22 Mayıs 2023 Pazartesi

İbrahim Kaypakkaya Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM_1


                                                                  sf: 14-214

İbrahim Kaypakkaya  Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe

Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM

 

 DOĞUŞU, GELİŞİMİ, KURUMSALLAŞMASI-GİRİŞ

“Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beyinlerin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır... Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım.

(Alman ideolojisi (Feuerbach), sy: 35 K. Marks, F. Engels)

K. Marks ve F. Engels Alman ideolojisini değerlendirirken oldukça isabetli olan bu belirlemeyi yapıyorlardı. Şüphesiz ki bu belirleme Kemalizm ideolojisini ve onun tabulaştırılarak yaşatılmaya çalışılan gerçekliğini de açıkça ifade ediyor. Bir ideoloji, bir sistem veyahut bir egemen güç ne kadar efsanevileştirilir, mitleştirilirse bir o kadar da dokunulmazlık zırhına büründürülür. Bu da yığınlar nezdinde ulaşılmaz bir tabu algısının, fikrinin oluşmasını sağlar.

Böylece, erişilmezlik duygusu, mevcut egemen güç karşısında kendi zayıflığına yenik düşer ve can çekişse dahi tabunun yeniden yeniden diriltilmesi yönünde kendini konumlandırır. Artık egemen olan ve yaratıcılık düzeyinde kutsanan ideolojik güç, kendisi için devasa bir alan yaratmış olur ve bilinçsiz yığınların sahipleniciliğinde sürekliliğini güvence altına alır.

İşte Kemalizm de tam böylesine bir ideolojidir. Ve elbette ki basite alınacak ya da dar bir ideolojik çerçeve içerisinde tanımlanabilecek herhangi bir olgu değildir.

Kemalizm, cumhuriyet olarak şekillenen devletsel yapılanmanın kurucu ideolojisi ve bu yapılanmanın kurumsallaşmış egemen siyasal gücü olmakla beraber, kendi çürümüşlüğü içerisinde tabulaştırılarak durmadan hayat verdirilen ve sürekliliğini de tapınmavari resmiyet kazanmış dokunulmazlığından alan ve topyekün toplumun ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel, psikolojik, ahlaki vb. bütün dokusuna nüfuz ederek şekillenmesini sağlayan bütünlüklü bir ideolojidir. Kemalizm gerçekliğinin kapsayıcılığına öncelik verilmesi ve tarihsel materyalist tutuma bağlı kalarak tahlil edilmesi, şüphesiz ki bu ideolojinin daha somut biçimde kavranması açısından önemlidir.

 

Eğer benimsetilenle gerçek arasındaki örtü kaldırılamaz ve zihinleri kuşatmış olan söylemler tarumar edilemezse, resmi ideoloji olarak tanımlanan Kemalizm, egemen güç olarak yığınları esaret altında tutmaya devam edecektir. Bu yüzden Kemalizm’in hem tarihsel temellerini hem de bugününü biçimlendiren ideolojik-siyasal arka planı geniş kitlelere azami düzeyde teşhir edebilmek ve kavratabilmek çok önemlidir.

 Diyalektik yöntemle izlenecek yol, kaçınılmaz olarak bu yanıltıcı örtünün sökülüp atılmasını ve gerçeğin en yalın haliyle kavranmasının önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacaktır.

Bunun için temel referans niteliğindeki Marks ve Engels’in şu vurgusu, yöntemin daha iyi algılanması açısından oldukça önemlidir.

“Burjuvazi, eskiden kalma bütün dayanıklı ve ulu kurumları; büyük sanayi, rekabet ve dünya pazarı sayesinde fiilen nasıl darmadağın ediyorsa, aynı şekilde bu diyalektik felsefe, bütün mutlak ve nihai gerçek kavramları, kendilerine tekabül eden insanlığın mutlak durumları, kavramları ile birlikte bertaraf ediyor. Karşısında mutlak, nihai, kutsal hiçbir şey dayanmıyor; her şeyin gerçeğini ve her şeydeki geçiciliği gösteriyor ve özünde kendisinin dahi düşünen beyinde bir aksinden ibaret olduğunu, oluşumun ölümün, aşağıdan yukarıya doğru sonsuz tırmanışın durmak bilmeyen sürecinden başka bir şey kalmıyor.

”(Felsefe İncelemeleri, sy: 12-13, K. Marks, F. Engels) Demek ki “nihai”, “mutlak”, “kutsal” denilen yanılsamalı kavramların, perdelenerek saklı tutulmuş gerçekliklerini, gün yüzüne çıkarabilmek için doğru yerde ve doğru yöntemle bakabilmek çok önemlidir. Doğru yöntemin tayin edilmesi beraberinde incelenerek, tayin edilecek kavramın ya da olgunun asıl niteliğine ulaşılmasını sağlayacaktır.

Bir kavramın ya da olgunun doğru tahlil edilmesi ondaki söylemsel yönün, geçiciliğin dışlanması ve gerçek özünün açığa çıkarılması demek- tir. Bu ele alışın sürekliliği şüphesiz ki araştırma yapmakla mümkün hale gelebilir. Mao Zedung’un “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” ifadesi bu yüzden anlamlı ve isabetlidir.

Bir şeyin niteliğini azami düzeyde gerçekliğe yakın olarak ortaya koya- bilmek aynı zamanda o şey karşısında nasıl bir pozisyon alınabileceğini gösterir. Kemalizm’i bir olgu olarak ele alıp doğduğu, şekillendiği ve sürekliliğini sağladığı koşullarıyla birlikte incelemek onun niteliğini doğru biçimde anlamanın, kavramanın ve tanımlamanın öncelikli adımıdır. Yapılacak her türden ideolojik, politik, ekonomik, sosyal ya da bütünlüklü olarak konjonktürel ortam araştırması, olgunun niteliğine dair objektif tu- tumun pekişmesine hizmet edecektir.

 

Burada, araştırma yönteminin bilimselliği tayin edici bir önem kazanır. Üstünkörü, özen gösterilmeyen, yüzeysel ve birçok açıdan öznelciliğe mahkum olmuş bir yaklaşımla yapılacak her tahlil ya da tanımlama ne yazık ki tanımlanmaya çalışılan olgunun ömrünü uzatmaya yarar. Öznelci tutuma düşmemek için “biricik Marksist-Leninist tutum” olarak Mao Zedung ısrarla “gerçeği olgularda aramaktan” söz eder. Kemalizm’e neşterin vurulacağı esas adım da buradan atılmak zorundadır.

Mao Zedung, olguyu “genel olarak var olan şeyler”, gerçeği, “olguların iç ilişkileri ya da onlara hükmeden yasalar” ve aramayı ise “araştırma yapmak” olarak ifadelendirir. Kemalizm gerçeğini ideolojik temelleriyle, siyasal çizgisiyle, sınıfsal-sosyal dayanaklarıyla ve iktidarlaşması yönüyle tanımla- mak, onu var eden tarihsel koşulların iyi incelenmesiyle mümkündür. Kemalizm olgusunu var eden bütün unsurlara ulaşılması ve onların niteliği hakkında gerekli her türden ayrıntılı bilginin toplanması, toplanan bilgilerin verili koşullardan koparılmadan belirli bir bütünsellik içerisinde ve birbirine bağlı olarak tahlil edilmesi hem koşullara vakıf olunmasını hem de olgunun niteliğinin doğru tanımlanmasını sağlayacaktır.

Bu noktada sadece objektif olabilmek yetmez. Lenin bir Marksist’le (materyalist) bir objektivisti şu temelde birbirinden ayrıştırır: “Objektivist, verili tarihsel sürecin zorunluluğundan söz eder, materyalist, verili iktisadi toplumsal formasyonu ve onun etrafında üretilen antagonist ilişkileri tam olarak saptar. Verili bir olgunun zorunluluğunu kanıtlayan objektivist daima, bu olguların savunucusu bakış açısına düşme tehlikesi içindedir: materyalist sınıf karşıtlıklarını açığa çıkarır ve böylece bakış açısını belirler. 

Objektivist ‘üstesinden gelinemeyecek tarihi eğilimler’den söz eder. Bu sınıf diğer sınıfların karşı etkinliğinin şu ya da bu biçimlerini üretir. Bu şekilde materyalist bir yandan objektivistten daha tutarlıdır ve objektivizmini daha derin ve daha tam hayata geçirir. Sürecin zorunluluğuna işaret etmekle kalmaz, bilakis, özellikle hangi ikti- sadi toplumsal formasyonun bu sürece içeriğini verdiğini ve özellikle hangi sınıfın bu zorunluluğu belirlediğini açıklığa kavuşturur...

”(Seçme Eserler, Cilt 11, sy: 389, Lenin)

Materyalist tutumun ayırt edici özelliği, incelenen olgunun ya da süre- cin bilimsel tahlili ve varılacak olan doğru çıkarımların niteliği konusunda kendisini gösterir. Kemalizm’e dair çok farklı niteliklere sahip değerlendirmelerin, tanımlamaların yapılıyor oluşu şüphesiz ki düşünce yöntemindeki sorunlu halin, materyalist bakış açısındaki yoksunluktan kaynaklandığına işaret etmektedir.

 

Burada ayrıca, bir olgu bir kez tanımlanınca onun niteliğine dair yeni bir arayışa gitmeme düşüncesinin de önemli ölçüde olumsuz bir etkiye neden olduğunu belirtmek gerekir. Halbuki bilgi ya da düşüncenin mut- lak, nihai, kesin ya da değişmez olmadığı aşikardır. Bilginin, düşüncenin sınırları, kavrayanın sınırlarıyla koşulludur. Bu yüzden bilgi de, düşünce de öznel sınırlara hapsedilemez. 

Bilgi ya da bilgilenme durağanlaştığı anda kendisiyle tanımlanan birçok şey de donuklaşır. Oysa bilgi sürekli olarak daha ileri bir niteliğe doğru yol alır. Çünkü hem doğada hem toplumda durmaksızın aşağıdan yukarıya doğru sonsuz bir gelişme vardır. Bilgi de bu sonsuzluğun içinde gelişimini sürdürür.

Kısacası materyalist tutum hem şeylerin, hem de şeyleri biçimlendi- ren süreçlerin özelliklerini en iyi biçimde bilmenin ve kavramanın temel yöntemidir.

Kemalizm’in doğup şekillendiği tarihsel koşullara ve bu koşullarla birlikte ete kemiğe bürünerek kapsamlı bir ideolojik, siyasi aygıta dönüşerek iktidarlaşan, devletleşen bu egemen ve kurumsallaşmış resmi ideolojiye materyalist tarihsel yaklaşım açısından ilk neşteri vuran İbrahim Kaypakkaya oldu.

Genç yaşına, sınırlı araştırma imkanına rağmen, Kemalizm hakkında yaratılmış efsanelere, kurgulara ve söylemlerle kuşatılarak benimsetil- miş sahteliğe, dokunulmaz kılınmış tabusal gerçekliğe hiçbir tereddüde ve ikileme kapılmaksızın müdahale ederek, perdenin arkasındaki gerçek Kemalizm’in şeklini, şemalini ve niteliğini gün yüzüne çıkardı.

 Devrimcilik, ilericilik adına tabuya giydirilen ya da onunla özdeşleştirilen bütün olumlu ve insanlığın hayali olan yararlı kavramların hiç de sunulmak istendiği gibi olmadığını, aksine “kralın çıplak” olduğunu deşifre ediyordu Kaypakkaya.

Ve o; “Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine kadar, bütün burjuva ve küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır. 

Ama öfkeyle ayağa fırlamaktansa, Türkiye tarihine daha ciddi olarak göz atmaları, onu doğru olarak kavramaya çalışmaları gerekmez mi? Tür- kiye gerçekleri bize şunu gösteriyor...”

(Seçme Yazılar, sy: 244, İbrahim Kaypakkaya) diyerek Kemalizm’e dair Marksist temele dayalı ideolojik siyasi tespitlerini peş peşe sıralıyordu.

Kaypakkaya, bilimsel bilgiye ulaşmanın öncellerini doğru kavradığından ve kavradığı yöntemle tarihin izini isabetli biçimde sürdüğünden ve bilimsel tutumun verdiği özgüvenle düşüncelerini açık ve net ortaya koy- duğundan dolayı şüphesiz ki dönemi içerisinde farklı bir yerde duruyordu. Tarihi araştırmadan ileri sürülecek her türden tumturaklı sözün fiiliyatta hiçbir değer taşımadığını, taşımayacağını biliyordu. Kaypakkaya, o yüzden diğerlerini tarihi incelemeye davet ediyordu. 

Çünkü biliyordu ki, sunulan, öğretilen, benimsetilen ve doğruluğundan en küçük bir şüpheye kapılmanın dahi şimşeklere sebep olunacağı o dokunulmaz kılınmış resmi tarih, aslında araştırmayan, sorgulamayan yığınların bilgisizliği ya da bilinçsizliği altında saklanan, güvence altına alınan ve ihtiyaca göre adlandırılmış, tanımlanmış ve kurgulanmış bir tarihti. Bu gerçeğin görülmesi çok önemliydi.

İşte Kaypakkaya tam da bu noktada tarihsel misyonunu kararlı biçimde ortaya koyuyordu. Kendisini “devrimci” diye tanımlayan ya da “sol” diye niteleyen bütün oportünist, revizyonist, reformist çevreler öyle bir pozisyon alıyorlardı ki resmi ideolojinin bile kendisine atfetmediği birçok devrimci nitelemeyi Kemalizm’le izah ediyor ya da Kemalizm ile özdeşleştiriyorlardı.

 Bu çevreler için Kaypakkaya’nın haklı olarak “öfkeyle ayağa fırlayacaktır” demesi boşuna değildir. Çünkü tu- tundukları dalın çürük olduğunu birileri kendilerine gösterdiğinde onlar ilk elden dalın çürük olduğu gerçeğine değil söyleyene yöneleceklerdi.

Lakin gerçek sandıkları ve kendi varlıkları olan zemin, Marksist yöntemlerle edinilen bilginin karşısında kayıyordu. Bu kaçınılmazdı çünkü diyalektik felsefe görünendeki sahteliği, geçiciliği bilimsel bilginin süzgecinden geçirerek ayıklıyordu.

Ve Kemalizm konusunda bu süreci başlatan Kaypakkaya oldu.

Kaypakkaya, gerek TİİKP program taslağını eleştirirken gerekse de Şafak revizyonistlerinin Kemalizm hakkındaki görüşlerini değerlendirirken Kemalizm konusundaki düşüncelerini de, ulaşmış olduğu düzeye paralel oldukça isabetli bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu yazı çerçevesinde mümkün olduğunca Kaypakkaya’nın Kemalizm hakkındaki temel görüşlerini, Kemalizm’in doğduğu ve şekillendiği koşullara giderek, somut verilerle ortaya koyarak ve Kaypakkaya’nın tespitlerinin doğruluğunun bugün dahi hangi düzeyde yakıcı olduğu gerçeğini bir kez daha somutlamaya çalışacağız.

Şüphesiz ki yine temel çıkış noktası tarih, tarihi şekillendiren dinamikler ve tarihe niteliğini veren koşullar olacaktır. Kemalizm ancak o zaman her türden öznelci nitelemelerden soyutlanarak tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilebilir.

Devamı..var

Türkiye Proletaryası - Moskova, 1929 A.ŞNUROV

        

Türkiye Proletaryası AÇIKLAMA:


                                                            

Aşağıdaki çalışma komünist önder İbrahim Kaypakkaya'nın Kemalist hareketi değerlendirirken yararlandığı A. Şnurov'un Türkiye Proletaryası adlı çalışmasıdır.

 İbrahim Kaypakkaya'nın yararlandığı kitap A.Şnurov, Y. Royaliyev'in Türkiye' de Kapitalistleşme ve Sınıf Kavgaları adlı kitabın Ant Yayınları 1970 basımıdır.

 Sonraki süreçte kitabın Şnurov'a ait bölümü, Türkiye Proletaryası adı ile Yar Yayınlan tarafından yeniden basılmıştır. Rozaliyev'e ait bölümde, yine Yar Yayınlan tarafından Türkiye Sanayi Proletaryası adıyla yayınlanmıştır. Şnurov'un Yar Yayınları tarafından yayınlanan  bu çalışmasını okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

 ÖNSÖZ

 Türkiye'de  1919-1922 yılları arasında patlak veren milli burjuva devrimi, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilen Türkiye 'yi olduğu gibi yutmak isteyen İngiliz-Fransız emperyalizmine ve yardakçısı olan Yunan saldırganlarına karşı yöneltilmişti . Türk milleti buna karşı koydu ve zaferle sonuçlanan bir milli mücadeleye girişti. Bu mücadelesinde Türk halkı kendi başına bırakılmış değildi.

Kendisi için de azılı düşman olan İngiliz-Fransız emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği Türk milletini destekliyordu .

Devrimin önderi Mustafa Kemal Paşa'dan dolayı "kemalist" adı verilen bu Türk milli devrimini, Türki­ ye 'nin milli burjuvazisi, yani tüccar, toprak ağası ve o sırada Türkiye'de çok az sayıda bulunan sanayiciler yönetiyordu .

Köylü kitleleri örgütlenmemişti . Köylü yalnız milli düşmanını seçebiliyor, sınıf düşmanı olan büyük toprak sahiplerine, ağalara, tefecilere, vurguncu ve tüccarlara karşı savaş açmayı düşünemiyor, bunu beceremiyordu . Proletarya bu milli hareketin yönetilmesini zaten düşünemezdi çünkü güçsüzdü, gerektiği gibi örgütlenmemişti, milli hareketin beşiği olan yerlerde (Türkiye 'nin Asya bölümü olan Anadolu 'da) sayı bakımından azdı. Proletaryanın öncü partisi ve diğer devrimci işçi örgütlerinin rolü bu savaşta yok denecek kadar önemsizdi.

Bunun sonucu olarak, milli devrimden yalnız Türk burjuvazisi faydalandı. Burjuvazi ele geçirdiği iktidarı, işçi ve köylülerin sırtından gelir sağlamak için kullanıyor, işçilerin sırtından sağladığı karlarla kendi milli sanayisini kuruyor, emperyalistlerle birleşip devrim eylemine karşı koyuyor.

Bu noktada Türk burjuvazisi ile yabancı burjuvazinin çıkarları birleşiyor. Türk burjuvazisi emekçi sınıfının en azılı düşmanıdır, emekçiyi sömürüyor ve işçiyle köylü eylemlerini korkunç bir zulümle bastırmaya çalışıyor. Bunun için Türk proletaryasının önünde, öncelikle çözülmesi gereken en önemli sorun, kendi durumlarını düzeltebilmeleri için burjuvaziye karşı amansız bir mücadele açıp, gerek emperyalistler gerekse "öz Türk" burjuvazisi tarafından sömürülmelerine son vermek için, emekçi kitlelerini örgütlemektir.

 

 Türk burjuvazisi, kendi sermayesi bakımından fakir olduğundan, yine de emperyalistlerin yardımına muhtaçtır ve emperyalistlere bağımlılığı devam etmektedir. Sovyet işçisi, kardeş Türk proletaryasının emperyalistlere karşı giriştiği özgürlük ve egemenlik savaşında tarafsız kalamaz .

Geniş işçi kitlelerimiz Türk proletaryasının ne olduğunu bilmez, yaşam koşullarını tanımaz . Örgütü ve savaşları hakkında bilgi sahibi değildir. Bu küçük kitabımızın amacı, SSCB işçilerine Türk proletaryasını tanıtmaktır.

Moskova, 1929

A.ŞNUROV

 

TÜRKİYE'NİN ULUSAL EKONOMİSİ VE POLİTİK DÜZENİ

 

29 Ekim 1927 tarihinde, Türkiye'de bir genel nüfus sayımı yapıldı. Sayım sonucu, Türkiye nüfusu 13.5 milyon olarak tespit edildi. Bunun 3 milyonu, yani beşte biri şehirlerde, arta kalan beşte dördü ise köylerde oturmaktadır.

 En kalabalık bölgeler, sahillere yakın olanlardır, İç Anadolu bölgesi ile diğer bölgelerin nüfusu azdır. Kalabalık sayılan bölgelerde 1 km kareye ortalama 18-87 kişi isabet ettiği halde, az nüfuslu bölgelerde bu oran 2-25 kişiye düşüyor.

Türk şehirleri nasıl kurulmuştur?

Türkiye'de tüccar, esnaf, memur ve köylünün bir arada yaşadıkları oldukça ufak nahiye ve kasabalar

vardır. Büyük ticaret ve sanayi merkezi sayılan şehirler ise pek azdır. 5 - 10.000 nüfuslu 79 kasaba var. 10.000 -20.000 nüfuslu 39 kasaba, 20 -30.000 nüfuslu 14 kasaba, 30 - 40.000 nüfuslu 7 ve 40.000'den

fazla nüfusu olan yalnız 8 şehir vardır.

En büyük şehirler:

 Konya (47.286),

Bursa (61.451),

 Adana(72.652),

Ankara (74.704),

İstanbul'un Üsküdar ilçesi (124.555),

İzmir (153.845)

ve

İstanbul (796.147)'dur.

Konya ve Adana tarım ticareti merkezleridir, diğer şehirler (Ankara hariç) liman şehirleridir.

Türkiye nüfusunun meslek sayımı yapıldığı halde sonuçları henüz yayınlanmamıştır.

https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/02/Partizan41.pdf

 


 

20 Mayıs 2023 Cumartesi

İBRAHİM KAYPAKKAYA VE COGRAFYAMIZIN YARI FEODALITE GERÇEKLİĞİ ÜZERİNE - Fikret Karavaz


 Fikret Karavaz

 

İBRAHİM KAYPAKKAYA VE COGRAFYAMIZIN YARI FEODALITE GERÇEKLİĞİ ÜZERİNE

 

Kaypakkaya'nın Türkiye'yi yarı feodal, yarı sömürge olarak tahlil ederken doğaçlama yaptığı söylenebilir.Çünkü, zaten o zaman bunu istatiklerle gösterebilecek bir kaynak da yoktu. Ama ne vardı? Göz vardı, nizam vardı.

 


Yarı feodalite demek de mutlak bir biçimde toprak mülkiyetinde ağalık demek değildir.

 

Çünkü,kapitalizm, Marks'ın tabiri ile emek gücünün kendisinin metalaştığı ekonomik formasyonun adıdır.Yani, bir coğrafyanın tarımının kapitalist olduğunun söylenebilmesi için emek ürününün değil emek gücünün kendisinin metalaşıp metalaşmadığına bakmak gerekir.

 

Kaypakkaya zamanında da günümüzde de bu coğrafyanın tarıımında ağırlıklı olarak emek gücü metalaşmamıştır. Emek ürünü metalaşmıştır.

 

 Kaypakkaya'dan günümüze fark şuradadır ki tarımda makina kullanımının yaygınlaşması klasik feodaliteden kalma maraba tarımın yerine komprador kapitalizme özgü yarı feodal tarımı, yani, küçük ve orta köylülüğün hakim olduğu,

 

fakat tarımda satın alınmıış emek gücü yerine halen aile emeğinin kullanıldığı, büyük toprak parçalarının ise olabildiğince küçük parçalara bölünerek yoksul kölülüğe kiraya verildiği yarı feodal tarımın hakim olduğu görülür.

 

Bununla ilgili olarak Vasfi Nadir Tekin'in Zincirin Halkası isimli kitabınndaki istatistik verilere bakılabilir.

 

 

Bu verilere göre bu coğrafyanın tarımı Kürdistan'da da Anadoluda da halen ağıtlıklı olarak ( % 90 ) emek gücünün kendisinin metaşaşmadığı küçük ve orta köylülük tarafından yapılan aile tarımı olduğu görülür.

 

 Zaten, bu böyle olmasaydı, yani, yarı feodal tarım bir taraftan kompador kapitalizme ucuz ham madde ve diğer taraftan da köyden kente kesintisiz artı nüfus göçüyle yedek ucuz iş gücü yaratmasaydı ne Koç ve Sabancı gibi komprador kapitalistler ve ne de KOBİ tarzı işletme sahibi milli burjuvazi palazlanabilir ve dolayısıyla emperyalist sermaye bu coğrafyada hareket imkanı bulabilirdi.

 

Emperyal sermaye bir yarı sömürge coğrafyaya niçin gelir?

 

 ucuz iş gücü ve ucuz ham madde için gelir. Ucuziş gücü ve ucuz hammaddeyi de yaratan yarı feodal tarımdır.

 

 

Çünkü, kapitalist tarımda, yani, işin satın alınmış emek gücüyle yapıldığı tarımda, işçi 8 saat çalışır. Fakat aile tarımında iş bitene kadar çalışılır ve emek sömürüsü kapitalist tarımla kıyaslanamayacak kadar yoğundur.Yarı feodal tarım ağırlıklı olarak kadın ve çocuk emeğinden beslenir.

 

Ailenin tamamı iş bitene kadar çalışır.

 Böyle olduğu için kapitalist sermaye tarıma yatırım yaparken kendisi tutup tarım çiftliği kurmaz.

 Ne yapar?

 hayvanları köylüye kiraya verir.

 Onun ürününü satın alır.

 

 Ya da Mis Süt, Pınar süt gibi imalatının % 90'ından fazlasını kendi çiftliğinden değil bir kaç ineği olan küçük köylüden toplama sütü satın alıp pastorize ederek pazara sunar.

 

 

Bütün bu göstergeler Kaypakkaya zamanında da günümüzde de bu coğrafyanın tarımının kapitalist değil yarı feodal tarım olduğunu ortaya koymaktadır.


 Devlet, bir sınıf iktidarıdır.

 Yani, sosyo ekonomik yapıya karakterini veren egemen sınıfların iktidarıdır.

 Devlet sınıf yaratmaz.

 Zaten var olan sınıfların iktidarını sürdürür.

 Bu ülkenin tarımı yarı feodal olmasaydı komprador kapitalizm de olmazdı.Komprador sınıfların devletine yarı feodalizmi tasfiye ettirmek,bunu iddea etmek Nasrettin hocaya bindiği dalı kestirmeye benzer.

 Selamlar...Fikret Karavaz

 YARI FEODALiZM TANIMI

16 Mayıs 2023 Salı

“Türk Solu” safsatası milliyetçi bakış açısının bir aymazıdır


         Tarihimizden Notlar.....

“Türk Solu” safsatası milliyetçi-     bakış            açısının  bir aymazıdır

      Kavramlar gerçek anlam ve içerikleriyle ele alındığında, her kavramın yerli yerine oturtulması bir sorun oluşturmazken, maddi gerçekliği bilimsel bir analize tabi tutabilme beceri ve yeteneğini gösteremediği gibi, Marksist felsefi dünya görüşü ile bezenemeyen bir gelişim, ne kadar da yırtınsa sorunlar doğru olarak alamayacak ve kavramları, gerçekliğine denk düşmeyen biçimde, kendisi için istediği gibi kullanmayı alışkanlık haline getirecektir.

Her kavramın esas içeriğini bilme işi, Marksist bir bakış açısını gerektirirken, burjuvazinin temel karakterinin özelliği ve “herşey benim” anlayışının yol göstericiliği, her kavramı gerçek özünden kopararak, ona istediği, dü- şündüğü, görmek istediği giysileri giydirmekten geri dur- maz. Gerçekliği olduğu gibi yansıtma becerisi göstereme- yen burjuvazinin durumu, “dibe batarken saman çöplerine sarılmak”tan başka birşey değildir. Marksizmin temel ilkeleri, üzerinde hiç de tartışma gerektirmeyen açıklığa sahip olup, her parçada alacağı özgünlük bu temel esaslar üzerinde şekillenip, gelişir ve bütüne tabi olur.

Günümüzde özelde burjuva ulusal milliyetçiliğin kav- ranması, dağarcığında besleyip büyüttüğü ve hiç de ger- çek özünü vermeyen ve esası milliyetçiliğin, Marksizm’den uzak ama ona geriden ilişmeye çalışan ‘93 sonu rası, özellikle‘de Öca1an’ın yakalanması sürecinde, bundan da fersah fersah uzaklaşmaya çalışan dar, ilkel bakış açısı üzerinde şekillenen, alabildiğine ciddiyetsiz ve savrulan ideolojik çürümüşlüğüne uyarlamaya çalışarak içini boşaltmaktadır. Bu vesileyle güçlü milliyetçi orjinine dayalı esası ile sınıf farklılıklarını gormezden gelen, salt “ulus” ve kimlik idealleri ile burjuvazinin özel mülküne dayalı istem ve talepleriyle alabildiğine hayasızca, entemasyonalizme, salt savaşın boyutunu ve öne çıkan pratik anlamını kullanarak saldırıya geçiyor, geçtiği kadar da, yine kendisini en iyi enternasyonalist ilan etmekten geri durmuyor.

 

Bugünkü savaşın boyutu, çeşitli yanllgılarl, özellikle küçük-burjuvazinin “güce tapma” yapısı içinde arttırıyor, “dize gelmek” görünüyorsa.da, esasen savaşın niçin verildiği sorusunu biraz irdeleme zah- meti gösteren herkes, bu çürük özün üzerinde şekillenen göreli radikal, devrimci savaşım durumunu kolayca yorumlayabilir/kavrayabilir.

 

’Reformlar için devrimci savaşım nasıl ki mümkünse ve hiçbir biçimde nasıl ki devrimci savaşımlar, reformlar, “anayasal” çözümlerin reddi değilse, ilkel burjuva milliyetçiliğin dağarcığındaki özün harcını oluşturan sahiplenme, pazar üzerindeki rekabet bu başkaldırı içinde her daim güçlü bir yan uzlaşma yanı taşırken, bugün milliyetçiliğin, “enternasyonalizm” anlayışını gösterdiği açıktır.

Uzlaşma, eşittir enternasyonalizm olsa gerek. Oysa enternasyonalizm burjuva egemenlerin uzlaşması değil, çeşitli milliyetler- den proletaryanın, ülke, toprak, milliyet, din vs. tüm yarglların bağlısı ol- madan, ortak çıkar -sınıf çıkarları birliğidir.

Kavraınlarla oynama burjuvazinin karakteristik bir özelliği durumunda iken, ondan doğru bir yaklaşım takınmasını / takınabileceğini düşünmemekle birlikt’e, kafaları karıştıran ve onun milliyetçiliğin ilkel ağuları ile bezenmiş ideolojik yapısıyla başta kendi kitlesini yanıltma durumunda olan bu dar ve ne dediği belirsiz yaklaşımları teşhir etmek, gerçek özüyle ortaya koymak, MLM’lerin görevi olduğu konusundan hareketle, günümüzde ağızlarda sakız gibi çiğnenen, çiğnedikçe de sınıf kardeşliğini, halk kardeşliğini yaratan güçlü bağları koparan, çeşitli tonlarda ilkelliği anti-bilimsel düşünce silsilesi ve esasta burjuva milliyetçi açmazının bir yansıması olan “TÜRK SOLU” kavramını irdeleme gereği duyuyoruz.

Burjuva milliyetçiliğin aymazlıüğı  komünist etki ve dönüşüm zemini dışında bar bar bağınrken, herkesi istediği türden bir içerikle düşünmesi, görmek istediğini karşısındakine yüklemesi de bu aymazlığın doğurduğu sonuçtur.

“Türk Solu” kavramı, burjuva milliyetçiliğin, kendi milliyetçi bakış açısı üzerinde şekillenen ve salt milliyeti görebilen tümden burjuva/şoven bir özde gündeme sürülmüştür. Tek bir ifadesi, Türk millıyetinden olan veya sadece onun olan “SOL”u vurgulamakta; toprak, devlet vs. gibi, esası proletaryanın mücadele alanı ve proletaryanın esas kendisine dayanarak yapacağı hareket noktasını da kesinlikle dıştallyor olmakla birlikte, varolan nesnelliği hiç mi hiç ifade eder durumda değildir.

Türk kavramı ile Türkiye kavramı birbirinden içerik olarak nitelik farklılığı taşır.

Türk sadece bir milliyeti veya o milliyetten olanı ifade ederken, Türkiye, “emperyalistler tarafından belirlenmiş, -komünistler açısından bu belirleme meşru olarak görülmese de- bugün somut bir olgu olan ve bir devlet otoritesi altında bulunan bir devlet sınırını ifade eder.

Proletaryanın orijini milliyet değil, sınıf esası üzerine kuruludur.

Milliyetler şeklinde bölünmeler, belirgin çitler çekme proletaryanın menfaatlerine denk olan değildir. Proletarya, savaşımında belli bir devleti kendisine temel olarak alır.” Leninist ilke dahilinde, her sömürücü devlet otoritesinin parçalanması ve o egemenlik altında ezilen tüm ilerici, devrimci, sınıfların ve çeşitli ulus veya milliyetten halkların, özgürleşmesi sorunu olarak meseleyi ele alır.

 

 Ve bu bağlamda bir devlet otoritesi altında varolan toplumsal temel gelişmeleri, tespit ederek, hangisinin hangisini çözeceği noktasından hareketle baş çeli§meyi belirler ve o hedef üzerinde mücadelesini yoğunlaştırır.

 

Proletaryanın esas sorunu sınıfsal çıkar ve tasarrufuna dayalı, dünya proletaryasının sorunu olup, hiçbir dönem daha geri mevzileri buna tercih etmez. Bir devlet otoritesi ve egemen cephenin bulunduğu her özgülde, gerek sosyal, gerekse ulusal mücadelenin ucu bu egemenliğe yönelmek zorundadır. Ortak düşman ve aynı hedef içinde, proletaryanın ülküsü, tüm sınıfdaşları ve yakın uzak tüm müttefikleriyle birleşebilmek, onu kendi önderliği altında hedefe ulaştırabilmektir.

Bugün Türkiye özgülündeki durum bu genel belirlemelerden farklı bir özgüllük taşımadığı gibi,

 “Türk Solu” tabiri tümüyle ayakları havada, burjuva milliyetçi fosilleşmenin bir yansımasından başka bir şey olmadığı da açıktır.

 

Şöyle ki; sömürüye dayalı bir devlet sınırları içinde farklı birçok ulusun varlığının mümkün olduğu her durumda, bu devlet otoritesini parçalama ve siyasi iktidar mücadelesi verme uğraşında olan proletarya, dev- let otoritesi altında her milliyet ve ulustan sınıfdaşlarının birliğini, MLM olmanın temel koşulu gereği savunmaktadır.

Türk, Kürt uluslarına ve çeşitli milliyetlere mensup proletarya, esas sı- nıfsal istem ve taleplerle egemen devlet otoritesini yıkmaya giriştiğinde, mücadelesini bu devlet sınırları içinde herhangi bir ulus topraklarında başlatabileceği ve ona uygun bir yönelim içine girebileceği gibi, her ulus ve- ya milliyetten proleterlerin esas istemi birliği zayıflatma değil, pekiştirme olduğu ve bunun temel koşulu olarak da ezen ulus proleterlerinin ezilen ulusun özgürlüğü ve Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı’nı (ayrılıp ayrı devlet kurma hakk ı) özgürce kullanması yönünde tavır koyarken, ezilen ulus proleterlerinin tavrı ise sürekli birlikte devrim yönünde olmak zorundadır.

 

Bununla birlikte, proletarya hiçbir zaman milliyet esasına dayalı bir isimlendirmeyi tercih etmeyecek, esas alacağı, devlet sınırları ve o devletin hükmettiği alanın tümüdür ve bunun varolan ifadesidir.

Yani, Türkiye bugün bu ifadenin kendisidir. “Türkiye Solu” terimi, aynı zamanda içinde Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Arap milliyetlerin- den, tüm kesimi ifade etmekte iken, “Türk Solu” bunu salt Türk milliyetinden olan “solu” ifade eder ki bu tümüyle bugün Öncünün ve birçok devrimci yapılanmanın varolan nesnelliği ile bağdaşır durum da değildir.

 

 Türk veya Kürt solu ifadeleri, burjuva milliyetçi/şoven anlayışların bezenişini sergileyen bir fosilleşmeden başka bir şeyi ifade etmez. Kürt ve Türk halkının ortak mücadelesini örgütleme yerine, her Kürt olanın, sadece Kürtlüğü etrafında şekillenme, salt burjuva ulusal istemler içinde olmayı isteyen, sınıfsal bakış açısından, her milliyetten proleterlerin sınıf kardeşliği anlayışından uzak, burjuvazinin, enternasyonal proletaryanın temel enternasyonalist ilkelerini iğdiş ederek, içinde bulunduğu aymazlığı sergilemektedir.

Bir yapılanmanın siyasi durumunu ve niteliğini ortaya koyabilmek için, onun siyasal düşüncelerini, siyasi hedeflerini, ittifak politikalarını irdelemek ve onun teorik siyasal hedef ve belirlemelerine denk düşen veya düşmeyen pratiğini sorgulayarak sonuca gidilebilinir. Bu durumda yapılanmanın adı, her ne kadar siyasi hattı, hedefleri yanında tali ve bilimsel bir yanı oluştururken, bunun aynı zamanda hareketin siyasi niteliğine denk, onu yansıtan olması gerekir.

Bunu bilimsel olarak ortaya koymak bir zorunluluk arzeder. Türkiye terimi o sınırları içerisinde çok çeşitli milliyetlerden oluşan bütünü ifade eder. Ve bu durumda Türkiye örgütü olmak bu çeşitli milliyetlerden oluşan tüm ezilenlerin örgütü, öncüsü olmak demektir.

Bu nesnel ve bilimsel doğruyu büyük bir ham kafalılıkla es geçerek, halka ona hiç de öyle olmayan, siyasi hattı ve genel niteliği açıkça sergilenen bir örgüte salt bir milliyetten ezilenlerin temsilcisiymiş görüntüsü vermek “burjuvazinin batarken saman çöplerine sarılması”ndan başka bir şey olabilir mi?

 

Türkiye örgütü olmak demek, elbette ki hiçbir biçimde Türkiye devlet sınırları içerisinde varolan çeşitli ulus farklılıkları ve varlıklarını, çeşitli milliyetlerden oluşumunu reddetmek demek değildir. Türkiye proletaryasından söz edildiğinde, bugün Türkiye sınlrları içerisinde yaşayan her milliyetten proletarya kastedilmektedir.

Bu durumda hiçbir şekilde bu ifade Türk proletaryası olarak geçmez. Bundan ancak derin bir alıklık örneği sergileyenler böyle bir anlam çıkarmaya çalışırlar?

Türkiye devlet sınırları dahilinde bugün Türkiye Kürdistanı diye bir olgunun varlığı komünistlerin 1970’lerde ortaya koyduğu bir durumdu.

 

 Ve bugün T.Kürdistanı topraklarında ve diğer alanlarda yükselen mücadelesi bağrında ağırlığı-Kürt- ler’den oluşan proleterleri taşımaktayken ve esas mücadele alanları bu topraklar iken, bu neden Kürt proleterleri veya Kürt örgütü olarak lanse edilmiyor da salt örgütün isminde yeralan Türkiye belirlemesi ki bu yanlış değildir- bilimsel görüntüsüne yaslanarak bu örgüt bir çırpıda Türk örgütü oluveriyor.

 

Oysa Kürt örgütü olabilmesi için daha büyük nedenleri var. Birincisi bünyesinin büyük bir çoğunluğu Kürt kökenlidir, ikincis, esas mücadele alanı Türkiye Kürdistanı’dır ve Kürt sorununa en doğru ve tutarlı yaklaşımı sergileyendir. Ama bütün bunlara rağmen “Kürdistan’ın tek sahibi Kürt burjuvazisidir” anlayışı, kendisinin varlığından başka hiç- bir şeye tahammül edemez.

 

“Herşey benim” der. Burjuva milliyetçiliğinin kendisi için kazanım olarak alabileceği ve bu türden kavramları istediği biçimde yaklştırmayı esas alarak, sınıf farklılıkları ve ezen-ezilen ilişkisi bağlamında çeşitli ulus proleterlerini yönlendirme yerine Kürt halkını Türk halkıyla diğer çeşitli milliyetlerden halkla karşı karşıya getirmek olduğu ve bunun sonuçta burjuvazinin sınıf niteliğinin ve güçlü sahiplenme istemlerinin yönlendirdiği aynı sınıfdaşları karşı karşıya getirmek olduğu ortadadır.

 

 Kürt ulusunun ulusal ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkın ın en teminatlı savunucusu ancak halkların proletarya önderliğindeki birliği olduğu ilkesi MLM’lerin temel hareket noktasıdır.

Bunun uygulanabilirliği ancak varolan egemen devlet otoritesinin parçalanmasıyla olanaklı olduğu ve bu süreçte ulusal sorunun proletaryanın siyasi iktidar mücadelesinden ayrı ele alınamayacağı, proletaryanın kendi bayrağı onun savaş cephesin- de ezilen halkların mücadelesiyle birleşerek ilerler.

Salt Kürt veya salt Türkler adına yola çlkan hangi siyaset olursa olsun -tek devlet otoritesinin tek ezen ezilen ilişkisinin bulunduğu özgülde burjuva milliyetçi/şoven ideolojik şekillenmesinin bir yansımasından başka birşey değildir. Proletaryanın ve ezilen halkların ortak mücadele birliğini savunmak demek, elbette her özgül ve parçadaki halkın özgüllüğünü dikkate almama, ona uygun özel politikalar belirlememe olmadığı gibi, ezilen ulusun halkına güven verebilme de, çok daha bir özenle geliştirilecek özgün siyasete bağlıdır.

 

 

Burjuva milliyetçiliğinin “Türk Solu” kavramında diretmesi ve onu Türk-Kürt ve bu özgülde varolan her milliyetten proletaryanın ortak mücadelesini savunmama noktasından hareket ederek tek devlet sınırlarının bugünkü somut durumunu kendi mücadele alanı olarak bölüp her yapılanmaya yakıştırması, salt Türkler’in solcuları olarak ilan etmesi, onun kendisini T.Kürdistanı’nın tek sahibi olarak görmesi ve bunu çeşitli kereler direkt ve dolaylı ilan edişiyle, T.Kürdistanı toprakları üzerinde yükselen her sınıfsal hareketi dıştalama, onun Kürt yoksul köylülüğü ve işçileri arasında değer bulmasını engelleme amacı gütmektedir. Bu amaç, burjuvazinin halka rağmen halk adına kendisini herşey gören ve Türkiye Kürdistanı’nın “tek sahibi” olduğunu ilan ederek dışındaki örgütlere yaşam hakkı tanımamasıdır.

“Türk solu, Kürdistan’da misafirdir” türünden söylemler de esasta burjuva milliyetçiliği “herşeyin sahibi benim” anlayışının varlığından başka birşey değildir.

Ulus ve halk adına, onun ulusal ve demokratik talepleri için yola çıktığını iddia edenlerin halk demokrasisinden ne kadar uzak olduğunu gösteren bu tavır, burjuvazinin sınıfsal ayrımını gündeme getiren ve uzun vadede onun varlığını tehdit eden sınıfsal mücadelenin önüne geçme amacı gütmektedir.  

Burjuva milliyetçiler ve herkes çok iyi bilir ki, Türkiye bugün Türkiye Kürdistanı’nı da içinde taşıyan egemen burjuvazinin Misak-ı Milli sınırları dediği ve emperyalistlerin Lozan ile Kürdistan’ı bölerek ve yok sayarak kurdukları TC devleti ve onun toprak sınırlarıdır.

 

Ve bu sınırlarda egemen devlet otoritesi Kürt-Türk ve çeşitli milliyetlerden halk üzerinde faşist devlet otoritesidir. Kürt halkı ve proleterlerinin, Türk proleterleri ve halkı ile birlikte ortak hedefe yönelmeleri MLM olmanın temelidir.

Bu böyle, MLM olmanın kıstası iken, kendi dışında gelişen burjuva demokratik devrimci hareketlerin varlığını tanımakla birlikte onun sınıf kardeşliğini dinamitleyen, sınıfdaşları milliyetçilik temelinde karşı-karşıya koyan ve sürekli bunu geliştirmeye çalışan yönüne karşı gelişen gerekli mücadeleyi de yürütür/yürütmelidir.

Bu durumda hareketin adının “Türkiye” deyimiyle söyleniyor olması, esasen mücadele alanlarını belirleyen devlet sınırlarını ifade ederken, Kürdistan’ın varlığını yadsımaz.

 Ancak, mücadele eksenine sadece Kürtler için bir savaşımı koyan, siyasal hedeflerini ve mücadelesi- nin esasına bu doğrultuda yönlendiren bir yapılanma Kürt solu olur ya da her isteyenin hiçbir nesnelliğe dayanmayan, bilimsel analiz ve ayrıştırmadan uzak tarzda istediğine istediğini yapıştırması ancak diyalektik bir yöntemden uzak burjuvazinin işi olabilir.

 

Siyasal mücadeleye salt Türkler için içerik yüklemek koşullarımız içerisinde ezen ulus şovenizmi iken; salt Kürtler için bir mücadele de ezilen ulus milliyetçiliğinden başka birşey olmadığı gibi, Kürt veya Türk kavramının, hiçbir sınıfsal ayrım yapmadan, egemen ve egemen olmayan bütünü kapsayan şekilde kullanılması da ancak burjuva bakış açısının dağarcığında mevcut olandır.

 

Kendisini “Kürt solu” ilan edip, Kürt ulusu ve halkı adına tek siyasetçi olarak kendisini herşeyin sahibi olarak görmesi, halk demokrasisinin temel koşulu olan halkın devrimci otoriteler arasında tercihine tahammül edemeyen burjuva milliyetçiliğinin “Türk Solu” kavramını piyasaya sürüp, ona sıkı sıklya tu- tunmasındaki esas öz de, kendisi dışında hiç kimseyi Kürt sorununun muhatabı ve çözümleyicisi olarak görmediği gibi, hiçbir biçimde Kürt halkının yarattığı değerleri başkalarıyla paylaşamamasıdır.

 

Oysa ki, bu değerlerin yaratıcıları ayni zamanda bugün Kürt işçileri ve köylüleri ve tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın sınıfsal varlığına dayanan öncünün gerçekliği olduğu gibi, “Türk Solu” yakıştırmasıyla, Kürt milliyetçiliğinin güçlü dayanaklarını yaratmaya ve zaten bu çerçevede şekillendirdiği kitleleri sınıfsal bakış açısından, sınıf çıkarları için mücadeleden men etmeyi amaç edinmektedir.

Sonuç olarak söylenmesi gereken, “Türk Solu” kavramının Öncüye ve ayn örgütlenme gerekliliği üzerine kurulu olmayan diğer devrimci örgütlere yakıştırılması, kavramların içini boşaltan anti-bilimsel bir yaklaşımı içermektedir.

Türkiye kavramı, Türk-Kürt ve çeşitli milliyetlerden ezen ve ezilenleri kapsarken, farklı uluslar ın varlığını yadsımaz. Ve proletaryanın kendisine hareket noktası olarak alacağı da, tek devlet otoritesi altında yaşayan tüm ulus ve milliyetlerden proletaryanın ortak mücadelesidir.

Tersi düşünüldüğü zaman, Kürdistan partisi şeklinde ifadelendirilen bir yapılanmanın da, Türkiye Kürdistanın da varolan çeşitli milliyetlerden (Arap, Türk, Azeri vb.) halkı dıştaladığı anlamı çıkmaz mı?

Elbette ki Türkiye kavramını kullanan yapılanmalara yakıştırılan şey orada diğerini de ayni içerikte belirler. Sorun görmek istediğini değil, varolan gerçekliği görmek olmalıdır. Ya da aksi, bir aymazlık örneği olmaktan öteye gidemez.

 Partizan_sayı_32


15 Mayıs 2023 Pazartesi

SOSYO-EKONOMİK YAPI –Yarı Sömürge mi?-Kapitalist mi? yoksa..Emperyalist mi?

 SOSYO-EKONOMİK YAPIYarı Sömürge mi?-Kapitalist mi? yoksa..Emperyalist mi

Yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik yapı esas olarak kapitalizmin emperyalist aşamasına özgü bir olgudur. Emperyalizm, tüm dünya ekonomilerinin uluslararası mali sermayenin egemenliği altına sokulması aşamasıdır (tabii ki proletarya önderliğindeki devrimlerle emperyalist sistemden kopmuş toplumlar hariç).

 Emperyalizm, egemenliği altına aldığı ve feodalizmin hakim olduğu bir ülkenin mevcut yapısını birbirine zıt iki yönde etkiler. Bir yandan mevcut feodal yapıyı kısmen çözer; eğer çözülme başlamışsa bunu hızlandırır; kapitalizmin objektif şartlarının (önkoşullarının) yaratılmasına yol açar.

Bu, emperyalist sömürünün işleyişinin tabii, kaçınılmaz ve 'kendiliğinden doğan sonucudur. Diğer yandan daki bu emperyalist sömürünün asıl yüzüdür— emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiatlarını, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı, bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları sömürgeleştirmek, emekçi' halkları köleleştirmektir.

III. Komünist Enternasyonal’in belirttiği gibi emperyalizm sömürge, yarı-sömürgeleştirdiği ülkelerde özellikle feodal üretim ilişkileri ve feodal üstyapı kalıntılarına dayanır.

 Kendine bağımlı gelişen komprador kapitalizmi, mevcut feodal toplumsal ilişkilerle her düzeyde iç içe geçer; böylece iktisadi yapı yarı-sömürge, yarı-feodal bir nitelik, devlet ise burjuva-feodal bir karakter kazanır. Bu sosyal dayanak, emperyalizmin iktisadi ve siyasi hegemonyasını sürdürebilmesi için zorunludur.

Emperyalizm, feodalizmi yavaş ve acılı bir biçimde çözer; üreticiyi bir yandan yarı-proleterleştirir ve servet birikimine yol açar; diğer yandan da yarı-proleterleşmiş köylüyü toprağa ve geri üretim biçiminin içine hapseder; biriken servet, tefeciliğe ve kompradorluğa akarak modern sermaye biçimlerine dönüşemez.

Yarı-sömürgeliğin kaçınılmaz sonucu olarak, üretim araçları üreten sanayi kesimi gelişemez; komprador sermaye ticarete, banka tefeciliğine ve tüketim malları üreten montaj sanayine yığılarak" emperyalist sömürüyü genişletir.

Feodalizmin çözülmesi süreci aynı zamanda milli nitelikte bir kapitalizmin objektif şartlarının da yaratılması sürecidir. Bu şartlarda, Cılız da olsa, orta burjuvazi gelişir. Ancak komprador kapitalizmi ve feodal artıklar, milli kapitalizmin özgürce gelişmesini engellerler.

 Emperyalizm, feodalizmin ağır bir biçimde çözülmesine yol açar ve komprador kapitalizmi geliştirir; yarı-sömürge yarı-feodal iktisadi yapıyı ve onun burjuVa-feodal nitelikteki üstyapısını pekiştirir; ancak bu çözülmenin hiç bir ilerici yanı (yani üretici güçleri ve kapitalist üretim tarzını geliştirici bir yanı) yoktur.

 Feodalizm, hem alt yapıda, hem de üst yapıda korunur; kesinlikle tasfiye edilmez. Dolayısıyla toprak köleliği sisteminin yerle bir edilmesi, bir toprak devrimi meselesi olarak kalır.

Bir toprak devrimi meselesi olarak kalır; çünkü emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, genel olarak burjuvazi, burjuva demokratik devrimi tamamlayacak ilerici niteliğini tümüyle yitirmiştir.

 

Milli nitelikteki orta burjuvaznin sol kanadı, demokratik devrim hareketine zaman zaman katılabilir, ama emperyalizmin devrim hareketine zaman zaman baskısı ve proleteryadan duyduğu korku, onun böyle bir toprak devrimini gerçekleştirmesini engeller. Komprador burjuvaziye gelince, iktidara ortak olan bu sınıfın, toprak ağalığını içbaşkalaşıma uğratarak, prusya tipi bir üstten devrimle «tasfiye etmesi» düşünülemez. Çünkü bu sınıfın varlığı, yarı-sömürge, yarı-feodal iktisadi yapıya bağlıdır; feodal kalıntıların varlığını sürdürmesinin ve kendi sınıf varlığının, yani göbekten bağlı olduğu emperyalizmin sömürüsünün devamı için zorunludur.

 TÜRKİYE'NİN SINIFSAL YAPISI

Sosyo-ekonomik yapısı yarı-sömürge, yarı-feodal olan toplumumuzda, sınıfların kompozisyonu şöyledir:

 Toplulumuzda hakim olan sınıflar komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıflarıdır. Komprador burjuvazi, emperyalizme göbekten bağlı olan, emperyalist sömürü ve talanın gözeneklerinde gelişen bir sınıftır.

Türkiye’de ilk önce Osmanlı İmparatorluğu zamanında, esas olarak azınlık milliyetlerin unsurlarından oluşan bir komprador burjuvazi ticaret ve tefecilik alanlarında gelişti. Türk ve müslüman olan kompradorlar, azınlık milliyetlerin hakimiyetindeki emperyalizme uşaklık mevkiini elde etmek için mücadele ediyorlardı.

Bunların önderliğinde gerçekleşen «Kemalist Devrim»den sonra, hızla geliştiler. «Kemalist Devrim»de yer alan yani Türk burjuvazisinin bir kesimi, devlet tekelciliğini kullanarak iyice palazlandılar ve komprador-bürokrat kesimi oluşturdular.

Tefeci toprak-ağalarının bir kısmı da koprador burjuva sınıfına dahil oldular.  İlk önce tüccar-tefeci ağı olarak gelişen komprador burjuvazi, bugün büyük tekeller halinde, banka, montaj sanayi, ticaret ve tarım alanlarında bir mali kontrol ağı oluşturmuştur.

 

Komprador sermayenin bu tekelci örgütlenmesi, emperyalist tekellerin, dünyanın birçok yerlerinde kurduğu kontrol ağının ülkemizdeki uzantısı şeklindedir ve kompradorluğun doğal bir niteliğidir.

 Onun görünüşteki tekelciliğini  sermayenin yoğunlaşmasının en üst aşaması olan tekelci sermaye ile karıştırmak büyük bir yanlışlıktır.

 

Toprak ağaları sınıfı, emperyalizmin özellikle kırlardaki sosyal dayanağıdır. Toprak ağalarının temsil ettiği feodal unsurlar (ağalar, mütegallibeler, tefeciler, şeyhler, mollalar vb.) iktidara ortaktır.

Toprak ağalarının iktisadi temeli, toprak rantına dayanır. Ağanın aynı zamanda tüccar-tefeci, hatta sanayici olması, birşey değiştirmez.

Hakim sınıfların yanında, orta burjuvazinin sağ kanadı da yer alır. Eski tipte zengin köylüler, topraklarının bir kısmını ortakçıya vererek, tefecilik yaparak ve tarım emekçilerini amansızca sömürerek, yarı-feodal bir nitelik taşırlar, ve köy orta burjuvazisinin sağ kanadını oluştururlar.

 

Ticaret ve sınai üretimde de orta burjuvazinin üst kesimi, her zaman kopradorlaşma hülyasındadır ve milli burjuvazinin sağ kanadına dahildirler. Yüksek dereceli bürokrasinin büyük bir kesimi bu sınıfın içerisine girer. Ülkemizde cılızda olsa gelişen mili kapitalizmi temsil eden orta burjuvazinin sol kanadı, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının iktisadi baskısı altındadır.

Hem ona karşıdır, hem de onun peşinden gider. Kapitalist tarım yapan zengin köylüler, küçük sanayiciler, orta dereceli bürokratlar orta burjuvazinin bu kesimine dahildirler. Bir bütün olarak milli burjuvazinin feodal sistemle yakın ilişkileri vardır.

Kent küçük burjuvazisi, aydınlar, küçük tüccarlar, esnaflar ve zenaatkarlardan oluşur. Kent küçük burjuvazisi emperyalizmin, komprador kapitalizm ve feodalizmin baskı ve sömürüsü altındadır.

Bu sınıf gün geçtikçe yığınlar halinde çökmekte, işsizliğin ve yoksulluğun kucağına itilmektedir. Orta burjuvalığa özenen  dar bir üst tabaka dışında küçük burjuvazi geleceğe büyük bir endişe ile bakmakta; komprador patron-ağa düzeninin değişmesini istemektedir.

 

 Kır küçük burjuvazisini oluşturan orta köylülük, feodalizmin çözülmesi ile ortaya çıkan; çoğunluğu kıt kanaat geçinebilecek kadar toprağa ve üretim araçlarına sahip olan küçük-üreticilerden oluşur.

 Orta köylülük, uzun yıllardır yarı-feodaj yapının önemli bir öğesini teşkil etmiştir ve etmektedir.

 Orta köylüler bazan işçi tutmakla birlikte, üretimlerinde kendi emek güçlerine dayanırlar. Büyük çoğunluğu tüccarlara, tefecilere, toprak ağalarına ve bankalara borçludur. Büyük bir çoğunluğu ürünlerini daha tarlada iken tüccarlarla, faizcilere kaptırırlar.

 Orta köylülük gün geçtikçe sefilleşmekte, yoksullaşmakta; yoksul köylülük ve işçi sınıfı saflarına katılmaktadır.

Orta büyüklük de kendisini ezen bu düzeni değiştirmesini arzular, devrimci fikirleri ve mücadeleyi yakından izler. Ülkemizde kır nüfusunun çoğunluğu yoksul köylüdür. Yoksul ve hiç toprağı olmayan köylüler toplam köylü ailelerinin 4/5’ini oluştururlar. Yoksul köylülük, ortakçılık, faizcilik, kiracılık ve angarya gibi feodal ve yarı-feodal sömürü biçimleri altında ezilmektedir.

 

Komprador kapitalizmin gelişmesiyle pazara daha çok bağlanmakta, pahalılık karşısında sefil hale gelmekte, modern tarım araçları kullanılmaya başlandıkça işsiz kalmakta ve şehirlere göç etmektedir.

 

Yoksul köylülerin hepsi şu veya bu oranda emeğini kiralayarak geçinmektedir. Yoksul köylülük, kırsal kesimin yan-proletaryasıdır. Yoksul köylülüğün temel talebi topraktır. Bu sınıf kendisini ezen ve sömüren sınıflara (toprak ağaları, tefeci tüccarlar vb.) karşı derin bir sınıf kinine sahiptir ve bu düzenin değişmesini şiddetle istemektedir. Devrimci durumun yükseldiği dönemlerde kendiliğinden şiddet yoluyla sınıf mücadelesini sürdürür. Bunlar devrimci fikirlere son derece açıktır.

 

Türkiye’nin işçi sınıfı, 19. yy başlarından itibaren sınıf olarak hareket edebilecek seviyeye ulaştı. Ancak her yarı-sömürge, yarı-feodal yapıda olduğu gibi, işçi sınıfımızın nicel gelişimi de çok ağır aksak oldu.

Bugün ülkemizde 4,5 milyonu aşkın sanayi ve tarım işçisi vardır. Bunların ancak 1/3’ü sanayi proleteryası diyebileceğimiz niteliklere sahiptir. Türkiye işçi sınıfı ağır bir sömürü ve üçlü bir (emperyalist, burjuva ve feodal) tahakküm altındadır. Büyük çoğunluğunun gecekondularda yaşadığı bu sınıf gittikçe artan baskının ve yoksulluğun ağır acısını çekiyor.

 

İşçi sınıfımızın büyük çoğunluğu yoksul veya iflas etmiş orta köylü kökenlidir. Hatta bugün bir çoğunun —işçi olmasına rağmen— köylerinde bir avuç toprağı, bir kaç hayvanı vardır.

İşçilerin köy ile olan bu iktisadi ve toplumsal bağları, az da olsa onların bilinçlenmelerinde olumsuz bir etken olmaktadır. Fakat diğer yandan da köylü kökenli olmanm olumlu yönü, işçi sınıfının köylülük ile olan yakın ilişkisi ve bunun işçi - köylü temel ittifakının kurulmasına sağlayacağı yararlardır.

Bugün işçi sınıfımızın ancak 1/3’ü sendikal örgütlenmeye kavuşmuştur. Özellikle tarım işçileri ve küçük işletmelerde çalışan işçiler kendi ekonomik ve demokratik haklarını savunacak örgütlenmeden yoksundurlar. Örgütlü olan kesimde ise sarı ve faşist sendikalar işçileri tahakkümleri altına almış durumdadır.

Demokratik Halk Devriminin gündemde olduğu ve faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü ülkemizde Marksist-Leninistler, işçi sınıfının sendikal birliğini halk demokrasisi temelinde sağlamakla yükümlüdürler. Ülkemizde kızıl sendikacılığa yönelinmesi gerekmekle birlikte, bu görev esas olarak demokratik halk iktidarı altında gerçekleştirilebilmir. İşçi sınıfının sendikal birliğinin önünde faşist, sosyal-faşist ve reformist sendika ağaları engel teşkil etmektedirler.

Bunlardan faşist ve sosyal-faşistler baş engellerdir. Bugün, çok büyük bir işçi çoğunluğunun ideolojik ve siyasi durumu geridir. İşçi yığınları arasında, sosyal-demokrasiye bel bağlayanlar, işlerin reformla düzeleceğine, iktidarın barışçı yöntemlerle ele geçirileceğine inananlar, her türlü oportünist, revizyonist ve modern-revizyonist akımların etkisinde kalanlar hala çoğunluktadır.

Bunun nedeni, revizyonizme, modern-revizyonizme ve reformizme karşı Marksist-Leninistlerce yeterli bir mücadele verilememiş olması; zararlı akımların ise ideolojik ve siyasi hakimiyetlerini —komprador patron ağa düzeninin aleyhtarı olmadıkları için— rahatlıkla koruyabilmeleridir. Bu olumsuz sübjektif duruma rağmen Marksizm-Leninizm işçi sınıfının bağrında gelişmektedir.

 

Doğru bir siyaset izleyen Marksist-Leninistler var oldukça ve devrimci durum yükseldikçe, ideolojik ve siyasi mücadele neticesinde sınıfın büyük çoğunluğu zamanla bu zararlı siyasi akımların etkisinden sıyrılacaktır. Ülkemizde, yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik yapıya burjuva-feodal bir üst yapı tekabül etmektedir.

 Üst yapının, en önemli ve belirgin unsuru devlet olduğundan, burada kısaca onun üzerinde duracağız.

Ülkemizde devlet faşisttir ve ta başından beri öyle olmuştur.

Faşizm, hakim sınıfların (komprador burjuvazi ve toprak ağalarının) tüm ‘kliklerinin hakimiyet biçimidir.

Bu neden böyledir?

Çünkü birincisi, Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, komprador burjuvazi cılız ve güçsüzdür.

Sömürü ve talanını, burjuva demokrasisi altında sürdürmesine bu cılızlığı ve (iktisadi, siyasi, kültürel) güçsüzlüğü engeldir-.

Egemenliğini sürdürebilmek için faşizmden başka bir çıkar yol yoktur.

İkincisi,

iktidara ortak olan feodal sınıflar, tabiatları gereği burjuva demokrasisine karşıdırlar; onların hakimiyetleri feodal cebire dayanır.

İşte komprador burjuvazinin güçsüzlüğü ve feodalizmin mevcudiyeti, bizim gibi ülkelerde feodal cebir ile burjuva zulmü kol kola, içiçe girmiştir.

Üçüncü olarak,

 dünya proletaryasının ve onun önderliğindeki halkların güngeçtikçe büyüyen mücadeleleri karşısında emperyalizm ve sosyal-emperyalizm, dünyanın her köşesinde zorbalıklarını ve saldırılarını arttırmakta, her yerde faşizmi yerleştirmeye çalışmakta ve vargücüyle desteklemektedir.

Bu üç sebepten, bugünkü düzenin temelleri yıkılmadan, faşizmin sosyal dayanağı olan sınıfların iktidarı çökertilmeden, faşizm tehlikesi savuşturulamaz. Ülkemizde faşizm her zaman parlamenter maskeli olmuştur. Bizde parlamentonun bütün görevi, faşizmin yüzünü halktan ve dünya kamuoyundan saklamaktan ibarettir.

 Ülkemizde parlamento, burjuva demokratik parlamentolar için geçerli olduğu gibi, proletaryanın teşhir kürsüsü olarak kullanabileceği bir araç değildir. Bizde burjuva demokrasisi hiçbir zaman varolmamış, ancak halkın devrimci mücadelesinin hemen bastırılamadığı bazı dönemlerde bunun kırıntıları tadılmıştır.

Hakim sınıflar, en istikrarlı dönemlerinde, faşizmi en koyulaştırdıkları zamanlarda bile, parlamentoyu feshetmeye gitmemişler, bu maskeyi titizlikle korumuşlardır. İçinde bulunulan bu şartlarda «parlamentoyu kullanmak» Marksist-Leninist siyasetin bir taktiği olarak gerçekleştirilebilecek bir taktik değildir.

 Elbette ki, faşizmin bu yapısı, kazanılan kısmi ve geçici haklardan sonuna dek yararlanılmamasını ve ona karşı en geniş burjuva demokratik hakların savunulmamasını getirmez. Faşizmi, halkın mücadelesi karşısında geriletmek mümkündür ve bu gerilemeler proletaryanın sınıf mücadelesini daha kolay yürütmesine, geçici ve kısmi de olsa faydalı olacaktır.

 

Nitekim halkın muhalefeti karşısında hakim sınıflar her zaman en koyu faşist istibdadı uygulayamazlar. Aralarındaki çelişkileri yumuşattıkları istikrar dönemlerinde örtülü faşist diktatörlüklerini sürgürürler.

Böyle dönemlerde demokrasi, parlamentarizm vb. kurumlar birer maskeden ibarettir. Fakat devrimci durumun yükseldiği dönemlerde, ya hakim sınıfların tümü, ya da bir kliği, açık faşizme geçerler.

Bu, halkın kanı pahasına kazandığı demokratik hakların da çiğnendiği, her türlü faşist baskının açıktan açığa yürütüldüğü bir dönemdir. Marksist-Leninistler halkı örtülü ve açık faşist diktatörlükler arasında bir seçim yapmaya zorlamazlar, faşizmin tonları arasında ehven-i şer politikası gütmezler; ancak faşizmin gerilediği şartlardan azami derecede yararlanırlar.

Marksist-Leninistler bir an bile faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olduğunu akıllarından çıkartmazlar. Ülkemizde anti-faşist iktidar mücadelesi, anti-feodal, anti-emperyalist iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir.

 Faşizmle mücadelenin esası, halk savaşıdır.

Di­ ğer anti-faşist mücadele biçimleri, halk savaşına tabi olarak ele alınmak zorundadır.

Çünkü faşizmin yıkılması, onu uygulayan üçlü gücü (emperyalizm, komprador kapitalizm, feodalizm) altetmeden mümkün olamaz.

 Bunlardan çıkan sonuç şudur: Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin (Demokratik Halk Devrimi Cephesinin) sınıf muhtevasıyla, anti-faşist cephenin sınıf muhtevası bir ve aynıdır:

 İşçiler, köylüler, kent küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin sol kanadı, halkın devrimci birleşik cephesini gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda yarı-sömürge, yarı-feodal yapımızda, antifaşist halk cephesinin gerçekleştirilmesi mücadelesidir.

 Bu mücadele esas alınacak olan halk savaşıdır.

Halk savaşı şehirlerde nasıl uygulanır..sendikalardaki örgütlenme nasıl olmalıdır.

İbrahim kaypakkaya.

Yeniden okuyunuz.

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2022/11/onaciklama-icel-ekonomisininyapsal.html



https://www.yüzçiçekaçsın.de/2022/11/yarifeodalizmtanimi.html




 

12 Mayıs 2023 Cuma

Yeni Demokratik Kültür ve Sanat-Yılmaz Güney

Ne diyeceksiniz şimdi? Bir çırpıda “Mao Zedung oportünisttir” mi diyeceksiniz?

“Bugün yeryüzünde her kültür, sanat ve edebiyat belli bir sınıfın malıdır ve belli bir siyasi çizginin hizmetindedir. Gerçekte, sanat için sanat, sınıflar üstü sanat, siyaset dışı sanat, ya da siyasetten bağımsız sanat diye bir şey yoktur.”

(Mao Zedung ) 

 

Yaşamımız, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, sanatsal, vb. ilişkilerimizin toplamıdır. Edindiğimiz görüşler ilişkilerimizde hiçbir değişiklik, köklü hiçbir etkilenme yapmıyorsa, uzun bir süreç içerisinde bile olsa rengimizi değiştirmiyorsa, yeni görüşlerimiz eski görüşlerimizin temelleri üze­rinde biçimlenmiş ilişkilerimizi sarsmıyorsa, görüşler ve yeni bilgiler karşısında vestiyer rolü oynuyoruz demektir.

Vestiyer kafa Marksizmi kavra­yamaz.
Şimdi vestiyer kafalara soruyoruz:

Daha düne kadar, “Mao Zedung çağımızın en büyük Marksist-Leninistidir” diyordunuz. “Yaşasın Marksizm-Leninizm Mao Zedung Düşüncesi” diyordunuz. “Mao Zedung düşüncesi” demeyenleri Marksist kabul etmiyordunuz. Mao Zedung’u beşinci usta olarak görüyordunuz.

 Ve kendinizi bu öğretiler doğrultusunda biçimlemeye çalışıyordunuz. Şimdi Enver Hoca, “Mao Zedung ve şürekası” diyor, “…Marksist-Leninist yolu izlemedi­ler”.

Ne diyeceksiniz şimdi? Bir çırpıda “Mao Zedung oportünisttir” mi diyeceksiniz?

Uzun bir süre, ÇKP’nin gözüne girmek için, tel canbazlarına taş çıkartacak numaralar yaptınız, şimdi de, aynı öz ve tutumla, Arnavutluk Sosya­list Halk Cumhuriyeti’nin ve AEP’nin gözüne girmek için parendeler atıyorsunuz.

Komünistler içten, dürüst ve açık yürekli olurlar. Hile ve entrika­larla uğraşmazlar. Bir şeyin doğru olduğunu kabulün göstergesi, ona körü körüne sadakat yemini değildir. Eleştirel olma temelinde kavramak ve özümlemektir.

Yine vestiyer kafalara soruyoruz; Enver Hoca diyor ki:
“Amerikan emperyalistleriyle, Sovyet sosyal emperyalistleriyle ya da faşist devletlerle diplomatik ilişkilerimiz yoktur ve olmayacaktır.”

Sizler, Türkiye’deki siyasi rejim biçimini “faşist diktatörlük” olarak niteliyorsunuz. Bu değerlendirmenizde hatalı değilseniz, Enver Hoca, Türki­ye’deki siyasi rejim biçimini “doğru değerlendirmiyor” demektir.

İki değerlendirme de aynı anda doğru olamayacağına göre, hangisi yanlıştır? Sizin değerlendirmeniz mi, Enver Hoca’nın değerlendirmesi mi? Siz Türkiye’deki siyasi rejim biçimini faşist diktatörlük değil, anti demokratik, gerici burjuva diktatörlüğü olarak niteleyen devrimcileri, bundan ötürü “revizyonistlik”, “anti Marksistlik”, “devrime zararlı olmak”la suçladınız.

Peki şimdi ne yapacaksınız?

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin Türkiye ile diplomatik ilişkileri vardır. Üstelik Enver Hoca diyor ki: “Türkiye ile de dostça iliş­kilerimiz, iyi ticari, kültürel ilişkilerimiz var; bunları daha da geliştirmek istiyoruz.”

Enver Hoca, “faşist diktatörlük” altındaki Türkiye ile mi dostça ilişkilerden ve bu ilişkilerin geliştirilmesinden söz ediyor acaba?

Vestiyer kafalar değişmelidir!.. Yalnız unutulmasın ki, gerçeğe çarpınca değişen kafa sağlıklı bir kafa değildir. Önemli olan çarpmadan gerçeği görebilmektir.

Vestiyer kafaların değiştirilmesi için ideolojik mücadeleyi yoğunlaştıracağız. Çünkü vestiyer kafalar devrimimizin önündeki temel engellerden biridirler.

Siyasal-Yazılar
Yılmaz Güney

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)