17 Ekim 2023 Salı

TURAN TALAY’IN ANISINA…Halil Gündoğan----16.10.2023

 

Halil Gündoğan----16.10.2023

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Ak ciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti.

 Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş.

 Bir, birbuçuk ay gibi sancılı bir sürecin ardından, ölüm onu yaşamdan tamamıyla koparıp aldı maalesef ki. Sosyalizm ve komünizm ideali uğruna ömrünü tereddetsüce mücadeleye adamış ve en zorlu süreç ve alanlarda görevler üstlenmiş bir kavga emekçisiydi o.

 

 Onun bu özelliğinin bir tarihi kesitini, “Dersim Dağlarında” isimli kitabımda, bir miktar da olsa, kayıt altına almıştım. Şimdi, onun anısına, o bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum. 

 

  “Zeynel olarak benim komutam altındaki gerilla gücümüz ise Ovacık, Munzur yaylaları ve Kemah’ın bir kısım köylerini de kapsayan ve keza Mercan Dağı eteklerinde bulunan Erzincan köylerinde yoğunlaştık.

 İlk acil işlerimizi hallettikten sonra, basım birimimizi de yanımıza alarak, Ovacık’ın Mercan vadisi ve “Yasak Mıntıka” hattında bulunan köylerde faaliyete çıktık.

 

 Bu faaliyeti yürütüyorken; Hürmek’e verilmiş bir randevu ulaştırıldı. Mecburen döndük Hürmek’e. Meğerse randevu Tufan yoldaştanmış… Kemah’ın Gamarik köyünde oturan ve ama aslen Ovacık Ortinikli olan, eski mahpushane arkadaşımız Turan Talay’ı da kılavuz olarak almış yanına. Şahverdi’ye uğrayıp, kardeşim Ali’yi de önlerine katıp Hürmek’e gelmişler.

 

 Tufan ile birlikte üç arkadaş daha vardı. Firar çalışmalarımızda çokça emeği geçen Cemal, keza dışarıda bizikarşılayanlardan sevgili Çako İsmail ve 1992 yılında, İstanbul Maltepe’de vuruşarak yıldızlaşan Partizanlardan Hasan Demir yoldaş da vardı.

 Ha bu arada Tufan, Turan Talay’ı da yerleşik faaliyet yürütmeye ikna ettiğini de çıtlatıverdi. Silah ve insan aktarımı konusunda görev almayı da kabul etmiş.

 

 

 Turan’ın tekrardan örgütlü mücadeleye ikna edilmiş olmasına sevindim. Bunlar, hakkını teslim etmek gerekir ki Tufan’ın ısrarlı çaba ve emeklerinin sonucuydu. Kesinlikle, hemen hemen tüm eski tanışlarının peşine düşmüş ve kalmışsa içlerinde küllenmiş küçük bir kıvılcım, onu azimle harlamaya ve kişileri yeninde mücadele saflarına katmaya çalışıyordu. İşte Turan da bunun örneklerinden biriydi.

 

 

 

Turan, köye yerleştiğini ve arıcılık yaptığını söyledi. “Arıları arazide bırakıp geldiğimden; bir an önce dönmem gerekiyor” dedi. Kendisiyle bağlantı kanalları ayarlayıp, yolculadık.”

 

 

 

*****

 “Ergan yaylaları arasındaki turlamamız iki günümüzü aldı. Oradan tekrar Kemah köylülerinin yaylalarına döndük.

 

 

 

Turan Talay’dan, taraftarımız olduğu ön bilgisini aldığım gençten bir arkadaşa uğradık. O esnada yaylada olması işimizi kolaylaştırdı. Turan’a bir not iletmesini rica ettik. İkiletmeden kabul etmesine sevindik.

 

Turan’a; iki gün sonrasına (olmazsa beşinci güne) randevu verdik. Şansımız yaver gitti, ilk randevuya gelip yetişti.

Turan ile onların ve civar köylerin insanlarının ve arazisinin genel durumu ve keza devletin o yöredeki resmi ve gayri-resmi varlığı ve hareket tarzı hakkında konuştuk. O yöreye inip faaliyet yürüteceğimizi söyledik. Kendisinin ve diğer köylerdeki taraftarlarımızın ve örgütlü sempatizanlarımızın ne tür imkânlar sunabileceğini sorduk.

 

 

 

“Siz yeter ki gelin, biz her türlü imkânı sunarız size” dedi. Sevinçli ve coşkuluydu. Turan’ın bu hali bizi de sevindirdi. Yol yolak hakkında bize teferruatlı bilgiler verdi. İlk önce kendisine uğramamızı, yöreyi kendisi rehberliğinde tanımamızı istedi. Canımıza minnetti, hemen kabul ettik. Arılarının ve çadırının yerini tarif etti. Hangi yoldan gelirsek, nasıl bulacağımızı inceden inceye anlattı. Öyle bir anlatışı vardı ki insanda adeta; “gözü kapalı bile gider o çadırı bulurum” duygusu uyandırıyordu.

 

 

 

Turan bu arada boş durmayıp; Coşkun ve Erzincan merkezde oturan amcamoğlu Resul ile de bağlantıya geçmişmiş. Resul’un şehir merkezinde olmasından hareketle; erzak-malzeme ve insan aktarımını nasıl organize edebilecekleri üzerine görüş alış-verişinde bulunmuş-larmış.

 

 

 

“Sizinle görüşmemiz iyi oldu. Neleri nasıl yapmamız gerektiğini daha iyi ayarlayabiliriz” dedi… Memnuniyetle görüyordum ki Turan bu işe tüm benliğiyle dâhil olmaya karar vermişti. Bu çok güzeldi ve bize büyük kolaylıklar sağlayacaktı.

 

 

 

Turan’a öncelikle, hem kendi bulunduğu hattaki arazide ve hem de Ergan hattındaki arazide, sadece kendisinin ve Resul’ün bileceği küçük çaplı iki ara istasyon depoları hazırlamalarını söyledim.

 

 

 

“Gelen malzemeyi, hangi hat daha kolayınıza gelirse, götürüp o hattaki depoya yerleştirip, sağlama alırsınız. Daha sonra bu depoların yerlerini bizden bir-iki arkadaş da gösterirsiniz ve böylece malzeme aktarımı daha bir kolaya binmiş olur. Bu, hem malzemeyi riske sokmaz ve hem de günlerce randevu peşine koşma durumunu ortadan kaldırır. ‘Şu şu malzeme falanca hatta’ diye bilgi ulaştırmanız yeterli olacak” dedim.

 

 

 

Turan’ın aklına yatmış olmalı ki hemen pratik çözümler önerdi:

 

“Büyük malzemeleri de alabilecek büyüklükte su geçirmez ve kolay kolay kırılmaz bidonlar var. Onları gömeriz toprağa. Böylece öyle ahım şahım depolar kazmaya da gerek kalmaz. Sonra olmazsa şu fiberglas sutanklarından alıp gömeriz. Malzemeler onların içinde zarar görmeden yıllarca kalabilir. Hele bir de gresledikmiydi, hiçbir şeycik olmaz, gider öylece sapasağlam kalırlar” dedi.

 

 Son derece pratik ve işe yarar önerilerdi. “Tamam, işt işte aynen de bu dediklerinden yaparsınız” deyip onayladım kendisini ve böylece bir sorunumuzu da elbirliğiyle hal yoluna sokmuş olduk.

 

 Randevulaşıp Turan’ı yolculadık. Bu kez biz ona gidecek ve “organik” diyerek de o çok övdüğü bal’ının tadına bakacaktık.”

 

“Gündüzümüzü, Kemah ve Erzincan merkez hattına bakan bir kayalıkta geçirdik. Rakımımız herhaldeki 2500 ile 3000 metre arası bir şeydi. Yani koca bir dağın zirvesindeydik ve ama yine de küçük bir kayalık siperliğindeydik; başka da örtüleyecek uygun bir yer yoktu.

 

Arazi ve diğer koşullar da elverişli olduğundan, silah ve çantalarımızı şallarımızla örterek, akşam karanlığını beklemeden ikişerli-üçerli gruplar halinde erkenden yola koyulduk.

 

Uzunca bir yolculuğun ardından, dağı nihayet geride bırakıp, aşağılara inebildik. Dağ yamacından ilerleyen yola girip, verilen tarif üzerine ikinci belirgin nokta olan Çamlık’a ulaştık. Turan bize: “Çamlık’a sapan tali yollar var. Bunlar sizi yanıltabilir. Bu yüzden en işlek yoldan sakın ayrılmayın, yol sizi bir sırtın ucuna getirecek. Orda durun ve sağ tarafa dönün yönünüzü. İlerde, dağın eteklerine doğru açılan vadiyi hemen göreceksiniz zaten. 

Orası Meyvanlı vadisinin girişidir. Hemen boğazındaki köy de Meyvanlı’dır. Dur- duğunuz sırt ile vadi girişi arasındaki arazide, hemen sırtın biraz ön açıklarında, dağa yakın bir düzlükte bir beyaz dik çadır göreceksiniz. İşte o çadır benim çadırım. Hâlihazırda tek, ama galiba hep tek kalır, oraya başka kimse gelmez. Günün her saati orda olmuyorum. Bu yüzden uzaktan iyice denetleyip öyle gelin. Ben olmasam da siz orda kalıp dinlenebilirsiniz. Erzak falan bulunur, karnınızı doyurmanıza yeter, sıkıntı çekmezsiniz. Ben genelde gece yarısı sonrası, aha çok da sabaha karşı uğrarım” demişti.

 Turan’ın tarif ettiği çadırı görmemiz hiç zor olmadı. Hemen 300- 400 metre kadar ilerimizdeydi. Başka da çadır olmadığı gibi, ortalıkta göze ilişen kimseler de yoktu.

 Çevre denetimi yapıp indik aşağı. Çadır emrimize amade, öylece bomboş bekliyordu. İçinde küçük bir pikniktüpü, demlik, bardak, çay, ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık ve tabii bal ve keza iki küçük tabure ve bir de bir kat yatak vardı. Ha, bir de yarım şişe rakısı vardı.

 

 

 

Kovanlarını bir fukara korkuluğa emanet etmişti. Güya onları ayıdan işte bu korkuluk koruyacaktı. Bizi kale almamış olmalı ki umurunda bile olmadık korkuluğun. Demek ki o sadece ayılara karşı programlanmıştı.

 

 

 

Kendi evimizdeymişiz gibi rahattık. Çay yapıp karnımızı doyurduk. Balı, övdüğü kadar varmış, gerçekten de kaliteliydi… Turan yoldaşımız o rakıyı tabii ki bizim için ayırmamıştır; ama biz öyle varsayıp, onu da bir güzel hallediverdik. Fena da olmadı. Alışık olmadığımızdan olsa gerek ki az biraz da çakırkeyf olduk.

 

 

 

Gece boyu Turan’ı boşuna bekledik, gelmedi veya gelemedi… Gecenin tek istenmeyen konuğu, bize ve korkuluğa rağmen kovanlara yanaşma cüreti gösterebilen kocaman bir ayıydı. Nöbette hangi yoldaş vardı net olarak anımsamıyorum, muhtemelen Hasret yoldaştı:

 

“Yoldaş, Zeynel yoldaş, kalk kalk kocaman bir ayı geldi.” Diyerek bilgilendirdi beni.

 

 

 

Belliydi ki hayli ürkmüştü. “Tamam, sakin ol” deyip, onu da yanıma alarak dışarı çıktım. Aşırıya kaçmamaya da özen göstererek, sağa sola vurup gürültü çıkarttık. Hayvancağız bu şamatamızı pek de kaale almadan, sakince sıvışıp gitmeyi yeğledi. Şanssız gününde olmalıydı. Homurdanması muhtemelen bunun ifadesiydi.

 

 

 

Sabah erkenden, suyumuzu ve bir miktarda yiyecek alarak, karşı kayalığa çekildik. Birkaç saat sonra Turan göründü. Çadıra girip, hemen az sonra da çıktı. Gelmiş olduğumuza yorumlamış olmalı ki etrafa ve ama esasen de dağın eteğindeki kayalıklara göz gezdirmeye başladı.

 

 

 

Tabii Turan tecrübeli ve tedbirli bir yoldaştı. İhtiyatlı davranıyordu. Başka gruplar veya tim de çadırına konuk olmuş olabilirdi. Hatta köylüler bile çadıra girip erzağı kullanmış olabilirdi. Zayıf olasılıklar da olsa, Turan bunları hesaba katar, öyle davranırdı. Tim olasılığı tedbirli olmasını da gerektiriyordu. Çevrede sotaya çekilip gözetleme de yapıyor olabilirlerdi.

 

 

 

Turan bütün bunları hesaba katarak, Kürtçe ve dolaylı göndermelerle kendisinin geldiğinin mesajını verdi.

 

 

 

O bizi göremiyordu, ama biz onun her hareketini görüyor ve sesini de rahatlıkla alıyorduk. Kürtçe seslenerek yanıt verdik. Yerimizi tarif ettik. Arılarıyla ve etrafla ilgilenip biraz oyalandıktan sonra, çıkıp yanımıza geldi. Epeyce bir süre sohbet ettik. O anlattı biz dinledik, biz kısa kısa sorduk o uzun uzun izah etti. Yöre insanını, araziyi, köyleri ve yolları inceden inceye anlatıp bilgilendirmeye çalıştı. Hangi köylerde kimlerden sakınmamız gerektiğini, kimlere nasıl davranmamız gerektiğini, dağa çıkış yollarını, vadilerin özelliklerini, Dere Şoran ve Meyvanlı gabanının güzelliklerini, elverişli koşullarını, geçip geldiğimiz Çamlık’ın ince detaylarını, adeta resmedercesine, nakış nakış işleyiverdi. Konuşmayı da, sohbeti de seviyor ve iyi de beceriyordu. Lafı bol bir yoldaştı ve herhangi bir konuda saatlerce konuşabilirdi. Laf lafı açtı ve öğlene kadar sohbet ettik. Akşama çadırda buluşmak üzere onu yolculadık ve biz de uyumak üzere kaya gölgeliklerine çekildik.

 

 

 

Akşam karanlığı bastırınca Turan ile buluşup, köyü Gamarik’e doğru yola koyulduk. Yol boyu Gamarik’i ve Gamariklileri anlattı. Daha önceden de yoldaşlar gelip giderlermiş. Köylüleri arasında ihbarcı yokmuş, ama ağzı pek gevşek bazı tipler varmış.

 

 

 

Sarhoş olduklarında ağızlarının kontrolünü kaçırabilirler ve her şeyi olur olmaz yerlerde konuşabilirlermiş. İşte onlardan uzak durmalı ve es kaza karşılaşıldığında da ciddi gözdağı vermeliymişiz. Onlar ancak böyle zaptedilebilirlermiş vs. vs. Sohbet bu minvalde devam ederken; yol bitmiş, evlerine ulaşmıştık.

 

 

 

Köyün araba yolu üzerinde ve köye aşağıdan girişindeki ilk evlerdendi. İki katlı tipik bir köy eviydi. Arka kısmındaki tarla ve bahçe, hemen az ilerideki derince dere yatağıyla buluşuyordu bu arazi.

 

 

 

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı, zayıf, zarif ve güzelce biriydi. “Annem” dedi Turan. Ana oğlunu ve bizi içeri davet etti. Turan önceden bahsetmiş olmalı ki bizi bekliyormuş gibi bir havası vardı…

 

 

 

Evet, meğerse Turan bizden bahsetmişmiş. Onun için, bizim ayrıca özel bir önemimiz varmış. Dersim’den geliyor olmamız önemliymiş.

 

 

 

Kadıncağız bizimle Dersim havasını soluyup özlem gideriyor gibiydi… Bahsetmiştim, aslen Ovacıklıydılar. Yıllarca önce göçüp Gamarak’e gelmişler…

 

 

 

Bu yaşlı Dersim kadını herbirimizi sıkı sıkı kucaklayıp öptü ve bir bir sıraladı: “Sen Dersimlisin”, “Sen Dersimli değilsin” diye de tahminlerde bulunuyordu. Ama asla hemşeri kayırması yapmadı, herbirimizi has evlatlarıymışız gibi sahiplendi.

 

 

 

Sonraki süreçte çokça yardımı ve büyük desteklerini alacağımız bu yaşlı Dersim kadını o gece bizi bir güzel ağırladı, bir yığın ikramlarda bulundu. Herhalde ki yerimiz, onun en değerli misafirleri arasındaydı.

 

 

 

Gece geç saatlerde, meşhur değirmenci, değirmen ustası Çıtak amca çıkıp geldi. Bizim köyün değirmeni de dahil, o yakın yörenin herhaldeki tüm değirmenleri Çıtak amcanın elinden çıkmıştı.

 

 

 

Hal hatır faslından sonra, Ovacık’ta hangi köylere gittiğimizi, hangilerini bildiğimizi sordu. Gittiğimiz ve bildiğimizi söylediğimiz köylerin değirmen ve değirmencilerini sordu. Tabii Şahverdi’den de Kavrulmuş’ları sordu. Değirmen onlarındı, ayrıca da kirveymişler.

 

 

 

Hayli sert mizaçlı bir insandı Çıtak amca. Ama az bi hasbihal edince, yumuşacık-sevecen bir yürek taşıdığını hemen anlayıverirdiniz. Nedense hep de böyle olurlardı bu tip insanlar, değil mi?

 

 

 

Ve anlayacaktık ki, Çıtak amcamız da evde bir hayli huysuz ve geçimsiz biriymiş. Eşine karşı kaba kuvvet uyguladığı da olurmuş. Önceleri daha sıklıklaymış, ama Turan’ın evde olduğu dönemler bu şiddet unsuru, yok denecek derecede azalırmış. Ama elbette küfürleri ve ağır münakaşaları sıklıkla olurmuş… Ana Turan’dan destek alır ve bir güzel diklenir ve de kendini ezdirmezmiş Çıtak’a. Bizim varlığımız ise ana için apayrı bir güvence oldu:

 

“Haydi bundan sonra da dellen bakiyim. Vallaha seni hemen kirvelere şikâyet ederim” diyordu.

 

Turan bu duruma kıs kıs gülerken, Çıtak amcamız da mahcup vaziyetlerde:

 

“Bakmayın siz ona, abartıyor. Her evde zaman zaman küçük kavgalar sürtüşmeler olur” diyordu.

 

Ama gözdağını ciddiye aldığı da her halinden belliydi. Her iki tarafı da dengeleyecek bir tavır koymamız gerekiyordu. Zordu elbet, ama onların özgülünde gerekli olanı buydu…

 

 

 

Daha sonraları Turan’dan öğrenecektik ki, ilişkileri nispeten daha düzelmişmiş. Ana bizim varlığımızla daha bir özgüvenliymiş. Çıtak amcamız ise daha ölçülüymüş. Ana önceleri “Bak Turan’a söylerim” derken, artık “bak vallahi billahi gençlere söylerim” diyormuş. Çıtak amca elbet devrimcileri tanıyan, bilen biri, öyle boş korkular edinecek biri değil, ama haksızlıklara ve özellikle kadına karşı şiddet uygulamalarına karşı işin şakaya gelir yanının olmadığını da öğrenmiş olduğundan, kendisine otokontrol uygulamayı tercih edecek kadar aklı başında biriydi.

 

 

 

Bu güzel insanlarımız o sonbahar, kış ve ertesi yılın ilkbaharında bize gerçekten büyük desteklerde bulundular. Evleri ve olanakları hep bize sunulu oldu. Hele ana adeta bağlanıvermişti.

 

 

 

Kışın barınakta kapalı kaldığımız o süre boyunca lokmalar boğazından geçmez olmuşmuş. Güzel yemekler pişirdiği her seferinde:

 

 

 

 “Ula Turan, ana kurban sen o yoldaşların yerini biliyorsundur, al bu yemekleri götür yesinler. Yazık, şimdi kim bilir belki de yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştır” diyormuş. Turan da her seferinde:

 

 

 

“Deli deli konuşma ana, onlar hiç yerlerini bana söylerler mi? Sen rahat ol, onların her bir şeyi var. Güzden torbalarla, kasa ve tenekelerce erzak aldık. Onların yemeği de, ekmeği de kolay kolay bitmez” diyerek, yatıştırmaya çalışıyormuş.

 

 

 

Anamız gerçekten çok da soğukkanlı ve cesur biriydi. Bir keresinde, Batıdan yoldaşlarla olan bir randevudan ötürü; Nuray, ben ve sanırım Çakır İsmail, evinde konuğu olduk. Çıtak amca nereye gitmiştiyse, evde değildi. Turan da gelecekleri almak üzere şehir merkezinde bekliyordu.

 

 

 

İkinci gün gündüz diğer iki oğlu, gelinler ve torunlarından Evrim, Nurhak, Özgür, Devrim ve isimlerini anımsayamadığım diğer kardeşler bizi ziyarete geldiler. Gün boyu bizimle kaldıktan sonra, akşama herkes kendi evine gitti.

 

 

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, kapı önünden bazı sesler oluştu. Ana bizim bir şey dememize ve yapmamıza fırsat bırakmadan hemen harekete geçip, arka odaya aldı bizi:

 

 

 

“Siz burada durun. Bakın bu pencere arka bahçeye açılıyor. Kötü bir şey olursa, benim konuşmalarımdan anlarsınız zaten. O zaman buradan çıkar, kendinizi hemen o arkadaki dereye atarsınız. Ben şimdi kapıya gidiyorum, kulağınız bende olsun” deyip kapıyı kapatıp aşağı indi. İşte böylesine fedakâr ve cesur bir kadındı da.

 

 

 

O çıktıktan sonra biz arkayı kontrol ettik, ortalık sakindi. Konuşmaları rahatlıkla duyabiliyorduk. Gelenler devrimci yapıların gerillalarıydı, ama kimlerdi çıkaramadık. Az sonra ana gelip “rapor” unu verdi:

 

 

 

“Başlarında Cebo diye biri var. Üç kişiler. Ekmek almaya gelmişler. İçeri buyur ettim. İstiyorsanız gelin görüşün, yoksa burada sessizce oturun” dedi.

 

Gelenlerin DABK’çı yoldaşlar olduğu anlaşılınca, ‘siperimizden’ çıkıp, yanlarına gittik. Dediklerine göre, öylesine bir uğramışlarmış…

 

 

 

İşte bu güzel yaşlı anamız bizi böylesine candan duygularla bağrına basıyor, koruyup kolluyordu. Onu ve Çıtakamcayı sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

 

 

Turangildeki bu sıradışı bekleyişimiz nihayet üçüncü gününde sona erdi. Turan ile amcaoğlu Resul, yanlarında Tufan, Coşkun ve ilk kez karşılaştığımız bir genç ile birlikte çıkıp geldiler. ‘Bagaj’larında bir adet roket atar ve iki adet kleş vardı. Tabii belirtmem gerekiyor ki silahlar ayrı kanaldan gelmişti. Tufan’ın gelişiyle denkleşince; Turan ve Resul aynı yol ve araçlarla, hepsini topluca alıp bize getirmişlerdi.

 

 

 

1991 yazı sonlarında gelen bu roketatar, daha önce de ifade ettiğim gibi, ilk roketatarımızdı. Daha öncesinde böyle bir silahımız olmamıştı. Hâlihazırda DABK’çılarda da yoktu. Hevallerin Dersim birliklerinde var mıydı bilmiyorum, biz denk gelmedik. Halkımızın ilgi ve merakla incelemesinden anlaşılıyordu ki ilk kez karşılaşıyorlardı.

 

 

 

Tufan’ın geliş nedeni ise, konferans hazırlıklarının tamamlanmak üzere olduğunu bildirmek ve katılıp katılmayacağımız hususunda son bir kez bizimle görüşmekmiş.

 

 

 

Ben ve Şerif’in, önceki kararımızda bir değişiklik olmadığını yineledim:

 

“Keşke katılabilseydiniz. Senin açından iyi de olurdu, bu senin için bir ilk olacaktı; bu deneyimi yaşaman iyi olurdu” dedi.

 

 

 

Kuşkusuz ki haklıydı, benim için önemli bir tecrübe ve kazanım olacaktı. Ancak yine de o süreçteki öncelik tercihlerim doğrultusunda hareket etmeyi daha isabetli buldum.”

 

 

 

***

 

 

 

“Çok da fazla gecikmeden kışlık üslenim yerimizi belirlememiz ve hazırlıklara başlamamız iyi olacaktı. Hatta uygun yeri bulursak, barınağı bir an önce yapıp aradan çıkarmanın daha da iyi olacağını düşünüyordum.

 

 

 

Uygun arazi konusunda Turan’ın görüşlerine ihtiyacımız vardı. Oturup bu mevzuyu enine boyuna sorguladık. Meyvan ve Dere Şoran Gaban’ı ile birlikte bir de Çamlık’ı önerdi. Ancak ne var ki Gabanların her ikisi de çok işlekmiş. Devrimci grupların, yaylacı ve avcıların sıkça kullandığı bu iki vadide açık verip deşifre olma yüzdesi hayli yüksekmiş.

 

 

 

Çamlık’a da odun kesmeye, ayı ve domuz avına gelenler olurmuş, ama yine de Gaban’daki kadar işlekolmazmış. Ve ayrıca iç kısımlarda pek fazla uğrak yeri olmayacak uygun yerler bulmak mümkünmüş. Turan’ın arazi olarak tercihi Gabanlardı. Ama deşifre olma riski fazla olduğundan :

 

 

 

“Bence Çamlık daha uygundur. Tercih sizin. Yapın hesabınınızı, kararınızı verin. Ama sakın mesuliyeti bana yıkmayın” dedi.

 

 

 

Karar verebilmemiz için Çamlık’ı yakından görüp tanımamız gerekiyordu. Ertesi gün Çamlık’a gitmek üzere buluşma ayarladık.

 

 

 

Turan bize Çamlık’ın her bir yerini gezdirdi ve teferruatlı bilgiler verdi. Kendince olabilir dediği noktaları gösterdi…

 

 

 

Evet, olabilecek yerlerdi. Sonuçta, yakınında çeşmesi de bulunan bir yamaç dere yatağı kuytuluğunu uygunbulduk. Diğer yerlerin çoğu kışın ve yaprakların dökük olduğu süreçlerde, çevredeki yükseltiler karşısında örtüsü pek bir zayıf kalan yerlerdi. Ama bahsettiğim kuytuluk gözden ırak olması yönüyle avantaj sunuyor gibiydi. Yoldaşlarla oturup seçenekler üzerinde kısa bir değerlendirme yaptık. Sonuçta ba- rınağımızı Çamlık’ta yapmaya karar verdik.

 

 

 

Hazırlıklarımızı görüp hemen faaliyete koyulduk. Sıkı bir çalışmayla, kısa sürede barınağımızı yapıp bitirdik. Bu arada Turan da boş durmayıp, erzak işiyle uğraştı. Onun bıraktığı yerlerden erzağımızı da taşıdık mıydı, kışlık üslenim sorunu esasen halledilmiş sayılırdı.

 

 

 

Büyükçe bir su tankı aldırdık. Aynı orman içinde bir başka uygun noktada toprağa gömdük. Erzağımızın veyedek silah-cephane vb. Şeylerimizin önemlice bir kısmını buraya yerleştirdik. Diğer erzağımızı, sıkı bir çalışmayla, üç-dört gecede barınağa taşıdık. Bu taşıma faaliyeti sürüyorken ; Batıda olan Nuray’da çıkıp geldi. İyi de oldu. Çünkü Nuray hem komutan yardımcımızdı ve hem de grubumuzun tecrübeli iki-üç kişisinden biriydi. Nuray’ın gelmesiyle grubumuzun ana bileşimi de esasen netleşmiş oluyordu. Geleceklere kapımız açıkken ; ancak, mevcut bileşim içinden, yani barınak ve depo yerini bilenlerden, gitmek isteyenlere kapılar bahara kadar kapalı olacaktı. Çünkü aksi takdirde, ciddi şekilde güvenlik riski oluşurdu.”

 

 

 

***

 

 

 

“Barınak ve erzak sorunumuzu böylece halletmiş ve elimizi önemli oranda rahatlatmıştık. Şimdi artık daha rahat bir şekilde diğer normal faaliyetlerimize yönelebilir, kalan zamanı daha rasyonel kullanabilirdik.

 

 

 

Hem yedek bir sığınak yeri bulabilir miyiz diye ve hem de araziyi tanıma adına, Karasu ırmağının öte yakasındaki karşı araziyi keşfetmek iyi olacaktı. Gerilere, Refahiye hattına ve keza Kemah’ın ardına doğruuzanan bu arazi, karşıdan adeta “gel gel” diye el edip duruyordu. Barınağımızı kapatıp, ince kamuflajını da yaptıktan sonra, Turan ile buluşup, Karadağ’a gitmek üzere yola koyulduk.

 

 

 

Erzincan merkezin Kemah yönünden girişinde Kemah Boğazı (Erzincan Kızılbaşlarının inanışına göre rivayet olunur ki bu boğaz önceleri kapalıymış ve Erzincan ovası küllüm su altında, adeta büyük bir gül imiş. Melik Şah’ı ziyaret giden Hz. Ali bu durumu görmüş ve bir Zülfükâr darbesiyle aradaki bu dağı ikiye ayrıp, suya yol vermiş. Bugünkü Kemah Boğazı işte böyle oluşmuş. Ve Erzincan ovası da bugünkü güzelliğine ve bereketine işte bu sayede kavuşmuşmuş.) denilen yerde, tren yolu köprüsünü kullanarak suyun karşı yakasına geçtik. Kemah-Erzincan karayolu, kâh sağından, kâh solundan olmak üzere Karasu’ya paralel ve hemen kenarından geçiyordu. Kontrollü bir şekilde bunu da geçip, yukarılara doğru ilerleyen küçük bir vadiye daldık.

 

 

 

Turan rehberimiz, ama aslında o da araziyi bilmiyor. Sadece bazı köylerine birkaç kez gitmişliği varmış.Anlayacağınız, karşıdan dürbün ile gözetlediğimiz, köy ve köylüleri hakkında ancak ki çok yüzeysel genel bir bilgiye sahip olduğumuz ve ama esasen bilip tanımadığımız bir arazideydik.

 

 

 

Vadi boyu yukarılara doğru yol aldık. Sabah olduğunda, Karadağ’ın Erzincan merkeze bakan yüzündeydik. Az yukarılardan Erzincan şehri ve ova köylerinin büyükçe bir bölümü görüş erimine girerdi… Turan’ın söylediğine göre burası bir nevi avlak alanıymış da. Erzincan’ın iti-miti, polisi-askeri, bürokratları ve keza varlıklı kimi av meraklıları sıklıkla buraya keklik, bıldırcın, tavşan ve tilki benzeri hayvanları avlamaya gelirlermiş. Akıl edip de bu özelliğini daha önceden söylemiş olsaydı, herhalde yedek sığınak yeri bulma fikrini kafamızdan silip öyle gelirdik. Neyse, her halükârda bu araziyi birazcık da olsa tanımak, bilmek iyi olacaktı.

 

 

 

Turan’ın anlattığına göre Dere Şoran Gabanı hizasından alarak Kemah Boğazı’na kadar uzanan bu arazideki köylerin çoğunda Kürt kökenli insanlar yaşamaktaymış. Ancak ilginçtir ki yaşlılar hariç, yeni genç nesiller Kürt olduklarını bilmezlermiş. Büyükçe bir kısmı da Kürt olduklarını kabul etmezmiş: “Öz be öz Türküz” derlermiş.

 

Bu yöre köyleri de dâhil olmak üzere köylerin tamamına yakını eskilerden Kemah beylerinin mülkiyetindeymiş. Sonraki yıllarda köylülere devredilmişmiş.


Bir-iki yıl kadar önce, yörenin Kürt kökenli insanlarından ötürü, yine bu yöre Kürtlerinden bir PKK’li komutasında, küçük bir gerilla grubu gelmişmiş. Birçok köye girip çıkmışlar. Ancak ne var ki çok geçmeden ihbar edilmişler. Gamarik köyünün karşısına düşen vadideki köylerden birinin çıkışında pusuya düşürülmüşler. Çatışıp çıkmışlarsa da, ancak, iki veya üç kişilik bir kayıpları olmuş. Grup komutanı Merteklili Ali Rıza, grubu alıp Dersim’e geri dönmüş. Ve galiba bir daha da suyun bu yakasına geçen olmamış…

 

 

 

Öğlene kadar çalılıkların gölgesinde yatıp uyuduk. Sonra, ortamın sakin oluşundan da hareketle, biraz daha yukarılarda bulunan kayalığa geçtik. Takriben Karadağ’ın ortası denilebilecek bir yükseklikteydik. Bu hiza itibariyle köyler daha altlarda kalmıştı. Hizamızda, nispeten yakın, tek bir köy vardı. Bu da bir Kürt köyüymüş… Daha yukarılarımızda yayla yerleri de vardıysa da, ama yaylacıları yoktu, boş yerlerdi.

 

 

 

Alana, önemli oranda hâkim olan bir noktadaydık. Genişçe bir görüş açısı sunuyordu… Dün konakladığımız arazi, bugün tam karşı cephemizdeydi… Dürbünle, barınak noktasına ince ayar çektik. İyiydi yerimiz, duman çıkarmadıkça, buralardan fark edilmesi pek olası görünmüyordu.

 

 

 

Karşı dağdan Munzur Dağı’nın eteklerini, Meyvanlı ve Dere Şoran vadilerinin girişlerini seyretmek, insanda apayrı duygular yaratıyor gibiydi. Çok farklı ayrıntılar görüngüye giriyordu. Ordayken, yani içindeyken arazinin bunca detayının pek de ayırdında olamamıştım doğrusu. Bu durum tuhafıma gitti…

 

 

 

O gün öğleden sonra, yine uygun bir kamuflajla, arazi keşfine çıktık. Barınılabilecek bir arazi olmadığı kesindi. Erzak depoları ve kısa süreliğine kalınabilecek sığınaklar yapmak mümkündü elbet. Ancak avcıların uğrak yeri olmasından ötürü oldukça riskliydi… Araziyi gezip tanımış olmayı; “kötü günün kârı” sayıp, keşif faaliyetimize son verdik.

 

Bulunduğumuz vadi uygun olduğundan, karanlığın çökmesini beklemeden erkenden yola çıktık. Vadinin bizi tam olarak nereye çıkaracağını bilmiyorduk. Ama muhtemelen Kemah Boğazı’na daha yakın bir yere iniyordu…

 

 

 

Evet, tahmin ettiğimiz gibi, boğazın dibinde bir yere gelmiştik. Eranus-Caferli köylerine giden araba yolu sapağındaydık. İyi bir denk gelmeydi... Yolu ve köprüyü denetleyerek karşıya geçtik.

 

 

 

Köprünün öteki yakasında ve hemen Karasu’nun kenarında küçük bir köy vardı. Turan ismini falan biliyormuş. Şahsen tanıdığı insanlar da varmış. Ama hiç uğramadığı bir köymüş. Alevi ve ilerici-demokrat insanlarmış. Hatta İstanbul’da kalan gençlerden bazıları Partimiz taraftarıymış da.

 

 

 

Yol üstüydüyse de ancak ta buralara kadar inebileceğimiz normalde kimsenin pek aklına gelmeyeceğinden, aslında pekâlâ da sakin ve güvenli sayılabilirdi. O esnada bir ihbar almadıkça, kimsenin bura- larla ilgileneceği de yoktu. Bu yüzden de rahatlıkla bu insanlarımıza uğrayıp tanışabilirdik.

 

 

 

Öncü biriminin başına Nuray’ı verip, köye giriş yaptık. Hiç, ama hiçbir yabancılık göstermemeleri, “biz Partizanlıyız” demiş olmamızı bu kadar sıcak bir ilgiyle karşılamaları beni de diğer yoldaşları da şaşırtmıştı doğrusu. Öyle bir havaları vardı ki gençlerin, sanki de bekleyip durdukları çok sevdikleri-değerli misafirleri hele şükür nihayet gelmişlerdi de onlar da bunun sevincini yaşıyorlardı. Turan bile bu kadarını beklemiyor olmalıydı ki o da biraz şaşkındı.

 

 

 

Bazen ilginç denkleşme ve tesadüfler olabiliyor işte. Meğerse Turan’ın bahsini ettiği o taraftarlarımızdan birinin ailesine konuk olmuşuz. Köye ilk girişte, kendimizi tanıtmak maksadıyla Nuray’ın; “Korkmayın biz Partizanlıyız” sözü, o an itibariyle işin rengini değişivermiş.

 

 

 

Partizan’ı ve gerillayı biliyorlarmış, ama o güne kadar hiç karşılaşmamışlarmış. Birden böyle sürpriz yaparcasına karşılarına çıkmış olmamız büyük bir heyecan ve sevinç vesilesi olmuştu.

 

Bu öykü gerçekten güzeldi ve doğrusunu isterseniz Partizanlı olma gururumuzu okşamış ve bizi onurlandırmıştı.

 

 

 

Evler zaten birbirine kapı komşu vaziyetteydi. Gelişişimiz hemen duyuldu ve haliyle diğer aileler de bizi görmeye geldiler. Ortalık şen şakrak olmuş, adeta düğün yerine dönmüş gibiydi.

 

Sohbeti, onların bize ilişkin merakları yönlendirmekteydi. İlginç şeylerdi merak ettiklerinden bazıları. Aramızda tek kadın gerillamız Nuray yoldaştı. Genç kızlarımız onu adeta esir almışlardı. 1,86’ lık, upuzun dal misali boyuyla, güzelliği ve çalımıyla, kadın olarak kuşan- mış olduğu özgüveni ve ataklığıyla, onları kendisine çeken bir mıkna- tıs gibiydi adeta. Her biri ona sorular yöneltiyordu. Gerilla yaşamının onu zorlayıp zorlamadığını, annesini-babasını, kardeşlerini ve evini özleyip özlemediğini, evli olup olmadığını, kaç yıllık gerilla olduğunu, kışın nerede kaldığımızı, temizliğimizi nasıl yaptığımızı, ne yiyip ne içtiğimizi vs. vs. daha bir yığın soru…

 

 

 

Onlara kalsaydı, sabaha kadar bizi bırakmayacakları kesindi. Ancak ne var ki gündüz kalmaya uygun bir yer değildi. Dolayısıyla da mecburen, daha uygun bir araziye çekilmemiz gerekiyordu.

 

 

 

O iki-üç saat nasıl geçmişti hiç anlayamamıştık. Onlar da biz de mest vaziyetlerdeydik… Ama kalkmamız gerekiyordu. Bu netleşince, hemen seferber olup, bir yığın erzakla çantalarımızı tıka basa doldurdular. Bir-iki poşet sebzeyi de ellerimize tutuşturdular. “Ne olur yine gelin” diyerek, bizi yolculadılar.

 

 

 

Pür neşeye kesilmiş vaziyetlerde, Caferli köyüne doğru tırmanışa geçtik.

 

Turan, Caferli’den bir önceki köy olan Eranus’a kadar bize eşlik etti. Tanındığı için, bizimle görülmesi iyi olmazdı. Eranus’ta uğrayacağımız kişiyi ve evini tarif etti. Caferli’deki bazı insanların ismini verdi ve sıkı sıkı onlardan kendimizi sakınmamızı tembihledi.

 

 

 

Turan’ın ikaz ettiği ve kendimizi sakınmamızı istediği kişilerden biri de, Şixo amcamın bacanağıydı… Caferli’den, eskiden beri, ihbar yapılageldiği söyleniyordu. Şerif yoldaş da bu konuda beni ikaz etmiş ve bazı kişilerin güvenilir olmadığını söylemişti. Tabii ihbarın kim veya kimler tarafından yapıldığı netleştirilmiş değildi. Anılan şahsi- yetler, değişen oranda, olası şüphelilerdi sadece.

 

 

 

Gündüzü mecburen Caferli arazisinde geçireceğimizden ötürü, Turan işi sıkı tutuyordu. O köyde hiç kimseye uğramadan, doğrudan Şixo amcamın kızının evine gitmemizi istiyordu. Amca kızım, teyzesinin oğluyla evliymiş. “O delikanlı kesinlikle dürüst, güvenilir biridir” diyordu Turan. Ama ilginç tarafı, o delikanlının babası da ismi geçen baş şüphelilerden biri. Turan ile Eranus’un yakınlarında vedalaşıp ayrıldık. Tarif ettiği evi bulmamız pek zor olmadı. (…)”

 

 

 

***

 

 

 

“(…) Köyler arası patika yollardan geçerek doğrudan Gamarik tarafına geçtik. Gündüzü uygun bir yerde geçirdikten sonra, akşama duldalardan geçmeye özen göstererek Turangile indik. Şansımız yaverdi, Turan evdeydi. Meğerse “Bu aralar gelme zamanlarıdır” diyerek son bir-iki günde kendisini köye kilitlemişmiş. Duyarlı-titiz biriydi Turan, ondan da bu beklenirdi zaten. Bir hafta kadar önce, 3. Ordunun merkezi de olan Erzncan merkeze yakın bir beldede, jandarma karakoluna yönelik gerçekleştirdiğimiz eylem günü ve ertesi gününü de şehir merkezindeymiş.  “Ortalık bir hayli hareketlendi. Yorumlar gırlaydı. Söylentilerin ise bini bir paraydı… Kesimlerin tepkileri farklı farklıydı… Solcu, Kızılbaş ve Kürtlerin gözlerinin içi gülüyordu. Faşist ve gerici kesimler hırslarından kuduruk vaziyetteydiler. Kin kusuyor, nefretlerini dillendiriyorlardı. Sıradan Türk-Sünni vatandaşlarda ise daha baskın olarak korku ve kaygı belirgindi.

 

 

 

Eylemi kimin yaptığı bilinmiyordu. Rivayetler muhtelifti. Kimi PKK, kimi TİKKO yapmıştır diyordu. Biz el altından ‘TİKKO yapmış’ diye laf yayıyorduk… Roket kullanılmış olması bayağı bir ilgi uyandırmıştı. Ve bu hususta da farklı yaklaşım ve yorumlar vardı. Roketin karakolun üzerinden boşluğa atılmış olmasını bilinçli bir tutum olarak addedenler vardı. “Amaç gözdağı vermekti” diyorlar ve bu sebeple de “bunu PKK değil, TİKKO yapar!” sonucunu çıkarıyorlardı. İlginç yorumlardı doğrusu… Tabii esas konuşulan, üzerinde en çok durulan yön, Üçüncü Ordu ve şehir merkezinin dibinde roketli bir eylemin gerçekleştirilmiş olması cüretiydi. Kimse karakola fiilen ne tür bir zarar verildiği ve zayiatın ne olduğuyla ilgili değildi… Devlet güçleri resmen kudurdu. Ergan tarafına tank ve panzerlerle gittiler. Helikopterler Mercan Dağına sefer üzerine sefer düzenledi. Saatlerce dağ bayır bombalanıp kurşunlandı. ‘Onların leşini getireceğiz’ havasıyla yola çıktılar, ama akşama süklüm püklüm vaziyetlerde döndüler. Tabii biz de rahat bir nefes aldık. ‘İlk gün yakayı kaptırmadıklarına göre, demek ki yerleri sağlam’ diye yorumladık ve sevindik. Sahi nereye gittiniz, ne yaptınız? Adamlar ilk andan itibaren sabaha kadar dur durak bilmeden dağ hattını ateş altına aldılar. Oradan çıkmanın imkânı yoktu. Yoksa siz kurnazlık yapıp ovadan mı çekildiniz? Onlar boş dönünce bizim yorumlar ova üzerinde yoğunlaştı. Sahi nerden çekildiniz?”

 

 

 

Turan’a neyi nasıl yaptığımızı, nereden nasıl çekildiğimizi, nerede kaldığımızı ve eylemden birkaç gün sonra Ergan’a yaptığımız ziyareti, dağ yolculuğumuzu ve Caferli ziyaretimizi ballandıra ballandıra anlattık. Her seferinde bir yoldaş devreye giriyor lafı alarak devam ediyordu. Eksik kalan veya atlanan yer oldu muydu hemen bir başkası devreye girerek orasını tamamlıyordu.

 

 

 

Roketin basit bir teknik hata yüzünden hedefini tutmamasına üzüldü. Ama bunu yine de öne çıkarmaya değer bulmadı. Eylem iyi bir etki bırakmış ve güçlü bir propaganda vesilesi olmuştu.

 

 

 

“Algılanışı önemliydi” diyordu. “Eylem sonrası onca güç ve olanağa rağmen düşmanın eli boş dönmesi on roketlik etkiden daha güçlüydü. Eylemin kitleler nezdindeki başarı kriterini aslında burası oluşturdu. Kimse karakol zaiyatının boyutları derdinde değildi.”

 

 

 

Velhasıl eylemimizin dış çeperden algılanışı ve yarattığı etki işte böylesine farklı, ilginç ve hoştu.”

 

 

 

***

 

 

 

“Bazı ufak-tefek eksikliklerimiz vardı. Onları halledip, barınağa öyle gitmeye karar verdik. Turan sağ olsun kar ayakkabılarımızı hazıretmişti. Bir kısmı hedikti ama olsun, onlar da iş görürlerdi. Anamız da nazı geçen komşularının yakasına yapışıp bizim için birer çift yün ve kıl çorap toplamış. Her fırsatta kışı nerede ve nasıl geçireceğimizi soruyor, bizim için tasa çekiyordu. Yaptığımız açıklamalar nedense onu teskin etmiyordu. Aklına yatmıyor olmalıydı; “Yazıda-yabanda metrelerce karın ve yerin altında nasıl yaşanır a be evlatlarım?” diyordu.

 

 

 

Bir seferinde Turan’a: “Ula Turo, evin altında bir yer yap orda kalsınlar oğlum. Hiç olmazsa günde bir öğün sıcak yemek pişiririm kendilerine. Yerleri sıcak olur. Rahat rahat banyo yaparlar. Akşam gelir bizimle vakit geçirirler. Olmaz mı?” demiş.

 

 

 

Turan da:

 

“İyi olur aslında, ama sen dakka rahat durmaz ikide bir onlara bakmaya gidersin. Bu yüzden de bir gün açık verirsin. Başkaları öğrenirse ne olur hiç düşündün mü? Hiçbir şey olmazsa, devletin kulağına giderse seni, babamı ve beni hapse atarlar. Bunu mu istiyorsun anacağım?” demiş ve böylece anacığımızı o fikirdenvazgeçirmiş.

 

 

 

Vedalaşma vakti gelip çattığında her birimizi sıkı sıkı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü. Nure’ye son bir umutla:

 

 

 

“A be kızım bari sen kal burada. Soran olursa ‘Turan kaçırmış, gelinimdir’ derim. Kime neymiş, hesap mı vereceğiz?” dedi.

 

 

 

Güldük tabii. Anladı ki bu da olmayacak. Sonra bana dönerek: “Zeynel, oğlum yeriniz çok uzak değilse yağışlı havalarda çıkın gelin. Burada yıkanır temizlenirsiniz. Sonra yine gidersiniz. Kar izinizi örter nasılsa. Olmaz mı?” dedi. Benim için o an onun o güzel duyarlı yüreğini hoş tutmak öne geçmişti:

 

 

 

“Tamam anacağım. Sen merak etme uygun havalarda çıkar geliriz” dedim. Bir an yüzü aydınlanır gibi oldu, galiba inanmıştı.  Onu öylece ardımızda bırakıp yola koyulduk.

 

 

 

Sefer yapmamak için erzağımızın tamamını sırtlandık. Koca bir çantayı da Turan sırtladı. Çamlığın altına kadar bize eşlik etti. Barınağa gelip biraz dinlenmesini ve kahvaltı yapmasını teklif ettiysek de köylüler henüz uykudayken dönmesinin daha doğru olacağını söyledi. Israr etmedik. Çok acil bir durum olursa, geldiğimiz bu dere yolunu takip ederek birbirimize ulaşabileceğimizi dillendirdik ve baharın buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldık.”

 

 

 

***

 

 

 

“Tarihini birebir anımsamıyorum, muhtemelen kışın üçüncü çeyreği içindeydik. Sabah bir kalktık ki nöbet değişimi olmamış. Amasyalı’nın silahı teçhizatı yatağının üstünde öylece duruyor. Yanında da bir pusula:

 

 

 

“Yoldaşlar! Özür dilerim. Gitmek zorundayım. Kızımı çok özledim, tahammülüm kalmadı. Baharın geri döneceğim” diyordu.

 

 

 

El bombası ile avcı bıçağı kütüklüğünde değildi, almış olmalıydı. “Başka ne almış?” diye bakınırken, anlaşıldı kiecza dolabından bir şişe de saf alkol almış.

 

 

 

Evet, işte aynen de böyle yaptı Amasyalı delikanlı! Tabii ki çok kızdık. Nasıl kızmayacaktık ki, bu kış ortasında yapılacak şey miydi yani. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiştik, şunun şurasında ne kalmıştı ki bahara? İnsan ne yapar eder sıkardı dişini de, “yoldaşlarım” dediği insanların hayatını riske atmayı göze almazdı.

 

 

 

Notundan ve aldığı malzemeden hareketle söyleyebilirdik ki bu delikanlı isteyerek ve bilerek bize zarar verecek biri değil. Ama ya yolda ele geçer ve ağır işkencelere dayanamayıp konuşursa?

 

 

 

Bir olasılık! Ama gerçek olması halinde de işimiz bir hayli zora binerdi… O karda kışta pek fazla alternatifimiz de yoktu. Yaz değildi ki hemen çekip başka yere gideydik. Her şey bir sorundu kışın.

 

 

 

Nöbeti sabaha karşı devralmıştı. Henüz çok zaman geçmiş değildi. Kar çoktu, öyle kolayca vurulup gidilebilecek gibi değildi. Ama bu kitapsız hem güçlü bacaklara sahipti ve hem de dere boyunu tercih ederek kolayca aşıp gidebilirdi… Olsun, biz yine de buna alt köylerde, olmadı şehir yolunda, olmadı şehir merkezinde yetişebilirdik… O halde öncelikle ona yetişmeye çalışmalıydık. Kararımız bu yönlü oldu.

 

 

 

İzlerini takiben inmeli, sonra da Turan’ı devreye sokmalıydık. Bunun için Ulaş kuşanıp düştü yola. Biz de her olasılığı hesaba katarak hazırlıklara giriştik.

 

 

 

İzleri, Gemarik’e uğramadan, yan taraftan vurup köy yoluna inmiş. Bundan sonrası artık Turan’a ait olduğundan, Ulaş mecburen Turan’a yönelmiş.

 

 

 

Sabahın köründe Ulaş’ı tek başına ve telaşlı gören Turan, haliyle kaygılanmış: “Ne oldu, yoldaşlar nerde, herkes iyi mi?” diye peş peşe sıralanan sorular yöneltmiş.

 

 

 

Ulaş olanı biteni olduğu gibi aktarmış. Turan bir taraftan bize bir şey olmamış olmasının sevinci içindeymiş, öte taraftan da Amasyalıya basmış küfrü. (Ama hem de ne küfürler; Ulaş yüzü kızararak aktarmıştı.)

 

 

 

Turan, kızıp köpürerek zaman yitirmenin sırası olmadığının bilinciyle hemen harekete geçmiş. Ulaş’a: “Akşamakadar beni evde bekle. Köyden bir arkadaşın arabasıyla Amasyalı’nın peşine gidecem” demiş ve çıkıp gitmiş.

 

 

 

Akşamüzeri de dönüp gelmiş. Amasyalıyı şehir merkezinde otogara yakın bir yerde, yolda yürürken bulmuş. Alıp sota bir yere götürmüş. Kızmış, çekiştirip hakaretler etmiş. Amasyalı hiç karşılık vermemiş. Son derece mahcup, öylece sineye çekmiş. Turan biraz durulunca da davranışını açıklamaya çalışmış. Notta yazdığı şeyleri tekrarlamış. Yaptığının çok yanlış bir şey olduğunu bildiğini, ama bu saatten sonra artık yapılabilecek çok fazla bir şeyinin olmadığını söylemiş. Yakalanması halinde kullanmayı düşündüğünü söylediği bombayı Turan’a teslim etmiş. Yabani hayvanlara karşı yanına aldığını söylediği bıçağı ise araba yoluna indikten sonra attığını söylemiş.

 

 

 

Turan kendi içinde bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, buraya kadar gelmiş birini alıp geri götürmeyi pek isabetli bulmamış: “En iyisi mi kendi ellerimle sağ salim gitmesini sağlayayım” demiş. Götürüp lokantada karnını doyurmuş, cebine yol parası ve biraz da harçlık koymuş. Sonra da otobüse bindirip yolcu etmiş.

 

 

 

Akşamın daha erken saatleriydi ki Ulaş çıkıp geldi. Yüz ifadesi iyimserlik sinyalleri veriyordu. Bu, her şeye rağmen iyiye işaretti. Oturmasına bile fırsat vermeden, öyle ayaküstü, olanı biteni bir çırpıda ağzından çekip aldık.

 

 

 

Turan’ın içi rahatmış. Amasyalı için: “Yanlış yaptığını biliyor. Efendi ve her şeye rağmen dürüst bir delikanlı. Zarar gelmez” demiş.”

 

 

 

***

 

 

 

“Sanırım Mart ayını geride bırakmak üzere olduğumuz günlerdeydik. Nöbetteki yoldaş Turan’ın geldiği bilgisini ulaştırdı. Karşılaması ve daha geniş denetim için bir yoldaşı gönderdik. Hani nasılsa artık bahar geldi, şunlara bir uğrayayım diyerek gerçekleştirmek istediği öylesine bir ziyaret miydi, yoksa önemli bir bilgi mi getiriyordu? Dişimizi az biraz sıkıp sabredebilirsek şayet, az sonra bunu öğrenebilecektik.

 

 

 

Turan nihayet gelip kavuştu. Biraz soluklanır soluklanmaz anlatmaya koyuldu. Meğerse aralarında Topçu (Doğan Karadağ), Yeter (Zeyno), Yılmaz ve Ramazan’ın da (Erhan Öztürk’ün) bulunduğu Cebo (Kâzım Ekinci) komutasında bir DABK’çı grup gelmiş ve acilen bizimle görüşmek istiyorlarmış. Bu mümkün değilseymiş; bir bilgiyi tez elden Partimiz yetkililerine ulaştırması için Turan’dan kuryelik yapmasını isteyeceklermiş: “Zeynel buralardaysa onunla görüşmemizi sağla” demişler. “Ben de kalkıp size geldim” dedi.

 

 

 

Bu karda kışta onca riski de göze alarak dağları aşıp ta buralara kadar indiklerine göre, demek ki gerçekten de acil ve de önemli bir durum söz konusuydu, görüşmemek olmazdı.

 

 

 

Barınaktan çıkmak için ortam henüz pek elverişli değildiyse de mecburen bunu göze alacaktık artık. Hepi topu altı kişiydik zaten, toparlanıp hep birlikte gidebilirdik. Çantalarımızı sırtlanıp, barınağımızın kapısını da sıkıca kapatıp düştük Turan’ın ardına. Bakalım DABK’çı yoldaşlarımız ne için gelmişlermiş onca yolu?

 

 

 

Gelişmeler üzerine Turanla laflaya laflaya köye vardık. Anamız içeri gelmemizi bekleyememiş, yavrucuklarını kapı önünde sarmalayıverdi. Meğer ne çok özlemişmiş… Sevinç ve mutluluğu görülmeye değerdi doğrusu.

 

 

 

İçeri geçtiğimizde (diğer karşılaşmalarımızdan farklı olarak) DABK’çı yoldaşlarımız da hep birlikte ayağa kalktılar. Sevinç ve coşkuyla her birimizi sıkıca kucakladılar, kucaklaştık. Kısa bir hoşbeşin ardından, Cebo, özel olarak görüşmek istediklerini belirtti. Kalkıp yan odaya geçtik.

 

 

 

Geliş nedenlerinin özeti; kendi örgüt iradelerince almış oldukları birlik kararını bizim önderliğimize resmeniletmek ve acilen bir görüşmenin yapılmasını sağlamakmış.

 

 

 

Birlik çağrılarımızı ısrarla geri çeviren önceki tutum ve anlayışlarını mahkûm ettiklerini, 1972 programı temelinde iki yapının birliğini mümkün gördüklerini ve bunun gerçekleştirilebilmesi için yapılması gerekenleri yapmaya karar verdiklerini ifade etti. Bu kararlarını bir an önce MK’mıza iletebilmek için buraya geldiklerini dile getirdi. Beni bulamamaları halinde Turan’dan yardım talep edeceklermiş. “Acele”lerinin nedeni ise hiç olmazsa ilk görüşmenin bahar faaliyetlerine başlamadan önce gerçekleşmesini sağlamakmış.”

 

                                            

 

***

 

 

 

“1993 yılı Mayıs ayının ilk haftası itibariyle batı delegelerini almaya başladık. Kuryelerimizin biraz daha rahat hareket edebilmeleri gayesiyle Göldere vadisindeki Ayvaz tarlasını sabit buluşma noktası olarak belirledik. Maksat, gün ve saat koşuluyla sınırlanmadan gelebildikleri, ulaşabildikleri her fırsatta gelebilsinlerdi.

 

 

 

Gerek gelecek delegeleri ve mola verip dinlenmesi gereken kuryeleri ve gerekse gerillayı barındırmak amacıyla arazinin uygun bir noktasında, biri, o koca çadırımız olmak üzere dört çadır açtık. Açmak zorundaydık çünkü başka türlü (özellikle de geceleri) o arazide kalmanın mümkünatı yoktu. Her taraf karla kaplıydı ve oralar hâlâ kışın hükmündeydi.

 

 

 

Kamp kurmamızın bir diğer gereği de o süreçte, yakın köylerden mümkün mertebe izole olma tercihimizdi. Bir toplantı için toplanmakta olduğumuzun bilinmesini istemiyorduk. Güvenlik açısından önemli bir ayrıntıydı aslında.

 

 

 

Delegelerin aktarımı ay ortalarına doğru hızlandırıldı ve sanırım Batı delegelerinin tamamı 18 Mayıs öncesi alanımıza ulaştırılmış oldular. Bu zorlu görevi layıkıyla, başarıyla yerine getiren kahraman kuryelerimiz yine Coşkun, Turan Talay, Resul Gündoğan ve Hüseyin Şimşek’ti. (Cemal kod ismini kullanan arkadaş.) Gerçekten de son derece özverili bir didinmeyle bu zorlu görevi yerine getirdiler. Erzincan şehir merkezinden alınmaları, dağa sınır köylere aktarılmaları ve oradan da 8-10 saatlik dağ yolculuğuyla bize ulaştırmaları ve bunu o kısa sürede defalarca kez tekrarlanmaları, takdir edilir ki hiç mi hiç kolay değildi. Özcesi kuryelerimiz takdirlik işleryapıyorlardı.”

 

***

 

 

 

“Yeni gelen taze-dingin gücün de yoğun katılımıyla, bir gayrete gelip, Pülümür ve Erzincan (ve ama ağırlıkla Erzincan) hattından taşıdığımız bir yığın kereste ve diğer branda naylon gibi gereçlerle barınağımızın damını tez zamanda kapatıverdik. (1993-1994 kışı) Kışlık erzağımızın hemen hemen tamamını Resul Gündoğan (Hikmet) ve Turan Talay’ın (Uzun’un) sevk ve idare ettiği Erzincan faaliyetçilerimiz ve taraftar köylü kitlemiz sayesinde kısa sürede karşılamayı başardık.

 

 

 

Taşınan erzak hiç de öyle az şey değildi. 50 yetişkin genç insanın 5-6 aylık, pekçok türden ihtiyacıdır söz konusu olan… Keza yakacak odunumuz olmadığından ekmek ve yemek pişirmek için mecburen tam 80 adet orta boy mutfak tüpü taşıdık. Ezici çoğunluğunun sigara tiryakisi olduğu onca insanın sigara ihtiyacı bile âlâsından iki katır yükü kadar bir şeydi.”

 

***

 

 

 

“Ali Haydar’ın (Kemal Kutan’ın) o geceki uğraşları sonuçsuz kaldı, telefon bağlantısı sağlayamadı… Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkıp başka evlere gittik. Birkaç saat kadar köylülerle sohbet ettikten sonra, sabaha karşı ayrılıp araziye çıktık. Konaklayacağımız yere vardığımızda ortalık artık iyiden iyiye ışımıştı.

 

 

 

Sanırım Ali Haydar’ın telefon etme uğraşı bir hafta on gün kadar sürdü. Ancak artık o ilk günkü gibi hep birlikteköye inmiyorduk. Nispeten daha küçük gruplarla gidip geliyordu. Ve ama şu netti ki başta Zeynel olmak üzere, kendilerince “mim” koydukları yoldaşları artık köye götürmüyorlardı. Nure defalarca talepte bulunmasına rağmen, yine de götürmediler.

 

 

 

Öyle anlaşılıyordu ki bu bir hafta on günlük bağlantı kurma uğraşıda sonuçsuz kalmıştı. Tedbir icabı artık bir yer değişikliği de kaçınılmaz olmuştu… Ve işte bu gereklilikle yine bir sabah vakti, hafif puslu bir havada, düştük karlı dağ yollarına. Tutulan istikametten anlaşılıyordu ki bu kez de şanslarını Kemah hattında sınayacaklardı.

 

 

 

Zine Gediği ile Ağbaba Dağı arasından bir yerlerden Molla Dağı’na geçtik. Oradan da Meyvanlı Gabanı’na. Gaban’ı ortalayan uygun bir yerde kamp kurduk. Anlaşılan, sonuç alana kadar buralıydık… Artık öyle cümbür cemaat değil, küçük küçük gruplar halinde köylere gidilecekti. Ancak özellikle ben, gidişlerin dışında tutuldum. Eleştiri konusu yapıp gerekçesini sorduğumda; “Özel herhangi bir nedeni yok. Sadece böylesini daha uygun buluyoruz” dediler.

 

 

 

İlerleyen günler içinde, benim eski ilişkilerimden konaklama yerine getirilen milislerimiz oldu. Binbir numara çevirdiler bunlarla baş başa kalmayayım diye. Hani derler ya; “sormuşlar adama ‘komşunu nasıl bilirisin?’ diye. ‘Kendim gibi’ demiş”. Akıllarınca hem benim bunları hizipsel amaçlarla örgütlememi ve hem de köyde neler çevirdiklerine dair bilgi almamı engelliyorlardı.

 

 

 

Meyvanlı Gabanı’nda sanırım iki hafta falan kaldık. Onlar bu süre boyunca hemen hemen her gün köylere gidip geldiler. Tek bir dertleri vardı: Laz Nihat ile Telefonlaşabilmek.

 

 

 

Sonraki süreçte Turan Talay, bu görüşmelerden birine istemeden kulak misafiri olan bir arkadaşın kendisine aktardıklarını aktaracaktı. Ali Haydar telefonun öbür ucundakine kelimesi kelimesine olmasa da yaklaşık ifadelerle şu cümleleri kuruyor: “Biz hazırız. Siz tamam dediğinizde harekete geçeriz. Tarih olarak Partinin kuruluş tarihine denk getirilmeye çalışılmasının çok isabetli olacağı…”

 

 

 

Evet, Ali Haydar’ın telefon konuşmalarının ve kontak kurma ısrarının sis perdesi, bu cümlelerle deşifre oluyordu olmasına da ancak her şey için artık çok geç kalınmıştı.”

 

***

 

 

 

Turan Talay’ın, denilebilir ki hayatın ve mücadelenin her kesitinde emeği ve değerli katkı ve hizmetleri olmuştur. İşte bunlar, onu ölümsüz kılan değerlerdir de.

 

 

 

Yoldaşlarının, dostların ve halkının gönlünde yaşamaya devam edeceksin sen Turan Talay. Bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyorum seni “huysuz ihtiyar.”

13 Ekim 2023 Cuma

 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/bu-makaleyi-yazarken-olum-haberini-aldigim-sevgili-yoldasim-turan-talayin-anisina

yusufkose@hotmail.com

 http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

Bu makaleyi, yazarken ölüm haberini aldığım, sevgili yoldaşım Turan Talay'ın anısına adıyorum.

Türk Tekelleri Afrika'yı Çok Çooook Sevdi!

 

DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu), 12-13 tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi'nde “IV. Türkiye-Afrika İş ve Ekonomi Formu (TABEF)” düzenliyor. Buraya üç binden fazla, iş insanı, resmi ve şirket temsilcilerinin katılacağı bildiriliyor. Bu makalede bu nedenle kalame alma gereksinimi duydum. Türk tekelleri Afrikayı gerçekten neden çok sevdi? Bunun ekonomik, askeri, siyas ve kültürel etklileri nelerdir, kısaca bunlara bir bakmak gerekiyor.

 

Türk tekelleri, adeta ellerinden ne var ne yok mümkün olduğunca dış ülkelere yatırım için ayrıyorlar ve dışarıya götürüyorlar. Örneğin bir incelemeye (TCMB verilerine) göre, Türkiye'de yerleşik kişilerin 2023 Ocak-Temmuz  ayları arası dışarıya yatırım amacıyla çıkardıkları sermaye 3 milyar ABD dolarını biraz aşıyor.[1] Bu aylar arasında, dışardan içeriye giren sermaye ise 3 milyar doların altında kalmış. Yani, dışarıya giden sermaye, dışarıdan gelen sermayeden daha fazla. Yıl sonuna kadar dışarıya yatırım amacıyla gidecek sermayenin 5 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor. Bu 3 milyar'ın 750 milyon doları ABD”ye yatırım için gitmiş. Türk tekeleri bu süre içinde en fazla ABD gibi emperyalist bir ülkeye yatırım yapmışlar. Bu da, “sermaye sermayeyi çeker”[2] kuralının kısa bir anımsatması oluyor.

 

2023 Ocak-Eylül arası yatırımlarla birlikte,  Türk tekellerinin yatırım yaptığı ülke sayısı 128'e, ihracat yaptığı ülke sayısı ise 190'a çıkmıştır. Türk tekellerinin bugüne kadar yurt dışında 2 bin 33 yatırımları var ve bu yatırımların toplam tutarı 54,1 milyar,[3]   3. ülkelerden yatırımlarla birlikte toplamda 58,4 ABD doları kadar.

 

Türk tekelerinin en fazla yatırımı finans ve madencilik sektörüdür. Madencilik sektörün payı, toplam yaıtımlar içindeki payı %25,9 iken, finsn ve sigorta yatırımlarının payı ise 19,1'dir.

 

Türk tekellerinin dış ülkelere yatırım amacıyla çıkardıkları sermaye, iş insanların ve ailelerinin türistik gezi harcamaları olmadığını burada söylemek uygun kaçmaz. Yine de biz söyleyelim. Belki türistik harcama olarak düşünenler olabilir. ABD, Almanya, Japonya, Çin ve diğer emperyalist ülkelerin tekelleri ne amaçla dış ülkelere sermaye yatırımlarında bulunuyorsa, aynı kumaşın parçası olan Türk tekelleri de aynı amçla dış ülkelere sermaye yatırımı yapıyorlar. Bazıları daha büyük sermaye yatırımları yaparken, bazıları daha az. Ama hepsini aynı amaçla, daha fazla sömürü ve hegemonya alanlarını genişletmek için...

 

Türk tekellerinin sermaye yatırımı deyince, akıllara, ülke içindeki bankalardan paralarını çekip daha güvenli olan dış ülkelerin bankalarında ya da TL'nin değeri düşük olduğu  ve enflasyonun yüksek olması nedeniyle dolar ve Avro cinsinden  mevduat hesabı açtırıyor diye düşünülmesin. Ayrıca hemen anımsatalım, Türk bankalarının faizi daha yüksek olduğu gibi, büyük mevduat sahipleri KKM ile paraya para demiyorlar. Türkiye'deki bankalar %400 kar yapıyor. Bu denli yüksek fazi ve kar, en güçlü emperyalist ülkelerde bile bulunmaz. Bu nedenle İstanbul Borsası dış yatırımcı  (kumarcı) çekiyor.

 

Türk tekeleri dış ülkelere çıkardıkları sermaye ile fabrika, banka, sigorta şirketleri, alt yapı yatırımları, Afrika'da yaptıkları gibi ucu bucağı belli olmayan tarlalar satın alıyorlar ya da yeni fabrika kuruyorlar. Demir yolları, barajlar, elektirik santralleri, petrol rafinerileri, büyük kopleks binalar, hava alanları ve limanlar inşa edip kuruyorlar.

 

Diğer ülke tekelleri dış ülkelere sermaye yatırımında bulunduğunda haklı olarak “emperyalist” oluyor, ama Türk tekellerinin dış ülkelerdeki yatırımı “emperyalist amaçlı” olmuyor, diyor, emperyalizm üzerine teori üreten ve kendilerine marksist-leninist diyen sosyal şovenistler.

 

Türk tekellerinin bütün ülkelerdeki yatırımlarını Emperyalist Türkiye adlı kitabımda belgeleri ile anlattım. Ancak, dikkat çekti, ama ciddi bir eleştiri gelmedi. Bu konun muhattapları (tabi ki, kendilerine ML ve Maoist diyenler) mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorlar. Görmemeyi yeğliyorlar. Yine de inkar etmiş olmayayım, bazıları “Türkiye Afrika'da emperyal amaçlar güdüyor” yönlü araştırmalar yayınlıyorlar. Bunların, kısa zaman içinde “emperyalist” değerlendirmesine ulaşcaklarına inanıyorum. Ama şunu da ekleyebilirler: “Biz dediğimiz için emperyalist oldu (!)”.

 

Başlığa çıkardığım Afrika konusuna gelince:

 

Araştırıldığında görülecektir ki, irili ufaklı Türk tekeleri hemen hemen Afrika'nın bütün ülkelerine yayılmışlar. Afrika'ya bu denli yoğun ilgi, Afrika'nın kalkınması, yoksul halkın yoksuluktan kurtarılması, açlığa son verilmesi için mi acaba? Bazılarının böyle düşündüğünden kuşku yoktur.

 

Türkiye'li devrimciler ve komünistler Türkiye'yi emperyalist değerlendirmiyorlar. Ancak Togo'lu komünistler ülkelerindeki Türk tekellerini “emperyalist tekeller” ve Türkiye'yi de “emperyalist bir ülke” olarak değerlendiriyorlar. Ve ülkelerinde istemiyorlar. Türk tekellerinin aşırı sömürü ve faaliyetlerini yer yer protesto ediyorlar.

 

Togo'lu komünistler[4] ve anti-emperyalistler, Erdoğan'ın  (20.10.2021) Togo'yu ziyaretinde protesto gösterileri düzenliyor. Polis göstericilere saldırdığı gibi bir çok göstericiyi de tutukluyor. “Go Home Erdoğan” ve fransızca “Retournez chez vous Erdogan” diye de slogan atılıyor. 1960 ve 1970'lerin ilk yarılarında, çok atılan bu sologanlara, Türkiyeli devrimciler yabancı değildir.

 

Son yıllarda Afrika emperyalistlerin yoğunlaştığı pazar alanlarından biri haline geldi. Özellikle yeni emperyalist ülkelerin girmesi ve buna bağlı olarak eskilerin gerilemesi, deyim yerindeyse,  buradaki emperyalist kapışmayı kızıştırdı. Afrika'nın Sahelülkelerin de (Mali, Çad, Gine, Burkina Faso, Nijer) ve son olarak Orta Afrika'da Gabon'da peş peşe askeri darbelerin gerçekleşmesi, bu emperyalist kapışmadan bağımsız değildir. Batı Afrika ülkesi Gine Bissau'da ise başarısız bir darbe girişimi yaşandı. Ancak sular durulmuş değildir.

 

Afrika'da etkin olan ABD, Fransa, İngiltere hızla gerilerken ve yeni emperyalist ülkeler olan Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Türkiye pazarlarda etkin olmaya başladı. Bu yeniler, eski emperyalist ülkeleri adeta buralardan kovdular ya da kovuyorlar.

 

ABD'nin kıvrak dışişleri bakanı Afrikalı'lara “geçmişi unutup, ilişkilerimizi sıfırdan başlatalım”, çağrısında bulunuyor. Yani, sömürgeci, katliamcı, köle tacirliğimizi “unutun” demek istiyorlar.

 

Ve bütün emperyalist ülkeler Afrika ülkeleriyle toplantılar (onlar “zirve” diyor) düzenliyor. Bugüne kadar, Çin, Türkiye ve Japonya üçer, ABD ve Rusya ikişer, Hindistan bir “zirve” düzenledi. Fransa'nın ise 28'den fazla “zirve” düzenlediği biliniyor. AB ise altı defa Afrika ülkeleriyle “zirve” gerçekleştirmiştir. BRICS ise G. Afrika'da gerçekleştirdiği son toplantısında Afrika'yı içine almıştır. Kısacası, bütün emperyalistlerin hemen hemen hepsi birer “Afrika dostu” olup çıktılar. Emperyalist devletlerin Afrika üzerindeki hegemonya kapışmasından en çok kayıp eden ise Afrika'da daha fazla etkinliği olan Fransız emperyalizmi oldu.

 

Türkiye'nin Afrika'daki Yayılmacılığı

 

“Emperyalist Türkiye” adlı kitabımda, “Türk Devletinin Afrika Kıtasındaki Emperyalist Yayılmacılığı” başlıklı bölümün daha ilk paragrafında şunlar söyleniyor:

 

“Öncelikle bir olguyu vurgulamak gerekiyor. Başta Çin olmak üzere, yeni gelişen emperyalist ülkeler, alt yapı ve sanayi olarak gelişmemiş Afrika ülkelerine büyük yatırımlar yapmaktadırlar. Eski emperyalist ülkelerinde yatırımları olmasına karşın, esas olarak, Afrika’nın yer altı zenginliklerini yağmalamakla meşgul oldular. Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasıyla emperyalist rekabet kızıştı ve kapitalizm açısından daha az gelişmiş Afrika ülkeleri, yeni emperyalist ülkeler için pazar geliştirme açısından daha cazip geldi ve buraya yoğunlaşmaya başladılar. Bunlardan birisi de Türk emperyalist burjuvazisidir. Uluslararası kapitalizmin gelişmesine ve genişlemesine bağlı olarak, kapitalizm, ulaşabildiği bütün alanları kendine meta/sermaye pazarı olarak açamanın ölümüne savaşını vermekten kaçınamayacaktır. Afrika ya da her hangi bir ülke kapitalist dünyanın süretinden ayrı kalamaz.”[5]

 

Emperyalist Türkiye ise, 1998 yılından itibaren Afrika ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini “Afrika Açılım ve Eylem Planı” adı altında geliştirmeye başladı. Bu, özelleştirmeler ile semiren Türk tekellerinin sermaye birikimi ve merkezileşmesiyle doğru orantılı olarak gelişti. Türk tekelleri bu tarihten itibaren dış ülkelere daha fazla sermaye yatırımına başladı.

 

“Emperyalist Türkiye” kitabımda bunlar geniş olarak ele alınmaktadır. Burada kısaca değinip geçeceğim. Her emperyaslist devlet ekonomik, siyasi ve askeri yayılmacılığın yanına kültürel yayılmacılığı da eklerler. Bunlar bir bütündür. Türk devleti de yumuşak güçler olarak, Kızılay, TİKA, AFAD, DEİK, Diyanet Vakfı, Yunus Emre Enstitüsü, Türkiye Maarif Vakfı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Anadolu Ajansı vb. gibi. Bunların dışında THY yayılmacılıkta önemli bir görev yapmaktadır. THY, her geçen günde büyümekte ve uçuş noktalarını artırmaya devam etmektedir.[6]

 

Burada daha çok Türk tekellerinin Afrika'daki doğrudan sermaye yatırımlarına (DDY) odaklanacağım.

 

Türk işaat tekelleri, 1998'den önce de Afrika'ya açılmışlar ve orada iş yapıyorlardı. Ancak devlet olarak 1998'den sonra daha kapsamlı ve bilinçli olarak Afrika'da yoğunlaşmaya başladı. 2003 yılında, “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi”, 2005 yılında “Afrika Yılı”nın ilan edilmesi, ve sırasıyla 2008 (İstanbul), 2014 (Ekvator Ginesi), 2021(İstanbul) yıllarında 1., 2., 3., Türkiye-Afrika Zirvesi” toplantılarının yapılması ve, 2003 yılında 12 Afrika ülkesinde olan elçilik sayısını 2023 yılı itibariyle 44'e çıkarması, Türk tekellerinin Afrika'ya bütün ağırlıklarını verdiğinin göstergelerinden bazılarıdır. 2003'de Afrika ülkelerinin Ankara'daki elçilik sayısı 10 iken, 38'e çıkmıştır. Devlet ve hükümet başkanları düzeyinde gerçekleştirilen  “Türkiye-Afrika Zirveleri”, her beş yılda bir yapılıyor. 2019 yılında yapılması gereken zirve korona salgını yüzünden ertelenmiştir.

 

R, T. Erdoğan, AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana (2002-2022) 53 kez Afrika ülkelerini ziyaret etmiş. Bunun yanında bir çok devlete bağlı sivil, resmi, askeri ve ticari kurumların görüşmeleri yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir.[7]

 

Türk Tekellerinin Afrika Ülkelerine Doğrudan Yatırımları

 

Yine belirteyim, Emperyalist Türkiye adlı kitabımda bu konular daha detaylı olarak ele alınmaktadır. Yine de burada kısaca belirtelim.

 

Türkiye'nin Afrika ile ticari ilişkileri, 2003 yılında ihracatı 5,4 milyar ABD doları iken, 2022 yılı sonu itibariyle 23,6 milyar dolara çıkmıştır. 2022 yılı sonu itibariyle de Afrika ülkelerinden ithalatı 9,5 milyar dolara yükselmiştir.

 

Dünyanın en büyük Mütteahhit Firmaları listesinde 40 Türk inşaat tekeli yer alıyor. Bunların 2024 yılı sonu itibariyle Afrika ülkelerinde yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri işlerin (toplam 864 proje) tutarı 84 milyar ABD doları kadar.

 

Türk tekellerinin Afrika kıtasında en çok yatırım yaptığı ülkelerin başında, Mısır, Cezayir, Etiyopya, Fas ve Libya, yani Kuzey Afrika ülkeleri gelmektedir. Cezayir ve Senegal Tosyalı Holding'in yatırım alanı ve Cezayir'in en büyük çelik üretim fabrikası Tosyalı'ya ait. Tosyalı tekeli,  yeni ayaıtırımlarla Cezayir ve Afrika'da büyümeye devam ediyor. Türk tekeleerinin Afrika ülkelerindeki doğrudan sermaye yatırımları 7 milyar ABD dolarına yaklaşmış durumdadır.

 

Senagal'de sadece Tosyalı değil, Doğanlar Holding'de (Kelebek mobilya sahibi) bir fabrika açtı ve 250 kişi çalışıyor. Hedefleri fabrikayı daha da büyütmek.

 

Karpowership (Karadeniz Holding), bir çok Afrika ülkesinde var ve gemide elektirik üretererek

ülkelere satıyor. “Karpowership'in 36 yüzer enerji gemisinden oluşan 6 gigavat elektrik üretim kapasitesi bulunuyor.” Güney Afrika Cumhuriyeti ile bir anlaşma yaparak üç limana 20 yıllığına ulaşım izini aldı.[8]  Yani, Küba'dan başlayıp birden fazla Afrika ülkesine kadar uzanan bir enerji tekeli.

 

TC Ticaret bakanlığı'nın Yurt Dışı Yatıurım Anketi-2023'e göre, Kuzey Afrika ülkelerine, 1,597 milyar dolar yatırım yapılırken, diğer Afrika ülkelerine Türk tekelleri 79,6 milyon yatrım yapmış.

 

Koç Holding'e bağlı Arçelik Mısır'da yeni bir fabrika kuruyor. Yeşim Tekstil, Mısır'da var olan 3 fabrikasına bir tane daha ekliyor. Hayat Holding'in Mısır'da 3 fabrikası var.

 

Tunus'da Türk tekelleri bir biriyle yarıştıkları gibi, Uluslar arası diğer emperyalist tekellerle ortaklık kurarak projelere talip oluyorlar. Çalık Holding Libya'da enerji yatırımı yapıyor.[9]

 

Bir haber daha: “Türk iş kadını Abide Gülel, Batı Afrika ülkesi Togo’da 90 milyon dolarlık projede Afrika’da Yeşil Devrim’e katıldı”[10]

 

Alt yapı yatırımlarından enerji yatırımlarına ve madencilik sektöründe Türk tekelerini Afrika'da görmek artık bir sır değil.

 

TAV tekeli, Afrika ülkelerinden, Kenya ve Tunus'da bir çok şehrin hava alanlarının işletmesini almıştır. Miller Holding, Afrika'nın bir çok ülkesinde, özellikle de Demokratik Kongo Cumhuriye'tinde büyük sayılabilecek derecede yatırımları vardır.

 

İndependent Türkçe'den Emir Tahir şöyle yorum yapıyor:

 

“Halihazırda New York'ta toplanan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, nüfuz dairelerini genişletme ya da en azından sahip oldukları nüfuzu koruma çabası içerisinde Çin, Rusya, Fransa, ABD ve daha küçük ölçekte Türkiye arasındaki büyük güç rekabetinin en son sahnesi olarak Afrika'ya ışık tuttu. “[11]

 

Türkiye'nin Afrika'daki askeri üsleri, silah anlaşmaları, silah ihracatı, Somal'nin adeta yarı sömürge haline getirlmesi, Libya'da önemli bir nüfuz edinmesi, Suda'ndan Nijer'e kadar darbecilerle sıkı fıkı olması, sermaye yatırımlarından ayrı ele alınamaz ve bunlar emperyalist bir devletin yapabileceği işlerdir.

 

Türkiye'nin Afrika ülkelerinde (Somali'de 99 yıllığına  780 bin 500 hektar ve Nijer 100 bin hektar), özellikle de Beyaz Nil üzerinde toprak kirlamaları, aç Afrikalıları doyurmak ve tarımı bilmediklerinde değil, emperyalist amaçla yapılmaktadır. İngiltere, Çin ve ABD ne amaçla kiralıyorsa, Türk devleti de aynı amaçla kiralamaktdır.

 

Türk tekellerinin Afrika'dakii sermaye yatırımları hemen hemen bütün kıtayı sarmış ve diğer emperyalist ülkelerin tekelleri ile pazar kavagasına girmiş durumdadırlar. Askeri olarak saldırgan  emperyalist bir devlet olan TC, aynı zamanda özellikle Ortadoğu (özelikle Irak ve Suriye), Afrika, Kafkasya ve Doğu Akdeniz'de giderek f-daha da saldırganlaşmaktadır. Türk devletinin saldırganlığı emperyalist sermayesinin büyümesine oranla at başı gitmektedir.

 

DEİK'in 12-13 Ekim 2003 tarihleri arasında yapacağı Afrika toplantısını bu gözle değerlendirmek gerekiyor. 11.10.2023

 

[1]    Naki Bakır, https://www.dunya.com/kose-yazisi/turk-sermayesinin-bu-yil-yatirimda-gozdesi-abd/704724

 

[2]    Bkz. Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 207, El Yayınları

 

[3]    https://ticaret.gov.tr/hizmet-ticareti/yurtdisi-yatirimlar/uluslararasi-yatirim-istatistikleri/turkiyede-yerlesik-gercek-ve-tuzel-kisilerin-

 

[4]    31 Ağusto-3 Eylül 2023 tarihinde Almanya'nın Thrüngen Eyalatin'de (Truckenthal Köyü), Uluslararsı 3. Madenciler Konferansı gerçekleştirildi. Togo'dan da bir delege gelmişti. Onun anlatımı. Türkiye'den katılan delegeler ise dinledi.

 

[5]    Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 253, El Yayınları- 2022

 

[6]    Bkz. Y. Köse, age

 

[7]    https://www.aa.com.tr/tr/politika/turkiye-afrika-kitasiyla-2022de-de-yogun-bir-diplomasi-yuruttu/2774265

 

[8]    Dünya gazetesi, 20.05.2023

 

[9]    Kerim ülker, Dünya Gazetesi, 23.08.2023

 

[10]          https://www.analizgazetesi.com.tr/haber/turk-is-kadini-afrikada-yesil-devrime-katildi-6745/

 

[11]  Emir Taihiri, https://www.indyturk.com/node/662681/d%C3%BCnyadan-sesler/afrika-alt%C4%B1n-yumurtlayan-k%C4%B1ta

 

 


7 Ekim 2023 Cumartesi

Kaypakkayacı Demokratik Kuvvetlerin Atılım Sürecine Girerken-1

https://gazetepatika22.com/kaypakkayaci-demokratik-kuvvetlerin-atilim-surecine-girerken-1-144026.html

Kaypakkayacı Demokratik Kuvvetlerin Atılım Sürecine Girerken-1


Siyasal, örgütsel ve kültürel varlığı korumak, puslu zamanda dayanmak ve tarihsel dalgaları geçmek için şahıslardan daha çok süreklileşmiş kolektif üretime ihtiyaç vardır. Tarihte kişiler geçici ama sınıf güdü ve ihtiyaçları kalıcıdır.

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)