15 Mayıs 2023 Pazartesi

SOSYO-EKONOMİK YAPI –Yarı Sömürge mi?-Kapitalist mi? yoksa..Emperyalist mi?

 SOSYO-EKONOMİK YAPIYarı Sömürge mi?-Kapitalist mi? yoksa..Emperyalist mi

Yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik yapı esas olarak kapitalizmin emperyalist aşamasına özgü bir olgudur. Emperyalizm, tüm dünya ekonomilerinin uluslararası mali sermayenin egemenliği altına sokulması aşamasıdır (tabii ki proletarya önderliğindeki devrimlerle emperyalist sistemden kopmuş toplumlar hariç).

 Emperyalizm, egemenliği altına aldığı ve feodalizmin hakim olduğu bir ülkenin mevcut yapısını birbirine zıt iki yönde etkiler. Bir yandan mevcut feodal yapıyı kısmen çözer; eğer çözülme başlamışsa bunu hızlandırır; kapitalizmin objektif şartlarının (önkoşullarının) yaratılmasına yol açar.

Bu, emperyalist sömürünün işleyişinin tabii, kaçınılmaz ve 'kendiliğinden doğan sonucudur. Diğer yandan daki bu emperyalist sömürünün asıl yüzüdür— emperyalist ülkeler, geri kalmış ülkelere sermaye ihraç ederken, buralarda demiryolları vs. inşa ederken, yüksek faiz bedellerini, düşük toprak fiatlarını, ucuz hammaddeleri düşünmektedirler ve onların asıl amacı, bütün toprakların ve hammaddelerin rakipsiz sahibi olmak, buraları sömürgeleştirmek, emekçi' halkları köleleştirmektir.

III. Komünist Enternasyonal’in belirttiği gibi emperyalizm sömürge, yarı-sömürgeleştirdiği ülkelerde özellikle feodal üretim ilişkileri ve feodal üstyapı kalıntılarına dayanır.

 Kendine bağımlı gelişen komprador kapitalizmi, mevcut feodal toplumsal ilişkilerle her düzeyde iç içe geçer; böylece iktisadi yapı yarı-sömürge, yarı-feodal bir nitelik, devlet ise burjuva-feodal bir karakter kazanır. Bu sosyal dayanak, emperyalizmin iktisadi ve siyasi hegemonyasını sürdürebilmesi için zorunludur.

Emperyalizm, feodalizmi yavaş ve acılı bir biçimde çözer; üreticiyi bir yandan yarı-proleterleştirir ve servet birikimine yol açar; diğer yandan da yarı-proleterleşmiş köylüyü toprağa ve geri üretim biçiminin içine hapseder; biriken servet, tefeciliğe ve kompradorluğa akarak modern sermaye biçimlerine dönüşemez.

Yarı-sömürgeliğin kaçınılmaz sonucu olarak, üretim araçları üreten sanayi kesimi gelişemez; komprador sermaye ticarete, banka tefeciliğine ve tüketim malları üreten montaj sanayine yığılarak" emperyalist sömürüyü genişletir.

Feodalizmin çözülmesi süreci aynı zamanda milli nitelikte bir kapitalizmin objektif şartlarının da yaratılması sürecidir. Bu şartlarda, Cılız da olsa, orta burjuvazi gelişir. Ancak komprador kapitalizmi ve feodal artıklar, milli kapitalizmin özgürce gelişmesini engellerler.

 Emperyalizm, feodalizmin ağır bir biçimde çözülmesine yol açar ve komprador kapitalizmi geliştirir; yarı-sömürge yarı-feodal iktisadi yapıyı ve onun burjuVa-feodal nitelikteki üstyapısını pekiştirir; ancak bu çözülmenin hiç bir ilerici yanı (yani üretici güçleri ve kapitalist üretim tarzını geliştirici bir yanı) yoktur.

 Feodalizm, hem alt yapıda, hem de üst yapıda korunur; kesinlikle tasfiye edilmez. Dolayısıyla toprak köleliği sisteminin yerle bir edilmesi, bir toprak devrimi meselesi olarak kalır.

Bir toprak devrimi meselesi olarak kalır; çünkü emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, genel olarak burjuvazi, burjuva demokratik devrimi tamamlayacak ilerici niteliğini tümüyle yitirmiştir.

 

Milli nitelikteki orta burjuvaznin sol kanadı, demokratik devrim hareketine zaman zaman katılabilir, ama emperyalizmin devrim hareketine zaman zaman baskısı ve proleteryadan duyduğu korku, onun böyle bir toprak devrimini gerçekleştirmesini engeller. Komprador burjuvaziye gelince, iktidara ortak olan bu sınıfın, toprak ağalığını içbaşkalaşıma uğratarak, prusya tipi bir üstten devrimle «tasfiye etmesi» düşünülemez. Çünkü bu sınıfın varlığı, yarı-sömürge, yarı-feodal iktisadi yapıya bağlıdır; feodal kalıntıların varlığını sürdürmesinin ve kendi sınıf varlığının, yani göbekten bağlı olduğu emperyalizmin sömürüsünün devamı için zorunludur.

 TÜRKİYE'NİN SINIFSAL YAPISI

Sosyo-ekonomik yapısı yarı-sömürge, yarı-feodal olan toplumumuzda, sınıfların kompozisyonu şöyledir:

 Toplulumuzda hakim olan sınıflar komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıflarıdır. Komprador burjuvazi, emperyalizme göbekten bağlı olan, emperyalist sömürü ve talanın gözeneklerinde gelişen bir sınıftır.

Türkiye’de ilk önce Osmanlı İmparatorluğu zamanında, esas olarak azınlık milliyetlerin unsurlarından oluşan bir komprador burjuvazi ticaret ve tefecilik alanlarında gelişti. Türk ve müslüman olan kompradorlar, azınlık milliyetlerin hakimiyetindeki emperyalizme uşaklık mevkiini elde etmek için mücadele ediyorlardı.

Bunların önderliğinde gerçekleşen «Kemalist Devrim»den sonra, hızla geliştiler. «Kemalist Devrim»de yer alan yani Türk burjuvazisinin bir kesimi, devlet tekelciliğini kullanarak iyice palazlandılar ve komprador-bürokrat kesimi oluşturdular.

Tefeci toprak-ağalarının bir kısmı da koprador burjuva sınıfına dahil oldular.  İlk önce tüccar-tefeci ağı olarak gelişen komprador burjuvazi, bugün büyük tekeller halinde, banka, montaj sanayi, ticaret ve tarım alanlarında bir mali kontrol ağı oluşturmuştur.

 

Komprador sermayenin bu tekelci örgütlenmesi, emperyalist tekellerin, dünyanın birçok yerlerinde kurduğu kontrol ağının ülkemizdeki uzantısı şeklindedir ve kompradorluğun doğal bir niteliğidir.

 Onun görünüşteki tekelciliğini  sermayenin yoğunlaşmasının en üst aşaması olan tekelci sermaye ile karıştırmak büyük bir yanlışlıktır.

 

Toprak ağaları sınıfı, emperyalizmin özellikle kırlardaki sosyal dayanağıdır. Toprak ağalarının temsil ettiği feodal unsurlar (ağalar, mütegallibeler, tefeciler, şeyhler, mollalar vb.) iktidara ortaktır.

Toprak ağalarının iktisadi temeli, toprak rantına dayanır. Ağanın aynı zamanda tüccar-tefeci, hatta sanayici olması, birşey değiştirmez.

Hakim sınıfların yanında, orta burjuvazinin sağ kanadı da yer alır. Eski tipte zengin köylüler, topraklarının bir kısmını ortakçıya vererek, tefecilik yaparak ve tarım emekçilerini amansızca sömürerek, yarı-feodal bir nitelik taşırlar, ve köy orta burjuvazisinin sağ kanadını oluştururlar.

 

Ticaret ve sınai üretimde de orta burjuvazinin üst kesimi, her zaman kopradorlaşma hülyasındadır ve milli burjuvazinin sağ kanadına dahildirler. Yüksek dereceli bürokrasinin büyük bir kesimi bu sınıfın içerisine girer. Ülkemizde cılızda olsa gelişen mili kapitalizmi temsil eden orta burjuvazinin sol kanadı, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının iktisadi baskısı altındadır.

Hem ona karşıdır, hem de onun peşinden gider. Kapitalist tarım yapan zengin köylüler, küçük sanayiciler, orta dereceli bürokratlar orta burjuvazinin bu kesimine dahildirler. Bir bütün olarak milli burjuvazinin feodal sistemle yakın ilişkileri vardır.

Kent küçük burjuvazisi, aydınlar, küçük tüccarlar, esnaflar ve zenaatkarlardan oluşur. Kent küçük burjuvazisi emperyalizmin, komprador kapitalizm ve feodalizmin baskı ve sömürüsü altındadır.

Bu sınıf gün geçtikçe yığınlar halinde çökmekte, işsizliğin ve yoksulluğun kucağına itilmektedir. Orta burjuvalığa özenen  dar bir üst tabaka dışında küçük burjuvazi geleceğe büyük bir endişe ile bakmakta; komprador patron-ağa düzeninin değişmesini istemektedir.

 

 Kır küçük burjuvazisini oluşturan orta köylülük, feodalizmin çözülmesi ile ortaya çıkan; çoğunluğu kıt kanaat geçinebilecek kadar toprağa ve üretim araçlarına sahip olan küçük-üreticilerden oluşur.

 Orta köylülük, uzun yıllardır yarı-feodaj yapının önemli bir öğesini teşkil etmiştir ve etmektedir.

 Orta köylüler bazan işçi tutmakla birlikte, üretimlerinde kendi emek güçlerine dayanırlar. Büyük çoğunluğu tüccarlara, tefecilere, toprak ağalarına ve bankalara borçludur. Büyük bir çoğunluğu ürünlerini daha tarlada iken tüccarlarla, faizcilere kaptırırlar.

 Orta köylülük gün geçtikçe sefilleşmekte, yoksullaşmakta; yoksul köylülük ve işçi sınıfı saflarına katılmaktadır.

Orta büyüklük de kendisini ezen bu düzeni değiştirmesini arzular, devrimci fikirleri ve mücadeleyi yakından izler. Ülkemizde kır nüfusunun çoğunluğu yoksul köylüdür. Yoksul ve hiç toprağı olmayan köylüler toplam köylü ailelerinin 4/5’ini oluştururlar. Yoksul köylülük, ortakçılık, faizcilik, kiracılık ve angarya gibi feodal ve yarı-feodal sömürü biçimleri altında ezilmektedir.

 

Komprador kapitalizmin gelişmesiyle pazara daha çok bağlanmakta, pahalılık karşısında sefil hale gelmekte, modern tarım araçları kullanılmaya başlandıkça işsiz kalmakta ve şehirlere göç etmektedir.

 

Yoksul köylülerin hepsi şu veya bu oranda emeğini kiralayarak geçinmektedir. Yoksul köylülük, kırsal kesimin yan-proletaryasıdır. Yoksul köylülüğün temel talebi topraktır. Bu sınıf kendisini ezen ve sömüren sınıflara (toprak ağaları, tefeci tüccarlar vb.) karşı derin bir sınıf kinine sahiptir ve bu düzenin değişmesini şiddetle istemektedir. Devrimci durumun yükseldiği dönemlerde kendiliğinden şiddet yoluyla sınıf mücadelesini sürdürür. Bunlar devrimci fikirlere son derece açıktır.

 

Türkiye’nin işçi sınıfı, 19. yy başlarından itibaren sınıf olarak hareket edebilecek seviyeye ulaştı. Ancak her yarı-sömürge, yarı-feodal yapıda olduğu gibi, işçi sınıfımızın nicel gelişimi de çok ağır aksak oldu.

Bugün ülkemizde 4,5 milyonu aşkın sanayi ve tarım işçisi vardır. Bunların ancak 1/3’ü sanayi proleteryası diyebileceğimiz niteliklere sahiptir. Türkiye işçi sınıfı ağır bir sömürü ve üçlü bir (emperyalist, burjuva ve feodal) tahakküm altındadır. Büyük çoğunluğunun gecekondularda yaşadığı bu sınıf gittikçe artan baskının ve yoksulluğun ağır acısını çekiyor.

 

İşçi sınıfımızın büyük çoğunluğu yoksul veya iflas etmiş orta köylü kökenlidir. Hatta bugün bir çoğunun —işçi olmasına rağmen— köylerinde bir avuç toprağı, bir kaç hayvanı vardır.

İşçilerin köy ile olan bu iktisadi ve toplumsal bağları, az da olsa onların bilinçlenmelerinde olumsuz bir etken olmaktadır. Fakat diğer yandan da köylü kökenli olmanm olumlu yönü, işçi sınıfının köylülük ile olan yakın ilişkisi ve bunun işçi - köylü temel ittifakının kurulmasına sağlayacağı yararlardır.

Bugün işçi sınıfımızın ancak 1/3’ü sendikal örgütlenmeye kavuşmuştur. Özellikle tarım işçileri ve küçük işletmelerde çalışan işçiler kendi ekonomik ve demokratik haklarını savunacak örgütlenmeden yoksundurlar. Örgütlü olan kesimde ise sarı ve faşist sendikalar işçileri tahakkümleri altına almış durumdadır.

Demokratik Halk Devriminin gündemde olduğu ve faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü ülkemizde Marksist-Leninistler, işçi sınıfının sendikal birliğini halk demokrasisi temelinde sağlamakla yükümlüdürler. Ülkemizde kızıl sendikacılığa yönelinmesi gerekmekle birlikte, bu görev esas olarak demokratik halk iktidarı altında gerçekleştirilebilmir. İşçi sınıfının sendikal birliğinin önünde faşist, sosyal-faşist ve reformist sendika ağaları engel teşkil etmektedirler.

Bunlardan faşist ve sosyal-faşistler baş engellerdir. Bugün, çok büyük bir işçi çoğunluğunun ideolojik ve siyasi durumu geridir. İşçi yığınları arasında, sosyal-demokrasiye bel bağlayanlar, işlerin reformla düzeleceğine, iktidarın barışçı yöntemlerle ele geçirileceğine inananlar, her türlü oportünist, revizyonist ve modern-revizyonist akımların etkisinde kalanlar hala çoğunluktadır.

Bunun nedeni, revizyonizme, modern-revizyonizme ve reformizme karşı Marksist-Leninistlerce yeterli bir mücadele verilememiş olması; zararlı akımların ise ideolojik ve siyasi hakimiyetlerini —komprador patron ağa düzeninin aleyhtarı olmadıkları için— rahatlıkla koruyabilmeleridir. Bu olumsuz sübjektif duruma rağmen Marksizm-Leninizm işçi sınıfının bağrında gelişmektedir.

 

Doğru bir siyaset izleyen Marksist-Leninistler var oldukça ve devrimci durum yükseldikçe, ideolojik ve siyasi mücadele neticesinde sınıfın büyük çoğunluğu zamanla bu zararlı siyasi akımların etkisinden sıyrılacaktır. Ülkemizde, yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik yapıya burjuva-feodal bir üst yapı tekabül etmektedir.

 Üst yapının, en önemli ve belirgin unsuru devlet olduğundan, burada kısaca onun üzerinde duracağız.

Ülkemizde devlet faşisttir ve ta başından beri öyle olmuştur.

Faşizm, hakim sınıfların (komprador burjuvazi ve toprak ağalarının) tüm ‘kliklerinin hakimiyet biçimidir.

Bu neden böyledir?

Çünkü birincisi, Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, komprador burjuvazi cılız ve güçsüzdür.

Sömürü ve talanını, burjuva demokrasisi altında sürdürmesine bu cılızlığı ve (iktisadi, siyasi, kültürel) güçsüzlüğü engeldir-.

Egemenliğini sürdürebilmek için faşizmden başka bir çıkar yol yoktur.

İkincisi,

iktidara ortak olan feodal sınıflar, tabiatları gereği burjuva demokrasisine karşıdırlar; onların hakimiyetleri feodal cebire dayanır.

İşte komprador burjuvazinin güçsüzlüğü ve feodalizmin mevcudiyeti, bizim gibi ülkelerde feodal cebir ile burjuva zulmü kol kola, içiçe girmiştir.

Üçüncü olarak,

 dünya proletaryasının ve onun önderliğindeki halkların güngeçtikçe büyüyen mücadeleleri karşısında emperyalizm ve sosyal-emperyalizm, dünyanın her köşesinde zorbalıklarını ve saldırılarını arttırmakta, her yerde faşizmi yerleştirmeye çalışmakta ve vargücüyle desteklemektedir.

Bu üç sebepten, bugünkü düzenin temelleri yıkılmadan, faşizmin sosyal dayanağı olan sınıfların iktidarı çökertilmeden, faşizm tehlikesi savuşturulamaz. Ülkemizde faşizm her zaman parlamenter maskeli olmuştur. Bizde parlamentonun bütün görevi, faşizmin yüzünü halktan ve dünya kamuoyundan saklamaktan ibarettir.

 Ülkemizde parlamento, burjuva demokratik parlamentolar için geçerli olduğu gibi, proletaryanın teşhir kürsüsü olarak kullanabileceği bir araç değildir. Bizde burjuva demokrasisi hiçbir zaman varolmamış, ancak halkın devrimci mücadelesinin hemen bastırılamadığı bazı dönemlerde bunun kırıntıları tadılmıştır.

Hakim sınıflar, en istikrarlı dönemlerinde, faşizmi en koyulaştırdıkları zamanlarda bile, parlamentoyu feshetmeye gitmemişler, bu maskeyi titizlikle korumuşlardır. İçinde bulunulan bu şartlarda «parlamentoyu kullanmak» Marksist-Leninist siyasetin bir taktiği olarak gerçekleştirilebilecek bir taktik değildir.

 Elbette ki, faşizmin bu yapısı, kazanılan kısmi ve geçici haklardan sonuna dek yararlanılmamasını ve ona karşı en geniş burjuva demokratik hakların savunulmamasını getirmez. Faşizmi, halkın mücadelesi karşısında geriletmek mümkündür ve bu gerilemeler proletaryanın sınıf mücadelesini daha kolay yürütmesine, geçici ve kısmi de olsa faydalı olacaktır.

 

Nitekim halkın muhalefeti karşısında hakim sınıflar her zaman en koyu faşist istibdadı uygulayamazlar. Aralarındaki çelişkileri yumuşattıkları istikrar dönemlerinde örtülü faşist diktatörlüklerini sürgürürler.

Böyle dönemlerde demokrasi, parlamentarizm vb. kurumlar birer maskeden ibarettir. Fakat devrimci durumun yükseldiği dönemlerde, ya hakim sınıfların tümü, ya da bir kliği, açık faşizme geçerler.

Bu, halkın kanı pahasına kazandığı demokratik hakların da çiğnendiği, her türlü faşist baskının açıktan açığa yürütüldüğü bir dönemdir. Marksist-Leninistler halkı örtülü ve açık faşist diktatörlükler arasında bir seçim yapmaya zorlamazlar, faşizmin tonları arasında ehven-i şer politikası gütmezler; ancak faşizmin gerilediği şartlardan azami derecede yararlanırlar.

Marksist-Leninistler bir an bile faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olduğunu akıllarından çıkartmazlar. Ülkemizde anti-faşist iktidar mücadelesi, anti-feodal, anti-emperyalist iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir.

 Faşizmle mücadelenin esası, halk savaşıdır.

Di­ ğer anti-faşist mücadele biçimleri, halk savaşına tabi olarak ele alınmak zorundadır.

Çünkü faşizmin yıkılması, onu uygulayan üçlü gücü (emperyalizm, komprador kapitalizm, feodalizm) altetmeden mümkün olamaz.

 Bunlardan çıkan sonuç şudur: Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin (Demokratik Halk Devrimi Cephesinin) sınıf muhtevasıyla, anti-faşist cephenin sınıf muhtevası bir ve aynıdır:

 İşçiler, köylüler, kent küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin sol kanadı, halkın devrimci birleşik cephesini gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda yarı-sömürge, yarı-feodal yapımızda, antifaşist halk cephesinin gerçekleştirilmesi mücadelesidir.

 Bu mücadele esas alınacak olan halk savaşıdır.

Halk savaşı şehirlerde nasıl uygulanır..sendikalardaki örgütlenme nasıl olmalıdır.

İbrahim kaypakkaya.

Yeniden okuyunuz.

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2022/11/onaciklama-icel-ekonomisininyapsal.html



https://www.yüzçiçekaçsın.de/2022/11/yarifeodalizmtanimi.html




 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)