10 Ocak 2024 Çarşamba

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 1_2_3_4

Günümüzde zenginleşme ve sınıf atlama hayali kuran işçilerin azımsanmayacak varlığı bizlere toplumun çoğunluğu üzerinde küçük burjuva kültür ve ideolojisinin ne kadar etkin olduğunu bildirmektedir. 

Haliyle bu sorunsallık devrimci örgüt sosyolojisini esasta ideolojik, siyasal ve kültürel olarak şekillendiren bir faktördür.

 

Gelişen kapitalizm küçük burjuvaziyi tamamen yok edemedi ama bağımsız bir sınıf olma olasılığına tarihsel anlamda kesin bir sınırlama getirdi. Kapitalizm küçük burjuvaziyi bir yandan yok ederken başka bir kulvarda yeniden üretmektedir. İşte bu durum onun bağımsız bir sınıf olarak varlığını engellemektedir. Sermaye yeniden üretim süreçlerinde eskiden oluşmuş küçük burjuvaziyi kitleler halinde yıkıma sürüklerken yeni istihdama bağlı olarak onu yeniden üretmek durumunda kalıyor.

 

Bu durum küçük burjuvaziyi, kapitalist sistemin tamamlayıcı bir bileşeni rolüne koşullanmaktadır. Öte yandan küçük burjuvazi, burjuvazinin embriyonları olma özelliğini tarihsel anlamda yitirmiştir. Bu durum onların kapitalist sistem ile olan çelişkisinin niteliğini belirlemektedir.

 

Küçük burjuva sınıfının güvenilir bir geleceğinin olmayışı devrim ile karşı devrim arasındaki siyasal yalpalayışının nedenleri arasında sayılmaktadır. Yani bu sınıf hem kapitalist toplumun bir yönüyle tamamlayıcısıdır hem de diğer bir yönüyle de ona karşı güvensiz ve çekişmeli bir haldedir. Aşırı uçlarda gezinen, tutarsız, isyankâr ve Nihilist küçük burjuva edebiyatı böyle bir sınıfsal gerçeklikten beslenmektedir.

 

Siyasi hayatta ise uzun erimli sabır ve doğal zekâ gerektiren stratejilere katlanamaz ve devrim sonrası devletli sosyalist geçiş dönemine tahammül edemeyecek kadar acelecidir. Devleti hemen sönümlemek istemesi kendi bireyci otonom yapısına duyduğu dayanılmaz güvensizlikten ileri gelmektedir. Bu anlamda özgürlük anlayışı toplumsal sorumluluktan uzak ve adeta başı boş gibidir. Bir küçük burjuva ideolojisi olan anarşizm bu konuya iyi bir örnek olarak verile bilinir. Yenilgi yıllarında ise geçmişinden pişmanlık duyma, kaçırdığı imtiyazlar için hayıflanma, ideolojik ricat ve bunalımlı bir ruh hali içerisindedir bu kesimler.

 Yani küçük burjuva radikalizmi kof olmakla birlikte aslında sağcılığın ters yüz edilmiş bir halidir. Marks ve Engels yoldaşlar Komünist Manifesto’da; “Ortaçağ kentliler ve küçük mülk sahibi köylüler modern burjuvazinin habercileriydiler.” derlerken aslında tarihte küçük üreticilerin doğmakta olan burjuva sınıfının embriyonları olduklarını kastet ediyorlardı.

 

 Burjuvazi aristokrasiye karşı küçük ticari işletmeler, zanaat atölyeleri ve lonca teşekkürleri zemininde kuluçkaya yatarak hakim üretim ilişkilerini değişime zorlamıştı. Ama kapitalist üretim ilişkileri hâkim hale gelmeye başladıktan sonra yeni ortaya çıkan ya da geride kalan küçük burjuva sınıfı büyüyüp palazlanma şansını tarihsel anlamda yitirmiş oldu. Çünkü burjuva sınıfı sadece aristokrasiyi değil, küçük mülk sahiplerini de yıkıma uğratarak yükselmiştir. Bu anlamda küçük burjuvazi artık tarihsel anlamda büyük burjuvazinin embriyonları olma fırsatını artık kaçırmıştır.

 

Peki, buna rağmen küçük burjuva sınıfının günümüzde bu kadar yaygın bir sosyal toplumdan teşekkül olmasını nasıl açıklamak gerekir? Bunun nedeni küçük burjuvazinin kapitalizm tarafından sürekli kitlesel olarak yok edilip yeniden yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin geliştiği ülkelerde küçük burjuvazinin önemli bir kesimi işçileşerek nüfusunun önemli bir bölümünü kaybetmekte ama tamamen ortadan kalkmamaktadır. Bunun nedeni sermayenin kâr ve rekabet yasalarının toplumu proletarya ve burjuvazi diye iki ana sınıfa doğru yapılandırmaya meyilli olmasıdır.

 

Kapitalist sermaye üretkenliğinin daha yavaş ve gerilerde seyrettiği ülkelerde ise toplumun neredeyse en kalabalık sınıfını teşkil etmektedirler. Aslında mesela başta Türkiye ve benzeri ülkelerde küçük burjuvazi işçileşmek ya da işsizleşmek zorunda kalsa bile hala küçük burjuva zihniyetiyle yaşamaktadırlar. Günümüzde ortalama bir insanın yaşamı algılayış biçiminin küçük burjuva olması buralardan ileri gelmektedir. Günümüzde zenginleşme ve sınıf atlama hayali kuran işçilerin azımsanmayacak varlığı bizlere toplumun çoğunluğu üzerinde küçük burjuva kültür ve ideolojisinin ne kadar etkin olduğunu bildirmektedir.

 

Haliyle bu sorunsallık devrimci örgüt sosyolojisini esasta ideolojik, siyasal ve kültürel olarak şekillendiren bir faktördür. Hatta bu şekillendirme başlangıçta felsefeyle başlamaktadır. Felsefe değiştikten sonra artık her şey o doğrultuda kendisini tanımlamaktadır. Küçük burjuva kadroların bir örgütsel formasyon içerisinde devrimci felsefenin önemini küçümsemesi böyle bir sınıf ihtiyacından doğmaktadır. Çünkü her sınıf mensubu bilgi ve örgüt gibi dokunduğu her şeyi kendi sınıfsal ihtiyaç ve güdülerinin bir aracına çevirmeye yatkındır.

 

Devrimci örgütlerin en çok küçük burjuva ideolojisinden etkilenmeleri kuşkusuz bir tesadüf değildir. Nasıl ki bir küçük burjuva birey işçi olmak zorunda kaldığında bile küçük burjuvalığından hemen vaz geçmiyorsa, aynı şekilde devrimci örgütlü saflara geldiğinde de bu zihniyetinden hemen vazgeçmeyecektir. Çünkü toplumsal çoğunluk bu ideolojinin onaylayıcısı, taşıyıcısı ve elinden geldiğince yaşayıcısı durumundadır. Kapitalist gelişme karşısında küçük burjuvazinin yaşadığı arada kalma ve sıkışmışlık durumu onun siyaset biçiminin ikircikli ve tutarsız olmasına sebebiyet vermektedir.

 

Küçük burjuvazinin proletarya ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal güç oluşturma çabalarının saman alevine benzemesinin sebebi; toplumsal emekten aldığı payın ve dolayısıyla üretim ilişkileri içindeki yerinin belirsiz oluşudur. Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisini aynı adlı eserle yapan Maksim Gorki bu sınıfın ruh halini şöyle ifade etmektedir; “Kendisinin eşsiz olduğuna inanır. Bu nedenle bütün merasimlerde bulunur.

 

Bütün düğünlerde nişanlı ve bütün gömmelerde ölü olan odur.” Gerçekten de küçük burjuvazinin karmaşık ve tutarsız ruh halini başarılı ifade eden cümleler bunlar. Bu edebi önerme aynı zamanda kendini her şeyin merkezine yakın hisseden bir psikolojik yapılanmanın dışında politik ve örgütsel formasyona uygulanırsa eğer; revizyonizm ile Marksizm, burjuva liberalizmi ile radikalizm ve nihayet proletarya enternasyonalizmi ile sosyal şovenizm arasında çalkalanan günümüz küçük burjuva devrimcilerin durumuna da açıklık getirecektir. Çünkü her seçim döneminde gönlü burjuva kamplarda olan ve seçimler bittikten sonra tekrar devrimci ayarlara dönen küçük burjuva solcularının günümüzdeki oportünist tutumu Maksim Gorki’nin eserini güncelleme ihtiyacı doğurmaktadır.

 

Burjuva kamptaki çelişki ve sorunlara proleter devrimin lehine değil, bizzat burjuva kanatlardan bir tarafın lehine ilgi duymak Gorki’nin dediği gibi; “Bütün düğünlerde nişanlı olmak” değil midir? Ya da somut ve güncel bir örnek vermek gerekirse; mesela Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığını kaybetmiş olmasına üzülüp hayıflanmak klasik bir devrimci tipoloji açısından yine Gorki’nin deyimiyle; “Bütün gömmelerde ölü olmak” değil midir? Halbuki bir komünist devrimci, burjuva cenahın yaşadığı bütün çelişkileri proletaryanın kendisi için bağımsız bir sınıf olmaktan kaynaklı egemenlik mücadelesinin hizmetinde ilgi duyup değerlendirmelidir.

 

Aslında bu durum, küçük burjuvazinin neden sosyalist bir devrime önderlik yapamayacağının tarihsel maddi izahatı da olmaktadır. Bu hastalıklı yönelim fikir özgürlüğü kavramıyla açıklanıp hiçbir şey olmamış gibi kapatılacak bir konu değildir. Proleter devrimci hareketler açısından ideolojik bir sorunsallığı ifade etmektedir.

 

Küçük burjuvazinin özgürlük anlayışı çarpıtılmış bir özgürlük anlayışıdır. Böyle bir dünya görüşünün içinde yaşayan insanlar bütün eleştirel edinimlerini her yönden oluşan çelişkiler üzerine inşa etmiş gibidirler. Küçük burjuvazinin muhalefet anlayışının köklerinde kendi ideolojik çarpıklığını yaşayacak bir otonom alan açma kaygısı bulunmaktadır. Bu kesimin görüşlerinin samimiyetinin güvenilmez olması bu tarihsel gerçeklikten ileri gelmektedir. Aynı zamanda küçük burjuvazinin hümanizmi de cehenneme giden yolun parke taşları gibidir.

 

O’nun insancıllığı burjuva ekonomi politiğin acımasız yasalarını yeniden yaratır adeta. Bütün kahkahaları ve göz yaşlarının gölgesinde burjuva yaşamın tohumları yeniden yeşermektedir. Yine Gorki küçük burjuvazinin insancıllığını şu etkili sözlerle tarif etmiştir; “İnsan bozulmuş etten bile faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve hizmetçiye yedirin”. Bu anlamlı önerme aynı zamanda günümüzde küçük burjuva zihniyetiyle hareket eden “devrimci” tipolojiyi de başarılı bir şekilde açıklamaktadır.

 

 Olumsuz bir örgütsel zihniyetin getirdiği pragmatist işleyişin nasıl burjuva ilişkileri doğurduğu bu örnek ışığında daha iyi incelenebilir. Biz bunu sınıfa ve öncü güçlerine duyduğumuz sorumluluk gereği makalemizin gelecek bölümlerinde yapmaya çalışacağız…

7 Ocak 2024

https://gazetepatika22.com/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-1-148526.html

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 2

Küçük burjuva ideolojisiyle başa çıkmak bir komünist hareketin varoluşsal geleceği için önem arz etmektedir. Teorik mücadeleyi ve dolayısıyla bilgi işçiliğini örgütsel yaşamın dışında lüks bir uğraş olarak gören ve iktidar oyunlarına odaklanan gerici anlayışlarla başa çıkmanın yolu, küçük burjuva ideolojisinin devrimci saflardaki yenilgisine bağlıdır.

Küçük burjuva ideolojisi proletarya saflarında hareket eden bir virüs gibi olduğu için ideolojik mücadele yöntemleriyle müdahale edilmesi gerekir. Böyle bir kültür, ideoloji ve siyaset anlayışını hoş görmek; sınıf uzlaşmacılığını ve dolayısıyla sistem içi solculuğu kabul eden burjuva liberal bir yolu onaylamak anlamına gelmektedir. Bir devrimci hareket içerisinde küçük burjuva zihniyetiyle ideolojik çatışma gerileyip durma noktasına gelmişse eğer muhtemelen orada proletarya için ideolojik yenilginin çanları çalmaya başlayacak demektir. Böyle bir sınıfsal hoşgörü ortamı Komünizm davası için hayırlı bir şey değildir.

 

Politik geleneğimizin sosyolojik saflarındaki küçük burjuvazinin en kalabalık nüfuzunu kır kökenli küçük burjuvazi oluşturmaktadır. Son otuz yılda gerek bölgedeki savaş ve gerekse de üretim ilişkilerindeki değişimler yüzünden kırlardan Türkiye’nin ve Avrupa’nın batısına doğru bir göç yaşandığını biliyoruz. Her ne kadar bu kesimin artık eski üretim ilişkileriyle yaşamsal bir bağı esas olarak kalmamış olsa bile kültürel, ideolojik ve ruhsal olarak mensubu oldukları eski sınıfsal özelliklere aidiyetleri devam etmektedir. Bir küçük mülk sahibi köylü sonradan gittiği metropollerde sınıfsal konumu ne olursa olsun sonuçta geride bıraktığı küçük toprak, gayri menkul, miras ve aileden oluşan toplumsal ilişkilerle hukuksal, kültürel ve ruhsal bağları devam etmektedir. Yıllardır işçi olarak çalışan birisinin proleter bir dönüşüm yaşamayarak köylü ya da küçük burjuva zihniyetine sadık kalmasının sebebi bu karmaşık toplumsal maddi gerçeklerden ileri gelmektedir. Ayriyeten geleneğimizin Avrupa’daki sosyal tabanında küçük çaplı ticaretle uğraşmanın son yıllarda bir trend haline gelmesi saflarımızdaki küçük burjuva ideolojisini besleyen yakın çevresel faktörlerden sayılmalıdır. Geçmiş yıllarda bu durumun Avrupa’da ki sosyalist demokrasi formasyonunun bünyesinde orta sınıf solculuğunun etkileri bakımından önemli olumsuz ideolojik ve örgütsel kırılmalara yol açtığını bilmekteyiz. Son yıllarda siyasal bilinç, kavramlaştırma ve ifade etme yeteneği oldukça gerilemiş olan kır kökenli bazı küçük burjuva kesimlerin kolektif uyuma daha çok pre-kapitalist dönemin köhnemiş kültüründen ödünç alınmış argümanlarla saldırdıkları gözlemlenmektedir.

 

Saflarımızdaki küçük burjuvazinin liberal sağ kanadı ise postmodernizmin yarattığı sentetik araçlarla bir benzerini yapmaya potansiyel eğilim göstermektedirler. Küçük burjuvazinin çeşitli sosyal katmanları politik hareketlenme süreçlerinde biçimsel olarak farklı formasyonel özelliklere yatkınlık gösterirler. Başlıca olumsuz iki ana eğilim olarak öne çıkan klan ve klik ikileminin birleştiği ortak nokta proleter devrimci gelişmeyi objektif olarak baltalamaktır. Yani geleneğimizin örgütsel çevre sosyolojisindeki küçük burjuvazinin farklı eğilimleri arasında çelişmeler bulunmaktadır. Bu durumun ulusal ölçekte gelişen ve tarihsel anlamı bulunan ekonomik, sosyal ve kültürel süreçlerle ilişkisi olmakla birlikte ayrıca küçük burjuvazinin doğasından gelen güç ve rekabet ilişkilerinden kaynaklandığını da rahatlıkla belirtebiliriz. Ama bizzat kendi aralarında çelişme yaşayan bütün bu küçük burjuva kategoriler, çağın şartlarına uygun bilimsel bir çizgi arayışlarından beliren saflardaki proleter embriyonlarla da toptan bir çelişki yaşamaktadırlar. Dijital ağlarda “gerilla savaşı”na öykünen, devrimci romantizm ve nostalji söylencelerine eğilimli bazı tutucu küçük burjuva öbeklerle sol liberallerin proleter ideoloji, kültür ve siyaset yapma biçimine karşı birleşmesi toplumsal yasaların doğasına uygun düşmektedir. Vurgulamak gerekir ki bu durum, ulusal kültürel özellikleri farklı olmakla birlikte aşağı yukarı bütün ülkelerin sınıf mücadeleleri tarihi boyunca benzer bir şekilde gelişmiştir.

 

Geçtiğimiz yüzyılda “Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi” adlı eseri yazan Gorki’yi okuduğumuz zaman günümüzün küçük burjuva devrimcisinin biyo kimyasal dokusunu görmemizin nedeni bu tarihsel gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Günümüzde hangi çağdaş bir biyolog ortalama küçük burjuva bir insanın adeta beyin özürlü gibi davrandığını Maksim Gorki gibi başarılı açıklayabilir? Kapitalist üretim ilişkileri toplumsal egemenliğini sağladıktan sonra insan toplumlarını sınıfsal kategorilere ayrıştırmış ve her bir kategorinin üyelerini tıpkı bir fabrika işleyişinden çıkan mallar gibi kendi içerisinde zihniyet olarak birbirine benzetmiştir. Marksizm’in insan düşünce ve davranışını açıklamadaki temel yöntemi olan sosyal varlığın sosyal düşünceyi doğurduğu gerçeği birazda bu konuyla ilintilidir. Geçtiğimiz yüzyıldaki toplumsal maddi yaşama denk düşen sosyal varlığın artık ortadan kalktığı ve dolayısıyla sosyal düşüncenin formasyonel niteliğinin de toptan değiştiğini iddia eden postmodernist kent küçük burjuvazisi rüya görmeye devam etsin. Geleceğin tarihinin ortaya çıkaracağı sınıfsal gerçekler her türden ilizyonik kaleleri yerle bir etmeye adaydır. Lenin yoldaşın geçmişte küçük burjuva sağ ve sol sapmanın özünde ikiz kardeş olduğunu söylemesi boşuna değildi. Aynı zamanda bu tarihsel deneyim günümüzdeki küçük burjuvazinin politik kimyasını oldukça başarılı bir şekilde açıklamaya devam etmektedir.

 

Sol liberallerin “özgün olmak” adına ürettikleri bütün parlak düşünceler tarihsel miladını doldurmuş olan burjuvazinin cephaneliğinden devşirilmektedir. Peki neden küçük burjuva devrimciliği politik mücadelede klikleşme eğilimine ihtiyaç duyar? Klikleşme yöntemi arzu edilen ve bilimsel gelişmenin motoru olan iki çizgi mücadelesinin tahammülleri arasında bulunan meşru bir yöntem olarak kabul edilebilinir mi? Tabii ki her türlü örgütsel büküntü ideolojik mücadelenin sebepleri arasındadır ama fikre karşı fikirle mücadele etmek arzu edilen meşru yöntemdir. Bizler bu sorunun cevabını ancak her sınıf açısından bilgi ve iktidar ilişkisinin ne anlama geldiği tarif ederek açıklayabiliriz.

 

Devrimci proletaryanın bilgi ve iktidar ile olan ilişkisinde sosyalist demokrasinin kolektif hukukunu gözetmesi ve bu anlamda burjuva mülk dünyasının formasyonel bir özelliği olan klik yöntemine ihtiyaç duymaması bu konuyu tanımlamada öğretici bir örnek olacaktır. Siyaset esasta devletli toplumların işi olduğuna göre her sınıf devlete nasıl bakıyorsa siyaset bilimini besleyen bilgiye de öyle bakacaktır. Yani devleti kendi sınıfsal imtiyazının daimî bir aracına koşullamak isteyen küçük mülk sahibi bir sınıf doğal olarak nesnel bilginin doğasıyla da oynayacaktır. Küçük burjuva öbeklerin karalama, boşa çıkarma ve olumsuz algı oluşturmaya eğilimli olmasının başka bir tarif edilme biçimi yoktur. Gerçekliğin nesnel bir tarifini arayan devrimci bir sınıfın hileye ihtiyaç duymaması, dürüst ve açık olması gerçeği buralarda yatmaktadır. Proleterleşemeyen kesimlerin gerçeği eğip bükmeleri onların tarihsel doğasına uygun düşmektedir. Gorki’nin deyimiyle; küçük burjuvazinin okumuş ve entelektüel seviyesi yüksek kesiminde bile tarihsel bilinç anlamında bir aptallık bulunduğu meselesi ancak bu zeminde anlaşılabilinir.

 

Bu anlamda burjuva akademisyenlerine gereğinden fazla anlam biçmek Marksizm’in tarihinden yeterince anlamamaktır. Proletaryanın beş öğretmeninin tutumunda gelişen enternasyonal proletaryanın ideolojik mücadele tarihi aynı zamanda dönemin burjuva profesörlerine karşı gelişen bir ideolojik mücadele tarihidir. Hemen hemen birçok önemli proleter eserin doğuşu bu minvalde gelişmiştir. Küçük burjuva ideolojisiyle başa çıkmak bir komünist hareketin varoluşsal geleceği için önem arz etmektedir. Teorik mücadeleyi ve dolayısıyla bilgi işçiliğini örgütsel yaşamın dışında lüks bir uğraş olarak gören ve iktidar oyunlarına odaklanan gerici anlayışlarla başa çıkmanın yolu, küçük burjuva ideolojisinin devrimci saflardaki yenilgisine bağlıdır. Aynı zamanda bir devrimci hareketin pratik ile doğru bağlar kurmasının ve güçlenmesinin yolu da buralardan geçmektedir…


 

MAKALEKüçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 3

Saflardaki küçük burjuva anlayışlar sorunların iç çelişkilerine dürüstçe bakma girişimlerine; “kutsal örgüt ve şanlı mücadeleyi engellemek” türünden popüleritesi yüksek argümanlarla karşı çıkabilirler. Ama küçük burjuvazide tıpkı milli burjuvazi gibi kendi davasının halkın tümünün davası olduğu yönünde bir inancı oluşturmada oldukça yeteneklidir.

Küçük burjuvazinin örgütsel çizgisi kolektifin devrimci merkeziyetçi anlayışından uzaklaşarak klik ve kişisel ilişkilere bağlanmaya yatkınlık göstermektedir. Parti disiplininden saparak grup ilişkilerine meyletmenin nedenleri, isteğe bağlı gelişen bir durum değildir. Çünkü bu durum küçük burjuvazinin devrimci bir örgütteki sınıfsal varoluş biçimidir. Küçük üretim ve birikim temelinde biçimlenmiş bir dünya görüşünün örgüt formasyonundaki davranış biçiminin başka türlü olması beklenmemelidir. Geleceği belirsiz olan bir sınıfın kolektif hukuka saygı göstermesini bekleyemeyiz. Komünist hareketin saflarındaki küçük burjuva devrimciler proletaryanın nihai davasına hiçbir zaman samimi duygularıyla bağlanamazlar. Çünkü en değme küçük burjuva devrimcisi bile zengin olma ve sınıf atlama özlemini sürekli bilincinin bir köşesinde saklı tutar. Örgütsüz düştüğü zaman ya da en belirgin anlamıyla yenilgi yılları sonrası birçok küçük burjuva devrimci kadronun kendisini düzenin kollarına atarak akademik kariyer ve işveren statüsüyle karşımıza çıkmasının sebebi bundan kaynaklanmaktadır.

Bu kesimler her zaman devrimci bir örgütte harcadıkları emek ve zamanı kendi kesesinden gitmiş gibi görmektedirler. Burjuva dünyası kâr ve rekabet ortamında işçilerin boş zaman hakkını bile çalmakta ve üretim/satış merkezlerini gece bile açık tutarken bu küçük burjuva baylar yıllarca toplumsal bir davaya bağlanmış oldukları için bu zenginleşme fırsatlarından kendilerini atıl kalmış hissetmektedirler. Bu nedenle oldukça hırslı oldukları gibi zamanla geçmiş değerlerine karşı düşmanlık beslemekten kendilerini alıkoyamazlar. Emperyalistlerin, büyük burjuvazinin ve feodal artıkların baskısı ile proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak yükselen mücadelesi arasında kendisine istikrarlı bir yer bulamayan küçük burjuvazi devrimci örgütlere yüz döndükleri dönemlerde bütün özürlü ve zaaflı özelliklerini de birlikte taşıyarak getirirler. Politik geleneğimizin geçmiş yıllardaki örgütsel öyküsü özellikle Avrupa’da daha belirgin olarak, küçük burjuva devrimciliğinin öğretici tecrübeleriyle doludur. Paraya endeksli pragmatist bir örgütsel çizginin yarattığı toplumsal bir enkaz durumu komünistler açısından incelenmeye değerdir.

Geçmişte maddi olanaklara odaklanan ve metaların değişim aracı olan nakit ihtiyacı peşinde koşan bir örgütsel formasyonun bizzat meta ilişkileri tarafından nasıl ele geçirildiğine dair sayısız olumsuz vakayı deneyimlediğimizi devrimci kitleler bilmektedir. Eğer kitlelere bağ kurma nedenlerimiz arasında para en önemli bir araç haline gelmişse, bir süre sonra tıpkı burjuva piyasasında üretici ve tüketicilerin karşılaşmak için ihtiyaç duyduğu alışveriş ilişkilerine benzer bir örgütsel dönüşüme de hazır olmak gerekiyor o halde. Oysa doğru politik yönelim, devrimci faaliyet için olmazsa olmazların başında gelen para da dahil her değeri ve olanağı yaratacak olan insanı, bu değerleri üretip, yaratarak faaliyete sunmaya insanı eğitmek, hazırlamak ve yönlendirmektir ki, bir devrimcinin bunu yapabilmesinin en temel mevzilenişi de bizzat yaşamıyla birlikte devrimci örgütün mevziisine girmesidir. Öteki türlü küçük burjuva bireyin yılda bir kez bir akşam masasında harcadığı miktarı faaliyete bağışlamasıyla örgütten almak istediği şey de örgütün onun küçük burjuva sınıf yaşamına göz yumması ve hatta bunun karşılığı kendisine bir toplumsal statü verme beklentisi olur…

Devrimci mücadelenin ülkedeki en zorlu yıllarında fedakarlık üstlenerek değerli emekler vermiş olan Avrupa’daki gelenek tabanımızın en fazla yakındığı konulardan birisi; örgütsel yetkiyi eline geçiren küçük burjuva öbeklerin kendi yaşamsal sorunlarına karşı ilgisiz kalması ve neredeyse bütün örgütsel yetkiyi para ilişkisi kurduğu orta sınıfı korumaya ayırmasıdır. Tabii ki bu her dönem böyle olmamıştır ama geçmişin son yıllarda tekrar eden bir rutin olduğu aşikârdır. Zaten gelenek tabanında gazetemizin bir çalışanı eğer anket niteliğinde küçük bir araştırma yaparsa gerçekler hemen açığa çıkacaktır. Aslında küçük burjuvazi özgülünde somutlaşan böyle bir örgütsel çizgi proletaryanın kamu olanaklarını istismar etmekten başka bir şey değildir. Bugün karşı karşıya olduğumuz değer erozyonun sebebini sadece kapitalist sistemde aramak sorunlara kaynaklık eden analitik sebeplerden kaçmak anlamına gelebilir. Bu anlamda küçük burjuva ideolojisini ve dolayısıyla örgütsel çizgisini yenilgiye uğratmak için değerli tarihsel deneyimleri ve bilgileri proleter devrimcilerle paylaşmak elzemdir. Bizlerin böyle bir mülk ve rekabet ilişkilerinden teşekkül olmuş gerici bir statükoyu korumak gibi bir kaygımız olamaz. Saflardaki küçük burjuva anlayışlar sorunların iç çelişkilerine dürüstçe bakma girişimlerine; “kutsal örgüt ve şanlı mücadeleyi engellemek” türünden popüleritesi yüksek argümanlarla karşı çıkabilirler. Ama küçük burjuvazide tıpkı milli burjuvazi gibi kendi davasının halkın tümünün davası olduğu yönünde bir inancı oluşturmada oldukça yeteneklidir.

Küçük burjuvazinin kendi iç parçalanışını bütün insanlığın duygularıyla karıştırma gibi bir huyu vardır. Bundan dolayı nesnelliğin proleter tarifine karşı hep bir haykırış içerisindedir ve asla bu kesimin sahte göz yaşlarına kanılmamalıdır. Çünkü küçük burjuvazi tüm halk için ağlamayı bilemez, o gerçekte kendi talihsiz kaderine ağlamaktadır. Bu sınıf kimliğinin proletaryanın üretim kültüründen gelen düzen verici ve disipline edici devrimci fikirlere saldırmasının ve örgütsel çizgide önceden kurulu bir makine gibi klikçiliğe meyletmesinin altında kendi sınıfsal kaygıları yatmaktadır. Böyle bir bencil statükoyu korumak için kutsallık ipine sıkı sıkıya sarılır. Bir politik hareket içerisinde komünist niteliğin güçlü olduğuna dair kanıtların başında; diğer devrimci gurup ve bireyleri değişime uğratarak en ileri unsurlarını kendi bayrağı altında toplamak ve ayrıca kendi siyasi çizgisinin eksiklik ve zaaflarını dürüstçe yöneldiğini gösteren pratiğidir. Ama küçük burjuva devrimciler hiçbir zaman bu duruma yakınlık göstermedikleri gibi bırakalım dışarıdaki devrimci unsurlarla birleşmeyi, içeride kalan proleter unsurları etkisizleştirme çabasında üzerine yoktur. Burada tayin eden şey her sınıf için hayatın gereksinimleridir. Her sınıf tarihi zorunluluk gereği kendi çıkarları doğrultusunda toplumsal değişimi amaçlayan bir mücadele içerisinde yer alır. Bu nedenle her sınıf toplumsal değişimi kendi yararına gerçekleştirebilecek örgüt biçimlerine, mücadele yöntemlerine ve ittifaklara ihtiyaç duyar.

Küçük burjuvazinin bir politik hareket içerisindeki devrimci sınıfları tasfiye etmek istemesinin sebebi buralarda yatmaktadır. Bunun örgütsel formasyondaki biçimi klikçiliğe karşılık gelmektedir. Çünkü koltuk, itibar, imtiyaz ve küçük mülk peşinde koşan kesimlere bir avuç insanla iş yapmak yeterli gelmektedir. Bir türlü aşılamayan marjinalleşmenin sebeplerini böyle bir sınıfsal zeminde aramak gerekiyor. İlginç olanı küçük burjuvazinin sadece cahil ve politik olarak geri kanadı değil bizzat nispeten entelektüel kanadı bile örgütsel tasfiyeciliğe yatkındır. Rekabet iç güdüleri öyle dizginlemez bir noktaya gelir ki saflardaki proleterlerin etrafını sinsice boşaltmaya başlar. Devrimci merkeziyetçiliği savunur ama onu alttan altta boşa çıkarır. Amacı devrimci sınıf temsilcilerini siyaseten etkisizleştirmek ve ihtiyaç duyduğu toplumsal değişime göre örgüt yaratmaktır. Adeta bütün onların etrafında dönmektedir. Girdiği her örgütsel ortamda devrimci merkeziyetçi anlayışta somutlaşan sınıf programını değil bizzat kendi iç görüsünde oluşmuş bireysel planı uygulamaya başlar. Bu ferdi planı maddi bir güce çevirmek için örgüt içerisinde örgütçük kurması gerekmektedir. Ama sınıf mücadeleleri tarihi boyunca küçük burjuvazinin kurduğu bir kliğin ya da hizibin uzun ömürlü yaşadığı görülmüş bir şey değildir. Bunun sebebi ise küçük burjuva çıkara dayalı ilkesiz ve yapmacık kafa kol ilişkilerinin bir tarihinin olmamasıdır. Ama tarih de hep göstermiştir ki, komünist saflardaki küçük burjuva öbekleşmeler geleceğin devrimci rüzgarlarına savrulmaya yazgılı saman alevine benzemektedir.

https://gazetepatika22.com/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-3-148931.html

Küçük Burjuva İdeolojisinin Anatomisi- 4

Küçük burjuva devrimcilerin kolektif başarıları hazmetmekte zorlanmalarının nedeni; onların bireyciliklerinin doyurulması için kolektif başarıların geriye çekilmesi ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Kendisinin görünür olması için kolektifin etkisizleştirilmesi gerekmektedir.

Bu nedenle örgütsel yetkiyi ele geçirdikten sonra devrimci unsurları dışarıda bırakarak etrafını ideolojik anlamda tutarlı bir kimlik ve karakterden yoksun niteliksiz kafa kol ilişkileriyle örmeye başlar.

 

 

Küçük burjuva ideolojisiyle barışık bir halde yaşamak proleter hareketler açısından ideolojik anlamda yavaş ölüm anlamına gelmektedir. İdeoloji, doğa ve toplum tarihindeki tüm fenomenler gibi dönüşüme olanaklıdır. İdeolojik mücadeleyi bırakmış bir politik hareket felsefi olarak yenilmiş ve kendisini kuşatan koşullara /ideolojiye koşullamış bir harekettir aynı zamanda.

Düzen sınırları içerisinde başarı fırsatını kaçırmış olan küçük burjuva devrimci bu şansız talihini devrimci örgütte tersine çevirmek ister. Bir küçük burjuva devrimcinin komünist partide profesyonel devrimcilik yapması onun henüz proleterleştiği anlamına gelmemektedir.

Kendi tarihsel döneminin sınıf mücadeleleri pratiğini başarılı gözlemleyen Engels yoldaş bu durumu; küçük burjuvazinin güç ilişkileri nedeniyle proletaryaya yaklaşması olarak görülmesi taraftarıydı.

 

Basit meta üretimi koşullarında oluşmuş bir zihniyetin dönüşümünün gündelik örgütsel koşuşturmalar içerisinde sağlanamayacağı bir gerçektir. Küçük burjuva devrimciliğinin en temel özelliği; aynı anda hem burjuva hem de devrimci gibi davranmayı başarmasıdır. Sınıflı toplum tarihinde böyle ikili bir sınıfsal karakter taşıyan tek sınıf olma şerefi küçük burjuvaziye nail olmuştur.

Henüz proleter dönüşümü gerçekleştirmemiş bir küçük burjuvanın yaptığı devrimcilik komünist harekete katkıdan çok sorunsallık olarak yansır.

Çünkü küçük üretici kendi yarattığı artı değerin bir kısmına el koyarak kendisinde somutlaşan işçiliğin burjuvasını yaratmaktadır. Bu durum küçük burjuvayı aynı anda işçi ve burjuva olmak gibi ikili bir sınıfsal karaktere sürüklemektedir. Küçük burjuvazinin devrimci örgüte yaklaşmasının sebebi kendi beden işçiliğinden kurtulacak kadar kapitalist üretimi gerçekleştirecek sermayeye ulaşamamasıdır. Çünkü yeniden üretim ve paylaşım süreçlerinde basit meta üretiminden doğan artı değerin büyük bölümü vergiler yoluyla büyük burjuvazinin kasasına gitmektedir.

Bu durum kendi kendisinin işçisi ve aynı zamanda kısmi burjuvası olan küçük burjuvazinin üretim araçlarını elinde tutan büyük burjuvazi ile çelişkisinin temelini oluşturmaktadır. Ama kapitalist üretimin yapısal dönüşümü ve rekabet nedeniyle kendisindeki burjuva yönü kaybederek işçileşen küçük burjuvazi devrimci saflara katıldığı zaman bile sömürüye karşı olduğu halde her zaman kafasının bir köşesinde sömürme güdüsünü de canlı tutar.

Bu durum onun oluştuğu sınıf formasyonunda hem sömürülen hem de sömüren karakterde olmasından ileri gelir. Ekonomik üretim ilişkilerinde oluşan ikili karakteri devrimci siyasete aynı anda devrimci ve burjuva yöne sahip olmak olarak yansımaktadır. Küçük burjuva devrimci birey ve örgütlerin güvenilmez olmasının maddi temeli buralarda yatmaktadır.

 

Küçük burjuva devrimci zihniyetin tarih boyunca devrimci işçi sınıfının siyasetine yar olduğu görülmüş bir şey değildir. Bulaştıkları bütün örgütsel kültürleri, kıskançlık, rekabet ve karalama düsturu içinde tahrip ederler. Mesela politik geleneğimizin örgütsel sosyolojisinde ortaya çıkan olumsuz davranış ve düşüncelerin çoğu sınıfsal olarak küçük burjuva ve lümpen proletaryadan beslenmektedir.

 

Proleter devrimci unsurların görevlerin büyüğüne yada küçüğüne bakmaksızın demokratik merkeziyetçiliğin ön gördüğü biçimde kolektif disipline saygı eğilimi taşımasının sebebi bu kesimlerin devrimciliği bir yaşam biçimi haline getirmiş olmasından kaynaklanır. Ama gelin görün ki bu durum küçük burjuva devrimciler açısından hiç bir zaman böyle olmaz. Bir küçük burjuva kadro için devrim ve partiye yapılacak en iyi hizmet onun koltuğunu sağlama alacak bir hizmettir.

 Eğer gerçek hayatın çelişkilerine yaslanan sınıfın siyaseti onun küçük iktidarıyla çelişiyorsa, o böyle bir durumda bencil ve arsız bir şekilde kendi koltuğuna yapışma pahasına devrimci sınıflara sırtını dönebilmektedir. Küçük burjuva zihniyetinin iktidar olduğu bazı Sosyalist demokrasi örgütlerinde onaylayıcıların, pohpohlayıcıların ve siyasal yalakacıların yerden biten mantar gibi çoğalmaları boşuna değildir.

 

Sosyalist demokrasi formasyonunda yetki kapmış küçük burjuva gruplar demokratik merkeziyetçilik gereği bu yetkiyi yeni gelenlere devrettiği zaman adeta dananın kuyruğu kopmaktadır.

Birinci elden yetkiyi kaybetmiş olan bu küçük burjuva öbekler, bundan sonra yaptıkları tek şey yeni gelen yöneticilerin başarısız olması için siyaset dışı yöntemlerle karşı çalışma örgütlemek olmaktadır.

 Mesela özellikle politik geleneğimizin Avrupa sahası bu konuda bir toplumsal laboratuvar özelliği göstermektedir. Aslında küçük burjuvazi örgüt içi iktidar ve muhalefette de proletaryanın davasına zarar vermektedir. Çünkü küçük burjuvazinin devrimcilik yapma nedeni meta dünyasının fenomenlerine zimmetlidir.

Ayrıyeten örgüt içi iktidarı eline geçiren küçük burjuvazinin siyasette devrimi ve adanmışlığı öne çıkarmasına da güvenmemek gerekiyor. Siyasette devrimi ve adanmışlığı ne kadar öne çıkarırsa çıkarsın, küçük burjuva siyaset son tahlilde bunu gerçekleştirmek için ileri sürdüğü araçlar içerisinde en çok reformist ve düzen içi olanına meyleder. Marks’ın deyimiyle küçük burjuvazinin tarihte ilk filozofu olan Proudhon’un hizmetin karşılığı ilkesine ters düştüğü için özel mülkiyeti eleştirmesine bu durum benzer.

 

Mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine eleştirmek, yada mülkiyetin adil bölüştürülmesini özgür bir topluma giden yol zannetmek küçük burjuvazinin siyasette geleceği son noktadır. Aksi taktirde bizler son zamanlarda devrimci kimliği elden bırakmadan bir sosyal demokrat gibi düşünme trendini nasıl açıklayabiliriz? Bir gün burjuva liberal, ertesi gün devrim ve komünizm şehitleri için ağlayan karmaşık ve tutarsız bir ruh halinin tarifini maddi sınıf temelleriyle yapmanın zamanı gelmiştir bizce.

Tutarsızlığın, eklektizmin, karşıtlığın bir aradalılığın ve nihayet bohemleşmenin insan çoğunluğu tarafından normal görüldüğü bu tarihsel dönemeçte küçük burjuva devrimci siyaset ve kültür açısından adeta gün doğmuştur.

 

Küçük burjuvazinin siyaset biliminde bohçasında her türlü zerzevatı barındıran bir çerçiciye benzetilmesi boşuna değildir herhalde. Kitlelerin kahramanlığı yerine kişilerin kahramanlığını geçirmek küçük burjuvazinin daha önce sistem sınırları içerisinde kaybettiği kendindeki burjuvaziyi yeniden diriltme niyetinden ileri gelmektedir.

 O ne kadar devrimci bir kahraman olmaya hevesli görünürse görünsün aslında olmak istediği imtiyazlı yeni bir burjuva olmaktır. Zaten tarihi yapan kitleler değil bilakis bireyler olduğu yönündeki hastalıklı tarih anlayışları bu durumu desteklemektedir. Örgütsel hayatta abartılı adanmışlık gösterisine aşırı ihtiyaç duymaktadır. Bunun bir nedeni de bireyciliğini gizleme ihtiyacının tatmin edilmesi gerekliliğinden ileri gelmektedir.

 

Küçük burjuva devrimcilerin kolektif başarıları hazmetmekte zorlanmalarının nedeni; onların bireyciliklerinin doyurulması için kolektif başarıların geriye çekilmesi ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Kendisinin görünür olması için kolektifin etkisizleştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle örgütsel yetkiyi ele geçirdikten sonra devrimci unsurları dışarıda bırakarak etrafını ideolojik anlamda tutarlı bir kimlik ve karakterden yoksun niteliksiz kafa kol ilişkileriyle örmeye başlar.

 Çünkü küçük burjuva kadronun devrimci eleştiri ve gelişmeye değil varlığının onaylanmasına ihtiyacı vardır. Bu marjinal, klikçi ve niteliksiz ilişkiler içerisinde kendisindeki burjuva yön büyürken, etrafındaki onaylayıcıları ise kişilik olarak küçülürler. Bu aynı zamanda çift taraflı ideolojik bir küçülme halidir. Böylesine hastalıklı ilişkiler ağı içerisinde öbekleşen kesimlerde özgür seçim ve irade bir kez daha mülk dünyasının şatafatlı materyallerinin gölgesinde çarmıha gerilir.

İşte burada entelektüel seviyesi nasıl olursa olsun küçük burjuva devrimci, kolektif yapıyı aydınlatan, ilerleten ve sıçratan devrimci fikirlerden rahatsız olmaktan kendisini alıkoyamaz. Bir örgütsel formasyondaki proleter ve küçük burjuva devrimciler arasındaki çelişmeler, devrimci yeni fikirlerin kapıyı çaldığı böylesine bir politik koşulların şafağında boy vermektedir.

 Düzen sınırları içerisinde başarı şansını kaçırmış olan küçük burjuvazi devrimci, örgütte bunu tatmin etmek isterken, proleter devrimcilerle çatışması onun bir sınıf yazgısıdır…

https://gazetepatika22.com/kucuk-burjuva-ideolojisinin-anatomisi-4-149235.html

 

 

 

 

9 Ocak 2024 Salı

ANALİZ | İzmir İktisat Kongresi: Emperyalizme Bağımlılığın İlanı-1

  "Planlandığı şekilde seçilmiş -ya da atanmış- temsilcilerin yerlerine oturmaları sağlanır. Plana göre tüccarlar sağa işçiler ise sola oturtulur. Ortanın solu sanayiciye, ortanın sağı ise toprak ağalarına verilir"

Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir.

İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de Osmanlı devletinden kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir. Kapitalizm Avrupa’da gelişirken Osmanlı’nın kimi nedenlerle kapitalist gelişme sürecinde geride kalması ile kapitülasyonların aldığı boyut baştaki anlam ve içeriğinden tamamen uzaklaşmış artık Osmanlı’nın lehine olmaktan çıkmıştır.

Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine karşılık Osmanlı’da gerek feodalizmin hakimiyeti nedeniyle ilksel sermaye birikiminin oluşturulması sürecinde yaşanan aksaklıklara; saray çevresinden sonra siyasi ve sosyal hayatta önemli yer tutan kimi dini tarikat ve grupların etkileriyle bilimsel gelişmelerin engellenmesi, vergi sisteminin bozulması sonucunda tarım ekonomisinde belirleyici güç kazanan ayanlar, tımar sahipleri vb. grupların tarımdaki kapitalist değişimin önünde engel oluşturmaları gibi etkenler Osmanlı’da kapitalist gelişmenin yavaşlamasında rol oynamışlardır.

Avrupa’da gelişen kapitalist ekonomi işleyişi gereği emtia üretimini artırmış, Osmanlı’nın bu ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve bunlara sağladığı kolaylıklar anlamına gelen kapitülasyonlar, sonrasında bu ülkelerden Osmanlı pazarına yönelik olarak emtia akışına yol açmış, bu ise asırlardır kendini koruyan ve Osmanlı’da kapitalist gelişimin de temelini oluşturan zanaatkar küçük atölyelerin çöküşüne neden olmuştur.

Osmanlı pazarının gelişen kapitalist Avrupa pazarından gelen malların akınına uğraması, ticaret dengesinde önemli bozulmalar ortaya çıkarmış ve Osmanlı’nın gelişen kapitalist ülkelerden aldığı borç miktarının artmasına neden olmuştur. Yani ithal mallar artarken ihraç edilen malların aynı oranda artmaması, ithal edilen mallar için borçlanma zorunluluğunu doğurmuştur. Bu durum gelişen kapitalist ülkelerin alacaklarını tahsil için Osmanlı’da Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye) adı verilen kurumun kurulması ve Osmanlı ekonomisinin gelişen kapitalist devletler tarafından sıkı sıkıya takip ve denetimini sağlamasıyla sonuçlanmıştır. Düyun-u Umumiye II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur.

Osmanlı Devleti’nin borçlanması

Osmanlı İmparatorluğu, 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanıldığı halde hükûmetin eline yalnızca 127 milyon lira geçmiştir.

“Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı İmparatorluğu, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan imparatorluk, 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kaldı.”

Bu tür bir bağımlılığın formüle edilmesiyle birlikte yabancı sermaye akımı da daha güvenli bir şekilde gelişecektir. Alınan borçların kamu giderleri dışındaki harcama kalemini, yabancı sermaye ortaklıklarının yaptıkları yatırımlar oluşturmakta, böylece dönen paranın önemli bir kısmı yatırım adı altında “sözde” yatırımcılara geri dönerken, sömürü de katmerleşerek artmaktadır.

Özellikle demiryolu projeleri yabancı ortaklı yatırımlarda açık farkla ilk sıralarda yer almaktadır ki, bu da, emperyalizmin o dönemdeki başlıca yayılma stratejisini oluşturmaktadır.

Yabancı sermayenin dağılımında yaklaşık % 5.8’lik oranla demiryolu ulaşımı ilk sırayı alırken, % 11.6 ile sanayi, % 9.8’le bankacılık ve sigortacılık bunu izlemektedir. Yabancı sermayenin bulunduğu diğer alanlar ise madenler, limanlar, elektrik-su-gaz-tramvay gibi alt yapı hizmetleri ve ticarettir.

Kısacası birçok yazarın da söylediği gibi Düyun-ı Umumiye İdaresi, Osmanlı’da, emperyalizmin bir ajanı olarak çalışmıştır. 1908’e gelindiğinde Osmanlı’da ekonomik durumun temel göstergesini borç sarmalı ile artan yoksulluk oluşturur.

Bu ortam İttihat ve Terakki’nin “ulusal burjuva yaratma” ve yaratılan sınıf üzerinden iktidar erkini sağlamlaştırma düşüncesi ile çatışan zorunlulukları ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte, yerli sermayeye verilen kısıtlı destekler de bu politikanın başlangıçtaki bir aşaması olarak ele alınmalıdır. Tarımsal üretim artışı ise ihracat-ithalat dengesini rahatlatacak ölçüde değildir ve 1915 sayımına göre Osmanlı sanayisinin % 80’inden fazlasını gıda ve dokuma sanayii oluşturmaktadır.

“Osmanlı ekonomisi buğday, irmik, sebze, tütün gibi ilgili oldukları sanayi ile hammaddeleri sağlayan tarımsal bir topluluktur.” Ve “sermaye emek miktarının ancak % 15′ i Türklerin elindedir.  Diğerleri azınlık ve yabancı girişimlerdir.” 1

Dış alım ve dış satım miktarı arasındaki büyük eşitsizlikten doğan borçlar Osmanlı ekonomisinin gelişmekte olan kapitalist ülkeler karşısında ekonomik olarak güçsüz düşmesi ile sonuçlanacaktır. “1913’te yani Harbi Umumiden evvel yetmiş beş fabrikamızda 4281 işçi varken iki sene sonra adetleri 3916′ ya düşmüştür. Gıda olarak memleketimizde 162 .911 .003 kuruşluk ithalat vaki olmuş, ihracatımız ise 15.083.734 kuruş olmuştur. Şayan-ı teessüftür ki, memleketimiz zürra (ziraat, çiftçi) memleketi olduğu halde, takriben bir buçuk milyon liralık un girmiştir. Buna mukabil un olarak altı bin liralık kadar harice satış yapmışızdır.”2

Osmanlı ekonomisinin zayıflığı, emperyalistlerin birbirlerinin pazarlarını ele geçirmek üzere giriştikleri I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı hakim sınıflarının 1800’lerin ikinci yarısı itibariyle sıkı askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler geliştirdikleri Almanya ile birlikte savaşa girmeleri, zaten son derece zorlu koşullarda yaşamaya mecbur edilmiş olan Anadolu işçi–köylülerin mahvolması ile sonuçlanacaktır.

Osmanlı’nın yıkılması ve “yeni” devlet!

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Anadolu’da gelişen kimi sosyalizm deneyimleri (Bakınız Erzincan Şur’ası) ve ezilen ulusların ayrılma hakkını kullanma istemeleri riskine karşı yine savaşta galip gelen emperyalist güçlerin de yönlendirmesi ile Anadolu’da Kemalistlerin liderliğinde yürütülen karşı hareket sonrası Anadolu’nun bütünüyle emperyalist güçlere sunulması sağlanmıştır. Adına Kurtuluş Savaşı denilen 1919-23 arası dönemde savaşta ölen asker sayısı 9.167(3) iken aynı dönemde Karadeniz Rum Pontos halkından 313.000 kişinin katledilmiş olmasının rakamsal olarak ortaya koyduğu devasa fark Kurtuluş Savaşı denilen sürecin aslında ne olduğunu ya da olmadığını anlatmaya yeterlidir.

Kemalistlerin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda galip gelen güçlerle daha savaş yıllarında yapmış oldukları işbirlikleri savaş sonrası Lozan Konferansı ve İzmir İktisat Kongresi kararlarıyla pekiştirilmiş ve Anadolu’da Rusya’da olduğu gibi bir sınıf devriminin gerçekleşmesinin önüne geçileceğinin teminatı emperyalist güçlere verilmiştir.

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Kemalistleri ve Kurtuluş Savaşı adı verilen süreci değerlendirdiği tezlerini burada tekrar hatırlamak faydalı olacaktır:

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük-burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.

  1. Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
  2. Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.
  3. Kemalist hareket, özünde “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.
  4. Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.
  5. Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.
  6. Politik alanda, hanedanlık çıkarları ile birleştirilmiş olan meşrutiyet yönetiminin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren yönetim, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.
  7. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
  8. “Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.
  9. Kurtuluş Savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.” (İ.Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)

 

İzmir İktisat Kongresi: Malumun ilanı!

Savaş sonrası Lozan Konferansı’nda emperyalist güçlerle geliştirilen ilişkiler hemen bu konferansı takip eden günlerde İzmir’de gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde alınan ve özellikle “yerli sermayeye teşvik” sağlanması ile “karşılıklı fayda sağlamak şartı ile yabancı sermayenin faaliyetinin kolaylaştırılması” kararları ve buna yönelik olarak kongrede konuşan M.Kemal’in ve Kazım Karabekir’in vurguları önemlidir.

“Efendiler; iktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok şeye ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim şayiimize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.”4

Tanınma arzusunun açıklanması kadar, tanınma olgusunun ekonomik bağımlılıkla beraber dile getirilmesi, yeniden okumalarda şaşırtıcı olmayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kongre bu sözlerle açılır ve planlandığı şekilde seçilmiş -ya da atanmış- temsilcilerin yerlerine oturmaları sağlanır. Plana göre tüccarlar sağa işçiler ise sola oturtulur. Ortanın solu sanayiciye, ortanın sağı ise toprak ağalarına verilir. Kongre başkanlığına ise asker olmasının yanlış yaklaşımlara yol açacağını düşündüğünden, bu görev için sivil bir elbise diktiren Kazım Karabekir seçilir! Kuşkusuz bu seçim, kongre gidişatına erkin bir müdahalesi olarak da ele alınabilir. Diğer taraftan kongre ile birlikte bir sergi açılmış ve kongre İzmir’in ekonomik hayatında enflasyonist bir baskıya da neden olmuştur. Birçok görüşme ve raporların sunumunun yanında, derdini yetkili bir kişiye anlatma çabasının da, kongre günlüğünde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bu şartlar altında beklendiğinden uzun süren kongre, açılışından on altı gün sonra, 4 Mart 1 923’te “Misak-ı İktisadi”nin açıklanmasıyla sona erer.”5

İzmir İktisat Kongresi’ne işçi temsilcilerinin seçilmesi işçi sınıfının iradesine bırakılmamış, vali ve mutasarrıflara bırakılmıştır. Çiftçi adı altında ise kongreye büyük toprak ağaları davet edilmiştir. İşçiler adına konuşan Şefik Hüsnü’nün bu konuda söyledikleri son derece önemlidir:

“Kongre’de kendi mevkii ve fikriyatının ehemmiyeti bu kadar büyük olan amele sınıfının temsili meselesinin son derece ihmal edilmiş olmasına hayret ve tessürden kendimizi alamıyoruz. Mevcut amele cemiyetlerine, toplu işçi zümrelerine müracaat edilecek yerde, köy ve şehir erbab-ı mesaisi namına gönderileceklerin tayini vali ve mutasarrıflara havale edilmiştir. Ve bu tayin adeta bir memur nasbı gibi bir şekilde yapılmaktadır. Amele işleri ile az veya çok alakası olan bazı kimseler istimzaç edilmeksizin, reyleri sorulmaksızın, İstanbul’dan İktisat Kongresi’ne amele murahhasları tayin olunmuştur. Ciddiyetle kabil-ı telif olmayan bu hareketin amele üzerinde yaptığı pek fena tesirden sarf-ı nazar, bu sözde amele murahhaslarının, vaziyeti tetkik edip amele temalüyatını anlamalarına ve edinecekleri fikre göre teklifat ve müdafaatta bulunmak için hazırlanmalarına bile imkan bırakılmamıştır.”6

Kongreye işçilerin dahil edilmesinde uygulanan bu usulsüzlük sadece seçilen delegelerin seçilme biçimleri ile sınırlı değildir. Kongre sürecinde işçilerin taleplerinin kabul edilenleri daha sonraki yıllarda yasaklanacaktır. Aslında bu boyutuyla ele alındığında görülecektir ki İzmir İktisat Kongresi’nin hazırlanış ve sonuçlarının devlet erki tarafından yönetilmesi TC devletinin genel siyasası ile doğrudan ilgilidir.

Bugün bile “Alevi Açılımı”, “Kürt Açılımı”, “Roman Açılımı” gibi farklı dini ve milli grupların dahil edilidği toplantılar yapılıp büyük vaatler sunulmasından sonra ortada somut hemen hemen hiçbir şeyin konulmamış olması da bu siyesetin uygulanmasının sonucudur.

İşçi sınıfının bu kongrede dile getirdiği taleplerin burada paylaşılması yararlı olacaktır. Buna göre İstanbul Umum Amale Birliği’nin Türkiye İktisat Kongresi’ne sunmuş olduğu rapordan:

“Kuruluş amacını ‘Maddi hiçbir sermayesi olmayan ve başkasının sermayesi ile veya alet-ı sanatı ile çalışan ve sanatı icab ettirdiği alattan başka sermaye-i madiyesi bulunmayan veyahut çalışmadığı takdirde hayatını temın edemeyecek ashab-ı say-u amelden bulunan amelenın içtimai ve iktisadi hukunun sermayedarana karşı kavanin-i mevzua dahlinde müdafaa, Hükümet-ı muhtereme-i milliyenin amele hakkındaki kanunlarının sermayedaran tarafından amele hakkında tamamı tatbikini temin (…)’ olarak tanımlayan Istanbul Umum Amale Birliği aşağıdakı taleplerde bulunmuştur:

Istanbul amelesinin vaziyeti pek acıklıdır. Esar ve hayatın terfiğ ve tenzilini takiben amelenin de sahib-i rey olarak temsil edileceği bir komisyonun hiç olmazsa umum patronlar tarafından vacib-ül ittiba olmak üzere ayda iki defa bir haddi asgari gündelik tayin ve neşretmesini temin eylemek.

Hal-ı hazırda sermadaranın vasıta-ı icraiyesi ve memlekete müfid olmaktan yaşamaktan bir gayesi olmayan ameleye sermayedarana nisbeten tarh edilen temettu vergisinin amelenin tahammül edebileceği bir hadd-i itidalde tadil ve tahfifi.

Ahlakın sukutuna, ırkın tereddisine saik-ı yegane olan işsizliğin kaldırılması için eshab-ı say-ü amele insani ve asrı şerait tahtında iş tedarik etmek ve sermayedarana hükümet tarafından iş imtiyazları verilirken şerait-i imtiyazın esna-ı tesbitinde amele hukuk-u alisini hat-ı temine almak.

Memleketimizde esnaf ile amele tabiri vazıhan ve kanunen tarif edilmemiş olduğu için bu müphemiyetten bil-istifade amelenin en büyük bir kısmının kontrolü ve esnaf namı altında cem ile inkişaf ve terakkilerinde sed çeken Şehremaneti’nin bu salahiyetinin ref’i ile ameleye grev yapmak salahat-i kanuniyesini haiz sendikalar teşkil etmesini müsaade etmek, yani hal-i hazırda meriyül icra olan 19 Ağustos 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nu bu esas üzerinde tadil eylemek.

Memleketimizde açılacak bütün işleri hakim ve emin unsur olan Türk erbab-ı say ve sanatına vermek ve mevcut müessasat-ı ecnebiyeyi memleketimizin tealisinden ziyade sukutunu temenni eden unsurlardan tathir etmek.

Bir bahçe veya bostan mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı başka şehre naklederken şehrin sur kapılarında Şehremaneti tarafından yük başına ayrıca bir resme (vergiye) tabi tutulmaktadır. İşbu Emanet rüsumunun ilgası hayatı ucuzlatacağından bu resmin kalkmasını temin eylemek.

Kabzımallığın tamamen kaldırılması.

Hayatı ucuzlatmak için bahçe ve bostan aşar vergisinin ‘hanüman söndürmeyecek’ miktarda tahsilini temin eylemek.

Amele çocuklarının parasız yatılı okullarda okumasını sağlamak.

İstanbul’da sıhhi ve ucuz bekar işçi odaları temin edilmesi.

8 saatlik iş günü.

İşçi sınıfının sermayedarlarla yaşayabilecekleri ihtilaflarda görevlendirilecek müfettişler tayin edilmesi.

Fazla iş saatlerinin amelenin iradesine terk ve amelenin kabulü takdirinde işbu saatlere mukabil iki misli ücret uygulanması. (Devam Edecek)

Kaynaklar ve dipnotlar

  1. Karabekir K., İktisat Esaslarımız-Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1 . Baskı, s. 156
  2. Ersoy T., Lozan bir anti-emperyalizm masalı nasıl yazıldı? Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 68-69
  3. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/370993 , s. 9

4..  İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 139

  1. Ökçün Gç, Türkiye İktisat Kongresi, Kongre Açılış Konuşmaları Mustafa Kemal, Ankara 1997, s. 210
  2. Ersoy T., Lozan Bir Anti-Emperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?, s. 82
  3. Ökçün G., Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir ‘İzmir İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü (Şefik Hüsnü), s. 38-39
  4. Ökçün, age, s. 138-146
  5. Ersoy T, age, s. 87
  6. Başkaya F, Paradigmanın İflası, Doz yayınları, s. 124
  7. Başkaya, age, s. 130
  8. Ersoy T, age, s. 87
  9. Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız -Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1. Baskı, s. 222
  10. Ersoy T, s. 90-91

29 Aralık 2023 Cuma

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

7 Ekim Saldırısı ve “Aksa Tufanı” Değerlendirmesi

7 Ekim'de Hamas önderliğinde Gazze'den İsrail'e “Aksa Tufanı” adı altında büyük bir saldırı düzenlendi. Bazı kaynaklar, bu saldırıyı çok abartarak “tarihi saldırı”, tanımını kullanırken, özellikle bir çok devrimci ve komünist örgütler ise, “büyük bir direniş”, “tarihi bir atılım” vb. gibi tanımlamalar yapmakta bir beis görmediler.

Herhangi bir olayı, saldırıyı, savaşı, direnişi değerlendiririken, soruna, ML dünya görüşü temelinde

işçi sınıfının ve daha genel anlamda ise halkların çıkarları açısından yaklaşmak gerekir. Ve elbette bir saldırı, onu yapan sınıfın, örgütün sınıfsal niteliğinden bağımsız ele alınamaz ve alınmamalıdır.

Sorun, Filistin halkının yaşadıkları karşısında duygusalığa kapılmadan analiz edilmelidir. Ne var ki, bir çokları, bazı gericilerin değerlendirmesinden farklı bir değerlendirme yapmadılar. Hatat bazıları TC cumhurbaşkanı Erdoğan ile benzeşir tanımlamaları yaptılar.

Genel anlamda Filistin halkının direnişi ve mücadelesi ve bunun desteklenmesi ile Filistinli örgütlerin hepsini aynı kefeye koymak doğru bir değerlendirme olamaz. Gerici, faşist-dinci ve ilerici örgütlenmeleri aynı sepetin içine koyarak aynıymış gibi ele almak MLM (Marksist-Leninist-Maoist) bir değerlendirme olamaz. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de gerici, faşist ve işlerici örgütlenmeler net olarak birbirinden ayrılmalıdır.

 

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. 

Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor. Bu, emperyalizmin günümüze kadar gelen, halkları birbirine kırdırma politikasının, her geçen gün daha büyük acıların yaşandığı, yaşatıldığı somut bir örneğini oluşturmaktadır.

Devamı Linkte….

 http://yusuf-kose.blogspot.com/2023/11/emperyalist-kamplar-arasna-skstrlms-bir.html

 

 

 

27 Aralık 2023 Çarşamba

Emperyalizme Boyun Eğme ve Yarı-Sömürgeliği Kabul Etme Antlaşması Lozan

Kasım 1922’de başlayan ve Temmuz 1923'te sona eren Lozan Konferansı'nda emperyalist devletlerle Türk Devleti arasında yapılan görüşme de çizilen sınırlarla Türk Devletinin kuruluşuna onay verildi. Konferans belgelerinde Sovyetler Birliği'nin de katıldığı geçse de Sovyetler Birliği Boğazlar Meselesi dışındaki görüşmelere katmamıştır.

Görüşmelere 1. Emperyalist Paylaşım Savaşının galipleri İngiltere, Fransa, Yugoslavya, İtalya, Romanya ve Yunanistan katılmıştır. Görüşmede belirleyici konumda İngiltere ve Fransa olduğunun altı çizilmelidir. Sevr ile kıyaslandığında Lozan ileri bir kazanım gibi görünse de, bu antlaşma ile Türkiye bağımsız bir devlet olamamış, ülkenin sömürge yapısı yarı-sömürge yapı ile yer değiştirmiştir. 

 

 Konferansta ele alınan konular, öncelikle Türk Devletinin sınırların yeniden çizilmesi ilk sıralarda yer almıştır. Belirlenen bu sınırlar içinde kalan azınlıkların geleceğiyle ilgili sorunlar da konferansın gündemleri içinde yer almıştır. Bir diğer mesele de Osmanlı devletinden kalan, Fransız ve İngilizlere, olan borçların nasıl ödeneceği masaya yatırmıştır.  Konferansın bir diğer gündemi de Boğazlar Sorunu ve Musul’un statüsü ele alınmıştır.

 

 Lozan Konferansı Kürdistan’ın dört parçaya bölünerek toprakları dört devlet arasında paylaşıldı. Irak, Suriye, İran ve Türkiye'ye bölüştürülen Kürt toprakları 100 yıldır bu devletlere tarafından ilhak edilmiştir.

 

 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Mütarekesi ve 10 Ağustos 1920 de imzalanan Sevr antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı resmi olarak kabul edilmiş ve toprakları emperyalistlerce bölüşülmüştü.  

 

 Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ile Yunanistan arasında çatışmalar, savaş sürerken Fransa ve İngiltere ile doğu ve güney sınırları yapılan gizli görüşmelerle belirlenmiştir ve sonrasında bu sınırlar Lozan'da onaylanarak imza altına alınmıştır.

 

 Lozan'da yeni sınırların belirlenmesinde Sosyalist Ekim Devrimin etkisinde etkili olmuştur.  Sevr anlaşmasıyla karşılaştırılamayacak sınır belirleme anlaşmalarının Lozan'da emperyalistlerle yapılan pazarlıklar sonucunda elde edilmiştir. Fransa ve İtalya ile savaşılmaksızın uzlaşı sağlanmıştır. Fransa'yla yapılan ve savaşı sonlandıran Ankara Anlaşması'nın ardından. Fransa'ya kapitülasyonları aratmayacak imtiyazlar verilmiştir.

 

11 Ekim 1922 yılında Mudanya antlaşmasının imzalanmasından hemen sonra Lozan görüşmelerine gidecek heyet için Büyük Millet meclisinde çalışmalar başlatılır. Lozan'a gidecek heyeti Mustafa Kemal kendi denetiminde kendi sözünden çıkmayacak bir heyetin oluşması için hemen çalışmalara başlar. Lozan'a kimin gideceği konusunda heyette kimlerin yer alacağı konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşmeler ve mücadele başlar. Çözüm, Mustafa Kemal'in müdahalesiyle gerçekleşir

İsmet İnönü Dışişleri Bakanlığına atanır, ardından da Lozan'a gidecek Delegeler Kurulu Başkanlığına getirilir. Bakanlar kurulunun da onayından sonra M. Kemal tarafından İsmet İnönü’ye 14 maddeden oluşan bir mektup verilir.

 

 Bu 14 maddelik direktifin yalnızca 2 maddesinde kendisini kısıtlanmış ya da ödün vermez görmektedir. Birincisini Ermeniler konusundaki yaklaşım. İkincisi ise kapitülasyonlar ile ilgili maddedir. Sevr’de, Osmanlı'ya dayatılan doğuda bir Ermeni yurdu kesin bir şekilde reddediliyor.

İttihat ve Terakki’den alınan 1915’ deki ‘zorla göç ettirme’ ya da açık çekliyle Ermeni soykırımıyla ilgili hiçbir görüşme tartışması yapılmayacak, gündeme alınmayacak. Eğer böyle bir şey 'önümüzü getirirlerse kabul edilmeyecek ve toplantı terk edilecek'.

 Bu konuyla ilgili Mustafa Kemal İsmet   İnönü'ye 'ödün vermeyin' diyor. Gerekirse görüşmeleri kesebilirsiniz, masadan kalkın diyor. 26 kişilik heyette İsmet İnönü Lozan konferansı için yola koyulur. Konferans 21 Kasım 1922’de başlar.

Konferans 3 komisyon şeklinde devam edildi:

1.Toprakların, sınırların değerlendirilmesi.  Boğazların statüsü konusunda görüşmeler yapacak olan komisyon. Bunun başkanlığına. İngilizler getirilmiştir.

2. Azınlıklar komisyonu. Bu komisyonun başkanlığına da İtalyanlar başkanlık etmiştir.

3. Mali ekonomik ve hukuk işleri komisyonu. Bu komisyonu da Fransızlar başkanlık etmiştir.

 

 İngiltere, görüşmelerde kendi çıkarları açısından anlaşmazlık konularında örneğin Trakya'da kalacak askeri birlikte konusunda, Boğazlar ve Musul mesele konularında Türk delegasyonuna dayatmalarda bulunurlar. Çatışmalı geçen oturumlarda dönem dönem Türkiye heyetini savaşla tehdit ederler.

Fransızlar da Osmanlıdan kalan borçların ödenmesi, Kapitülasyonlar devam ettirilmesi maddelerinde Türk delegasyonunu sıkıştırır.

Boğazlar meselesinin görüşüldüğü oturumda. Emperyalist devletlerle Türkiye ve Sovyet temsilcileri arasında ciddi tartışmalar yaşanır. Lord Curzon başkan olarak tartışmaları özetlerken. “Türk heyeti görüşünü genel hatlarıyla anlattı ve ayrıntı vermekten kaçındı. Romanya, Bulgaristan, Yunanistan görüşlerini verdiler. Ruslara gelince, Türkiye'nin menfaatlerini müdafaa eden asıl programı onlar bize verdiler. O kadar ki Rusya, Ukrayna ve Gürcistan'ı temsilen Mösyö Çiçerin aynı zamanda Türkiye'yi de temsil eder, göründü. Hatta bir an ismet Paşa'nın kalpağını Mösyö Çiçerin giymiş sandım’’ .( Ali Naci Karacan Lozan sayfa 135.)

 

 Bu oturumdaki tartışma sona ermeden önce Çiçerin ansızın ayağa kalkarak. “Söz isterim, bize konuşunuz dediniz konuştuk, görüşümüzü anlattık.’’ Lord Curzon'a ithaf ederek fakat siz Büyük Britanya hükümetinin delegesi boğazlar hakkında devletinizin görüşlerini niçin söylemiyorsunuz ya Fransa? ya İtalya? Onlar niçin görüşlerini söylemiyorlar? Sizin görüşleriniz var mıydı? Yok mudur? Biz burada eşit devletler olarak oturuyoruz. Bu büyük devletler bu meselede tarafsız mıdırlar yoksa kendilerini hakem vaziyetinde mi görüyorlar? Efendiler tekrar ediyorum,’’ Boğazlar meselesinde Türkiye ve Rusya görüşlerine zıt herhangi bir düzenleme şekli, dünya barışını tehlikeye koyar’’.

 (Ali Naci Karacan age sayfa 137.)

Dayatmacı ve tartışmalı geçen oturumlardan bir sonuç elde edilemeyince  Lozan görüşmelerine            4 Şubat 1923’te ara verilir, daha doğrusu İngiltere, Fransa ve İtalya kendi görüşlerine göre bir barış önerisi hazırlamışlar ve önergenin imzalanmasını Türkiye'nin önüne koyarlar. Türk heyetinin önergeyi imzalamamasından dolayı da konferansı terk ederler. İsmet İnönü başkanlığındaki delegasyon da Ankara’ya döner.

Lozan'da görüşmelerin kesildiği dönemden on beş gün sonra İzmir İktisat Kongresi toplanır. Bu süreçte toplanmasının amaçlarından biri de Lozan'da masaya oturdukları emperyalist devletlere bir mesaj verilmek istenmesidir. İzmir İktisat Kongresinde emperyalistlere verilen ekonomik tavizler karara bağlanıp, emperyalist devletlere bildirilmiştir.

 

 Türk delegasyonu ülkeye döndükten sonra Lozan görüşmelerinin ilk turunun değerlendirildiği meclis oturumları 21 Şubat ile 7 Mart 1923 tarihleri arasında gizli olarak yapılır. Yoğun eleştirilerin olduğu toplantılarda dönem dönem sert tartışmalar da yaşanır.

 

 Tüm bu tartışmadan sonra meclis kapatılarak yeni bir meclis oluşturma kararı alınır. ''Kurtuluş Savaşı''ndan sonra oluşturulan birinci Meclis'in feshedilmesi ve vatana ihanet kanununun kabulünün hemen ardından da görüşmelerin ikinci turuna başlamak üzere yeniden bir heyet seçilerek Lozan'a gönderilir.

Yeni oluşturulan Lozan heyeti İsmet İnönü'nün önderliğinde 23 Nisan 1923’te Lozan'a varır, ikinci tur görüşmeler başlar 3 ay boyunca devam eden görüşmeler 24 Temmuz’a kadar sürer.

 

 Görüşmeler sırasında ele alınan konulardan Kapitülasyonların kaldırılması tartışıldığında Fransa ve İngiltere'ye sermayelerinin korunacağı konusunda yeterli güvencelerin verilmesi sonucu kapitülasyonların kaldırılmasına karar verilmiştir.

 

 Lozan görüşmelerinin birinci turunda sonuçlanmamış Osmanlı'dan kalan borçların ödenmesi konferansın ikinci görüşmesinde sonuca bağlanmıştır. Borçlar sorunu Lozan görüşmelerinin önemli bir bölümünü kapsamaktadır. Nedeni ise borçların Osmanlı döneminden kalan borçlar olduğudur.

Osmanlı imparatorluğundan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan eden devletlere borçlarının taksim edilmesinde anlaşılmıştır. Lozan anlaşması tüm taraflarının kabulünün ardından 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girdiğinde taksitlerle birlikte tüm borçlar. 161.. 303. 83 TL. idi. Burada T.C. devletinin ödemesi gereken miktar ise. 84,597. 495 TL olarak belirlenmiş ve bu borç ödeme işlemi 25 Mayıs 1954 yılına kadar devam etmiştir.

 

 Lozan'da görüşülen ama tam olarak bir anlaşmaya varılamayan Boğazlar sorunu ancak 1936 yılında imzalanan Montrö sözleşmesiyle son halini almıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) de bu sözleşmede taraf olmuştur. SSCB Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin askeri gemilerinin girmesinin engellenmesini isterken, İngiltere ise askeri gemilerde tonaj konusunu dayatmıştır.

 Anlaşma sonunda boğazların güvenliği Türkiye’ye bırakılmış ve uluslararası Komisyonun denetimine son verilmiştir. Ticari gemiler konusunda Lozan'da benzer bir sözleşme yapılırken savaş zamanında İngiltere'nin dayatmasına uygun olarak tonaj kaydıyla kıyısı olmayan ülke askeri gemilerinin Karadeniz'e geçebileceği maddesi eklenmişti.

 

Lozan görüşmelerinin önemli maddelerinden biri olan sınırlar ve Musul meselesi görüşmelerin tıkanacağından ya da İngilizler tarafından savaş çıkartılma olasılığından çekilerek savunulmamış ve sorunun çözümü zamana bırakılmıştır. Musul'un kesin geleceği İngiltere'ye ya da tıpkı bugünkü Birleşmiş Milletlerde olduğu gibi sömürgeciliği ve emperyalizmin saldırganlığını hukukileştiren bir kurum olan Milletler Cemiyetine bırakılmasına göz yumulmuştur.

 

 Musul vilayeti sadece İngiltere ve Fransa açısından önemli bir yer değildi aynı zamanda. Lozan Anlaşması'na katılan ABD açısından da önemliydi. Çünkü ABD yeni ortaya çıkan bir emperyalist güç olarak Ortadoğu'da yer almak istiyordu. Emperyalist sistem için büyük bir risk oluşturan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kurulması, Ortadoğu üzerinde emperyal denetim kurulmasının önemini arttırıyordu.

Bundan dolayı da Musul emperyalistler açısından yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle tartışma konusu yapılmak dahi istenmiyordu. Musul’un emperyalist İngiltere açısından önemi ise sahip olduğu zengin petrol yataklarından geliyordu. 1924 yılından sonra Milletler Cemiyeti'nde yapılan görüşmeler sonucunda Musul petrolleri üzerindeki emperyalist egemenliği onaylar. Irak'ın toprakları İngilizlere bırakılır

 

Suriye, Fransa'nın egemenliğine terk edilmiştir. Kıbrıs adası, İngiltere'ye, Ege adaları, İtalya'ya bırakılmıştır.

Lozan görüşmelerinde Kemalistler, delegasyonun başkanı İsmet İnönü vasıtasıyla emperyalistlere Milletler Cemiyetine üye olacakları dolayısıyla da siyasi ve ekonomik olarak yüzünü Sovyetler Birliği’ne değil, Batı’ya, kapitalist dünyaya döndüğünü ilan etmişlerdir.

 

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)