29 Ekim 2023 Pazar

Kemalist Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Faşizm ve Demokrasi

 



Kemalist Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Faşizm ve Demokrasi..

https://www.devrimcidemokrasi3.org/kemalist-cumhuriyetin-yuzuncu-yilinda-fasizm-ve-demokrasi/

 

Kemalist cumhuriyetin 100’üncü yılındayız. Derinleşen ekonomik ve siyasi krize bağlı olarak faşizmin her geçen gün azgınlaştığı; işçi sınıfı, emekçi köylülük ve tüm halk kesimleri üzerindeki baskı, şiddet, gözaltı, tutuklama ve yasakların tıpkı enflasyonda olduğu gibi her gün yeni rekorlar kırdığı faşist devlet gerçekliğinde bu devletin üzerinde durduğu, kendini gerçekleştirdiği ideolojiyi, bu ideolojinin sınıfsal bileşenini ve ekonomik temelini ortaya koymak, bunu da Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojik çizgiye ve materyalist tarih anlayışına bağlı kalarak yapmak son derece önemli ve olmazsa olmazdır. Çünkü bu yapılmadan ne proleter devrimci program oluşturulabilinir, nede demokrasiyi dışlayan faşizm karşısında tüm halk kesimleri proletarya önderliğinde bir araya getirilebilinir, proleter demokrasi ve sosyalizm amaçları için savaştırılabilinir.

 

Kurtuluş savaşı içerisinde emperyalistlerle anlaşma, uzlaşma dahilinde yarı-sömürge yapıda kurulan Türk devletine ve Kemalist harekete ilişkin tartışma ve Kemalist cumhuriyetin yüzüncü yılına denk gelen 2023 cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler; bu tartışma ve değerlendirmeleri tavır bağlamında bir kez daha gündemleştirmiştir. İdeolojik dokusunu Kemalizm hayranlığından alan ülkemizdeki reformizm (ve bunla malül küçük burjuva devrimci hareketi) halkın demokrasiye olan toplumsal arzusunu “demokrasi için cumhuriyete, cumhuriyetin kurucu değerlerine dönüş” sloganları altında boğuyor ve böylelikle ezen-sömüren sınıflara ve faşizme güç katıyorlar. Demokrasi arzuları manipüle edilen halk kitleleri faşizmin temeli olan ve tam 100 yıldır kendilerine kan kusturan, acılar yaşattıran, gün yüzü göstermeyen Kemalizmi yıkma mücadelesine girişemiyor, yoğunlaşamıyor. Tam tersine kurtarıcı olarak görülüyor. Dolayısıyla her dönemin güncel sorunu olan ve mücadele edilmesi gereken faşizmin Kemalizm ile, Kemalist cumhuriyet ile olan ilişkisini açığa çıkarmak, ortaya koymak gerekmektedir.

 

Emperyalizm çağında, emperyalist siyasi gericiliğin bir sonucu olarak artaya çıkan ve ideolojik gıdasını milliyetçi ve şoven fikirlerden alan faşizm, “işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci kesiminin ve aydınların şiddetle ve kanla ezilmesinin örgütlendiği düzendir. (Dimitrov) Bu devlet düzeni tıpkı burjuva demokrasisinde olduğu gibi bir diktatörlüktür, ama burjuva demokrasisinin “demokratik”, “barışçıl” diktatörlüğünden farklı olarak demokrasiyi dışlayan, şiddet ve kanla ezmeye dayanan terörist diktatörlüktür.

 

“Faşizmin iktidara gelmesi bir burjuva hükümetinin yerine başka herhangi bir hükümetin gelmesi değil, tam tersine burjuva sınıf egemenliğinin bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisinin yerini, onun diğer biçimi olan açık tedhişçi diktatörlüğün almasıdır” (Dimitrov)

 

Faşizm; burjuva demokratik devrimini yapmış, içte burjuva demokrasisinin hakim olduğu emperyalist ülkelerde tekelci burjuvazinin hepsinin değil, “en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurları”nı temsil eden ve “barışçı” yollarla alttan yukarıya doğru, yani kitleler içerisinde örgütlenerek parlamento ve hükümet yoluyla iş başına gelen kliğin dönemsel “açık tedhişçi diktatörlüğü” iken, burjuva demokratik devrimini yapamadan, burjuva demokrasisi ile hiç tanışmadan emperyalist boyunduruk halkası boynuna geçirilen yarı-sömürgelerde ise emperyalizmin ve onun yarı-sömürgelerdeki sosyal dayanağı olan komprador burjuvazi ile toprak ağası sınıflarının ve bu sınıfların çıkarlarını temsil eden devletin sürekli yönetim biçimidir, kurumsallaşmış açık tedhişçi diktatörlüğüdür. (Emperyalizm ve proleter devrimler çağı başlamadan burjuva demokratik devrimini yapmış, yada üstten reformlar yoluyla kapitalizmin hakimiyetini gerçekleştirmiş, fakat daha sonradan emperyalizmin yarı-sömürgesi olmuş ülkelerde faşizm emperyalist ülkelerde olduğu gibi dönemseldir. 

Ancak faşizmin bu sürekli-dönemsel iktidarı, genellikle emperyalist ülkelerden farklı olarak askeri darbeler yoluyla gerçekleşir. Fakat biz bu yazımızda sınırlı sayıda olan bu yarı-sömürge kapitalist ülkeleri değil, dünyanın kırları olan ve genelini oluşturan ülkeleri, demokratik devrimini yapamadan emperyalizmin boyunduruğu altına girmiş, yarı-sömürge yarı-feodal yapı üzerinde kurulmuş ve süreç içinde yarı-sömürge bağımlı (komprador) kapitalist yapıya dönüşmüş ülkeleri ele alacağız. Çünkü ayrım faşizmin dönemsel karakterde ve sürekli karakterde oluşu temel farkından ileri gelmektedir) Faşizmin demokrasiyi dışlaması nedeniyle faşizmin iktidarda olduğu tüm ülkelerde halkın demokrasi sorunu vardır. Ancak faşizmin dönemsel ve sürekli nitelikte ayrışmasına, farklılaşmasına yol açan her ülkenin kendine özgü tarihsel, ekonomik ve siyasal nedenleri beraberinde, ortak olan demokrasi sorunu da çözüm yolunu da farklılaştırır. 

Burjuva demokrasisinin dönemsel olarak askıya alınmış olunduğu emperyalist ülkelerde -ve demokratik devrimini yapmış yarı-sömürgelerde- demokrasi sorunu doğrudan devrim sorununa tekabül etmez; halk muhalefeti ve hükümet değişikliğinin sonunda faşizmin iktidarı yıkılır, son bulur. Ve bu ülkelerde faşizm iktidardayken proletarya faşizme karşı burjuva demokrasisinin, burjuva hak ve özgürlüklerin her kertesini ikirciksiz savunur, onun için mücadele eder. Fakat burjuva demokratik devrimini yapamadan, burjuva demokrasisi ile hiç tanışma fırsatı bulamadan emperyalizmin boyunduruğu altına girmiş, yarı-sömürge yarı-feodal olarak kurulmuş ve uzun yıllar içinde bağlı kapitalizmin hakim hale geldiği ülkelerde Lenin’in de vurguladığı üzere demokrasi sorunu devrim sorunudur. 

Çünkü faşizmin yıkılması için yarı-sömürge, yarı-feodal-veya- bağlı kapitalist yapının yıkılması, sonlandırılması gerekmektedir. Ve ayrıca proletarya, köylülük ve tüm halk kesimlerinin faşizme karşı hiç tanışmadımları burjuva demokrasisinin her kertesini savunmalarının durumu da yoktur. Artık gündemde olan ve faşizme karşı savunulacak olan proleter demokrasidir. “Burjuva demokrasisi ölüdür ve onu mezardan çıkarmak olanaksızdır. Proletaryanın demokrasisi ise yenidir ve yeniden rengarenk çiçeğe duracaktır.” (Sınıf Perspektifi Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 2022)

 

Yarı-sömürgelerdeki faşizmi inceleyen Dimitrov, Bulgaristan’ında içinde bulunduğu bu yarı-sömürgelerde demokratik devrimin yapılmadığını, feodalizmin tasfiye edilmediğini ve milli meselenin çözülmediğini ortaya koyduktan sonra devamla da, “[bir dizi kendine özgü tarihsel, ekonomik ve siyasi] özel koşullar faşizme, kendine özgü karakter vermektedir. Bu özellik, öncelikle, örneğin İtalyan faşizminden farklı olarak faşizmin bu ülkelerde alttan, bir kitle hareketiyle -dönemsel bn- devlet ve hükümet biçimi olarak değil, tersine yukarıdan gelmesinde yatmaktadır. 

Gasp edilmiş bir devlet iktidarına, burjuvazinin askeri gücüne dayanam faşizmin kitlelere nüfuz etmeye ve kendine kitleler arasında ideolojik, siyasi ve örgütsel bir dayanak yaratmaya çalışmaktadır…” açıklamasını getirerek bu ülkelerdeki faşizmin devlet ideolojisi olarak yukarıda örgütlenip başa geldiğini ve dolayısıyla sürekli bir karakter taşıdığını vurgulamış oluyor. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında gerçekleşen Kemalist devrim ve bu devrimin ideolojik temeli ile siyasi karakteri üzerinde kuruluşu gerçekleşen Türk devleti ve cumhuriyeti Dimitrov’un belirttiği gerçekliğin dışında mıdır, yoksa bu gerçekliğin ta kendisini mi ifade etmektedir? Bu sorunun kısa ama kesin yanıtını Şnurov’a bırakalım:

 

“Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen parlamento vs.) Türkiye’de bugün (1920) düzenin özü bütün demokrasilerden uzak bir diktatörlüktür.”

 

Genel seçimlerin yapılması, parlamentonun varlığı ve anayasada yer alan sözde kimi burjuva hak ve özgürlükleri burjuva demokrasisinin, burjuva demokratik devriminin kanıtı olarak görüp kabul eden, bunların sözde varlığını faşizm ile özellikle de ta başından itibaren iktidarda olan sürekli faşizm ile bağdaştırmayan küçük-burjuva oportünistleri ne sözde kabul ettikleri ve dillerinden düşürmedikleri “çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır” Leninist tespitini anlamışlardır, nede Dimitrov’un yarı-sömürgelerde sürekli bir karakter taşıyan faşizme ilişkin belirttiği “kendine özgü tarihsel, ekonomik ve siyasi özel koşulları”nı ve bu özel koşulların tamamiyen emperyalizm ve proleter devrimler çağıyla alakalı olduğunu kavramışlardır.

 

Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında Cumhuriyet ve Demokrasi

 

Dünyanın bir kaç emperyalist devlet arasında paylaşıldığı emperyalizm çağında, ekonomik olarak geri kalmış ve burjuva demokratik devrimini gerçekleştirememiş coğrafyalardaki uluslar boyunduruk altına alındı. Boyunduruk altına alınan bu coğrafyalarda tekelci burjuvazi yalnızca en geri üretim ilişkilerini temsil eden feodallerle/toprak ağalarıyla işbirliğine girmedi, yalnızca katı feodal ilişkileri parçalayıp pazara bağlamakla vs. kalmadı. Aynı zamanda toprak ağaları gibi kendi çıkarlarını temsil eden, kendisine hizmet eden ve bu hizmeti karşılığında ülkenin yer altı, yer üstü tüm zenginliklerinin talan edilmesinden, yağmalanmasından, ülkenin soyulmasından, işçi sınıfı-köylülük ve tüm emekçi sınıfların kölelik koşullarında çalıştırılmasından, açlığa mahkum edilmesinden pay alan bir burjuva sınıf yarattı. Klasik işbirlikçiliğin ötesinde bağlı bir karaktere sahip olması nedeniyle Mao’nun komprador diye tanımladığı bu sınıf, feodal sınıflarla birlikte emperyalizmin yarı-sömürgelerdeki sosyal dayanağını oluşturdular. 

Komprador burjuvaziyi tarih sahnesine çıkaran, kendisini doğuran emperyalizm olduğu, ona göbekten bağlı olduğu, onsuz yaşayamayacağı için, feodal sınıflar ise sınıf çıkarları nedeniyle daha emperyalizmden önce devrimden yana olmadığı, karşısında yer aldığı, dahası, devrim bu sınıfın iktidarına karşı yapıldığı için bu iki sınıfta karşı-devrimcidir. Fakat bu iki karşı devrimci sınıf, fiili işgal altında sınıfsal-ekonomik çıkarları tehlikeye girdiği için sömürge durumuna karşıdırlar, ama yarı-sömürgeciliğin ise sürmesinden yanadırlar. Tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi bir yandan sömürge durumuna son vermek, diğer yandan ise razı oldukları yarı-sömürge durumuna son verecek, emperyalist boyunduruk halkalarını parçalayıp atacak gerçek bir halk devrimi olasılığının karşısında durmak, emperyalistlerle uzlaşarak işçilerin ve köylülerin devrim ihtiyacını boğmak için savaşa katılırlar. “Kendi yağında kavrulan” ama emperyalizm ve komprador burjuvazinin baskısı altında olan, gelişemeyen, dahası gelişmesi bizzat emperyalistlerce engellenen, ezilen orta (milli) burjuvazi ise ekonomik ve sınıfsal durumundan ileri gelen korkak, kararsız ve yalpalayan bir karaktere sahiptir. Ve tamda bu nedenle, emperyalist boyunduruk halkasını parçalama ön koşuluna bağlanmış olan demokratik devrime önderlik etme ve sonuna kadar götürmenin siyasi cesareti ve kabiliyetinden yoksundur. 

Demokratik devrim eskisi gibi bir tek feodalizmin tasfiyesi, toprak reformunun gerçekleştirilmesi görevi ile değil, emperyalizm ve de ona bağlı olan ve aynı zamanda bürokrat bir karakter taşıyan komprador kapitalizmin tasfiyesi görevi ile de karşı karşıyaydı. Feodal sınıflar komprador burjuvazi gibi emperyalizmin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki dayanağını oluşturdukları ve de aynı zamanda bu gerçekliğin bir sonucu olarak kompradorlarla ittifak halinde oldukları için feodalizme karşı savaş ve zafer emperyalizme ve komprador kapitalizme karşı savaş ve zafere bağlanmıştı. Demokratik devrim artık bu “üç büyük dağ”a karşı verilecek büyük ve zorlu savaşın sonunda gerçekleşebilirdi. Böyle bir savaşa da zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan ve üretimdeki yeri itibariyle sonuna kadar devrimci ve kararlı tek sınıf olan proletaryadan başkası önderlik edemez, zafere ulaştıramazdı.

 

Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini tekelci kapitalizmin/emperyalizmin almasıyla burjuvazi, demokratik devrime kadar olan sınırlı devrimci barutunu tüketmiş; burjuva sınıf egemenliğini ve kapitalizmi hedefleyen burjuvazi önderlikli eski tip demokratik devrimler geride kalmış, yerini proletaryanın sınıf egemenliğini ve sosyalizmi hedefleyen proletarya önderliğindeki yeni tipte demokratik devrimler almıştır. Bu, burjuva demokrasisinin ifadesi olan, burjuva -demokratik- cumhuriyetin geride kalması, yerini ise proleter demokrasinin özgün bir biçimi olan ve proleter cumhuriyeti ifade eden Halk Cumhuriyeti’nin olması demekti aynı zamanda. “Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır” tespiti bu gerçeklerle içeriklidir.

 

Kemalist Cumhuriyet Demokrasinin Dışlanmasıdır

 

“Burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir devlet biçimi olan burjuva demokrasisi” ile içerikli, özdeş burjuva cumhuriyetler gerçekte geride kalmış olsa da hem ulus devlet sürecini burjuva demokratik devrim olarak göstermek, bunun içinde emperyalist boyunduruk halkasını ve devletin faşist karakterini gizlemek, hemde uluslararası alanda meşruluk sorunuyla karşılaşmamak ve emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla yarı-sömürge, yarı-feodal temel üzerinde kuruluşu gerçekleşen tüm ulus devletlerde cumhuriyet ilan edildi. Ama bu cumhuriyetler burjuva demokrasisi ile değil, “bütün demokrasilerden uzak bir diktatorya” ile içerikliydi; demokratik değil, faşist karakterdeydi. Çünkü bu ükkelerde “henüz tamamlanmış bir burjuva devrim yoktur…

Köylüler burjuva demokratik devrim sayesinde toprak sahibi olmamıştır. Tersine onlar yalnızca, sermayenin ilk birikim amacına hizmet eden sınırsız sömürü ve talana hedef olmuşlardır. Feodalizm nihai olarak yok edilmemiş, milli mesele çözülmemiştir. [Ve bu ülkeler] emperyalizmin yarı-sömürgeleri durumundadır. Bunlar çoğunlukla emperyalist ülkelerdeki çok gelişmiş kapitalizmin şiddetli rekabeti altında ezilen cılız sanayiye sahip tarım memleketleridir.” (Dimitrov)

 

Çeşitli ülkelerde her ülkenin “tarihi, sosyal ve ekonomik şartlara göre, ulusal özelliklerine ve uluslararası durumuna göre çeşitli şekiller alan faşizmin gelişmesi ve faşist diktatörlüğün kendisi” demokratik devrimin gerçekleşmediği, feodalizmin nihai olarak yok edilemediği, emperyalist boyunduruk halkasının parçalanıp milli meselenin çözülemediği ve ezilen cılız sanayiye sahip ülkelerde “temelini genişletmek ve sınıfsal içeriğini değiştirmeden açık tedhişçi diktatörlüğü, parlamentarizmin kabaca sahteleştilmesiyle birleştirme”sini beraberinde getirir. 

İşte emperyalizm ve proleter devrimler çağında kuruluşu gerçekleşen Türk devleti ve Kemalist cumhuriyet bu gerçekleri ifade eder. Bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryaya tekabül eden faşist özü bu gerçeklerden, temelden ileri gelir ve bu gerçekleri, temeli ortaya koyar. Bu gerçekleri görmeyen, görmek istemeyen, bu gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapatan küçük burjuva oportünizminin tüm renk ve tonları Kemalizm hayranlığında birleşmekte ve Kemalizm ile faşizmi kesinlikle yan yana getirmemekteler. Kemalizm ve Kemalist diktatörlüğe ilişkin değerlendirmelerinde aralarında kimi farklar, farklılıklar olsa da bunlar öze tekabül etmeyen, özü değiştirmeyen nüanssal farklılıklardır. Kimileri kurtuluş savaşına ve Kemalist devrime milli burjuvazi ve küçük burjuvazinin önderlik ettiğini, Kemalist devrimin bu sınıfların önderliği altında gerçekleşen anti-emperyalist, anti-feodal burjuva demokratik devrim olduğunu, (emperyalist boyunduruk halkasının 1950 itibariyle “yeni-sömürgecilik” ile geçirildiğini ve faşizmin de bu dönem itibariyle başladığını savunurlar. Ve ayrıca hükümetlere özgü dönemsel yönetim biçimi olduğunu savunurlar) kimileri buna ek olarak Türk devletinin cumhuriyet olarak kurulmasını, genel seçimlerin yapılmasını, parlamentonun da bu genel seçimlerle oluşturulmasını ileri sürerek; kimileri ise kurtuluş savaşına milli burjuvazi önderlik etmiş olsa da, Kemalist devrim burjuva demokratik devrim olsa da, savaşın sonunda bağımsızlık kazanılmış olunsa da feodalizm tam olarak tasfiye edilmemiş, yarı-feodal ekonomik yapı 1970’lere kadar kendini korumuştur ve faşizm tekelci kapitalizmin hakimiyetini şart koştuğu için iktidara 1970’ten itibaren, ama hükümetlere özgü bir yönetim biçimi olarak gelmiştir diyerek nüanssal farklılıklarla Kemalizm ile faşizmi bağdaştırmaz, yan yana getirmezler. (Ülkedeki kapitalizmi tekelci kapitalizm olarak değerlendirmek/tanımlamak yarı-sömürge olgusunu reddetmek, ülkeyi emperyalist ülkeler düzeyine çıkarmak demektir. Bir yandan ülke emperyalizme göbekten bağımlıdır diyorlar diğer yandan ise bunun ekonomik temelini reddediyorlar. 

Bir ülkede hakim olan tekelci kapitalizm ise, tekelci burjuvazi ise bu, o ülkenin diğer ülkeleri sömürgesi altında tutan emperyalist ülke olduğu anlamına gelir. Yeni tekelcileşmiş kapitalist ekonomik temel ile bu ekonomik temele göbekten bağımlılığı getiren ekonomik temel karşıtlık halindedir. Konumuz tekelci ekonomik yapı ile bağlı ekonomik yapıyı açmak olmadığından bu kısa vurguyu yapmakla yetiniyoruz.) Kemalizm hayranlığının dışa vurumu olan sağ-liberal oportünistlerin Dimitrov ve Komintern’i tahrifata uğratan bu çarpık-oportünist değerlendirmelerine yukarıda kısa ve özlü şekilde yanıt olduk. Şimdi ise bizzat M. Kemal döneminin uygulamalarına göz atarak durumu somutlayalım:

 

“Kemalist diktatörlük başından sonuna kadar askeri bir faşist diktatörlüktür! Savaşın başında yer alan askeri komuta kademesinin hemen hepsi olduğu gibi Ankara hükümeti ve iktidarına da önderlik yapmıştır…TC 1945’lere kadar tek parti (M. Kemal’in partisi CHP) ve tek ‘milli şef’ tarafından yönetildi. Her türden demokrasi dışı bir yönetim şekli!

 

Bu dönem içerisinde bir-iki parti kurulduysa da bunların ömrü çok kısa oldu. Çünkü söz konusu partiler kurulduğu gibi M. Kemal ve iktidarı tarafından kapatıldı!

 

Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı 1920 yılında M. Kemal’in başında olduğu Ankara hükümeti tarafından katledildi.

 

14 Kasım 1922 tarihli Izvestia gazetesinde geçtiği gibi ‘Kemalist hükümet komünistleri takip ettirerek, emperyalist devletlerin teveccühünü kazanmak emelinde’ yürüdü.

 

Komünist partisini ve komünizm propagandasını yasaklayan 141. ve 142. maddeleri anayasaya yerleştiren M. Kemal’in başında olduğu hükümettir.

 

Mevcut ‘anayasa’ ve faşist maddeler 1930-1935 yılları arasında M. Kemal’in hükümeti tarafından faşist Mussolini’n (İtalyan) anayasasından alınmıştır.

 

1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanmasının yasaklanması 1923 yılından kısa bir süre sonra gerçekleşti. Hemen hemen bütün sendikalar kapatıldı! İşçi sınıfı hareketini ezmek için her türlü yola baş vuruldu!

 

1927 yılında Fransızlara ait Ankara-Nusaybin demir yolunda çalışan işçilerden bayram arifesinde avans almak için greve giden 700 işçiye saldıran, katleden M. Kemal hükümetidir.

 

Hükümeti eleştiren, hatta eleştirme ihtimali bile olan gazeteler kapatılmıştır!

 

Yüzlerce komünist, aydın, demokrat, ilerici ve yurtseveri işkencelerden geçirterek zindanlara tıkanların başında M. Kemal hükümeti ve diktatörlüğü vardır!

 

Kemalist diktatörlük ‘bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘ne mutlu Türküm diyene’, her Türk asker doğar’, ‘Türkçe konuş, çok konuş’, Türk öğün çalış güven’ vb. gibi ırkçı-şoven sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere her yere soktu.

 

Ermeniler ve Kürt ulusu en vahşi ve barbar bir şekilde M. Kemal ve diktatörlüğü tarafından katledildi!

 

1925 yılında kurulan İstiklal mahkemeleri ve iki yıl süren sıkıyönetim döneminde yüzlerce, binlerce Kürt zindanlara tıkıldı.

 

Kemalist diktatörlük milli meselede tam bir Türk şovenizmidir! ‘Bütün milletlerin Türklerden türediği’ şeklinde ırkçı-faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetleri ise tamamen tarihin sayfalarından sildi. ‘Bütün dillerin Türkçeden doğduğunu’ ileri sürerek Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. (Sınıf Teorisi Dergisi, Yıl: 2005, Sayı:10)

 

Tüm bu örnekler göstermektedir ki, Kemalizm ve Kemalist diktatörlük “işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci kesiminin ve aydınların şiddetle ve kanla ezilmesinin örgütlendiği devlet düzeni” ve “dış siyasette, diğer halklara karşı hayvanca nefreti körükleyen şovenizmin en vahşi biçimi” demek olan faşizmin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da vücut bulmuş halidir. Yani, “Kemalizmin faşizmle bağdaşmaması bir yana Kemalizm bizzat faşizm demektir.” (İbrahim Kaypakkaya)

 

Komprador Kapitalizmin Hakimiyeti Altında Faşizm

 

Sosyo-ekonomik yapıdaki yarı-sömürge durumu devam ettiği, emperyalist boyunduruktan kurtulamadığı müddetçe yarı-feodalizmin yerini bağlı kapitalizmin alması ülkede ne Kemalizmi Türk devletinin ideolojisi olmaktan çıkarır, böyle bir sonucu beraberinde getirir, nede faşizmi sonlandırır veya hafifletir yada sürekli karakterde olan yapısında bir değişikliğe yol açıp şu veya bu hükümetin/kliğin dönemsel yönetim biçimi yapar. Bu, dogmatizm değildir, olgulara dayanan Marksizm, Leninizm, Maoizm tespitidir.

 

Kemalizm Türk devletinin ideolojisi olmaya devam eder çünkü, Kemalizm emperyalizme göbekten bağlı olan komprador Türk büyük burjuvazisinin ideolojisidir. Bağlı ekonomik gerçekliği itibariyle yarı-sömürgeciliği savunma ideolojisidir. Tamamiyen karşı-devrimci olması, hiçbir devrimci nitelik taşımaması da zaten bu sınıfsal gerçekliğinden ileri geliyor. Hakim hale gelen komprador kapitalizm ile yarı-sömürge durumu zayıflamamış, tam tersine daha da güçlenmiştir.

 

Faşizm Türk devletinin sürekli yönetim biçimi olmaya devam eder çünkü, kapitalizmin hakimiyeti devrim yada reformlar yoluyla değil; kapitalizmin feodalizm ile olan kimi çelişkilerinin yanı sıra esas olarak emperyalist ülkelerde gelişen tekelci tarım endüstrisinin ihtiyaçlarına bağlı olarak genel olarak tüm yarı-sömürgelerde özel olarak ise Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da tarımın yıkıma uğratılması, tarım memleketi olma özelliğine son verilmesinin sonucunda gerçekleşmiştir. Kapitalizmin hakimiyeti tarımda da bağımlı duruma gelinmesinin, tarımda da ithalatçı konuma gelinmesinin sonucunda gerçekleştiği içindir ki, emperyalizme olan bağımlılık durumu zayıflamamış, tersine derinleşmiştir.

 

Demokratik devrimini yapamamış yarı-sömürgelerdeki faşizm olgusunu inceleyen Dimitrov, bu ülkelerdeki faşizmin ekonomik özel koşulunu “emperyalist ülkelerdeki çok gelişmiş kapitalizmin şiddetli rekabeti altında ezilen cılız sanayiye sahip tarım memleketidir” tespitiyle açıklıyordu. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin devrim yada reformlar yoluyla tarım memleketi olmaktan çıkmaları değil, tekelci tarım endüstrisinin ihtiyaçları temelinde tarım memleketi olmaktan çıkarılmaları durumu bu ülkelerdeki sanayi ve kapitalizmin cılız/güçsüz durumunun son bulması anlamına kesinlikle gelmiyor. Yani “ezilen cılız sanayiye sahip” olma durumu devam eder. Neden mi? Çünkü emperyalizmin sermaye ihtiyacıyla birlikte yarı-sömürgelerde gelişen, güçlenen ülkenin milli karakterdeki sanayisi ve kapitalizmi değil, milli sanayi ve kapitalizmi ezen, gelişimini engelleyen ama emperyalist ülkelerdeki sanayi ve kapitalizmi ise geliştiren, güçlendiren ve bu itibariyle emperyalist ülkeler ile yarı-sömürge ülkeler arasındaki her türlü eşitsizliği her geçen gün daha fazla büyüten karakterdeki bağlı kapitalizmdir. Mao’nun ifadesiyle “yabancı kapitalizm”dir. Türk büyük burjuvazisinin taşeronu, montajcı, aracı bir rol üstlendiği bir kapitalizmde sömürünün, talanın, yaratılan artı-değerin esas sahibi tekelci burjuvazidir. Komprador Türk büyük burjuvazisine ise bu taşeronluğu, montajcılığı, aracılığı vb. karşısında hizmet payı verilmektedir. Tabii bu, başta işçi sınıfı ve emekçi köylülük olmak üzere tüm emekçi sınıflar üzerinde ikili sömürü demek oluyor. Bu sömürü öylesine derindir ki, kompradorlara verilen uşaklık payına rağmen tekelci burjuvazi en yüksek tekelci kâra ulaşmaya devam eder. Bu bir yanda sömürü-talan ve yağmadan diğer yandan ise açlığın-sefaletin-yoksulluğun-işsizliğin büyümesi demektir. Çelişmenin iki karşıt yönü arasındaki makası her geçen gün daha fazla açan bu sömürü-talan-yağma düzeni yarı-sömürge durumunun derinleşmesini; işçi sınıfı, emekçi köylülük ve tüm halk kitleleri üzerindeki terörist diktatörlüğün katmerleşmesini ve kağıt üzerinde olmasının hiçbir önemi olmaksızın emekçi sınıfların, halkın örgütlenme hakkından, grev-protesto ve yürüyüş hakkına kadar tüm haklarının fiiliyatta, gerçekte yasaklanmasını, yok sayılmasını getirir, getiriyor da.

 

Kısacası Kemalizm ve faşizm bir bütünün iki parçasıdırlar. İkisi bir biriyle anlam bulur, ayakları üzerine otururlar. Komprador Türk büyük burjuvazisinin ideolojisi olan Kemalizm, Türk devleti ve cumhuriyetinin üzerine bina edildiği ve durduğu yarı-sömürge ideolojisidir. Komprador kapitalizmin hakimiyeti Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın boynundaki emperyalist boyunduruk halkasının incelmesi değil, tam tersine kalınlaşması demektir. Dolayısıyla şu veya bu komprador kliğin/hükümetin M. Kemal için, Kemalist cumhuriyet için ne dediklerinin, hatta ne küfürler ettiklerinin, ne hakarette bulunduklarının gerçekte bir önemi, anlamı ve karşılığı yoktur. Tüm bunları suni gündemler oluşturmak, kendi sınıf karakterini, amaçlarını ve pratiklerini gizlemek gayesiyle yaparlar, söylerler.

 

Dini ve rengi olmayan sermayenin bir kliğini temsil eden AKP ve Tayyip Erdoğan Kemalisttir. AKP’ye ve Tayyip’e zamanında tasfiye temalı oyunu oynattıran da, zamanı geldiğinde ise bu oyunu bir kenara atıp koyu faşizmi uygulattıran da; patronlara, ağır sömürüye, kötü çalışma koşullarına, düşük ücrete ve politik sorunlara karşı işçilere örgütlenmeyi, sendika kurmayı ve üye olmayı vede işçi-emekçi köylü tüm halk kitlelerine grev-protesto-toplantı ve yürüyüş yapma haklarını yasaklattıran, halk kitlelerini coplattıran, gaza boğduran, işkence ettiren, gözaltına aldırtan, tutuklattıran, öldürten; Kürt ulusu, azınlık milliyetler ve çeşitli inanç kesimleri üzerinde milliyetçiliği-şovenizmi uygulatan, her türlü baskıyı kurdurtan, saldırtan, katlettiren ve tüm haklarını gasp ettirten din değil, dincilik değil, dini ve rengi olmayan sermayenin ve bu sermayenin ideolojisi durumunda olan Kemalizmin ta kendisidir. 

“Dinimizde faiz haramdır” sözleri altında düşürülen politika faizi zenginleri, bankaları, spekülatörleri, kompradorları, emperyalistleri yüksek kazanca boğan; işçi sınıfı ve tüm halkı ise yoksullaştıran, alım gücünü düşüren, emek gücünü daha da ucuzlaştıran, ülkenin dış açık ve faiz yükünü büyüten ekonomik-politik sonuçları itibariyle bu Marksist gerçeğin en çıplak örneklerinden birini oluşturmaktadır. Faizin dahi söylemler altında düşürülmesi ne bu amacı ve sonuçları nede egemenlerin, sermayenin sınıfsal karakterini ortadan kaldırıyor, sermayeyi dincilik sınırları içine çekip hapsediyor. 

Dini söylemler sınıfsal ve ekonomik gerçeklerin gizlenmesi/perdelenmesi ve halkın uyutulması için söyleniyor. Dolayısıyla Marksistlerin egemen sınıf kliklerine ilişkin tanımlamaları kitlelerin gözüne çekilmek istenen perdeleri indirecek, üstü örtülmek istenen gerçekleri açığa çıkaracak, hakim sınıfların ekonomik-sınıfsal çıkarlarını, bunun temelini ve gerçek amaçları ile karakterlerini en çıplak şekilde ortaya koyacak, kitlelere bunu sorgulatacak ve dosdoğru anlatacak sınıfsal tanımlamalar olmalıdır.

 

Sonuç olarak, faşizmle yönetilen yarı-sömürge bağlı kapitalist Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da halkın faşizme karşı demokrasiyi kazanma sorunu vardır. Fakat egemen sınıfların ideolojisi Kemalizmden ileri gelen faşizm AKP’yle, Tayyip Erdoğan’la sınırlı bir yönetim biçimi olmadığı için demokrasi bir komprador burjuva kliğe karşı değil, tüm komprador burjuvaziye ve elbetteki bağlı oldukları emperyalizme karşı verilecek savaş içinde zafere ulaşabilir. 

Ülkemizde iki büyük dağ olan komprador burjuvazi ve emperyalizm yıkılmadan faşizmin yıkılması mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, demokrasi sorunu devrim sorunudur. Ve bu devrime, demokrasi sorununu sosyalizm amacına bağlayan proletaryadan başka hiçbir sınıf önderlik edemez. Proletarya partisi, faşist devlet diktatörlüğünü, faşist Kemalist cumhuriyeti yıkacak ve proletarya demokrasisi bu toprakları rengarenk çiçeklerle buluşturacaktır…


Proletaryanın İktidarı İçin Şiarımız: Maoizm…23 Ekim 2023


 

 Proletaryanın İktidarı İçin Şiarımız: Maoizm…23 Ekim 2023

Proleter Enternasyonalizmin bayrağının üç temel şiarla dalgalandığını vurgulayarak başladığımız dizi yazımızın bu son bölümünde Revizyonizme Karşı Mücadele, Proleter Dünya Devriminden sonra Maoizm şiarına açıklık getireceğiz. Maoizm’i sona bırakmamızın nedeni bilimsel gelişmenin bütünlüklü anlaşılmasını sağlamaktır. Bütünlük kavrayışının insanlığın toplumsal ilerleyişindeki önemi Proleter Devrimler Çağının belirleyici unsurlarından biridir. Maoizm olmadan Marksizm ve Leninizm kavranamaz, dolayısıyla uygulanamaz dediğimiz yerde dayandığımız kavrayış Marksizm’in bütünlük kavrayışıdır. Maoizm bize bütünlüklü düşünmeyi, hareket etmeyi, yönelmeyi öğreten düzeydir: Tıpkı Marksizm, Leninizm gibi.

 

Stalin Leninizm’i tanımladığında Marksizm’in geliştiğini, yeni koşullarda yeni mücadele biçimleriyle hareket etmenin Lenin’in geliştirdiği teorilerde somutlaştığını açıklamıştı. Bunu “Çağımızın Marksizm’i Leninizm’dir” biçiminde formüle etmesi her ne kadar sığ yaklaşımlara sebep olmuşsa da bu tanımın onun koşullarında anlaşılır ve hatta doğru olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Leninizm gerçekten de Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının sorunlarını, mücadelelerini içeriyordu. Marksizm’in henüz yanıtlamadığı konulara açıklık getiriyordu. Bu tanımın eksik tarafı Leninizm olarak somutlaşan bilimi “çağımızın Marksizm’i”yle sınırlama olasılığıydı. Oysa bilim sürekli gelişen, geliştirilebilir olan bir alandır. Çağ değişmeden de bilim gelişebilir. İçine girdiğimiz çağın bilimsel çözümlenmesi bir seferde tamamlanmayabilir. Hatta bilimin gelişimi genellikle böyle olur. Yeni koşullar, yeni aletler, yeni durumlar, yeni oluşumlar hakkındaki bilgimiz çağın ilk döneminden sonraki dönemine doğru gelişebilir, hatta gelişir. Maddi hayat bilgimizin ötesinde bilgiler içerdiği için bunlara çok sonraları rastlamamız genel bir durumdur. Bu bilgilere, maddi koşullardaki gelişmeler dışında kuramdaki gelişmeleri, kavramlarımızın da gelişimini eklemeliyiz.

 

Düşüncenin Hareketi: Bütünden Parçaya

Toplumsal ilerlemeyi belirli yasalar içinde ve dayanaklarıyla birlikte değerlendirmek ve gelecek hakkında bütünlüklü düşüncelere sahip olmak, içinde olduğumuz süreci ve tüm süreçleri toplumsal düzlemde ele almak insanlığın uzun süren düşünsel gelişiminin vardığı sonuçlardan biridir ve en önemlisidir. Tarihte tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasında bu yöndeki gelişim etkilidir. Kuşkusuz din olgusu materyalist olmamakla yani varlığı maddi olandan hareketle açıklamamak tavrı ile bütünlüklü düşünmeyi temelden zaafa da uğratmıştır. Bununla birlikte insan topluluklarının birlikte hareket ettiğini, toplumsal düşündüğünü görmek bakımından dinler güçlü örneklerdir. Toplumların dinlere yönelmesi sadece düşünsel olarak buna eğilimli olmalarından ötürü değildir; din aynı zamanda maddi dünyanın anlaşılması ve bununla baş edilmesi bakımından kaçınılmaz bir sonuçtur.

 

Üretim tarzının ve ilişkilerinin ortaya çıkıp gelişmesi ile birlikte dinci düşüncenin maddi dünya ile kurduğu ters ilişki toplumsal düzlemde sarsıldıktan itibaren insanlık yeni bir bütünlük oluşturmak, kendisi ve dünya hakkında bütünlüklü, tutarlı, açıklayabilen bir bütüncül düşünce oluşturmaya başlamıştır. Dün dinin kapladığı alan bugün insanlığın geneli için din ile birlikte milliyetçiliktir. Milliyetçilik burjuva sınıfın bütünlüklü ideolojisi, genel siyasi hattının temelidir. Bu ideoloji çeşitli sınıflardan halkı milli olmaya, millet içinde davranmaya, dolayısıyla burjuvaziye tabi kılar. Bu, kapitalizmin geliştiği dönem boyunca başta işçi sınıfı olmak üzere halk için kaçınılmaz bir süreçtir. Nihayet her süreç gibi bunun da bir sonu olacaktı. İşçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmaz karşıtlığının kapitalizmin gelişmesine koşut olarak keskinleştiği koşullarda burjuvaziye karşı, dolayısıyla milliyetçiliğe de karşı bir işçi hareketi gerçekleşmeye başlar. Bu yeni bir bütünlüklü, tutarlı düşüncenin de doğması için yeni koşullar demektir. Burjuvazi nasıl ki dinin hegemonyasına karşı milliyetçi fikri geliştirmişse işçi sınıfı için de onun çıkarlarıyla birleşen, onun çıkarlarından doğan bir ideoloji doğar. Marksizm bu koşulların ürünüdür, işçi sınıfının çıkarlarını temel alır.

 

Bu yazı dizimizin konusu olan Maoizm aynı koşulların olgunlaşmasının, gelişmesinin, yeni biçimler almasının bir sonucudur.

 

Burjuvazinin ideolojisi olan milliyetçilikten tamamen farklı olarak işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizm, dolayısıyla Leninizm ve Maoizm bir sınıf ideolojisi olduğunu gizlemez, bunu tam olarak ifade eder, savunur. Bir sınıfın ideolojisi, bir sınıfın çıkarlarıyla uyumlu genel düşünce olmakla birlikte o bilimseldir ve tüm insanlığın kurtuluşu içindir. Ezilen, sömürülen son sınıf olmakla işçi sınıfının kurtuluşu insanlığın sömürü dünyasından, sınıflar bağlamında oluşmuş zorunluluklar dünyasından kurtuluşu olacaktır. Bu, onun bilimsel özelliğinin temelidir. Çünkü bu temelde gerçekliğe uygunluk ve amacın gerçekleşirliği en ileri seviyededir. Öyle ki gerçeklikle uyumsuzluk ve amacın gerçekleşmesi önündeki engeller Marksist-Leninist-Maoist bilimde ideolojiden sapma, karşıt ideolojiye savrulma anlamına gelir…

 

Marksizm-Leninizm-Maoizm bütünlüklü bir ideolojidir. Bu bütünlüğün kaynağı idealist felsefelerdeki bütünlükten ayrı olarak kendinden değil gerçekliğin birliğinden gelir. Bilimsel özelliğin kaynağı olarak gerçeklik işçi sınıfının çıkarlarıyla uyumludur.

 

Bütünlük kavramının bugün en büyük düşmanı burjuvazidir. Büyük düşünceyle, milliyetçi olmakla, milli devletle, milli pazara yabancılar pahasına hâkim olmakla, vatansever olmakla, anavatanı milletin kanı ile sulamakla övünmüş, güçlenmiş, egemenleşmiş, kendini kabul ettirmiş burjuvazi bugün (elbette bugünün uzun bir geçmişi var) bütünlüklü düşünmeye, büyük davalara, dava insanı olmaya düşmandır. Bugün o parçalarda kalmayı, parçaları parça içinde öğrenmeyi, parçalarla yetinmeyi, bu yolla bütünü yadsımayı, bireyci davranmayı övmekte, öğretmekte, koşullamaktadır. “Toplumsal kurtuluş bir maceradır, sonu hüsrandır; kendini kurtarmak zaten toplumu kurtarır, dolayısıyla kendi kurtuluşu insanın temel amacı olmalıdır, hatta kendiliğinden amacıdır” diyerek toplumsal kurtuluş adına hareket edenleri terörist yaftasıyla toplumdan yalıtmak derdindedir. Burjuvazinin bu hali onun çıkarlarıyla uyumlu kapitalizmin özünden gelir, bununla birlikte bu onun çürümüş sisteminin sonucudur. Bugün burjuvazinin hâkim olduğu her alanda esas olan parçalarda kalmak, parçayı bilmek, parçanın bütünle ilişkisizliğini savunmaktır. Bu onun bilimle savaşmasıdır, bu onun bütünlüğü reddetmesidir, bu onun gerçekliği kendi çıkarları bakımından bükmesi, belirsizleştirmesi, anlaşılmaz kılmasıdır.

 

Proleter Hareketin Gelişimi

Enternasyonal Birlik’in mücadele şiarlarından biri ve temeli olan Maoizm bütünlüklü bir akımdır; ancak bütünlüklü ele alındığında kavranabilir ve uygulanabilirdir. Böyle olmadığında, Marksizm ve Leninizm gibi parçalara indirgendiğinde özünü yitirir, revize olur ve burjuvalaşır…

 

Proletarya Partisi ilk defa, 1993 yılında gerçekleştirdiği büyük oturumda Mao Zedung Düşüncesi kavramının yetersizliğine de işaret ederek kabul ettiği Maoizm’i anlamak bakımından M. Ali Çakıroğlu’nun “Proletaryanın Üçüncü Büyük Yol Gösterici Işığı ve Doruk Noktası: Mao” yazısından yararlanacağız. Bu yazı Proletarya Partisinin kavram olarak Maoizm’i kullanmaya karar vermesinden hemen sonra, YDG’nin 11. sayısında, 1993 yılının Ağustos ayında yayınlanmıştır. Elbette onun kaleminden çıkmakla birlikte yazının içeriği ve savundukları Proletarya Partisinin görüşlerini de önemli ölçüde içermektedir. Önemli ölçüde dememizin nedeni yazının tartışma döneminde kaleme alınmış olmasıdır. Bu kabulle birlikte Maoizm’in Proletarya Partisindeki gelişimini de konu etmiş olacağız.

 

Daha baştan şunu ifade edebiliriz: Bizim için Maoizm’in kabulü basit bir kavram değişimi, yenilemesi değildir. Maoizm Marksizm-Leninizm’i kavramanın, uygulamanın bugünkü odağıdır. Mao’nun katkıları ancak onun evrensel niteliği, olmazsa olmazlığı, nitel bir dönüşüm, gelişimi içerdiği anlaşılırsa Marksizm savunulabilirdir. Bu olmadan bugün için Marksizm-Leninizm savunulamazsa uygulanamaz. Komünist hareketin temel farkı Maoist olmasıdır.

 

“Proletaryanın Üçüncü Büyük Yol Gösterici Işığı ve Doruk Noktası: Mao” yazısı onun katkılarının diyalektiğin ustası olmasından geldiğini ileri sürerek başlar: “Mao’nun Marksizm- Leninizm’e bir dizi katkısı vardır. Katkılarının esas kaynağı onun diyalektik metodun ustası olmasından gelir. Mao’nun felsefi açıdan ortaya koymuş olduğu temel çözümlemeler ona gerek devrim öncesinde gerekse de devrim sonrasında meseleleri tahlil etmede anahtar olmuştur.”

 

Maoizm için bu ustalığın tespiti ve gelişimin özü olduğu gerçeği belirleyicidir. Mao Zedung’un bütün katkılarının temelinde Marksist felsefeyi çelişki kavramı temelinde tanımlaması ve nitel olarak geliştirmesi vardır. Birin ikiye bölünmesi yöntemi her şeyin analizinde bilimsel tek yöntemdir. Her şey kendinde barındırdığı zıtlığın keşfiyle anlaşılabilir ve ancak bu anlaşılma ile geliştirilebilir, değiştirilebilir. Halk Savaşı, Yeni Demokratik Devrim, Bürokratik Burjuvazi, Halkın Birleşik Cephesi, sosyalizmde sınıf savaşımı, iki çizgi mücadelesi Marksist felsefenin bu yönteminin farklı alanlardaki somutlaşmasıdır.

 

Hemen devamında yazı Leninizm’in tanımladığı “yeni dünya” hakkındaki bilindik tezi açıklayarak Mao’nun katkılarının somut koşullarını sunar: “1917 Ekim Devrimiyle Emperyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü Çağı açıldı. Bu çağda dünya devriminin iki en önemli yönü açığa çıktı.

 

“Birincisi: Proleter dünya devriminin parçası olarak değişik tipteki sömürgelerde, yarı sömürgelerde ilerletilen dünya çapında anti-emperyalist mücadele” ve “İkincisi: Sosyalist devrimin doğru yolda ilerletilmesi. Mao bu her iki sorunu ele alarak, her iki cephede de Marksist-Leninist teori ve pratiği geliştirerek onu daha yüksek bir düzeye taşıdı.”

 

Stalin yoldaş “Leninizm’in Esasları” adlı eserinde Leninizm’in on dokuzuncu yüzyılın kırklarında Marksizm’in devrimci unsurların yeniden canlandırılması olduğunu söyleyenlere karşı “Lenin ikinci Enternasyonal oportünistleri tarafından sınırlar içerisine hapsedilen Marksizm’in devrimci muhtevasını gerçekten restore etti. Buna rağmen bu tanımda gerçek payı vardır. Leninizm hakkında gerçeğin tümü ise şudur. Leninizm sadece Marksizm’i restore etmedi fakat aynı zamanda kapitalizmin ve proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni koşulları altında Marksizm’i geliştirerek bir adım daha attı” dedikten sonra, “Daha tam bir tanıma göre ise, Leninizm genel olarak proletarya devriminin teori ve taktikleri ve özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleridir” der ve biraz ilerde de “işte bunun için Leninizm, Marksizm’in daha da gelişmesidir” der.

 

Leninizm’in Marksizm’in yeniden canlandırılması olduğu iddiasının Stalin yoldaşın öne sürdüğü tanıma kıyasla ne derecede kof olduğunu açıklamaya gerek olmamalıdır. Çünkü Stalin yoldaş Marksizm’in canlandırılmasından çok başka bir şey ifade etmektedir: Onun yeni koşullarda, yeni sorunlar bağlamında ve hareketin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olarak geliştirildiğini, dolayısıyla yeni şeyler içerdiğini açıklar. Bunları “genel olarak proletarya devriminin teori ve taktikleri ve özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleri” olarak formüle etmesi de onun açıklayıcı, somutlaştırıcı ve yol gösteren özelliğini gösterir. Lenin emperyalizmle birlikte proletaryanın görevlerini, izleyeceği yolları, Proleter Dünya Devrimine doğru açılan kapıları tanımlamış ve Marksizm’de nüve halinde bulunan ya da hiç bulunmayan tezleri geliştirmiş, özellikle de önderlik ettiği hareketin evrenselliğe doğru gelişen sorunlarına çözümler geliştirmiştir. Bu sorunların çözümleri kadar tanımlanmaları da belirleyici derecede önemlidir. Bilimin sorunların tanımlarıyla gelişim gösterdiğini ve ancak doğru tanımlardan sonra çözümlerin geliştiğini vurgulamak gerek. Örneğin 1890’lı yılların başındaki “yeni bulgularla maddenin tanımı”ndaki belirsizleşmenin bilim alanında yol açtığı bunalımın felsefede neden olduğu savrulmaya Lenin doğru tanımlardan hareketle doğru biçimde müdahale etmiş, materyalizmi en güçlü biçimde savunmayı bilmiştir…

 

Maoizm Dünya Devriminin Işığıdır

Lenin gibi Mao da yeni koşullarda, yeni sorunlar bağlamında ve hareketin gelişiminin kaçınılmaz sonuçlarına dair tezler öne sürmüştür. Bunun da bir “canlandırma” değil, geliştirme olduğunun altı çizilmelidir. Temel aldığımız yazıda bu geliştirme eyleminin maddi koşulları ve bu koşullardaki tezler şöyle açıklanmaktadır:

 

“Çin devrimi anti emperyalist, anti faşist aşamasını tamamladığında, bu Mao’nun demokratik halk devletini kurarak Yeni Demokratik Devrim teorisi ve pratiğini geliştirmenin yanı sıra tüm dünya için, belirli tipteki ülkeler için devrimin bu aşamasının, tamama ulaşmasının modelinin yaratılması demekti. Yeni Demokratik Devrim modelinin iki unsuru çok önemlidir. Bunlar birleşik cephe stratejisi ve silahlı mücadele, bu mücadelede ordu-parti ilişkisi; silahlı mücadelenin strateji ve taktikleridir. Aslında bu her iki noktadaki temel öz yalnızca belirli tipteki ülkeleri değil, tüm dünya ülkelerini kapsar.

 

“Birleşik cephenin Mao öncesi -olabilmişse- ulaşabildiği en üst nokta ‘proletarya emperyalistlere karşı, burjuvazi dahil birleştirilebilecek herkesi birleştirir’ şeklindedir.”

 

“Mao birleşik cephenin ulaşmış olduğu bu düzeyi Çin devriminde ve birleşik cephe stratejisinde uygulamıştır. Birçok kesim Mao’nun birleşik cephe anlayışını bu şekilde kavrar. Ama bu, Mao’nun birleşik cephe anlayışının yarısı, üstelik daha az önemli olan yarısıdır. Mao’nun birleşik cephe konusunda yeni olarak yaptığı şey milli burjuvazi ile birleşik cephenin hangi şartlarda uygun olduğunu ve daha da önemlisi proletaryanın böylesi bir cephe üzerinde önderlik yürütmenin, ona gerçek bir devrimci yönelim ve atılım vermenin ve cepheyi burjuva güçlerin gasbetmesini önlemenin yollarını nasıl bulacağına ışık tutmasıydı. Bu konuda Mao, pazartesi günü birleşik cepheyi ilan edip salı sabahı proletaryanın bağımsız ideolojik, siyasi ve askeri rolünü esas olarak tasfiye eden birçok gücün karşısında, keskin bir muhalif olarak dikilmektedir; bu güçlerin aksine Mao, proletaryanın birleşik cephe içerisinde yer almasıyla kendi sınıf bilincini ve önderlik rolünü pekiştirmesi arasındaki diyalektiği doğru olarak ele almayı savundu. Burada kilit nokta proletaryanın silahlı güçlerinin bağımsızlığını ve inisiyatifini muhafaza etmek ve bu güçleri olayların her dönüm noktasında mümkün olan en üst boyutta kızıl bayrağı dalgalandırmaya devam ettirmek üzere kullanmaktı.”

 

Çin devriminde somutlaşmakla birlikte devrimin partiden başka iki temel gücü hakkındaki tezleri ile Mao tüm ülkelerdeki devrimlerin belli başlı temel sorunlarına ve elbette görevlerine, yürünecek yola ışık tutmuştur. Şunun açıkça belirtilmesi gerekir ki Mao her ülkedeki özgün devrim koşullarına tastamam uyan reçeteler sunmamıştır. Dolayısıyla farklı devrim süreçlerinden geçen ülkelerdeki görevlerin birbirinden farklı olacağı kesindir. Bunun altını çizmekle birlikte devrimlerin kaçınılmaz savaşlarla iç içeliği hem cephe siyasetinde hem de silahlı mücadelede evrensel özellikler göstereceğini kabul etmek gerekir. Mao’nun katkılarını yarı sömürge ülkelerdeki devrimlerle sınırlamak tam da bu evrensel özellikleri ihmal etmeyi içerir. Mao, dünya üzerindeki üç farklı tipteki ülkelerden birindeki devrime önderlik etmiştir ve bu ülke çeşitli özgünlüklere sahip Çin’dir. Aynı durumu Leninizm’in geliştiği koşullarda Rusya için de söyleyebiliriz. Rusya da diğer ülkelerle kıyaslandığında apayrı özelliklere sahiptir. Öyle ki Marks ve Engels de Rusya’nın apayrı özelliklerini birçok kez konu etmişlerdir. Bu özelliklere ayrıca 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının yarattığı özellikleri de eklemek gerekir. Öyle ki “Rusya’da Bolşevik Devrim ancak o koşullarda gerçekleşebilirdi” demek pekâlâ mümkündür. Buna rağmen Leninizm bayrağının sallanamayacağı hiçbir ülke yoktur ve Leninizm sadece Marksizm’in yeniden canlanması değil, proleter devrimlerin teori ve taktikleridir, özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleridir. Bunlar öğrenilmeden, kavranmadan Proleter Dünya Devrimine katılmak, hizmet etmek olası değildir.

 

Mao’nun katkılarının Çin özgülünde gelişmesi onları Çin koşullarına hapsetmenin nedeni olamaz. Söz konusu katkılar doğru bir analiz ve soyutlamayla evrensel düzlemde tanımlanmak zorundadır ve ancak bu yapılırsa Proleter Dünya Devrimine katılabilir ve hizmet edilebilir.

 

Mao katkılarının koşullarından hareketle saptanan iki temel unsur hakkında söylenenlere dönersek eğer: öncelikle cephe örgütlenmesi için söylenenlerin önemine 2. Emperyalist Paylaşım Savaşında özellikle Avrupa ülkelerinin birçoğu özgülünde tanıklık edilebilir. “Proleter Dünya Devriminde Sorumluluklar” başlıklı yazımızda bu konuya değinmiştik. Önemli zafiyetlerin, yetersizliklerin ve başarısızlıkların gösterildiği bu ülkelerde cephe siyaseti esas olarak alıntıda belirtilenleri içeriyordu. Sovyetler’de ama özellikle de Çin’de Birleşik Cephe siyasetinin en ileri biçimde ve açık ki geliştirilmiş olarak uygulandığına tanıklık ettik. Birçok iftiracı ve belki de kavrayışsızlığın sonucunda dönekleşmiş unsurun iddiasının tersine Mao, Japon emperyalizminin istilasına karşı “tüm Çin milletini” birleştirmeyi, üstelik defalarca yaşanan ihanetlere, üst düzey kopuşlara ve saldırılara rağmen başarmıştır. Bazıları Çin’in işgali püskürtme başarısını Japonya’nın uluslararası alanda düştüğü müşkül durumla açıklama gafletine düşmektedir. Herkes bilir ki Çin’de Japon istilası en güçlü biçimde gerçekleşmiş ve buna karşı direniş de tarihteki sayılı direnişlerden ve zaferlerden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Bunun öznesinin Çin halkı ve ona önderlik eden ÇKP olduğu gerçeğini hiçbir çarpıtma ortadan kaldıramaz. Bu büyük direnişin hatıraları halen güçlüdür…

 

Aynı çarpıtmanın Alman Nazizmi’ne karşı SSCB’nin verdiği savaş için de yapıldığını, faşist Almanya’yı ABD’nin alt ettiğinin söylendiğini hatırlatalım. 20 milyondan fazla insanını ve değeri ölçülemeyecek kadar maddi varlığını bu savaştaki zafer uğruna kaybeden SSCB’ye özelde de Stalin’e yönelik bu yok saymanın, küçümsemenin ne derecede aciz saldırılar olduğu biraz tarih okunarak görülebilecektir. Kuşkusuz bu tarih tartışılmaz belgeler üzerinden, verilerle okunmalıdır…

 

Birleşik Cephe siyaseti ve silahlı güçlerin bağımsızlığı ve inisiyatifinin korunması anlayışı proleter devrim sürecinin en temel doktrinleridir. Bu doktrinlerin günümüzde sözde komünistler tarafından “güçsüzlük” çaresizliğiyle ve “belirsiz birlikler” oportünizmiyle nasıl ihmal edildiğini hatırlatmak gerek. Büyük hedefler uğruna halkın silahlı güçlerinin bağımsızlığının ve inisiyatifinin küçümsendiği her yerde “komünistler” devrim mücadelesini olanaksızlığa, başarısızlığa sürüklediler. Doğru politikayla küçük bir güç büyük bir güce dönüşebilir derken Mao bu ilkelere dayanmaktaydı. Oysa bu ilkelerin küçümsenmesi neticesinde büyük güçler paramparça edildi. Nepal’de tanık olduğumuz buydu. Peru’da Sağ Oportünist Çizginin yeni özde aynı olan politikaları aynı sonuca yol açtı.

 

“Mao’nun birleşik cephe stratejisi özellikle günümüzde çeşitli ‘ilerici’ veya ‘anti faşist’, ‘anti emperyalist’ kesimlerce ileri sürülen sulandırılmış ‘koalisyon siyasetine’ ve birlik konusunda ‘işte size bizden şu kadar’ tipine indirgenemez. Mao’nun birleşik cephe stratejisi hiçbir şekilde böyle olmamıştır. Onun birleşik cephe stratejisi sadece proletarya, kapitalist toplumun çelişkilerini çözmeye muktedir olduğu için proletarya birleşik cepheye ‘hedeflerinin berraklığı, toparladığı maddi kuvvet ve programın güçlülüğü temelinde önderlik eder’ ve Mao’nun birleşik cephe stratejisi tek bir amacı hedefler, o da Mao’nun ifadesiyle, ‘iktidarın silahlı güçlerle ele geçirilmesi’dir.”

 

Buna göre sorun savaşla çözümlenecektir. Bu tip görev tanımı “devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi, Çin ve tüm ülkeler açısından evrensel olarak geçerlidir.”

 

Her koşulda devrim mücadelelerinin politik iktidar mücadelesi olduğu gerçeğine yaslanan bu görüş Mao’nun liderliğindeki Çin Devriminde hayata geçirildi. Özel koşullarda ve özgün şartlarda hayata geçirilen bu ilke tarihte ilk defa proletarya ideolojisi ile, işçi sınıfının çıkarları açısından bakan komünist partisi ile başından sonuna kadar önderlik edilen bir devrimde uygulandı. Bunun sonucu olarak ilke ete kemiğe büründü ve teoriye yapılan katkılarla en ileri seviyeye ulaştı. Bu yeni teorik düzlem tüm ülkelerin devrimlerine ışık olacak denli güçlüdür. Bu güçlü ışık tüm devrim yolcularının elinde olmak zorundadır.

 

Askeri Sanatın Ustası Mao

Mao’nun katkılarını devamla açıklayan yazı, Mao’da somutlaşan Marksist askeri çizgiye gelir ve burada da evrensellik vurgusu yapar. Maoizm’e dair bu tespit yeni bir teorinin izinde olunduğuna işaret eder. Devam edecek bölümde bu konuya yer vereceğiz. Çin koşullarında gelişen askeri savaş stratejisinin özel olarak Halk Savaşı biçiminde gerçekleşmesinin onda içerili stratejik ilkelerin evrenselliğini gölgelememesi gerektiğine, tüm devrimlerde gündemleşmek zorunda kalacak savaşlarda söz konusu ilkelerin yol gösterici olması gerektiğini açıklayacağız…

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm.html


Proletaryanın İktidarı için Şiarımız: Maoizm-II

 


 

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm-ii.html

 

Mao, deneyimlerinden yararlanmak istediğinde Arafat’a Arapların başkalarından taktik öğrenmesine gerek olmadığını çünkü onların zaten çok büyük bir gerilla liderine sahip olduklarını söyleyip Rifli Abdülkerim el Hattabi’yi hatırlatır. Mao’nun buradaki tutumu özel değildir. Onun savaş anlayışında “özel” ya da “özgün” durumlar, olgular, birikimler temel niteliktedir. Stratejik olarak, ilkeler düzeyinde kuşkusuz savaşlar ortak özelliklere sahiptir. Bir proleter devrimci iç savaş ya da anti emperyalist bir kurtuluş savaşında Mao’dan hareketle savunulacak “her ülkede geçerli” olmak üzere ilkeler ve stratejiler vardır. Taktikler söz konusu olduğunda ise her ülke esas olarak kendi tarihine, kültürüne, birikimine, koşullarına, halkına dayanmalıdır. Başka örneklerin bu alanda sadece ilham vermek üzere yararlı olacağını bilmek gerek.

 

Halk Savaşının evrenselliği üzerine giderek artan bir yorum var. Son enternasyonal birlik de bu yaklaşımı benimsemiş durumda. Oysa Halk Savaşı hakkında Mao’nun açıklamaları bir strateji olarak evrenselliğe işaret etmez. Mao, Halk Savaşını yarı sömürgelerde kentlerin kırlardan kuşatılması, kırlarda sağlanan egemenlikle birlikte güçlenmiş sağlam bir ordu ve kızıl siyasi üslerde somutlaşan tüm bakımlardan üstün bir donanımla kentlerin ele geçirilmesi olarak tanımlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, işgal söz konusu değilse eğer bunun tersi bir strateji uygulanmak zorundadır. Devrim kentlerde başlar ve kırlara buralardan yayılır. Çünkü sosyalist devrimin güçleri kentlerdedir, devrimin baş çelişkisi kentlerdedir, doğru bir örgütlenme ile kentlerde üstünlük işçi sınıfında olduğundan devrim buralarda gelişebilirdir.

 

Buna rağmen Peru’daki Halk Savaşının önderliğini yapmış ve büyük bir ilerleme sağlamış olan komünist önder Gonzalo Maoizm’in evrenselliği hakkındaki yorumunda Halk Savaşına da özel bir yer vermiştir. O bunu “her ülkenin kendi şartlarına uyarlanmak üzere” ileri sürer. Her ülkenin kendi şartlarına göre biçimlenecek Halk Savaşını o komünist partisinin önderliğinde; kitlelere dayanan; üsler kurarak ve bu üslerde yeni iktidar odakları yaratarak yayılan; taktik olarak güçlü ve örgütlü bir güce karşı stratejik olarak üstün, örgütlenerek adım adım güçlenecek zayıf bir gücün savaşı olarak tanımlar. Komünist partisinin önderliği, devrimin zorunlu/kaçınılmaz olarak silahlı olması, basitten karmaşığa doğru gelişme ve üslere dayalı yeni iktidar odakları evrensel ilkelerdir. Gonzalo’nun Halk Savaşı için bu önermesi yukarıda konu ettiğimiz Mao’nun Çin’deki Halk Savaşı pratiğine dair görüşlerinin bir adım ötesindedir. Mao Zedung meseleyi böyle tarif etmemiştir. Buradaki Halk Savaşı tanımının Mao Zedung’un Halk Savaşı tanımından kuşkusuz biri diğerini yadsımadan, farklı olduğunu görüyoruz. O halde burada yeni bir yorumun söz konusu olduğunu görmek gerekir. Bu farklı yaklaşımlar Maoizm’in evrenselliğini nasıl kavramamız gerektiği hakkında bize bir fikir vermektedir.

 

Evrensellik ve Özgüllük

Nedir bu fikir? Evrensellik ile özgünlük arasındaki diyalektik ilişki… Bir fikir öncelikle belirli şartlarda, maddi yaşamın özgün halleri içinde vücut bulur. O fikrin evrensel olması, yani tüm şartlarda geçerli bir fikir haline gelmesi bir süreç sorunudur. Gelişme halindeki fikrin evrensel düzeyde de geçerli hale gelmesi onun baştaki fikrin birebir kendisi olması anlamına gelmez. Fikirdeki belli özellikler, kuşkusuz gelişim de göstererek evrensel hale gelirken başka belli özellikler yerel kalmaya devam eder ya da bir ölçüde yaygınlık kazanır. Örneğin Mao Zedung Halk Savaşını Çin koşullarında, hatta 1920’li-30’lu yıllardaki Çin’de geliştirmiştir. Bu koşulların ürünü olan özgüllükler de evrensellikler de söz konusudur. Evrensel olan biçimleri ilkeler seviyesine çıkarmak ve tanımlamak, aynı zamanda yerel olanları da tespit etmek gerekir. Mao Zedung’un Halk Savaşında evrensel olarak tanımladığı ve her ülkede uygulanabilir gördüğü biçimler yok mudur? Elbette vardır. Buna rağmen o Halk Savaşının evrensel olduğunu ileri sürmedi. Halk Savaşında evrensel olan özellikleri keşfetmek ve kendi ülkesinin özgünlüğüne uyarlamak o ülkenin komünistlerinin işidir. Halkların genel hareket yasasına, eylemine, çıkarlarına dayalı her deneyim devrimci mücadelede inceleme konusu olup bunlardan yararlanılmalıdır. Yarı sömürgelerdeki devrimin stratejisi olarak gelişmiş ve Mao Zedung tarafından tanımlanmış Halk Savaşının gelişmiş kapitalist ülkelerde de uygulanabilir özellikleri olabileceğini reddetmiyoruz. Bununla birlikte stratejik olarak kentlerin kırdan kuşatılmasına ve uzun süreli köylü gerilla savaşına dayanan Halk Savaşının bir bütün olarak evrensel olduğunu ileri sürmenin Mao’nun tanımlarının ötesine geçmek olduğu da açıktır.

 

Dogmatizme Kapalı İnceleme

Mao devrimci savaş deneyimlerinin, hatta sadece bunlar da değil; ama özellikle bunların incelenmesi ve bunlardan yararlanılması konusunda hemen her zaman uyarıcı olmuştur. O, bu uyarıları yaparken bunun dogmatik biçimde gerçekleşmemesine de dikkat çekmiştir. Dogmatizm uyarısı Halk Savaşının sömürgelerde, yarı sömürgelerde, işgale uğramış ülkelerde uygulanabilir bir strateji olduğu görüşünün reddedilmesi anlamına gelmez. Mao Zedung Halk Savaşı stratejisinin saydığımız koşullarda geçerli olduğunu söylemiştir ve bu bilimsel olarak da kanıtlanabilirdir. Dogmatizm uyarısı, onun sayısı çok olan sömürge ve yarı sömürgelerde uygulanması anlayışına karşı değildir, bu uyarı Çin’deki Halk Savaşının başka ülkelere “mekanik biçimde aktarılması” olasılığına karşıdır. Bu türden bir uyarı Büyük Ekim Devrimi için de yapılır, hatta bütün bir Marksizm-Leninizm için de yapılır. Bilim dogmayı reddeder ve “mekanik bir biçimde uyarlamak” dogmatizmin bir biçimidir. Bununla birlikte Halk Savaşı, bir strateji olarak Mao’nun belirttiği koşullarda uygulanabilirdir. Mao bunu açıkça ileri sürmüştür. Çin Devriminin deneyimlerinden, yani köylük bölgelerde üslerin yaratılması, kentlerin buralardan hareketle kuşatılması ve nihayet ülke çapında iktidarın ele geçirilmesi deneyiminden Latin Amerikalı komünistlerin yararlanması gerektiğini söylerken de görüşü buydu. Elbette bunun “tamamen”, “birebir” ya da “mekanik bir yararlanma” biçiminde olmaması gerektiğini de belirtmiştir. Bazen bu “sınırlama” Halk Savaşının yarı sömürgelerdeki demokratik devrim stratejisi olmadığının Mao tarafından onaylanması olarak değerlendirilmektedir ki bu bir tür “cımbızlama” yoluyla özü karartma tavrıdır. Ayrıca belirttiğimiz koşullara uyarlanan Halk Savaşlarının başarılı sonuçlar verdiği de bir gerçekliktir. Halk Savaşından vazgeçildiğinde ise devrim yenilgiye uğramıştır.

 

Halk Savaşında Evrensellik

Bu yaklaşım Maoizm’in ayırt edici özelliklerinden biridir. Peki Halk Savaşı stratejisinin evrensel olarak, tüm dünya ülkelerinde uygulanabilir olduğu düşüncesi nasıl değerlendirilmelidir? Bu tamamen yanlış mıdır?

 

Şüphesiz ki tamamen yanlış değildir. Dünyanın birçok ülkesinde geçerli olabilen bir stratejinin diğer ülkelerde de uygulanabilir özellikler içermediği nasıl ileri sürülebilir? Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde uygulanacak bir strateji olmakla birlikte evrensel özelliklere de sahip Halk Savaşından söz edilebilir. Burada bir ayrım yaptığımız açık olmalıdır. Halk Savaşının yerel, özgül, dolayısıyla evrensel olmayan bir strateji olduğunu savunuyoruz; ama aynı zamanda “her özgülde evrensel olan vardır” yasasına dayanarak Halk Savaşındaki evrensel özellikleri konu ediyoruz. Bunu açıklamak için bir yöntem olarak evrensellik ile özgüllük ilişkisine yönelmek yararlı olacaktır.

 

Bir şeyin evrenselliğini, mutlaklığını ileri sürmek aynı şeyin özgüllüğünü, göreliliğini reddetmez. Aksine evrensel ve mutlak olan aynı zamanda özgül ve görelidir. Çünkü her şey belli biçimlerdeki, sürelerdeki hareket içinde vardır ve hareketin kendisi o şeyin sınırlarıdır. Evrensel ve mutlak olan sonuç olarak bu hareketler içinde gerçekleşir. Her incelemede, tartışmada, fikir oluşturmada bir hareket biçimi ve süresi söz konusudur. Bir hareket biçimini fikir oluşturmak üzere değerlendirmeye aldığımızda onun diğer hareket biçimlerinden farklı olan, ona özgü olan, onda gerçekleşen özellikleri keşfetmeye çalışırız. Onu anlamanın koşulu onda farklı olanı açığa çıkarmaktır. Maddenin hareketinin genel özelliklerini bilmek tüm hareket biçimlerini öğrenmiş olmak anlamına gelmez. Evrensel olan özgül olanda gerçekleşir ve özgül olanda tamamlanır. Özgül olanda gerçekleşip tamamlanan şey başka bir özgüle evrilir ve bu sonsuz bir döngü halinde devam eder: Evrensellik bu sürecin bütünündeki ortak özelliktir. Mao Zedung bu ortak özelliği tek bir yasada tanımlamıştır: Karşıtların birliği ve mücadelesi ya da çelişki yasası. Çelişki evrensel ve mutlaktır ve şeylerdeki çelişki özgül ve görelidir. Bir şeyin kendi çelişkisi kavranmadıkça o şey anlaşılamaz, çözümlenemez.

 

O halde evrensel olanın yerelde gerçekleştiğini, yerel özellikler taşıdığını yerel olanın da evrensel içerik taşıdığını evrenseli kendinde somutlaştırdığını kabul ederek Halk Savaşına bakalım. Bu ilişkiyi Halk Savaşı hakkındaki tartışmada kullanalım.

 

Halk Savaşı bir strateji olarak Çin’deki demokratik devrim sürecinde gerçekleşmiş, Çin demokratik devriminin özgül şartlarının teorisi halini almıştır. Bu Halk Savaşının özgüllüğü ve göreliliğidir. Nedir bu özgüllüğün özellikleri: Birincisi o bir “köylü savaşı” biçiminde gerçekleşmiştir. İkincisi o kentlerin kırlardan kuşatılması yolunu izlemiştir. Üçüncüsü uzun süreli bir savaş içinde genişlemiş, tüm ülkeye yayılıp siyasi iktidarın bu sürecin sonunda zapt edilmesiyle son bulmuştur.

 

Mao da Halk Savaşını, Çin’de geliştiği biçimde: başından sonuna kadar silahlı, kırdan kente, uzun süreli köylü gerilla savaşına dayanan, büyük kentlerin kuşatılmasını temel alan, kırlık alanlardaki üslerde vücut bulan birleşik cephe ile iktidar odakları oluşturan ve nihayet ülke çapında siyasi iktidarın alınmasıyla sonuçlanan bir strateji olarak açıklar.

 

İbrahim yoldaşın da yaklaşımı bunu teyit eder niteliktedir: “Mao Zedung yoldaş Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini yarı sömürge, yarı feodal ülkelerin şartlarına uyarlayarak şu sonuçlara varmıştır: bu ülkelerde feodalizme karşı yürütülen mücadeleyle emperyalizme karşı yürütülen mücadele birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Demokratik devrimin özü toprak devrimidir. Toprak devrimi proletarya önderliğinde Halk Savaşı yoluyla başarıya ulaşır.

 

“Halk Savaşı özünde bir köylü savaşıdır. Proletarya partisi, yoksul ve orta köylülere dayanarak köylük bölgelerde silahlı mücadeleye girişmeli, buralarda kurtarılmış alanlar yaratmalı, bu kurtarılmış alanlar uzun süreli savaş içinde genişletilerek buralardan büyük şehirleri de zapt etmek suretiyle ülke çapında siyasi iktidar ele geçirilmelidir.”

 

Evrensel İlkeler

Şartları ve gelişim dinamikleri somut olarak böyle tanımlanan Halk Savaşının evrensel özellikleri nelerdir?

 

Kavram olarak Maoizm’i ve Maoizm’in evrenselliğini açıklamakta, kendimiz için “başlangıç” noktası yaptığımız M. Ali Çakıroğlu imzalı yazıda askeri çizgi için şunlar söylenmiş:

 

“Çin Devrimini zafere götüren 22 yıllık savaş süresinde, Mao ilk bütünsel Marksist askeri çizgiyi geliştirdi. Özgül bir savaşın (ya da aslında savaşların) ürünü olmasına karşın, bu temel ilkeler tüm devrimler için zengin bir evrensel muhtevaya sahiptir.”

 

Halk Savaşının evrenselliği tartışması yapılmadan Çin Devriminin gerçekleşmesiyle sonuçlanan 22 yıllık savaşta içerili evrensel (tüm devrimler için geçerli) ilkelerden söz ediliyor. Bunun ne derecede bilinçli yapıldığı tartışmalıdır elbette, ne var ki biz bu yöntemi bilinçli bir biçimde kullanabiliriz. Çin koşullarında geliştirilen askeri çizginin hangi ilkelerle, hangi özelliklerle bütünsel Marksist askeri çizgiye ulaştığını değerlendirebiliriz. Böylece yerelde gelişen hareketin evrensel yanlarını açığa çıkarabiliriz. Yerelde olanın evrensel olanda da geçerli olduğunu belirlediğimizde Halk Savaşında somutlaşan ilkelerden hangilerinin evrensel olduğunu saptamış oluruz. Tartışmanın bu yöntemle geliştirilmesi Marksist öğrenme, anlama, çözümleme yöntemine uygundur.

 

Daha baştan şunu ifade edelim: Söz konusu yazı Mao’nun askeri çizgisinin evrensel özellikleri olduğunu savunmaktadır. Bunun doğru bir değerlendirme olduğunu görmek için hemen devamındaki şu cümleleri dikkatlere sunmak gerek:

 

“Bu ilkeler içerisinde kilit rolü oynayanı, partinin silahlara hükmetmesi gerektiği -yani, partinin, silahlı mücadeleye ve devrimci silahlı güçlere önderlik etmesi gerektiği ve hiçbir zaman ordunun devrimde önder siyasi güç olmasına ya da partinin siyasi önderliğinden bağımsız bir güç olmasına izin vermemesi gerektiğidir.”

 

Partinin ya da siyasetin silahlara hükmetmesi gerektiği açıktır ki proleter bir hareketin reddedemeyeceği bir ilkedir; hangi ülkede olursa olsun eğer savaş söz konusu ise, eğer silahlı güçler oluşmuşsa bunun proletaryanın çıkarlarına göre kullanılması/hareket etmesi zorunludur. Bu olmadığında o proletaryaya hizmet edemez, dolayısıyla devrime de götüremez. Proletaryanın çıkarları ise komünist partisinin önderliğinde somutlaşır. Proletaryanın siyasetini komünist partisi belirleyebilir; çünkü proleter ideoloji onda somutlaşır.

 

Ne var ki bu belirleme evrensellik için yeterli değildir. Bu ilkenin evrenselliği tüm ülkelerde savaş kaçınılmaz bir olgu ise geçerlidir. Savaşa önderlik edecek komünist partisi tanımı ancak savaşın kaçınılmazlığında bir ilke olabilir. O halde proleter devrimci savaşın tüm ülkeler için kaçınılmaz olduğunu söylersek ancak komünist partisinin/siyasetin silahlara hükmetmesi gerektiği ilkesinin de tüm ülkeler için geçerli bir ilke olduğunu savunabiliriz.

 

Mao Zedung bize iktidar sorununda temel sorunun savaş olduğunu açıklamıştır. O şöyle demişti: “İktidarın silahlı güçlerle ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözümlenmesi devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi, Çin ve tüm ülkeler açısından evrensel olarak geçerlidir.”

 

Bu tespit en son Mao’da tam bir berraklığa kavuşmuşsa da Lenin ve Stalin’de de gelişme halinde vardır. “Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi” derken de Mao bunun kendisinden önceki varlığına değinmiş oluyor zaten. Bununla beraber bu ilke ilk defa Mao’da “istisnası olmayan bir ilke” olarak tanımlanmıştır. Siyasetin silahlara hükmetmesi ilkesi bununla ele alındığında evrensel bir ilkedir. Tüm ülkelerdeki devrimlerde geçerli olacak bu ilke elbette özgül koşullarda da yeniden tanımlanmalı, açıklanmalıdır. Tek başına “evrensel ilke”yi tanımlamış olmak yetmez:

 

“Doğru bir siyasi çizgi ve strateji, ancak hem uluslararası alanda hem de söz konusu ülkedeki siyasi durumun ve sınıfların mevzilenmesinin doğru bir değerlendirmesinden çıkabilir ve böylesi bir tahlil ancak parti tarafından çok yönlü ele alınıp yürütülebilir.”

 

Siyasi durumun ve sınıfların mevzilenmesinin somut bir değerlendirmesi proleter siyasetin silahlı güçlere hükmetmesinin temel unsurudur. Ancak böyle bir değerlendirme varsa evrensel ilke yaşama geçirilebilecektir. İlgili yazıda bunun nedeninin bir açıklaması olarak şu pasajı verebiliriz ki ikna edicidir:

 

“… devrimci ordu kaçınılmaz olarak çok geniş güçleri kapsayacaktır, dolayısıyla, partinin sağlam önderliği ve istikrarlı ideolojik eğitimi (ve mücadelesi) olmazsa, devrimci savaşın amacını, sonuna kadar devrimden daha düşük bir şeye indirgeme yönündeki -Mao’nun yorulmak bilmeden mücadele ettiği- şu veya bu eğilim, kaçınılmaz olarak kök bulacak, filizlenecek ve devrimin ilerlemesini tehlikelere sürükleyecektir. Tüm bunlar temeldir – ya da en azından temel olmuştur ve olmalıdır.”

 

Bu ilkenin uluslararası proletaryanın çıkarlarına uygunluğu açıktır. Çünkü proletaryanın kurtuluşu sorunu maddi koşullarda onun sömürülmesinden, haksızlığa uğramasından, ezilmesinden ötürü vardır. Bu sorunun çözümünü içeren siyasetin kumandası silahlara gerçek gücünü verir. Tek başına silahların kullanılması, inisiyatifin silahlarda olması proletaryanın kurtuluş umudunu içermediği için ezilen, zayıf, donanımsız ve ilk başlarda örgütsel/dağınık bir güç için yenilgi anlamına gelir. Bu yaklaşımı burjuvazi bakımından ele aldığımızda geçerli olan tersidir. O cenahta siyasetin kumandada olması ezilenlerin çıkarlarıyla çatışmalı olan ezenlerin çıkarlarının öne çıkarılması anlamına gelir. “Daha çok sömürü, daha çok talan, daha çok kâr için” silahlara başvurduğunu, ordu kurduğunu, örgütlendiğini ileri sürmek ezilenlerden taraftar bulacak bir yaklaşım değildir. Burjuvazi bu konuda neredeyse tamamen manipülasyona başvurur. “Neredeyse” dememizin nedeni bazı burjuva kesimlerin feodalizme ve emperyalizme, olursa eğer işgallere karşı haklı mücadele tarafında yer almalarıdır. Bu durumda onlar da siyasetin silahlara kumanda etmesi ilkesinden yararlanırlar… Elbette bu yararlanma tavrının geçiciliği hakkında net olmak gerek. Taliban’ın Rus Sosyal Emperyalizmine karşı savaşı buna örnektir. Şimdilerde Hamas öncülüğünde gerçekleşen Filistin’in anti işgalci savaşı da buna örnek verilebilir. Gene de bu örneklerde özellikle belirlememiz gereken bir gerçeklik var. Bu direnişlerin öznelerinde siyasetin kumandası geçicidir. Gerici karaktere sahip önderlikleri nesnel olarak dayandıkları haklı gerçekliğe rağmen geleceği bu haklılıkta aramaktan uzaklar. Hatta daha bu savaşlar verilirken de silahların gücüne verdikleri önem çoklukla siyasete verilen önemden önce gelir. İsrail’e karşı verilen haklı mücadelede işin sonunda kullanılan silahların kapasitesine, bağlantılarına daha fazla yer verilmeye başlanması sözünü ettiğimiz “siyasetin kumandası” ilkesinin bu mücadelede geride olduğunu gösterir. Biz burada sadece siyaseten bu kesimlerin savaşta haklı tarafta olmalarına ve bu haklılığın sağladığı destekten söz ediyoruz.

 

İş birlikçi kesimler ve emperyalizm ise bu bakımdan söz konusu ilkeyle hareket etmekten uzaktırlar. Onların temel dayanakları her türden silahlı güçleridir. Özellikle de silahları önde tutarlar. Yenilmezliklerini, üstünlüklerini bunlarla açıklarlar ya da daha üstün ve yenilmez olmak için silah geliştirme yolunda ilerler. Bunu halkların yoksullaşması, geleceksizleşmesi, korkunç savaşlarla paramparça olması pahasına yapmaları da cabasıdır.

 

Dayanak aldığımız yazıdaki aynı içerik şöyle açıklanmış:

 

“Proletaryanın askeri mantığı, askere asker silaha silah vb. şeklinde bir anlayışa dayanamaz. Bu boşa bir çaba olur. Onlara gereken kendi avantajlarını öne çıkarmak ve bunlara dayanmaktır.

 

“Emperyalist ve gerici ordular kendi avantajlı yollarıyla, üstün teknoloji ve güçle, hasımlarını bunaltıp vurma yolunu seçerler. Emperyalist ve gerici ordular üstün teknoloji ve üstün askeri güçle vb. savaşmaktan alı konulduklarında, stratejik zayıflıkları hemen açığa çıkar. Çünkü bu ordulara sömürü ve talan siyaseti önderlik ettiğinden, bunlar sömürü ve talan ordularıdır. Böyle bir ordunun giriştiği savaşın fiili yürütücülerinin savaştıkları amaçlar hakkında gerçekte bir bilinçleri yoktur, (ya da yanlış bir bilinç taşırlar.) Bunun yanısıra talan ve sömürü orduları olmalarından dolayı katı bir hiyerarşik yapı içerisinde örgütlenmiş olduklarından keskin sınıfsal, ulusal çelişkilere ek olarak üst rütbelerle, düşük rütbeliler arasında yoğun çelişkiler yaşanır. Böylesi orduların üstün teknoloji ve yüksek askeri güçleri olan avantajları kaybolduğunda ya da bu avantajları nötralize edildiğinde esasta ne yapacaklarını bilemez hale gelirler.

 

“Mao ezilen yığınların kafalarını kullanıp yumruklarını sıkarak ayağa dikildiklerinde bu sömürü ve talan ordularının avantajlarının büyük oranda nötralize edileceği bilinciyle nükleer güce, çok büyük askeri ve teknolojik güce sahip olan ABD’ye ve diğer emperyalistlere dönerek ‘emperyalizm kâğıttan kaplandır’ demiştir.”

 

Yazı Mao’nun Halk Savaşı kapsamında dayandığı ve uyguladığı üç ilkeyi (siyasetin silahlara kumandası, savaşın proletaryanın avantajlarına dayanması ve savaşta asıl unsurun kitleler/insan olması) evrensel ilkeler olarak tanımlayarak bölümü sonlandırıyor: “Bu üç ilke Mao’nun proletaryanın hizmetine sunduğu bütünlüklü Marksist askeri doktrinin esas unsurlarıdır.”

 

Bu yönteme dayanarak Halk Savaşında da içerili olan kimi ilkelerin evrensel ölçekte olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Benzer bir değerlendirme yoluna Bolşeviklerin devrimci savaşı bakımından da gidilebilir. Ne var ki buradan askeri çizgi kapsamında çıkarılabilecek fazla bir şey olmadığını kabul etmek gerek. Çünkü Rusya’da devrim çetin ve uzun süreli bir iç savaş yolunu izlemedi. Hatta orada iktidar alındıktan sonra verilen savaş devrimci iç savaştan daha uzun sürdü. Dolayısıyla bu durum dört başı mamur bir askeri çizginin oluşmasına hizmet edecek ilkelerin olgunlaşmasına olanak vermedi. Gene de bu süreçte söz konusu ilkelerin rüşeym halindeki varlığı incelemelerde saptanabilir.

 

Çakıroğlu’nun belirttiği üç ilkenin evrensel olarak savunulabilir olduğuna itiraz edilemez. Bununla birlikte gelinen aşamada, yapılan birçok tartışmadan ve değerlendirmeden sonra Maoizm’de somutlaşan askeri çizginin evrensel ilkelerini biz şöyle sıralıyoruz:

 

Birincisi, Halk Savaşının önderliğinde proletarya ideolojisi bulunur. Bu, çağımızın tüm devrimleri için geçerli bir özelliktir. İkincisi, Halk Savaşı örgütlü ve donanımlı bir güce karşı halk güçlerine dayanan, başta zayıf ve donanımsız bir gücün savaşıdır. Üçüncüsü, Halk Savaşı stratejisinde tanımlanan yeni iktidar tüm ülkeler için geçerli proleter iktidarlar kurma göreviyle uyumludur. Dördüncüsü, Halk Savaşı Proleter Dünya Devriminin parçasıdır, hizmet ettiği şey proletarya diktatörlüğüdür.

 

Bu özellikler evrenseldir ve proleter devrimci hareketin savaş çizgisinin özgül bir biçimi olan Halk Savaşında da geçerli özelliklerdir. Halk Savaşında da somutlaşan bu ilkelerin çağımızın tüm devrimlerinin özellikleri olduğundan şüphe edilemez. Buna, Enternasyonal Komünist Birlik tarafından savunulan “Halk Savaşının evrenselliği” tezini Mao tarafından belirlenmiş “sınırlara” uymadığı için, Halk Savaşının tanımlanmış biçiminin bu stratejinin sömürge, yarı sömürge ve işgal koşullarında geçerli olduğunu savunduğumuz için doğru bulmuyoruz. Sonuç olarak Halk Savaşı stratejisinin “uzun süreli bir köylü savaşı” anlayışını içermesi onun evrensel savaş stratejisi olamayacağının en güçlü kanıtı durumundadır.

 

Son olarak Çin koşullarında gerçekleşen Halk Savaşının Büyük Ekim Devrimini doğuran Genel Ayaklanma’dan farklı bir strateji olduğu yargısına da değinmek gerekir. Genel Ayaklanma denilen “son darbe” ya da iktidarın bir bütün olarak ele geçirilmesi hamlesi Halk Savaşının da bir parçasıdır. Çünkü kuşatılan kentlerin tamamen ele geçirilmesi buralarda örgütlenecek bir Genel Ayaklanma ile olanaklıdır. Genel Ayaklanmayla sonuçlanmayacak bir devrim hareketi yoktur. Dolayısıyla Genel Ayaklanmayı bir strateji olarak tanımlamak yanlıştır; o, tüm iktidarın ele geçirilmesi için son darbedir ve her ülkede geçerli olacaktır.

 

Mao yoldaş Halk Savaşından ayrı olarak uygulanacak strateji için uzun süreli barışçıl mücadeleden söz etmiştir. Uzun süreli barışçıl mücadelenin yukarıda belirttiğimiz ilkeleri içerdiğini, içermek zorunda olduğunu özellikle belirtmek gerekir.

 

Strateji tartışmalarında dikkat edilmesi gereken temel farkların da devrimlerin niteliği, kent ve kır ilişkisi, düşmanın gücü ve donanımı, mücadele için temel olanaklar ve halk kesimleri içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkiler olduğunu hatırlatalım…

 

Halk Savaşının değil, ama Halk Savaşında somutlaşan kimi ilkelerin evrensel olduğuna dair bu açıklamadan sonra Maoizm’in ekonomi politiğe getirdiği açılımı konu edeceğiz. Özellikle sosyalizmde sınıf savaşımı teorisinde somutlaşan katkıların evrenselliği onu doruk nokta olarak görmemizde belirleyici özelliklerdendir…

26 Ekim 2023

 

Önceki yazı için linke tıklayınız.

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm.html

 

28 Ekim 2023 Cumartesi

NUBAR OZANYAN | İşgal ve soykırımların karşısında durmak…

 

NUBAR OZANYAN | İşgal ve soykırımların karşısında durmak…

“Filistin meselesi olurken tepki ve öfkelerini yükseltip sokaklara dökülen reformist solcular, Kemalist aydınlar, söz konusu Kürtler ve Ermeniler olunca sesini çıkarmayanlar iflah olmaz Türk şovenistleri olarak ikiyüzlülükleriyle lanetleneceklerdir. Tutarlılıktan yoksun beyin ve kalpleri Kemalizm zehriyle kirlenenler, demokrat bile olamazlar.”

 (Yeni Özgür Politika – 24 Ekim 2023)

 

Eylül, Ekim aylarında peş peşe Artsakh, Rojava ve Filistin topraklarına yönelik işgal saldırılarının artarak yoğunlaşmasının tesadüfi olmadığı bir gerçektir. Artsakh, Rojava, Filistin aynı merkezli ve aynı zihniyet sahibi işgalci devletlerin saldırılarına uğruyor. İsrail ve Türkiye’nin işgalci savaş hükümetleri ABD, Alman, İngiliz devletlerinin yıkıcı ve yok edici silahlarıyla Rojava ve Filistin topraklarını bombalıyor. Uşaklar efendilerine mutlak sadakat gösterirken efendiler ise uşaklarına her türlü desteği sunarak Rojava ve Filistin toprakları yıkıma uğratılıyor. Soykırım saldırılarıyla, “modern tehcir”lerle sınırlar yeniden çizilmeye çalışılıyor.

Rojava ve Filistin’de halkın yaşadığı topraklar, yaşam ve üretim alanları olmaktan çıkarılıp enkaza, mezarlıklara çevrilmeye çalışılıyor. Ancak Ortadoğu halklarına cehennem günlerini yaşatanlar fırtına biçmekten kurtulamayacaktır. Tarih, bir kez daha zalimlerin saldırılarına karşı mazlumların direnişine tanıklık ederek yazılacaktır.

Tarihten günümüze dek çözülmeden gelen, acı ve sancıyla taşınan, yaşanan Kürt-Filistin özgürlük sorunlarının verili haline halkların ne kabulü ne sabrı ne de tahammülü kalmadı. Dünyanın ve bölgenin efendileri, özgürlük sorununu “terörle mücadele” kapsamında ele alıp şiddet ve soykırımla çözmeye kalkınca halkların haklı itiraz ve tepkileri, direnişleri yükseliyor. Yükselmekten geri durmayacaktır.

Filistin işgalinde, ABD-İngiltere-Almanya İsrail’e açık desteğini verirken ve dünyanın patronları ve katilleri bir tarafta bir cephede yer alırken; özgürlük ve adaletten yana olan halklar, onur ve vicdan sahibi insanlar, karşı cephede yer aldı. Her şey ve herkes ikiye bölündü. Bölünmedik hiçbir toplumsal kesim kalmadı. Gerçekler, adalet, herkesin gözleri önünde katledilirken yalanlar, sahte gözyaşları, göstermelik kınamalar, rol çalmalar, birbirine karışarak gidiyor.

Yeni dünya düzenin nasıl bir zulüm düzeni olduğunu, her mazlum insan ölüm ve kıyımı yaşayarak görüyor ve öğreniyor. Sermayenin, tankların, uçakların İHA-SİHA’ların sahiplerinin nasıl gözü dönmüş bir şekilde dünyayı ve bölgeyi yaşanılmaz kıldığını her aklı başında insan görüyor. Buna itiraz edenler, dipten gelen uyanışla tepkilerini biriktiriyor, çoğaltıyor ve su yüzüne çıkarıyor.

İnsanlık yeni bir yüzyılı yaşamasına karşın Ortadoğu halkları, orta çağ karanlığına mahkum edilmiş bir şekilde, demokrasiden uzak savaş hükümetleriyle yönetiliyorlar. Demokrasi ve özgürlükleri bilmeyen, hak ve hukuku tanımayan, şiddet ve inkardan başka bir akla müsaade etmeyen, çakma ulus-devletler mazlum halkların başına bela olmaya devam ediyor.

Mazlumla zalimin, ezilenle ezenin kimler olduğu çok açıkken her fırsatta zalimler mazlum kılığına, diktatörler özgürlük savunucusu kılığına girip rol çalabiliyor. Bunu en iyi Türk savaş hükümeti bakanları, siyasetçileri, aydınları, gazetecileri yapmaktadır.

Filistin meselesi olurken tepki ve öfkelerini yükseltip sokaklara dökülen reformist solcular, Kemalist aydınlar, söz konusu Kürtler ve Ermeniler olunca sesini çıkarmayanlar iflah olmaz Türk şovenistleri olarak ikiyüzlülükleriyle lanetleneceklerdir. Tutarlılıktan yoksun beyin ve kalpleri Kemalizm zehriyle kirlenenler, demokrat bile olamazlar.

Filistin’e yönelik işgal ve soykırım saldırılarının karşısında durmak özgürlük görevidir. Zulme karşı en önde savaşmak devrimci görevdir. Filistin cehenneme dönerken, Filistin için timsah göz yaşı döken ancak Rojava’ya bombalar yağdırmaktan bir an için vazgeçmeyen Türk savaş hükümetinin, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın basın toplantısında söylediği şu ifadeler aymazlığın, utanmazlığın geldiği noktayı göstermektedir: “Birisinin toprağını işgal ediyorsunuz evine el koyuyorsunuz, dışarı atıyorsunuz sonra bir başkasını getirip oraya koyuyorsunuz, hırsızlıktır bu.” Bunları söylerken Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Kürtlere ait toprakların üzerine çökenlerin kendileri olduğu gerçeğini yok sayıyor belli ki. Cumhuriyetlerinin yüzüncü yılında “kendi devletlerini başkasının arazisi üzerine kurduklarını, yüzyıllık tarihlerinin çökme ve çökertme üzerine şekillendiğini gizliyor. Her şey bir yana Efrîn’i işgal edip, orada yaşayan Kürtleri tehcir ettiklerini, zeytinlerine kadar yağmaladıklarını unuttuğumuz sanılıyor. Türk savaş bakanının gözü dönmüş bir katil, değme bir hırsız olduğunu Kürtler, Ermeniler ve bölge halkları çok iyi bilir.

Kürt zılgıtı özgürlük haykırışına dönüşüp “Kürtler kimlik ve onur sahibidir” sesleri her tarafta da yankılandıkça Kurdistan, Türk savaş hükümetinin izin verdiği kadar nefes alan ülke olmaktan mutlaka çıkacaktır.

 

 

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Siyonist işgalci ve ilhakçı rejime karşı Filistin ulusal direnişinin, ilk olmayan ve son olmayacak olan bu operasyonunun Gazze Şeridi’nde hakim olan Hamas adlı gerici örgütün önderliğinde gerçekleştirilmesi, bu tartışmaların ana hareket noktasını oluşturdu. Bütün teknolojik üstünlüğüne ve savaş kapasitesine rağmen, Filistin ulusal direnişi karşısında tarihsel bir yenilgi alan siyonizm, yaşadığı ilk şokun ardından zulmünü meşrulaştırmak için yaygın bir medya kampanyasına girişti.

Filistin ulusal direnişi Hamas’la sınırlandırıldı ve “terörizm” etiketiyle yaftalandı. Beklenildiği üzere İsrail siyonizmi, en iyi bildiği şeyi yaparak Gazze Şeridi’nde yaşamak zorunda bıraktığı Filistinlilerin üzerine tonlarca bomba yağdırdı.

Filistin ulusal direnişinde Hamas ve İslami Cihad gibi İslamcı çizgide olan örgütlerin varlığı biliniyor. Dahası bu örgütlerin İran gibi gerici devletler tarafından “Direniş Ekseni” adı altında lojistik olarak desteklendiği de sır değil. Direnişin içinde bu tür gerici örgütlerin yer alması eşyanın tabiatı gereğidir. Her ulusal harekette olduğu gibi Filistin ulusal hareketi içinde çeşitli sınıfların temsiliyeti söz konusudur. Bu objektif gerçeklik beraberinde -siyonist propaganda aygıtının da yadsınamaz etkisiyle- Filistin ulusal direnişine yönelik, özellikle devrimci-ilerici saflarda bir tartışma/saflaşma yaratmış durumdadır.

Filistin ulusal direnişinin şu anki durumda ön plana çıkan kimi güçlerin İslamcı çizgide yer alması, dahası bu örgütlenmelerin ideolojik duruşları kaynaklı düşman kavramlarının bulanıklığı nedeniyle yer yer halkı hedefleyen eylemleri vb. gerekçesiyle Filistin ulusal direnişine karşı ilerici saflarda bir tereddüt ve mesafe yaratılmış görünmektedir.

Kuşkusuz Türkiye devrimci hareketinin ulusal sorun konusunda kafa karışıklığı yeni değil. Yanı başında on yıllardır süren Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı “ama”larla, “fakat”larla başlayan ve “sınıf tahlilleri”yle devam edip, destek ve dayanışma içine girmemeyi meşrulaştıran bu türden anlayışların temel nedeni, hakim Türk ulus milliyetçiliği ve şovenizmdir. Nitekim İsrail siyonizminin saldırganlığını protesto etmek için sıraya girenlerin bir kısmının söz konusu Rojava olduğunda sus pus olmaları bununla ilgilidir.

Benzer durum Azerbaycan ve Türk gericiliğinin Artsakh’a yönelik işgal saldırısında da yaşandı. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı dillerinden düşürmeyenler, söz konusu Ermeni ve Kürt ulusları olunca bin dereden su getirerek bu ulusların özgürce ayrılma hakkı yani ayrı bir devlet kurma hakkı ilkesini yok saymışlardır.

Söz konusu Filistin ulusal direnişi olunca Türk hakim ulus milliyetçiliği ve şovenizm engeli ortadan kalkmakta ve Filistin ulusal direnişi sahiplenilmektedir. Bu tutumda elbette Türk devletinin İsrail siyonizmiyle başta askeri ve ticari olmak üzere her türlü ilişkiyi sürdürüp, Filistin direnişini ikiyüzlüce sahiplenir gibi görünen tutumu etkilidir. Coğrafyamızda Ermeni ve Kürde dair en ufak bir dayanışma ve destek faşist terörle ezilirken Filistin’e desteğe şimdilik karışılmamaktadır. Kuşkusuz devletin çizdiği sınırlar içinde!

Öte yandan Filistin direnişini sahiplenen kimi devrimci anlayışların abartılı yaklaşımlarını da kaydetmek gerekir. Bu türden anlayışların ezen ve ezilen ulus çelişkisinde hareket noktaları doğru olmakla birlikte, şimdiki durumda Filistin ulusal direnişinde baskın olan gerici örgütlerin propagandasını yapmakta sakınca görmemektedirler.

Ezilen ulusun eyleminde onun zulme karşı başkaldırısında ifadesini bulan demokratik yanı kayıtsız şartsız desteklemek, öte yanda şimdiki durumda Filistin ulusal hareketi içinde baskın olan İslamcı gericiliğin kendi imtiyazları için mücadelesinde tarafsız kalmak! Bu ideolojik çizginin gerici mahiyetini ve halka yönelik eylemlerini eleştirmek, meselenin Yahudi halkından değil siyonizmden kaynaklandığını her fırsatta propaganda etmek! Ne sınıf bakış açısı terk edilip kızıl bayrak elden düşürülmelidir ne de ulusal mücadelenin demokratik muhtevasını desteklememek gibi bir yolda yürünmelidir. Doğru olan tutum budur!

Bu pratik, somut ifadesini ise Nubar Ozanyan’da bulmaktadır. Coğrafyamızda Ermeni, Kürt ve Filistin ulusal mücadelelerine katılan ve bu anlamıyla tarihsel devrimci bir pratik sergileyen Nubar Ozanyan; Filistin ulusunun İsrail siyonizmine karşı mücadelesinde, Artsakh Ermeni ulusunun Azerbaycan işgalciliğine ve Kürt ulusunun Türk işgalciliğine karşı mücadelesinde silah elde savaşmış ve bu uğurda ölümsüzleşmiştir.

Nubar Ozanyan, bu ulusların zulme karşı mücadelesini demokratik yanını fiili olarak desteklemiş öte yandan elinden kızıl bayrağı da düşürmemiştir. Nubar Ozanyan’ın ölümsüzlüğünün ardından FHKC’nin açıklamasında olduğu gibi; “O yaşamı boyunca siyonizme, emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı savaştı. Bölgedeki tüm hakların kurtuluşuna kadar devrimci mücadeleye ve halk savaşına kendini adamış kahraman siyasi tutsak ve siyasi önder İbrahim Kaypakkaya’nın mirasını temsil etti.”

Kürdistan’da, Filistin’de ve Artsakh’da çizgimiz İbrahim Kaypakkaya’dan beri nettir. Nubar Ozanyanlarla sürmektedir.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/cizgimiz-nubar-ozanyandir-deniz-aras

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)