyle) ‘karlı’ bir faaliyet için hareket alanının olmamasından doğmaktadır.” (a. g. e., s. 67) Emperyalizmin ortaya çıkışı ve yayılışı “tamamen” kapitalist gelişimin bir sonucudur; meta üretiminin geldiği seviye sermayenin ulusal sınırlardan taşmasıyla sonuçlanmıştır.

 Bu taşma, sermayenin meta haliyle başlayıp ve nihayet para haliyle, sermaye ihracı olarak “yeni” bir nicelik kazanmıştır. Sermaye ihracının taşıdığı ayırt edici özellik hem bu ihracın tekelci birliklere dayanması hem de tekel konumundaki devletlerin üstün varlığıdır. Lenin’in vurguladığı 42 PARTİZAN gibi “Mali sermaye tekeller dönemini yaratmıştır. Tekeller ise her yere tekelci ilkeleri taşıyorlar.” (a.g.e., s. 69) Yani tekeller baştan sona ayrıcalıklar sağlayarak kapitalizmin gelişmediği ya da henüz gelişmeye başladığı hatta kısmen geliştiği ülkelere, kendi ülkelerindeki kâr alanlarının daralmış olmasından ötürü yayılmıştır. Bu özellik emperyalist devletlerin ekonomik bakımdan gelişmemiş ülkelerdeki etkilerini de belirlemiştir.

 

 Özetlersek eğer, emperyalizmle beraber dünyanın hemen her yerinde mali sermayenin dayandığı temellerin ve sahip olduğu özelliklerin sonuçlarını görmemiz sadece rastlantı veya geçici olarak değerlendirilemez; bunlar kaçınılmaz, kendiliğinden dolayısıyla olağan sonuçlardır: Tüm dünyada kapitalizmin genişlemesine ve derinlemesine geliştiği; bu sonucun merkezinde mali sermayenin bulunduğu tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Tam da bu özellik yarı-feodalizmin esaslı nedenidir!

 

Emperyalizmin girdiği her ülkede kapitalizmin koşullarını geliştirdiği, feodal yapının çözülmesine yol açtığı, doğal ekonomiyi baltaladığı, böylece meta ekonomisi için geniş alanları yarattığı, kendine yeterli ekonomiyi zamanla olanaksızlaştırdığı, köylüleri, üretici çiftçileri ücretli işçiliğe yönlendirdiği vs. gerçektir. Tarihin belli bir aşamasında feodal toplumun yaşama olanağının kalmaması ve bunu kendi muazzam gelişimiyle kapitalizmin somutlaştırmış olması bilimin yadsınmaz gerçeğidir. Ne var ki bu gerçeklik olgunun sadece bir yüzüdür.

Unutmamalıyız ki her ekonomik ilişki biçimi veya -daha genel bir ifadeyi tercih edersek- toplum biçimi tarih sahnesinde tutunmaya, varlığını yeni biçimler kazanarak yeni olana intibak ederek sürdürmeye de yazgılıdır. “Önce öz-faaliyetin koşulları, sonra onun prangaları olarak görülen bu çeşitli koşullar, tarihsel gelişim süreci boyunca birbiriyle bağlantılı bir ekonomik ilişki biçimleri dizgisi oluşturur. Bu bağ, ayak bağı haline gelmiş eski ekonomik ilişki biçiminin yerine, daha gelişkin üretici güçlere, dolayısıyla da bireylerin daha ileri bir öz-faaliyet türüne karşılık gelen bir yenisinin geçmesinden ibarettir.

Bu yeni biçim de sırası gelince yine ayak bağı haline gelerek yerini bir başkasına bırakır. Bu koşullar, her aşamada, üretici güçlerin eşzamanlı gelişimine tekabül ettiğinden, onların tarihi aynı zamanda her yeni nesil tarafından devralınan gelişme halindeki üretici güçlerin, dolayısıyla da bireylerin kendi güçlerinin gelişim tarihidir. “Bu gelişme kendiliğinden gerçekleştiğinden, yani, özgürce birleşmiş bireyler tarafından oluşturulan genel bir plana bağlı olmadığından, her biri başlangıçta bağımsız olarak gelişen çeşitli yerellerden, kabilelerden, uluslardan, iş kollarından vb. doğar ve ancak zamanla diğerleriyle ilişki içine girer. Ayrıca bu gelişme son derece yavaş ilerler. Farklı aşamalar ve çıkarlar asla tam olarak aşılamaz, aksine yalnızca baskın çıkarlara bağımlı kılınır ve yüzyıllar Programa Dair 43 boyunca beraberinde sürüklenir durur.

Bu demektir ki, tek bir ulusun içindeki bireyler bile, kendi servet koşullarından bağımsız olarak birbirinden çok farklı gelişimler gösterir. Ve özgün ekonomik ilişki biçimi, bir sonraki dönemin çıkarlarına karşılık gelen biçim tarafından çoktan yerinden edilmiş eski bir çıkar, daha uzun bir süre, bireylerin gözüne bağımsız gibi gözüken topluluk (devlet, hukuk) içinde geleneksel bir gücün güdümünde kalır. Son tahlilde yalnızca bir devrim yoluyla ortadan kaldırılabilecek bir güçtür bu.” (Marks-Engels, 2013, s. 73-74)

Bireylerin belli ekonomik ilişkiler içerisinde kendilerini gerçekleştirmelerini toplum tarihi içinde ele alıp kavramış olan Marks ve Engels, bu tarih içinde oluşmuş ekonomik ilişkilerin farklı aşamalarının ve sınıflara dayanan çıkarların yüzyıllarca, yalnızca baskın çıkarlara bağımlı kılınarak sürebileceğini bu şekilde belirtmişlerdir.

Emperyalizm çağında baskın çıkarları mali sermayenin çıkarları temsil eder. Mao, emperyalizmin feodal Çin’de, kendi kendine kapitalist toplum olma yönündeki ilerlemeyi hızlandırdığını, meta ekonomisinin gelişme koşullarını geliştirdiğini esas yönleriyle açıkladıktan sonra “Bununla beraber kapitalizmin ortaya çıkması ve gelişmesi, Çin’deki emperyalist müdahaleden bu yana meydana gelen değişikliğin sadece bir yönüdür. Bu değişikliğin, kapitalizmle birlikte gelişen ve onu engelleyen bir yönü daha var: Emperyalizmin, Çin kapitalizminin gelişmesini durdurmak için Çin’in feodal güçleri ile iş birliği etmesi. “Çin’i istila etmekte olan emperyalist devletin amacı hiç de feodal Çin’i kapitalist bir Çin haline getirmek değildir. Tam tersine amaçları, Çin’i kendi yarı-sömürgeleri ya da sömürgeleri haline getirmektir.

 

 “Bu konuda, Çin’i giderek bir yarı-sömürge ve sömürge hale gelebilmesi için emperyalist devletler askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel baskı yollarına başvurmuşlardır ve başvurmaktalar…” (Mao Zedung, 1992, s. 314)

 Lenin de aynı özelliği sermaye ihracının tüm dünyada kapitalizmin genişlemesine ve derinlemesine gelişmesine neden olduğunu belirttikten hemen sonra başka bir biçimde ifade ediyor: “Sermaye ihraç eden ülkeler, hemen her zaman nitelikleri mali sermaye ve tekeller döneminin özelliklerine ışık tutan belli ‘avantajlar’a sahiptir…” (…) Mali sermaye tekeller dönemini yaratmıştır. Tekeller ise her yere tekelci ilkeleri taşıyorlar. Serbest piyasada rekabetin yerini kârlı bir iş anlaşması yapmak için ‘ilişkiler’in kullanılması alıyor. Borç verirken alınan paranın kâr kısmının, borç veren ülkenin mallarını, özellikle de silah, gemi vs. satın almak için kullanılması koşulunun öne sürülmesi olağandır.

 Fransa son yirmi yıl içinde (1890- 1910) bu yola çok sık başvurmuştur. Sermaye ihracı meta ihracını geliştirmenin bir aracı haline gelmektedir. Özellikle büyük firmalar arasında yapılan bu tür alışverişler öyle bir nicelik almıştır ki, Schilden’in yumuşak bir üslupla ifade ettiği gibi, ‘rüşveti andırmakta’dır. Almanya’da Krupp, Fransa’da Schneiden, İngiltere’de Armstrong dev bankalar ve hükümetle sıkı ilişkiler içinde bulunan ve borçlanmalarda kolayca ‘atlanamayacak’ türden firmaların tipik örnekleridir.” (a.g.e., s. 68-69) Lenin’in sözünü ettiği ilişkiler, sağlanan ‘belli avantajlar’, ‘borçlanmalarda atlanamayacak firmalar’ yarı-sömürge ülkelerin emperyalizmle beraber girdikleri fasit dairenin taşlarıdır ve kuşkusuz daire bunlardan ibaret değildir.

Bütün yarı-sömürgeler benzer bir fasit dairenin içine hapsolmuştur ve her birinde bunun oluşumu neredeyse aynı özelliklere sahiptir. Üstelik tarihin daha ileri zamanlarında da bu fasit daireyi sürdüren yapılar, uygulamalar gene aynı özellikler halinde yarı-sömürgelerde giderek kurumlaştırılıp uygulanmıştır.

 Uluslararası Para Fonu (IMF),

Dünya Bankası (DB),

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ),

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (EKİÖ) gibi

belli başlı kuruluşlar tam da bu fasit dairelerin sürgit devamlarını sağlamak üzere örgütlenmişlerdir. Bu kuruluşların tüm ilkeleri yarı-sömürgelerin uymakla yükümlü oldukları kuralları belirlemeye dayalıdır. Güçlü, gelişmiş devletler dışındakilerin bu kurumlarla ilişkisi Lenin’in dikkat çektiği “belli avantajlar”ın gerçekleştirilmesini sağlamaya yöneliktir. Hiç kuşkusuz bu “uluslararası ekonominin, ticaretin düzenlenmesi, krizlere karşı korunması” gibi söylemlerle gerçekleştirilir. Kimin ekonomisi, hangi ekonomi sorularının zaten “verilmiş” ezeli ve ebedi yanıtı var gibi hareket edilir…

 

Oysa emperyalizm can çekişen kapitalizmdir. Lenin tam bu noktada özel bir kavram da kullanmıştır: “Emperyalizmi bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen kapitalizm olarak tanımlamak gerekir.” (a.g.e., s. 128) “Geçiş kapitalizmi…” Kapitalizmin geçmekte olduğuna dair özel bir kavramdır bu.

 Zaten devamında Lenin “iç içe geçme”, “tek başınalığın ortadan kalkması” gibi kavramlarla modern kapitalizmi tanımlamaya çalışan burjuva iktisatçıların dışta olanı, rastgele ve karmakarışık olanı bayağı biçimde kopya ettiklerini anlatıp şu çok özel sonuca varıyor: “Özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri, artık içeriğine uymayan bir kabuktan çıkarılması yapay olarak geciktirilirse kesinlikle çürüyecek olan, bu çürüme durumunu oldukça uzun sürdürse de (en kötü olasılıkla, oportünist çıbanın iyileşmesinin uzun zaman olması halinde) kesinlikle atılacak bir kabuktan ibarettir.” (a.g.e., s. 128-129)

Kapitalizmin, tamamen olgunlaşmış ve artık “bir kabuktan ibaret” bu “geçiş” sürecinde yarı-sömürgelerdeki üreticilerin ekonomisi üzerinde kurduğu baskının sonuçları hiç şüphesiz gelişmekte olan kapitalizm koşullarındaki tüccar sermayesinin  baskısıyla karşılaştırılamayacak derecede yoğun olacaktı. Çünkü, her ne kadar emperyalizmin dev tekelleri ve zor aygıtı olarak göreve hazır devletleri tüccar sermayesi ile aynı işlevi göreceklerse de tüccar sermayesini zamanla kendine tabi kılan kapitalist üretim tarzının gelişmesinin şartlarından artık söz edilemez, o süreç tarih olmuştur, onun yerini can çekişen kapitalizmin, tüm dünyayı sarmış bulunan “egemenlik ilişkisi ve buna bağlı zor” almıştır; serbest, barışçıl, dürüst rekabete hiçbir fırsat kalmamıştır.

 Daha başka bir biçimde söylersek: Feodalizmin çözüldüğü ama kapitalist üretim tarzının da gelişmediği yarı-feodal ülkelerde üreticinin tüccar ve kapitalist halini aldığı devrimci yolun olanağı kalmamıştır. “Üretici sadece mevcut üretim tarzı üzerinden geçinmek yerine üretim tarzını değiştirerek onun kendinde saklı üretkenliği artırmaya” her giriştiğinde artık emperyalizmin her türden ve tam bir hızla gerçekleşen ekonomik baskısıyla karşılaşır. Bu ekonomik baskı eski üretim tarzı esaslarına göre gerçekleşen bir sömürüyü örgütlemektedir. “İlkel sermaye birikimi” artık dev tekellere, emperyalist devletlere doğru transfer edilmek üzere gerçekleşmektedir.

 Oysa biliyoruz ki kapitalist üretimin yerleşebilmesi, iki ayağı üzerine dikilebilmesine kadar “özgün emekçiler” gerektiriyorsa aynı derecede bu özgün emeğin, onun çalışmasını, üretmesini, yani artı-değer yaratmasını sağlayacak bir sınıfın servet birikimini gerektirir. Emperyalizm her alanda ve her düzeyde bu servet birikiminin üzerinde söz sahibi güçtür. Tüm üretim sürecinin emperyalizmin denetimindeki ağlarla sarmalandığı yarı-feodal ülkelerde yaratılan artı-değere ve artı-emek ürününe el koyan çoğunlukla dolaylı yollardan ama yer yer de doğrudan emperyalist tekeller ve onların işbirlikçisi egemen “yerli” sınıflardır.

Egemen yerli sınıfların ise feodalizmin artıkları ve yabancı sermayenin bu ülkelerdeki uzantıları, bağlıları, temsilcileri olan güçler oldukları açık olmalıdır. Hemen belirtmeliyiz ki emperyalizmin esas olarak tefeci karakterdeki, daha somut ifade edersek para ranta dayalı sömürüsü ne emeğin artı-değer yaratmayı sürdürdüğü gerçeğini ne de artı-değerin tek gerçek yaratıcısının halen emek olduğu tezini reddetmeyi içerir. Bu sadece kapitalizmin emeğin örgütlenmesi ve üretici güçlerin gelişmesindeki etkin rolünün artık tarih olduğu anlamına gelir. Kapitalizm, emperyalizm aşamasında “artık içeriğine uymayan bir kabuktan … ibarettir”.

 Elbette emperyalizmi, gelişmiş olduğu ülkelerdeki dev tekellerle, buradaki sermaye ile sınırlı değerlendiremeyiz; o dünyanın her yerinde aynı özelliklerle bulunur hatta bu özellikleri kurduğu egemenlik ilişkilerine bağlı zor yoluyla kabul ettirir. Dolayısıyla emperyalizmin feodalizmin çözülmeye yüz tuttuğu hatta çöküş halinde olduğu ülkelerdeki amacı buraları kapitalist üretim tarzı esaslarına göre yani emeğin örgütlenmesini ve üretim araçlarının gelişimini sağlayacak biçimde değiştirmek olmaz. Tam aksine mevcut üretim tarzının korunması, bununla beraber kendi atıl duruma gelmiş fazla sermayesini kullanarak tüm değerleri sömürmek onun doğal amacı haline gelir. Bu ülkelerde yaratılan artı-değere el koymanın kaçınılmaz sonucudur aynı zamanda yarı-feodalizm.

O halde sömürgeleştirme ve yarı-sömürgeleştirme; yarı-feodal ekonominin, feodalizmden kapitalizme doğru bu geçiş evresinin, başka bir ifadeyle -ve Lenin’in emperyalizme dair tanımının içeriğine göndermede bulunmak niyetiyle- “geçiş feodalizminin, daha doğrusu can çekişen feodalizmin” tam destekçisi, bir tür paydası olarak değerlendirilmelidir. Emperyalizme bağlı kapitalizmin gene yarı-feodal toplumun esas unsurlarından biri olduğu da bu durumda kendiliğinden anlaşılacaktır. Tekrarlamak gerekirse eğer emperyalizmin feodalizmin çözülmekte olduğu ama kapitalizmin de gelişmediği ülkelerde neden olduğu sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Emperyalizmin saldırıları ve kurduğu tüm ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ilişkiler bir yandan feodal toplumun çözülmesini ve kapitalist unsurların gelişmesini hızlandırmış böylece yarı-feodal toplum düzeyine gelinmesini sağlamış diğer yandan bununla tam uyumlu olarak ülkeyi yarı-sömürgeleştirmiştir. Yarı-feodal ve yarı-sömürge bir ülkenin bu iki özelliği birbirini destekleyen özelliklerdir. Çoğunlukla emperyalizmin neden olduğu kapitalizm yönündeki çözülme yanlış yorumlanır. Hatta sadece emperyalizmin neden olduğu çözülme değil ayrıca feodalizmin kendiliğinden gerçekleşen çürümesi de zaman içinde artan dağılmaya yüz tutmuş hali de yanlış bir yorumla kapitalist üretim tarzının galebe çalması olarak yorumlanır.

Oysa feodalizmin çözülmesi kendiliğinden kapitalist üretim tarzının yerleşmesi olarak tanımlanamaz. Kapitalist üretim tarzının özgün bir üretim ilişkisi olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizm küçük üretim tarzı temelinde, üreticinin üretim sürecindeki saklı üretkenliği açığa çıkarmasıyla ama tabii ki bunu koşullayan diğer belirleyici etmenlerin varlığı sayesinde gelişebilmiştir ve feodalizmin çözülmesi bu süreçle eş zamanlı değildir.

Dolayısıyla can çekişen feodalizm koşullarında kapitalist üretim tarzının gelişmesi ayrıca değerlendirilmelidir. Türkiye topraklarında feodalizmin çözülme süreci küçük üretim temelinde adım adım gelişen kapitalist üretim tarzının galebe çalmasıyla tamamlanmamıştır. Bu çözülmeyi hızlandıran ve “özgün” bir kapitalizm geliştiren güç emperyalizm olmuştur.

Bu da karşımıza komprador kapitalizmi çıkarmıştır yani emperyalizme bağlı kapitalizm; yarı-feodal temel üzerinde gelişen, üreticinin “doğal tarımsal ekonomi ve ortaçağların kent sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini aldığı” (Marks, 2009, s. 293) ve “gerçekten devrim yapan yol”dan (aynı yerde) gelişen kapitalizm değil tekelci kapitalizmin tahakkümü altında gelişen, geç doğmuş, feodalizme bağlı bir kapitalizm.

İbrahim yoldaşın dikkate değer bir titizlikle Lenin’den yaptığı alıntıyı açıklarken vurguladığı gibi “Lenin’in (‘ihraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği Programa Dair ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır.

Böylece … dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek…’ derken, -b.n) sözünü ettiği ‘kapitalizm, komprador kapitalizm dediğimiz, emperyalizme bağlı kapitalizmdir.”

Mao Zedung’un ayırt edici, Marksizm-Leninizm bilimine bir katkı niteliğinde olan bürokratik kapitalizm tezinin temelini işte bu koşullar oluşturmaktadır.

İbrahim yoldaş komprador burjuvazinin Türkiye’deki sürecini Şnurov’un “Türkiye Proletaryası” adlı broşürü ve kendi gözlem ve soruşturmalarından hareketle genel olarak ortaya koymuştur.

 Biz bunlardan belli başlı kimi özellikleri tezlerimizin temelleri olarak yineleyelim:

 “Stalin yoldaş, Yeni Demokrasi kitabında Mao Zedung yoldaşın yaptığı alıntıda ‘Kemalist devrim, üst tabakanın, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir’ demektedir.” (vurgu İbrahim yoldaşa ait) “ (…) ‘üst tabaka’ İttihat ve Terakki içinde palazlanmış olan, önce Alman emperyalizmine, yenilgisinden sonra da İngiliz-Fransız emperyalizmine yaklaşan, ‘Türk komprador burjuvazisinin’ ta kendisidir.” “Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subay ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz.

İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlamasıyla ittihat ve Terakkiciler Alman emperyalizmiyle iş birliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan, genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İttihat ve Terakki Partisi birincilerin menfaatini temsil ediyordu.

 İttihat ve Terakki Partisi, Alman emperyalizmin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi), I. Emperyalist Paylaşım Savaşı (EPS) yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç ve gereçleri alım satımı vagon tekeli, zaruri ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.

 Bunlar, Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi karşısında, İtilaf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.” “İşte Stalin yoldaşın üst tabaka dediği bunlardır.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 82-83) “Yine Şnurov yoldaş, ‘ağalar aynı zamanda tarım ürünlerini toptan satın alan büyük ticaret firmalarının acenteleri durumundaydı’ diyor.

 O yıllarda, ‘büyük ticaret firmalarının’, geniş ölçüde emperyalistlerin kontrolünde veya elinde olduğu da bilinen bir gerçektir.” (a.g.e., s. 83) Kemalist devrimden sonra da Türkiye’nin yarı-sömürge olarak kaldığını belirten İbrahim, sultanlığın kaldırılmasının, emperyalistlere tanınan ayrıcalıklardan bazılarına son verilmesinin ekonomik yaşamda hemen hiçbir şeyi değiştirmediğini gene Şnurov’dan hareketle ortaya koyar: “Gerçi yabancılar, bu serbest ticarette Türk vatandaşlarından fazla ya da özel herhangi bir hakka sahip değildi. Fakat bu, eşit olmayanlar arasında eşitlikti. Yani güçlü Avrupa sermayesi nasıl olur da Türk sermayesine eşit olabilir? Doğaldır ki hiçbir eşitlik söz konusu olamazdı.

Gerek Türk sermayesi gerekse de yabancı sermaye ile yeni yeni tesisler kuruluyordu.’” (a.g.e., s. 85) “‘Türkiye’nin en büyük kapitalistleri, yabancılardır. Bütün maden işletmelerinden başka, bir de demiryollarının büyük bir kısmı ve tarım ürünlerini işleyen fabrikaların çoğu yabancıların elindedir!’” (a.g.e., s. 85) “Türkiye, az gelişmiş, yarı-sömürge olan bir ülkedir.

 Türk işçisi ve köylüsünün sırtından Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri servetler sağlıyorlar.” (a.g.e., s. 85) İbrahim yoldaş Türk burjuvazisinin durumunu Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da şöyle açıklamıştır: “… eski toprak ağalarının önemli bir kısmı da hâkimiyetini devam ettirmektedir. Hâkimiyet kuran yeni Türk burjuvazisinin bir kısmı, komprador niteliğini zaten eskiden beri taşımaktadır.

Buna işaret ettik.

Diğer bir kısım burjuvazinin komprador niteliği ise Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır. Türk burjuvazisinin emperyalizmle savaş yıllarında gizli kapaklı başlayan siyasi işbirliği, savaştan sonra iktisadi alanda da gelişmiş ve zaten tasfiye edilmeyen yarı-sömürge yapı, bu işbirliğini daha da kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, elbette Türk burjuvazisinin içinde taşıdığı kötü niyetten ötürü değildir.

Eşyanın tabiatı icabıdır. Büyük ve bol sermaye batılı emperyalist burjuvazinin elindedir. Onunla rekabet etmek ölüm demektir, elverişli bir paya razı olarak onunla işbirliği etmek, en çıkar ve kârlı yoldur…” (a.g.e., s. 86) Şnurov yoldaşın da aynı gerçeğe dikkat çektiğini şu alıntıyla gösteriyor: “Eninde sonunda birçok Kemalist, türlü yabancı firmalarının ortağı oluyor.

Bu yabancı firmaları da hükümet organlarıyla sıkı ilişkisi olan, isim sahibi memurlardan ve ortaklardan yararlanıyor.” (a.g.e., s. 86) Bütün bu alıntılar ve daha sunulabilecek benzer içerikteki sayısız veri Türkiye’de kapitalizmin yabancı sermayeye (özel olarak belirtmek gerekirse Batı Avrupa sermayesine) bağlı, geç doğmuş ve yarı-feodal bir temel üzerinde yükselmiş olduğunu gösteriyor.

 Bu koşullarda kapitalizm feodalizmin tasfiyesini gerçekleştiremezdi. Kuşkusuz feodalizmde çözülmeyi hızlandırır; kapitalizmin koşullarını geliştirip meta ekonomisini yaygınlaştırırdı fakat feodalizmin tasfiyesi için gerekli zorunluluk üretim tarzının değişmesidir. Yabancı sermayeye bağlı kapitalizm ise üretim tarzındaki değişimin, üretimdeki saklı üretkenliğin açığa çıkması ile gelişen yeni tarzın ürünü değildir.

Marks tüccar sermayesi için şu tahlili sunmakla bu konuda yol göstericidir: “Tüccar sermayesi, gelişmemiş toplumlar arasında ürünlerin değişimini teşvik ettiği sürece, ticari kâr yalnız bir dolandırıcılık ve aldatma olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda büyük ölçüde bundan doğar.

Bu sermayenin çeşitli ülkelere ait ürünlerin fiyatları arasındaki farkı sömürmesi olgusu bir yana (ve bu bakımdan o, metaların değerlerini eşitleme ve saptama yönünde bir eğilim taşır), tüccar sermayesinin, kısmen esas olarak kullanım-değeri üretmeye devam eden ve ürünlerin dolaşıma giren kısmının satışıyla ilgili ekonomik örgütlenmelerinin ve dolayısıyla da ürünlerin değerleri üzerinden satışının ikincil derecede önem taşıdığı topluluklar arasında bir araç olarak ve kısmen de bu eski üretim tarzları içerisinde tüccarın ilişki içine girdiği, artı-üretime belli başlı sahiplerinin, yani köle sahiplerinin, feodal beylerin ve devletin (örneğin doğulu despotun), Adam Smith’in daha önce aktarılan feodal zamanlarla ilgili pasajlarında doğru olarak sezinlediği gibi, tüccarın tuzağa düşürmeye çalıştığı tüketim zenginliğini ve lüksü temsil etmeleri nedeniyle, o üretim tarzları, tüccar sermayesinin artı-ürünün büyük bir kısmına el koymasına yol açar.

Egemen bir duruma ulaştığında tüccar sermayesi her yerde bir yağma düzeninden yanadır ve bu nedenle, eski ve yeni zamanlarda tüccar uluslar arasında gösterdiği gelişme, daima yağmayla, korsanlıkla, köle hırsızlığı ile ve sömürgelerin ele geçirilmesi ile doğrudan doğruya el ele gitmiştir.” (Marks, 2009, s. 290-91) Marks, tüccar sermayesinin üretimden ayrı olarak dolaşım sürecinin işlevleriyle ilgili olduğunu belirttikten sonra bu sermayenin egemen üretim tarzını nasıl ve neden olduğunu belirttikten sonra bu sermayenin egemen üretim tarzını nasıl ve neden desteklediğini anlatır. Bununla beraber, gene tüccar sermayesinin eski üretim tarzı üzerindeki etkilerini konu eder.

Marks tam da bu noktada yol gösteriyor bize.

Konumuz özgülünde esas sermaye yabancı sermayedir. Bu sermaye kapitalist üretimin yarattığı, büyüttüğü bir sermaye olarak kapitalist sermayedir. Bu sermeyenin yarı-sömürgelere ihracı tüccar sermayesinin işlevini yüklenir. Amaç kapitalist üretim tarzını geliştirmek değil, büyümektir.

Bunun yolu da yarı-sömürgelerdeki hammaddeye, ucuz iş gücüne, yaratılan artı-değere, artı-ürüne el koymaktır. Bunun için ekonomik çalışmaları artırır, para dolaşımını hızlandırır, bu ülkeleri gitgide daha fazla değişim değeri üretmeye teşvik eder vs. Ne var ki bunlar üretim tarzı üzerinde doğrudan etki edecek olaylar değildir.

 Her türlü üretim tarzı üzerinde bu olayların gelişmesi mümkündür. Bunların üretim tarzı üzerindeki etkisini nihayet üretim tarzının niteliği, iç sağlamlığı belirleyecektir. Marks yoldaşın tüccar sermayesinin eski ve yeni zamanlarda yağmayla, korsanlıkla, köle hırsızlığı ile sömürgelerin ele geçirilmesiyle el ele olduğu tespiti bize yabancı sermayenin de konumunu gösterir. Yabancı sermayenin tüm ortaklıkları, tüm yatırımları, tüm anlaşmaları “sömürgeleştirme” esaslarını içerir ve özellikle de mevcut üretim tarzının esaslarına uygun bir ilişki ile şekillenir.

Tam da bu nedenle, yabancı sermayenin egemenliğinde, kapitalist üretim tarzının neden olduğu sanayi devrimi yarı-sömürgelerde “asla” gerçekleşmemiştir! Böyle bir devrimi koşullayan etmen, birçok alandaki gelişmeyi, keşfi içermekle beraber ancak ve sadece “zaten var olan kapitalist üretim tarzı”ndan başka bir şey değildir.

 Yarı-sömürgelerin büyük çoğunluğunda bu belirleyici “etmen” oluşmamıştır. Yarı-feodal temel üzerinde emperyalizme bağlı kapitalizm para sermaye ve meta sermaye üzerinden bir işleyişle sömürüyü kalıcılaştırmıştır. Gelişmiş kapitalizmde para sermaye üretim sermayesinin oluşmasına, üretim sermayesi meta sermayesinin yaratılmasına ve meta sermaye de para sermayesinin gerçekleşmesine doğru hareket eder.

Ancak bu işleyiş emperyalizm döneminde sıklıkla aksar çünkü kapitalizmin bu aşamasında kâr oranının düşme eğilimi esastır ve kriz koşullarında bu üç sermaye türü birbirinden sıklıkla ayrılır. Yarı-sömürgelere üretim sermayesinin taşınması esasen olanaksızken para sermayenin ve meta sermayenin akışkan özelliği bu sermayelerin taşınmasını kolaylaştırır. Bu özellik kapitalist üretim tarzının “ulusal” karakterini de açıklar. Burada Marks’ın kapitalizmin “kâr haddinin düşmesine” dair yasasını kavramak önemlidir.

 Özellikle emeğin üretkenleşmesini sağlayan makineleşmeye yönelik eğilim artı-değerin metada gerçekleşme oranını azaltır. Daha büyüyen sermaye oranına rağmen ücretli işçinin emeği aynı düzeyde kalır ya da daha fazla azalır. Bu durum kâr oranlarında azalma anlamına gelmektedir.

Emperyalizm çağında kapitalizmin bu yasası daha etkili ve güçlü bir şekilde kendisini gösterir. Bu durum emperyalizmin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde izlediği politikayı anlamak için önemlidir. Bu bildiğimiz anlamda kapitalizmin buralarda gelişmesinin önünde var gücüyle engel olması anlamına gelmektedir.

Emperyalizm sömürge ve yarı-sömürgelere yeni üretim tarzını taşımaz ama yeni üretim tarzının hemen tüm türevlerini taşır. Para sermaye ve meta sermaye bu nedenle her türlü sömürge ve yarı-sömürge ülkede, bu ülkelerin maddi üretim koşullarıyla, teknolojik gelişmişlik seviyeleriyle, sermaye birikimleriyle kıyaslanamaz derecede çeşitli ve yoğun olur. Para sermaye ve meta sermayenin oradan oraya dolaşabilir oluşu ve sürekli artan yoğunluğu çoğunlukla bunlar üretim sermayesi gibi değerlendirilerek konu edilmektedir.

 Oysa bu sadece bir yanılgıdır. Emperyalizmin meta sermaye ama özellikle de para sermaye dolaşımı saye- Programa Dair 51 sinde sağladığı sömürü, bu sermayenin girdiği her yerdeki mevcut üretim tarzı üzerinde kurduğu denetim sayesinde gerçekleşir. Bu noktada devletlerin de belirleyici bir rolü vardır. Emperyalizmin komprador karakterdeki işbirlikçilerinin yarı-feodal ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi belirlediğini, feodalizme bağlı ve emperyalist tahakküm altında bir kapitalizmin oluştuğunu belirttik. Bu oluşumun gelişmesinin belli bir aşamasında devlet aygıtıyla bütünleşmesi de gerçekleşir. Lenin yoldaşın sözünü ettiği “ilişkiler” bu noktada özellikle dikkate değerdir. Çünkü emperyalizm belli avantajlar edinirken de bunları gerçekleştirirken de kaçınılmaz olarak devlete gereksinim duyar. Zaten var olan devletin bu gereksinimi karşılayacak olması olsa olsa tepside sunulmuş bir nimet olabilir aksi halde bu ilişkilere uygun devlet için çalışılır! Komprador kapitalistlerin, toprak ağalarının ve tefeci-tüccar sermayesinin bütününü Mao yoldaş bürokratik kapitalizmin temeli olarak kavramıştır ve bu sermayenin devlet aygıtıyla bütünleşmesi bürokratik burjuvazinin gelişmesinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Devlet olmadan varlığını koruyamayacak olan sermaye kaçınılmaz olarak bürokratik burjuvazisinin, toprak ağalarının, büyük tefeci-tüccar sınıfının hizmetine koşulur hem de bu hizmetin ürünü olarak “bürokratik burjuvazi” dediğimiz yeni bir kliğin meydana çıkması sağlanır. “Söz konusu olan, bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu.

 Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak ve bunları kendi hizmetine koşarak, bu alanlarda rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla daha da insafsızca sömürüyordu… Öte yandan tekelci-devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi, müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerek, burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bürokrat burjuvaziyi doğuruyordu.” (İ. Kaypakkaya, 2012, s. 91) Marks’tan yaptığımız alıntıda tüccar sermayesinin egemen bir duruma geldiğinde, her yerde yağmadan yana olduğu belirtilmişti.

Hiç şüphesiz ki bu özellik tüccar sermayesinin üretken olmayan yapısından kaynaklanır. Doğal olarak “üretilen” zenginliğe yönelmek, artı-ürünü ele geçirmekten başka bir eğilim göstermez. Bu özellik, aynı niteliğe sahip olduğundan bürokratik burjuvazinin sermayesi için de geçerlidir. İbrahim yoldaş Şnurov’dan hareketle bu sermayenin komprador burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci-bezirgân sermayesinden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.

 Bunun aksini gösteren hiçbir veri de bulunmamaktadır. Tam da bu nedenle, yani bu sermaye türü dışında, kapitalist üretim tarzına dayanan bir burjuva sermaye oluşmadığı için “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” gibi kökten yanlış bir tez ileri sürülmüştür. Çünkü kapitalizmin gelişmesi için üretim sürecinden kaynaklanan, mevcut üretim tarzını  dönüştürebilecek nitelikte bir sermayeye gereksinim vardır.

Belirtelim ki mesele bu sermayenin “miktar bakımından” varlığı değildir; mesele hangi ekonomik şartlarda, yani hangi üretim tarzı temelinde bu sermayenin gerçekleşme olanağına sahip olduğudur. Bu sermaye kapitalist üretim tarzını kullanamaz çünkü bu sermaye üretken sermaye değildir, Marks’ın kullandığı kavramla ifade edersek “yağmadan yanadır”. Devletin bu sermaye tarafından kullanılması çoklukla “devlet kapitalizmi”nin hayata geçirilmesi olarak yorumlanmıştır.

 Ancak Osmanlı’nın son döneminde de Cumhuriyet sürecinde de devletin “kendi sermayesi” olmamıştır. Bütün bu dönemlerde sermaye belirli güçlerin elindedir. Üstelik bu güçler emperyalizme borç ödemekle yükümlü bir devlete sahiptirler. Böyle olduğu halde devlet eliyle milli burjuvazi yaratma yeteneğinden söz etmek, egemen güçleri görmezden gelmek dolayısıyla mücadeleyi boşa düşürmekten başka bir anlama gelmez.

Burada özellikle Türk burjuvazisinin tefeci, tüccar, bezirgân karakterine değinmek, bu burjuva sınıfın komprador niteliğiyle feodal kalıntılarla kol kola girme zorunluluğunu, emperyalizm çağında nasıl varlık koşulu yaptığına değinmekte fayda var. Tefeci ve tüccar sermayesinin temel yapısı ve özelliklerine ana hatlarıyla değindik.

 Marks Kapital Cilt III’te bu burjuva sınıfın özelliklerine dair şunları ifade etmiştir: “Tefeci sermayesi üretim biçimini mahveder, üretim güçlerini geliştirmek yerine onları felce uğratır, aynı zamanda kapitalist üretim biçimindekinin tersine emeğin toplumsal üretkenliğinin, emeğin kendisinin harcanması pahasına gelişememesinin sefil koşullarını sürdürür...

Tefeci sermayesi sermayenin özelliği olan sömürü yöntemlerini ne var ki onun üretim biçimi olmadan, kullanır. ... Faizcilik yoluyla (tefeci-çn) para birikimini sermayeye, yani artı-emeğe tümüyle ya da kısmen el koymanın bir aracına dönüştürür ve benzer şekilde, görünüşte başkasının mülkiyetinde kalsa dahi, bizzat üretim araçlarının bir kısmına el koymanın bir aracına dönüştürür. Tefecilik üretimin gözeneklerinde yaşar.” (s. 596-598)

Tefeci, tüccar sermayesinin temel özelliğini Marks kapitalizmi geliştirmek olarak koymaz. Kapitalizmin gelişmesinde tarihsel bir rol oynaması olarak belirler. O para-sermayeyi merkezileştirir, üretim biçimini ve üretim ilişkilerini asla değiştirmez. Hâkim olan üretim ilişkisi içinde varlığını korur, sürdürür. Ona bir vampir gibi yapışır, kanını emer, onu zavallılaştırır ve kendini yeniden üretme kabiliyetinden yoksunlaştırır. Kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinde tüm mülkiyet ilişkilerini çözüp dağıttığı, parçaladığı oranda kapitalizmin gelişimi için bir rol üstlenerek tarihsel anlamda ileri bir durumun oluşmasına zemin hazırlar.

Kapitalizmin tüm toplumsal yaşamda, üretim faaliyetlerinde etkinliğini kurmasıyla birlikte kapitalist üretime yani sanayi kapitalizmine tabi olur. Onun belirlediği kurallar çerçevesinde, onun üretiminin gerçekleşmesinde bir asalak olarak varlığını sürdürür. Ancak kapitalistleşmeyi sağlayan, egemen olan bir öge olarak değil ona bağlı ve bağımlı bir unsur olarak bunu yerine getirir.

Tefeci, tüccar sermayesinin en özgür geliştiği ve palazlandığı zemin ise bilindiği üzere küçük üreticinin varlığıdır. Küçük üretici ne kadar geniş ve yaygınsa tefeci, tüccar sermayesinin gücü o oranda fazladır, kendini gerçekleştirme olanağı o kadar güçlüdür. Tefeci sermayesi bu yüzden feodal üretim ilişkilerinde feodal mülkiyetin çözülmesi ve küçük üretimin gelişmesinde bir rol oynar. Küçük üretim aynı zamanda kapitalist ilişkilerin üretim ve sosyal zeminidir. Kapitalizm toplumsal üretim koşullarına kavuşmadan önce kapitalist gelişmenin ekonomik, sosyal ve siyasal zemini, feodal mülkiyet biçimlerinin tipik parçalanmasının sonucu ortaya çıkar.

Marks Kapital Cilt III’te “...Bu üretim biçiminin tam gelişmesi için toprak mülkiyeti, zanaatkâr üretiminin özgür gelişimi için aletlerin mülkiyeti kadar zorunludur. İşte bireysel özgürlüğün gelişmesinin temeli budur. (Küçük köylü mülkiyeti-çn.) Tarımın kendisinin gelişmesi için zorunlu bir geçiş aşamasıdır.” (s. 807) şeklinde tanımlıyor küçük üretim biçimini.

Lenin ise “Küçük üretim nedir? En alışılmış cevap, küçük üretimin ücretli-emek kullanmayan üretim olmasıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 16, s. 431) Küçük üretimin yarattığı genel etkiye ise Marks Kapital Cilt I’de şu şekilde değinmektedir: “Emekçinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, ister tarımsal, ister manifaktürel, ister her ikisi olsun, küçük işletmenin temelidir; küçük işletme, genel toplumsal üretim ile emekçinin kendisinin özgür kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur. Kuşkusuz bu küçük üretim tarzı, kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkisi altında da vardır.” (s. 725)

 Marks ve Lenin yoldaşın küçük üretimin toplumsal gelişim ve üretim sürecinde oynadığı role dair bu belirlemeleri akıldan çıkarılmamalıdır. Zira küçük üretimin yaygınlığı ve gücü feodal üretim ilişkilerinin parçalanmasına, kapitalist ilişkilerin hâkim olmasına tarihsel olarak zemin sunmuştur. Ancak kapitalist özel mülkiyet ve sermayenin birikim ve gelişim eğilimine uygun olarak etkisi zayıflayan küçük üretim, kapitalizmin toplumsallaşan üretim ilişkilerine fayda ürettiği sürece ve sermaye birikim ve yeniden üretim sürecinin ihtiyacına uygun olarak varlığını koruyabilir, varlık düzeyi bu sınırlar içinde belirlenir.

Marks, kapitalist özel mülkiyet ile toplumsallaşmış üretim arasındaki ilişkide mülksüzleştirmeye dayalı kapitalist yasanın eğilimi içinde küçük üretimin tasfiye edilerek gelişmesine dair Kapital Cilt I’de şunları ifade etmektedir: “Bu üretim tarzı, ancak, dar ve ilkel sınırlar içerisinde hareket eden bir üretim sistemi ve toplum ile bağdaşabilir.

Bunu sürgit hale getirmek, Recqueur’ün haklı olarak dediği gibi, ‘aleladeliğin evrenselliğini ilan etmek’ olur. Zaten gelişmenin belli bir aşamasında, çözülüp dağılmasına yol açacak maddi öğeleri de yaratmış olur. O andan başlayarak, toplumun bağrında yepyeni güçler ve tutkular filiz verir, ama eski toplum düzeni bunları engeller ve baskı altına alır.

Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir. Bunun yok edilmesi, yani bireylerin malı olan değişik üretim araçlarının ve yoğunlaşmış biçimler haline, pek çok insanın cüce mülkiyetinin birkaç kişinin dev mülkiyeti haline dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan, geçim araçlarından ve emek araçlarından yoksun hale getirilmesi, halk yığınlarının bu korkunç ve ıstıraplı mülksüzleştirilmesi işlemi, sermayenin tarihinin başlangıcını oluşturur.

Bu bir dizi zor yöntemini içerir ve biz, bunlardan, yalnızca ilkel sermaye birikimi yöntemi olarak çağ açıcı olan bazılarını gözden geçirmiş bulunuyoruz. Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Yalıtılmış, bağımsız emekçi bireyin, deyim yerindeyse, kendi emek koşullarıyla kaynaşmasının sonucu olan özel mülkiyetin yerini, öbürlerinin itibarı olarak özgür emeğinin yani ücretli-emeğin sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet alır.” (s. 726) İster tarımda isterse manifaktür biçimde olsun küçük üretici kapitalizmin yıkıcı rekabeti, tekelleşme eğilimi, mülksüzleştirme ve sermaye birikimi oluşturma tutkusu ile parçalanmaya, daraltılmaya ve belli bir tasfiyeye kapitalist üretim ilişkilerinde maruz kalır. Kuşkusuz küçük üreticinin Marks’ın bahsettiği biçimde acımasız ve vahşi biçimde mülksüzleştirilmeleri her kapitalistleşme süreci için zorunlu bir yasa değildir.

Yine Marks’ın belirttiği gibi her ülkenin kendi tarihsel, sosyal koşulları ve durumu kapitalizmin gerçekleşmesi ve gelişimini belirleyen bir durum yaratır. İngiltere’de başka türlü, Fransa’da başka türlü olmuştur. Zira küçük üreticiler Fransa’da kapitalist ilişkiler içinde, kapitalizmin etkin bir unsuru olarak varlığını sürdürüp korumayı başarırken İngiltere’de küçük üretici üretim araçlarından en vahşi biçimde koparılarak emek pazarına sürülmüştür. Bu durum kapitalizmin, üretim ilişkilerini belirleyen yasaları ve onun eğilimlerinin ortak özelliğini yok saymaz. Kapitalizmin meta üretimi ve sermaye birikimine dayalı üretim ilişkisinin her toplumun kendi özgünlüğünde gerçekleştiğini ispatlar.

 Osmanlı Devleti’nin son döneminden itibaren toprak mülkiyetinde, küçük üretime dayalı bir parçalanma tefeci, tüccar sermayesinin gelişimine paralel ve kapitalist gelişme yolundaki adımlarla ciddi düzeyde gerçekleşmiştir. Osmanlı’da ticaret ve tefecilikle palazlanan sınıflar, bir yandan feodal mülkiyet biçimini çürüten ve ona bir asalak gibi yapışan diğer yandan kapitalist sömürgeci devletlerin yoğun meta ihracına paralel olarak onlara sıkıca bağlanan bir karakter kazanmıştır. Emperyalizmin sermaye ihracı ile bu süreç hızla boyut kazanmıştır.

 Osmanlı’nın son dönemi tefeci, tüccar sermayesinin kapitalist ilişkilerin gelişmesine paralel olarak emperyalizme bağlı komprador niteliğinin keskinleşmesine ve bir karakter kazanmasına neden olmuştur. Feodal mülkiyet ilişkilerinin tüm kalıntıları, ekonomik yaşama yön verecek, emeğin gasbedilme biçiminde belirleyici olacak, tefeci tüccar sermayesinin bağımsız gelişmesine Programa Dair 55 temel oluşturacak şekilde kendini yeniden üretme koşulu olmuştur.

Kapitalist sömürgeciliğin meta ihracı ve kesintisiz şekilde bu sömürgeciliğin emperyalist karakter kazanmasıyla sermaye ihracının yoğunlaşması ilk birikim, ilkel birikim sürecinin tümüyle berhava edilmesini getirmiştir. Emperyalist sermaye, kendi iç çelişkileri ile ilkel birikim sürecine girmiş olan Osmanlı toplum yapısını iki zıt yönde etkilemiştir: Birinci olarak, emperyalist sermaye doğal ekonomiyi sarsarak, yerel pazarları birleştirerek, proletaryayı yaratarak, meta dolaşımını ve giderek meta üretimini yaygınlaştırarak yıkıcılık görevini üstlenmiştir.

Böylece ilkel birikim sürecini kendisine tabi ve bağımlı hale getirerek hızlandırmış, kapitalizmin objektif şartlarının yaratılmasını sağlamıştır. Fakat diğer yandan hammaddeleri talan ederek, borçlandırarak, biriken ilkel sermayeyi çekip götürerek, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini destekleyerek ve ulusal bir sanayinin gelişmesini engelleyerek toprağına bastığı kapitalizmin gelişmesinin önüne dikilmiş; toplumsal emeği geri üretim ilişkileri içine hapsetmeye çalışmıştır.

Emperyalizmin bu iki zıt yönlü etkisi, tekelci sermayenin, mali sermayenin birikmesini yöneten kanunundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu emperyalizmin kendi iç çelişkisidir. Bu süreci gerçekleştirirken ise yerel bağlı burjuvazi, kapitalizm öncesi dönemin egemen güçleri olan toprak ağalarıyla ittifaka gitmiştir.

Bu emperyalizmin asalak, tefeci karakterinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış tarihsel bir ittifaktır. Bu durum hiç kuşkusuz Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte özellikle Ermeni, Rum katliamı ve soykırımları ile Türk komprador burjuvazisinin ve toprak ağalarının, ticareti elinde bulunduran Ermeni, Rum burjuvalarının sermayelerini devşirip palazlandığı ama Osmanlı’nın bakiyesi olarak var olduğu yeni zeminde devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti emperyalist boyunduruğu kabul ederek Osmanlı’dan devraldığı ekonomik ve sosyal temeli koruyup yeni bir siyasi biçimle şekillenen bir devlet olmuştur. Toplumsal yapıda kapitalist gelişme artık tefeci emperyalist sermayenin ihtiyaçları, Türk komprador burjuvazisinin ve büyük toprak ağalarının tarihsel ittifakının çıkarlarına uygun bir gelişme seyrini koruyarak devam etmiştir. Tefeci, tüccar sermayesi niteliğindeki Türk komprador burjuvazisi bir yandan feodal ilişkilerde sancılı da olsa bir çözülme sağlarken diğer yandan emperyalist mali sermayenin Lenin yoldaşın ifadesiyle “muazzam bir tefeci sermaye” karakterine bağlı niteliğiyle kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ya da feodal kalıntıları koruyan ve yeniden üreten bir durum oluşmasını sağlamıştır.

 

Emperyalist sermayenin mutlak egemenliği ve ona bağlı komprador burjuva sermayesi, köylülükteki farklılaşmayı, köylülerin feodal zincirlerden kurtulmuş özgür üreticiler olmasını sağlamak bir yana onu köstekleyen ve zincirleyen bir durum yaratmıştır. Lenin yoldaşın Rusya’da kapitalizmin gelişimi adlı kitabında belirttiği “tüccar ve tefeci sermayesinin bağımsız gelişimi, köylülükteki farklılaşmayı geciktirir” tespiti artık yarı-feodal üretim ilişkilerinin emperyalizm çağında bir özelliği olmuştur.

Emperyalist sermaye, kendine bağlı komprador kapitalizmi yüksek kâr hırsıyla zorunlu ve doğal olarak palazlandırmıştır. Ancak bu palazlandırma kapitalizmin gelişimini değil yarı-feodal üretim ilişkilerinin gerçekleşmesini sağlayan bir nitelik olmuştur. Köylülüğün farklılaşmasında artık devrimci yol dışında bir yol kalmamıştır.

 Komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları, emperyalist sermaye ve devlet gücüyle toprak mülkiyetinde egemen olan ve yarı-feodal biçimlerle emeğin gasbedildiği küçük üreticiye vampir gibi yapışarak onu soluksuz ve takatsız bırakmış ve onu başkalaşma yolunu tümüyle tıkayan ve tüm toplumsal, iktisadi ve sosyal yaşamı belirleyen yarı-feodal ilişkilere hapsetmiştir.

Bu durum feodal döneme ait şehirlerdeki küçük meta üreticisi manifaktür işletmeler içinde geçerlidir. Emperyalist tefeci sermayenin yüksek kâr hırsı ve ondan bir miktar pay alan komprador burjuvazinin kolay vurgun hevesi tefeci sermayenin tüm üretimin gözeneklerine sızmasını, tüm toplumsal ilişkilere sirayet etmesini sağlamıştır. Bu asalak sermayenin ülkemizde sömürüsünü gerçekleştirmesi yarı-feodal üretim ilişkileri içinde gerçekleşmektedir. Osmanlı’nın son döneminden bugüne toprak mülkiyetinde esaslı bir değişim sağlamadığı gibi yoksul ve orta köylüyü üretim araçlarından yoksun bırakmaksızın sırtına bir asalak gibi yapışarak var olduğu zemini yaratmıştır. Feodal mülkiyet ilişkilerinde yarattığı çözülme âdeta bir fasit daire gibidir. Kapitalist yoldan başkalaşamayan köylülük, devlet eliyle kooperatif, banka gibi tefeci ağının pençesinde yoğun bir emek gaspına ve sömürüye tabi olmaktadır.

 Ürettiği ürün meta olarak pazara sunulan köylülük, sermayeleşemeyen ürününü özgür üretici statüsünde üretemeyen bir sürece mahkûm olmuştur. Üretim ilişkisinde belirleyici olan mülkiyet biçiminde ise Osmanlı’nın son döneminden bugüne esaslı bir değişim olmadığı gibi 1952 ile 2013 verileri kıyaslandığında toprağın parçalanmışlığı ve mülkiyet ilişkisi bire bir aynı görünmektedir. Yüzdelik bazda 1-2 puan oynama dışında esaslı bir değişiklik söz konusu değildir. Toprağın tekelleşmesine yönelik emareler söz konusu olmadığı gibi miras paylaşımına dayalı bir dağılma da söz konusu değildir. Toprak mülkiyetinin değişmemesi, yarı-feodal üretim ilişkilerine dayalı sömürü ve tüm toplum yaşamını belirleyen ilişkilerin muhafaza edilerek tefeci sermayenin çıkarlarının kapitalist biçimlerle azami kâr elde edecek şekilde gerçekleşmesinin zeminidir.

Bir bütün olarak tefeci-tüccar sermayesi ve küçük üretici arasındaki ilişki esas sömürü biçimi olarak egemenliğini sürdürmektedir. Tatlı vurgunlar bu tefecilik ile sağlanmaktadır. Bunun dayandığı sosyal ve ekonomik ilişki ise emperyalizm çağında yarı-feodal üretim ilişkisidir. Devletin yarı-feodal temel üzerinde inşa edilen yağma düzeninde önemli işlevlere sahip olduğu önemli bir gerçeklik olarak değerlendirilmelidir. Bürokratik burjuvazinin devletle bütünleşmesi onun niteliğini kavramak bakımından belirleyicidir.

 Emperyalizme bağlı olarak gelişen kapitalizmin, doğal olarak zaten var olan üretim tarzına göre biçimleneceği açıktır. Sorun bu kapitalizmin hangi üretim tarzıyla buluştuğunun saptanmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist üretim tarzına geçemediği, hatta bu nedenle çöküş yaşadığı bilinir. Aslında çöken bu imparatorluğun dayandığı bütün bir ekonomik sistemdir; feodal, yarı-feodal ekonomik yapı sürdürülemediği için imparatorluk yağmalanmaya açık hale gelmiştir.

Yağmaya gelen ise kapitalist üretim tarzına dayanarak gelişmiş, olgunlaşmış olan emperyalizmdir. Dolayısıyla Türkiye topraklarına gelen yabancı sermaye kapitalist üretim tarzını geliştirmek gibi bir amaca sahip değildir; o tekelcidir ve üretim tarzında köklü bir değişim yapmaksızın hatta doğrudan üreticilerin durumunu, tekelci ve yağmacı karakteri nedeniyle, daha da kötüleştirmek üzere hareket eder.

 Bu nedenle emperyalizme bağlı kapitalizmin “kapitalistleştirme” yönünde bir etkinliği olmaz aksine o kapitalizmin gelişmesini tam da tekelci karakteri nedeniyle baskılar. Bu kapitalizme “emperyalizme bağlı kapitalizm” denmesi daha uygundur. Bağımlı kapitalizm kavramı, her ne kadar “bağlı kapitalizm” tanımını da kapsıyor görünse de önce bağımsız olarak var olmuş veya üretim tarzı olarak gelişmiş ama zamanla bağımlı hale gelmiş kapitalizm tanımına daha uygundur.

Oysa biz kapitalist üretim tarzının oluşmadığı, gelişmediği iddiasındayız. Böyle bir gelişme olsaydı, hiç şüphesiz feodal çözülme kapitalizmin gelişmesi yönünde olurdu. Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” kitabı bu sürecin tüm ayrıntılarıyla anlatımıdır. Bu kitap Rusya’da kapitalist üretim tarzının feodal çözülmenin her biçimine nasıl sirayet ettiğini anlatır.

 Oysa Türkiye’de feodal çözülmeye kapitalist üretim tarzı değil yarı-feodal üretim tarzı, emek-hizmeti biçimleri sirayet etmiştir, etmektedir. Bu nedenle köylülük çözülmeye devam etse de kapitalizm gelişmemektedir, tüm gelişmenin vardığı sonuç sanayileşme, aşırı borçlanma ve kaçınılmaz biçimde artan servet transferidir. Türkiye’nin “büyüyen ekonomisi” denen şey artan borca uygun olarak artan servet transferidir; daha doğru ifadeyle yağmadır! Sonuç olarak: Sosyal ve iktisadi yapının bu gerçekliği, toplumsal yapının önünde üç büyük gerici dağın çıkmasına neden olmaktadır: Emperyalizm, feodalizm ve komprador-bürokrat kapitalizm.

Bu gerici güçler tarihsel bir ittifaka dayanır ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin sürmesinde çıkarı olan bir niteliğe sahiptirler. Bu güçler emeğin özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, bu anlamda üretici güçlerin toplumsal üretim ilişkileri sürecine girmesi ve üretim ilişkilerinin kapitalist biçime dönüşmesinin önündeki engellerdir.

Bu durum tüm toplumsal özgürlüklerin de feodal kalıntılar, emperyalist tahakküm, faşist devlet mekanizmasıyla yok edilmesini doğurmaktadır. Ülkemizde feodal kalıntıların tümüyle yok edilip süpürülmesini sağlayacak aşağıdan yukarı ya da yukarıdan aşağı biçimlerde bir “burjuva demokratik devrim” süreci yaşanmamıştır.

 Bu durum toprak sorununun sürgit devam etmesini, üretim üzerinde feodal kalıntıların egemenlik kurmasını, artı emeğin gasbedilmesinde bu üretim ilişkilerinin belirleyici olmasını sağlamıştır. Köylülerin başkalaşımı feodal kalıntıları ortadan kaldıracak şekilde gerçekleşmemiş, toplumsal yaşama giren kapitalist ilişkiler feodalizmi çözmeye devam etmiş, buna dayalı üretim ilişkilerini çürütmüş, dağıtmış, parçalamış ancak asla tasfiye etmemiştir.

Gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi olanaklı olmayan bu üretim ilişkileri, geriletici, berbat edici, köleleştirici, kör edici, kokuşmuş bir sosyal-iktisadi yapı gerçekliğinin üretilmesini sağlamıştır. Ülkemizin içinde bulunduğu tablo budur. Gelişmeyen ve hâkim olamayan kapitalist ilişkiler, emeğin özgürleşmesi ve gelişiminde, toplumda sınıfsallaşmanın gerçekleşmesinde ciddi engel durumundadır.

Bu şehirde ve kırda tüm toplumsal ilişkilere, ona bağlı sınıf ilişkilerine, üretim biçimine, emeğe el konuluş biçimine, üretim araçlarının rolü ve işlevine sirayet eden bir durumdur. Bu anlamda toplumsal devrimimizin önünde feodalizm, komprador kapitalizm ve emperyalizmin tümüyle yok edilmesi gibi bir görev vardır. İçi boşalmış ve çürümüş üretim ilişkilerinin temel bulduğu bu güçler bir toplumsal devrimle yenilmeksizin emeğin önündeki engeller ve üretici güçlerin toplumsallaşmış üretim ilişkilerine doğru akışı ve bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

 Bu görev rekabetçi kapitalizm çağında burjuvazinin çıkarları gereği ona yüklenmişti. Ancak emperyalizm çağıyla birlikte burjuvazi bu tipte bir devrimi örgütleyecek, güç olanak ve tarihsel rolden artık ebediyen uzaklaşmıştır. Burjuvazi böylesi toplumsal devrimlerle çıkarlarını ortaklaştıracak koşullardan soyutlanmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin ayak basmadığı, girip vampir gibi sömürmediği pazar kalmamıştır. Bu durum belirttiğimiz gibi feodalizmin çözülmesi aynı zamanda içi boş, çürümüş bir yarı-feodal üretim ilişkilerinin var olması zeminidir. Bu proletaryanın da gelişmesi, güçlenmesi anlamına gelmektedir.

Artık aşağıdan yukarı doğru, “köylü usulü hal tarzı” bir devrimci süreç güçlü proleter hareketlerin, örgütlü siyasal programlarıyla sürece daha etkili girme koşulu ve zemini demektir. Böylesi bir politik iktidar savaşımında burjuvazinin tüm korkularının, elde olan her şeyi kaybet- Programa Dair 59 menin, tüm mülkiyet ilişkilerinden soyutlanmasının korkusu kaçınılmazdır. Bu onu emperyalist burjuvaziye mutlak biat etmeye, sermaye ilişkisini bu asalak mali oligarşiye bağlama zorunluluğunu getirmektedir.

Zira onun sermayesinin gücü ve tatlı vurgunlarında alacağı küçük pay, artık tarihsel çıkarlarıyla daha uygun, çıkacak büyük karmaşa ve belirsiz devrim yolundan daha yeğ ve daha mühimdir. Bu sebepten toplumsal devrimimizin anti-feodal, anti-emperyalist temel yapısının önder gücü proletarya olmak zorundadır.

 Demokratik Devrim’in gerçekleşeceği zemin artık çağımızda tümüyle değişmiştir. Feodal kalıntıların ortadan kalkacağı zemin köylü hal tarzı bir devrime sıkı sıkı bağlanmıştır. Tarih artık yukardan, sancılı ve zorlu bir devrime kapısını kapatmış, burjuvazinin önderlik edeceği bir devrim tipini, kapitalist egemenlik biçimini hâkim kılacak bir süreci kapatmıştır.

 Ülkemizde Demokratik Devrim sürecini gerçekleştirememiş ve dolayısıyla üretim ilişkileri yarı-feodalizmde hapsolmuş yapısıyla, köylü hal tarzı bir devrimi bir zorunluluk olarak önümüze çıkarmaktadır. Yarı-feodal üretim ilişkilerini aşağıdan ya da yukarıdan tasfiye edecek bir süreç Osmanlı’dan günümüze gerçekleşmiş değildir.

 

 Kimi oportünist akımlar 1908’de artık bu sürecin bir şekilde tamamlandığı iddiasını öne sürmüş, kimisi 1923’ü kimisi çok partili döneme geçiş olan 1950’yi kimisi 1960 askeri faşist darbesini ve nihayet kimisi de 1980 12 Eylül sürecini… Bu noktada Türkiye devrimci hareketinde çok çeşitli teoriler, yaklaşımlar ve tarihi çarpıtmakla meşgul idealist paçavralar söz konusudur. Bu bağlamda buluşulan ortak payda ise o ya da bu tarihten herhangi birisinde bir süreç boyunca çözülen feodal ilişkilerin belli çıkarlar doğrultusunda artık tasfiye edildiğidir.

 Öyle ki bilimin ve toplumsal gelişimin ispatladığı yarı-feodal üretim ilişkilerinde temel dayanak olan emperyalizm ve onun yarattığı çağın özellikleri, bu akımlara göre feodalizmi çözen bir dinamik ve güç olarak tarif edilmektedir. Ülkemizde de feodal kalıntıların tasfiyesine dair emperyalizmi işaret eden yaklaşımlar söz konusudur.

Toplumsal devrim olmaksızın tasfiye edilemeyecek bir üretim ilişkisinin, bağlandığı nokta burası olmaktadır. Komünistler bu sapmalara kulaklarını kapatarak üretim ilişkilerine temel olan mülkiyet ilişkilerini, sosyal ilişkileri ve üretim araçlarını inceleyerek emeğin gasbedilme biçimlerinin incelemesine sadık kalacak ve toplumsal devrimimizin niteliğini ortaya koyup tarihsel rolünü tanımlayacaktır.

Çağımızda komünistlerin omuzlarında yarı-feodal toplumsal yapı gerçekliği içinde proletarya önderliğinde Yeni Demokratik Devrim’i gerçekleştirme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk bu devrimin kendi başına bir devrim değil sosyalizme bağlanmış ve oradan komünizme doğru giden tarihsel akışın tüm maddi temellerinin oluşmasına dair bir bilincin ürünü olarak şekillenmektedir.

 Tüm asgari ve azami programlarını, sınıf ittifaklarını, devrim stratejilerini, yönelim ve taktiklerini, sınıflar arasındaki ilişkileri bu tarihsel gerçekliğe ve eğilime göre şekillendirip biçimlendirerek önderlik rolünü oynayacaklardır.

 KAYNAKÇA Karl Marks (2004); Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ank. Karl Marks (2009); Kapital, Üçüncü Cilt, Sol Yayınları, Ank. Marks-Engels (2013); Alman İdeolojisi, Evrensel Basım-Yayın, İst. V. İ. Lenin (1988); Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yayınları, Ank. Lenin (1995); Seçme Eserler, Cilt:5, İnter Yayınları, Ank. Mao Zedung (1992); Seçme Eserler II, Kaynak Yayınları, İst. İbrahim Kaypakkaya (2012); Seçme Yazılar, Umut Yayıncılık, İst. Maurice Dobb (2001); Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İst.

3 Kasım 2022 Perşembe

MKP’nin “kendine has” Maoculuğu"


Örneğin MKP bizdeki köylü nüfusunun Yunanistan ve Polonya gibi kapitalist ülkelerle benzer orana sahip olduğunu söyleyerek bir kıyas yapıyor. Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını kazandığı 1826’lara dayanan kapitalistleşme süreci ve Polonya’nın sosyalist bir devrim sürecinden geçtiği gerçeği, bu ülkelerin bir toplumsal devrim süreciyle feodalizmi yıktığı ve yeni toplumsal ilişkileri inşa etmesi ve onun yarattığı iç çelişkiler bağlamında köylü nüfusunun şekillendiğini gözden kaçırmak ancak mekanik materyalizmin tutumu olabilir.

 https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/PZ-ÖZEL-SAYI-MKP.pdf

MKP’nin “kendine has” Maoculuğunun yerinde de yeller esiyor. Haklanma sırası Mao’da. “İlla da Maizm”den de eser yok! Başka şeyler bir yana, Kongrenin dünya çapında halk savaşı, emperyalizmdeki yeni gelişmeler konusunda yüzeyselliğin labirentinde dolanan analizleri, proletarya diktatörlüğü ve çok partili sistem, sosyalizm ve klasiklere yönelttikleri bilim adına şölen verdiği yavanlıklar ve diğerleri ve de en nihayet Proletarya Partisi ve bu arada kendilerini de işin içine katarak “bilimsel yaklaşım dışı tutucu dirençlerinden dolayı değişmeleri görememiş” olmakla suçlayan yaklaşımları, belgeler ve onlara egemen olan “teorik kokuşmuşluk”, bu, “sol revizyonizmle” gizlenmiş demokratizm soslu sağ revizyonizm, adım adım izlenerek “genel bir değerlendirmenin” sınırları içinde “ana çizgileriyle” ele alınacaktır.
 

1 Kasım 2022 Salı

İçel Ekonomisinin Yapısal Duru­munu


 ÖNAÇIKLAMA:

İçel ekonomisinin yapısal duru­munu inceleyen bu çalışmayı okuyucu  içerisinde yeteri düzeyde işlenemeyen yanlar (örneğin ilk bakışta, işçi sınıfının durumu, köylülüğün yavaşta olsa proleterleşme süreci ve il ekonomisinde önemli bir yer tutan deniz ticaretinde kom­prador-kapitalist ilişkiler) olduğunu söyleyebiliriz, ancak Marksist bilgi esnekliğiyle yapılan bu incelemeyi örnek olması bakımından  sunuyoruz.                           

  https://partizanarsiv8.net/file/2018/02/Partizan21.pdf

Parti içi birlik konusunda diyalektik bir yaklaşım : Mao ZEDUNG



 

 
                                        
Parti içi birlik konusunda  diyalektik bir yaklaşım

 Mao ZEDUNG


B
irlik meselesiyle ilgili olarak, yaklaşım konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Kanımca, düşman unsur ya da bozguncu olmadıkları sürece kim olurlarsa olsunlar, bütün yoldaşlara karşı birlik tutumu almamız gerekir. Onlara karşı metafizik değil, diyalektik bir yaklaşım benimsemeliyiz.

 

Diyalektik yaklaşım ne demektir?

 

 Diyalektik yaklaşım, her şeyi tahlilci bir biçimde ele almak, bütün insanların hata yapabileceğini kabul etmek ve sırf hata yaptı diye bir insanı toptan inkâr etmemek demektir.

 

Lenin bir keresinde, dünyada hata yapmayan tek bir insanın bile olmadığını söylemişti. Herkesin yardıma ihtiyacı vardır. Yetenekli bir adam, kendisinden başka üç kişinin yardımına ihtiyaç duyar, bir tahta perdenin ayakta durabilmesi için onu üç payandayla desteklemek gerekir. Nilüfer çiçeği, bütün güzelliğine rağmen, bu güzelliği ortaya çıkaracak yeşil yapraklara ihtiyaç duyar. Bunlar, Çin atasözleridir. Başka bir Çin atasözü de, üç kundura tamircisi birleşirlerse allame Çukeh Liang kadar akıllı olurlar der.

 

Çukeh Liang tek başına hiçbir zaman kusursuz olamaz, onun da zaafları vardır. Bakın, oniki ülkenin ortak bildirisini hazırlıyoruz; birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü taslağı yaptık, ama hâlâ bildiriye son şeklini veremedik. Bence, eğer kendini kadiri mutlak sanıp her şeyi bildiğini ve her şeyi yapabildiğini iddia eden biri çıkarsa o küstahın biridir.

 

O halde, hatalar yapmış bir yoldaşa karşı tutumumuz ne olmalıdır? Tahlilci olmalı ve metafizik değil, diyalektik bir yaklaşım benimsemeliyiz. Partimiz bir zamanlar metafiziğin, dogmatizmin içine batmıştı ve bu dogmacılar işlerine gelmeyen herkesi tamamen yerle bir etmişlerdi. Daha sonraları dogmatizmi mahkûm ettik ve diyalektiği biraz daha öğrenmiş olduk. Zıtların birliği, diyalektiğin temel kavramıdır. Bu kavram uyarınca, hata yapmış olan bir yoldaşa nasıl davran­malıyız? Önce, onu yanlış fikirlerin etkisinden kurtarmak için mücadele etmeliyiz. İkinci olarak, ona aynı zamanda yardım etmeliyiz. Birincisi, mücadele; İkincisi, yardım. Onların hatalarını düzeltmelerine iyi niyetle yardımcı olmalı ve böylece bir çıkış yolu bulmalarını sağlamalıyız.

 

Ne var ki, başka türden kişilere karşı farklı davranmak gerekir. Troçki gibi kişilere ve Çin'de de Cen Dusiyu, Çang Kuotao ve Kao Kang gibilerine karşı, yardımcı olma tutumunu benimsemek mümkün değildi; çünkü bun­lar iflah olmaz kişilerdi.

 

Bir de, gene aynı şekilde iflah olmaları mümkün olmayan Hitler, Çan Kayşek ve Çar gibi kişiler vardı ki, bunlarla biz birbir­imizi karşılıklı olarak tamamen dışarda bıraktığımız için, yıkılmaları gerekiyordu. Bu anlamda, onların niteliğinin iki değil, sadece bir tek yanı vardır. Son tahlilde, aynı şey önünde sonunda yerlerini sosyalist sisteme bırakmak zorunda kalacak olan emperyalist ve kapitalist sistemler için de geçerlidir. Bu ideoloji için de geçerlidir; idealizm yerini materyalizme, tanrıcılık ise yerini tanrıtanımazlığa bırakacaktır.

 

 Burada stratejik hedeften söz ediyorum. Taktik aşamalara gelince iş başkadır, o zaman uzlaşmalar yapılabilir. Kore'de, Amerikalılarla 38. Paralel konusunda uzlaşmadık mı? Vietnam'da Fransızlarla uzlaşılmadı mı?

Her taktik aşamada, mücadele etmekte olduğu kadar, uzlaşmakta da usta olmak zorunludur. Şimdi, yoldaşlar arasındaki ilişkilere geri dönelim. Ben, herhangi bir yanlış anlama olduğu zaman yoldaşların birbirleriyle görüşmelerini öneriyorum. Kanımca bazıları, insanların, bir kere Komünist Partisine girdiler mi, hiç ayrılıkları ya da yanlış anlamaları olmayan evliyalar haline geldiğini, Partinin tahlil edilemeyeceğini, yani Partinin yek­pare, tekdüze bir şey olduğunu ve dolayısıyla görüşme yapmaya gerek olmadığını düşünüyorlar.

 

Sanki Partiye giren herkesin yüzde yüz Marksist olması gerekirmiş gibi. Aslında Marksistler de derece derecedir; yüzde 100, 90, 70, 60, 50 Marksist olanlar olduğu gibi, sadece yüzde 10 ya da yüzde 20 Marksist olanlar da vardır. Aramızdan iki ya da daha fazla kişi küçük bir odada oturup konuşamaz mı? Birlik isteğinden yola çıkarak karşılıklı yardım ruhuyla görüşmeler yapamaz mıyız? Kuşkusuz, emperyalistlerle değil (aslında onlarla da görüşmeler yapıyoruz), komünist saflardaki görüşmelerden söz ediyorum.

 

Bir örnek vereyim. Biz, on iki ülke olarak bugün burada görüşmelerde bulunmuyor muyuz? Altmıştan fazla Parti de görüşmelerde bulunmuyor mu? Aslında bulunuyor. Başka bir deyişle, Marksizm-Leninizmin ilkelerine zarar verilmediği sürece, başkalarının kabul edilebilecek olan belli görüşlerini kabul ediyor, vazgeçilebilecek olan belli görüşlerimizden de vazgeçiyoruz.

Dolayısıyla, hata yapan bir yoldaşla ilgilenmek için iki elimiz vardır; bunlardan biri onunla mücadele etmek için, diğeri ise onunla birleşmek içindir. Mücadelenin amacı, Marksizmin ilkelerini savunmaktır, yani ilkeli olmaktır; bu birinci eldir. Diğer el ise, onunla birleşmek içindir. Birliğin amacı, onun bir çıkış yolu bulmasını sağlamak, onunla uzlaşmaktır; bu da esnek olmak demektir, ilkeyle esnek­liği birleştirmek Marksist-Leninist bir ilkedir ve zıtların birliğidir.

 

 

Her türlü toplum ve kuşkusuz özellikle sınıflı toplum, çelişmelerle doludur. Bazıları, sosyalist toplumda da çelişmelerin "bulunabileceğini" söylüyorlar, ama ben meselenin bu şekilde konulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.

 

Mesele sosyalist toplumda da çelişmelerin bulunabilmesi değil, sosyalist toplumun çelişmelerle dolu olmasıdır. Çelişmelerin bulun­madığı hiçbir yer olmadığı gibi, tahlil edilemeyecek insan da yoktur. Tahlil edilemeyecek bir insanın bulunduğunu düşünmek metafiziktir. Bildiğiniz gibi, bir atom da zıtların birliklerinden oluşan karmaşık bir bütündür. İki zıddın, yani çekirdekle elektronların birliği vardır.

 

 Çekirdeğin içinde de zıtların, yani protonlarla nötronların birliği vardır. Gene protonlar da, pro­tonlara ve antiprotonlara, nötronlar da, nötron ve antinötronlara ayrılır. Kısacası, zıtların birliği her yerde vardır. Zıtların birliği kavramı, yani diyalektik geniş bir biçimde yayılmalıdır. Bence diyalektik, filozofların dar çevresinden çıkarak, geniş halk kitlelerine maledilmelidir.

 

Bu meselenin, çeşitli partilerin merkez komitesi genel toplantılarında ve siyasi büro toplantılarında ve ayrıca bütün kademelerdeki Parti komitelerinin toplantılarında tartışılmasını öneriyorum. Aslında, Parti kollarımızın sekreterleri diyalektiği kavrıyorlar, çünkü Parti kolu toplantılarında okun­mak üzere rapor hazırladıklarında, not defterlerine genellikle iki şey yazıyorlar: Birincisi başarılar, İkincisi de eksiklikler. Bir ikiye bölünür; bu, evrensel bir olgudur, bu, diyalektiktir.

18 Kasım 1957


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)