20 Ocak 2024 Cumartesi

U. Töre Sivrioğlu yazdı | Afganistan Tartışmaları Üzerine (M. Oruçoğluna Yanıt)

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz.

 https://gazetepatika22.com/u-tore-sivrioglu-yazdi-afganistan-tartismalari-uzerine-m-orucogluna-yanit-148675.html

12 Ocak 2024-GazetePatika

 

1980 öncesinde Afgan cihadının “anti-emperyalist” bir bağımsızlık savaşı olduğu iddiası çok sayıda sol grupça paylaşılan bir söylemdi. Bu yayınlar içinde Muzaffer Oruçoğlu tarafından Niğde hapishanesinde hazırlanan, o dönemde Partizan’ın özel sayısı olarak yayınlanan[1] ve şimdilerde farklı bir isimle yeniden basılan Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi başlıklı metin üzerinde durmaya değerdir. Bu çalışmanın yeniden basımı sırasında yapılan tanıtımlarda kitabın çok titiz bir kaynak taraması sonucu yazdığına dair iddiaları birçok yerde tekrarlandı.

 İkinci baskının önsözünde M. Oruçoğlu kaynak tarama aşamasını şu şekilde aktarmaktaydı: “Sovyet işgali başlayınca, zerreciklerim harekete geçti, hemen araştırma çabaları içine girdim. Dergi, gazete, radyo, ansiklopedi, ne tür kaynak bulduysam, kim ne biliyorsa, not aldım. Sineğin kanadından yağ çıkarma işiydi.” [2]

 

Oruçoğlu’nun söz ettiği kaynaklara bakıldığında –ki hapishaneye girebilen yayınlar da düşünüldüğünde- bütünüyle Afgan cihadını destekleyen İslamcı dergilerden ve CIA ile ilişkili olan Amerikalı uzmanların çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin; Oruçoğlu’nun ‘Afganistan/İslam uzmanı etnolog’ olarak tanıttığı[3] Michael Barry aynı zamanda deneyimli ve birinci sınıf bir CIA ajanı ve anti-komünist teorisyenlerden biriydi.[4] M. Oruçoğlu’nun diğer kaynakları da Tercüman gazetesi ve Yankı dergisi gibi anti-komünist, İslamcı yayın organlarıydı. Karşı tarafın hatta bağımsız kaynakların ne dediği ise bu kitapta yer almamaktaydı. Bu belki yazarın 1979’da hapishane koşullarında ulaşabildiği kaynaklarla ilgili bir eksiklik sayılabilirdi. Ancak kitabın aynı şekilde 2021’de yeniden basılması ve 40 yıllık düşünce tutarlılığının bir abidesi gibi sunulması bu açıklamayı da geçersiz kılmaktadır.

 

Oruçoğlu’nun Afganistan kitabı bu ülkede 1978-91 arasında yaşananlar konusunda bütünüyle taraflı ve kimi zaman kullandığı kaynaklardan da dolayı İslami romantizmden de bütünüyle etkilenmiş bir metin. Örneğin Oruçoğlu Yankı ve Tercüman gibi yayınlardan yaptığı alıntılara dayanarak Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) militanları ve Rus danışmanların sadece ibadetlerini özgürce yerine getirmek istemekten başka bir isteği olmayan masum Müslümanlara eziyet etiklerini ileri sürmekte. Oruçoğlu’na göre o yıllarda Afganistan’da “Tanrısına hamdu senada bulunmak ve camileri yıktığı için Taraki’ye bela okumaktan başka hiçbir günahı olmayan masum imamlar cezaevlerine doldurulmakta, parmakların tespih çektiği, dudakların ilahiler okuduğu, kulakların vaaz dinlediği bir anda bir Rus’un pür silah camiye girmesi nedeniyle halkın ayaklanmaktan başka çaresi kalmamaktaydı.”[5]Afgan pilotları ibadet sırasında camileri napalmle bombalıyor, namaz kılmak yasaklanıyor, camileri yıktığı için hükümete beddua etmekten başka bir suçu olmayan yurtsever imamlar tutuklanıyor, ‘kafir Ruslar ve onların işbirlikçisi ruhunu şeytana satmış ADHP militanları camileri basıyor ve Allah’ın evine saygısızlık ediyorlar vb.[6]

 

Burada ilginç olan Oruçoğlu’nun İslami medyada ne yazdıysa şüphe ve eleştiri süzgecinden geçirmeden doğru kabul etmesiydi. Gerçek yaşamda ise ADHP liderleri camileri yakıyorlar propagandasını boşa çıkarabilmek için sınırlı bütçelerini yüzlerce camiyi restore etmek, yenilerini inşa etmek, din adamlarını maaşa bağlamak, hacca gidenlerin masraflarını karşılamak gibi kalemlere ayırmaktaydılar. Hatta onların bu dinsel seremonileri çeşitli Marksist çevrelerin ağır eleştirisine de sebep olmaktaydı. Terakki her konuşmasına Bismillah’la başlamakta, ADHP üyeleri toplu namazları kaçırmamaktaydılar. Buna rağmen daha iktidara gelmelerinden çok önce, ADHP militanları ve genel olarak tüm Afgan solu zaten Kuran yakmakla, dinsizlikle, münafıklıkla vb. suçlanıyorlardı. 

 

Afganistan mollalarının gözünde ‘din düşmanı’ olmanız için çok büyük bir çaba içine girmeniz de gerekmiyordu. Kız çocukların eğitimi için köylerde yapılan eğitim kampanyaları, 1920’lerde de olduğu gibi dini değerlere meydan okunması olarak yorumlanmıştı. Başlık parasının kaldırılması, çocuk evliliklerinin yasaklanması, hatta toprak reformu dahi özel mülkiyeti koruyan İslam hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle mollalarca dine saldırı olarak görülmekteydi. Mollalar için kadınların başı açık gezmesi, erkeklerin pantolon giymesi de din karşıtı isyandı. Afgan cihadı denilen olaylar dizini boyunca sokaklarda siyasetle hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda genç kadın ve erkek batılı kıyafetler giydikleri için öldürüldüler. Herat ayaklanmasında sadece kravat taktığı için sokakta öldürülen erkekler oldu. Radyoda şarkı söyleyen kadın sanatçılar bıçaklandılar. Afgan milli hokey takımının tüm sporcuları ‘kafirlerin olimpiyatlarına’ katıldıkları gerekçesiyle mücahitlerce kurşuna dizildiler.  Tarihsel gerçekler hakarete uğramış masum dindarların çok ötesinde bir duruma işaret etmekteydi.

 

Öte yandan Oruçoğlu bunlardan söz etmiyordu ve biz sadece ibadeti engellenen masum Müslümanlar ile camileri yakan ADHP militanlarını okuyorduk. Bu iddiaların gerçek olup olmadığını yazar 2021’de de hiç sorgulama zahmetine girmemişti. Halbuki İslamcılar her Müslüman ülkede komünistlerin, solcuların Kuran yaktıklarını, cami bombaladıklarını tekrar edip durular. Demek ki M. Oruçoğlu 1970’lerdeki Türkiye’nin tarihini kaleme alacak olsa okuyucular “Maraş olaylarının komünistlerin camileri bombalamaları sonucu başladığını öğrenmiş” olacaklardı.

 

1980’de Oruçoğlu, Afgan cihadının en gerici ve emperyalizme en göbekten bağlı hareketi olan Hizb-i İslami’ye ve onun lideri Hikmetyar’ı övmekteydi (2021’de en azından bu yorumlar için bir özeleştiri gerekmez miydi?). 40 yıl önce Oruçoğlu, Hikmetyar liderliğindeki Hizb-İslami’nin “emperyalizmden bağımsız hareket edebildiğini, anti-komünist bir hareket olmadığını, Amerikan yardımı almadığını, silahlarını Ruslardan ganimet yoluyla temin ettiğini” ileri sürmekteydi.[7] Ya da bunları ileri, süren yayınları hiç sorgulamadan kaynak olarak kullanmaktaydı. Hâlbuki Hikmetyar, adını ilk kez Maocu öğrenci lideri Osman Landey öldürülmesi olayına karışarak duyurmuş çekirdekten yetişmiş anti-komünist bir militandı. Öğrenciyken işlediği bu cinayet sonucu Pakistan’a kaçmış ve orada yetiştirilmiş bir tür ‘Ogün Samast’tı. Yaşamı boyunca Maocu gruplarla çatışan ve 1986’da Afganistan’ın en önde gelen Maocu lideri Faiz Ahmed’i yoldaşlarıyla birlikte kurşuna dizdiren Hikmetyar’ın Türkiyeli Maocu bir yayın tarafından bu şekilde övülmesi herhalde Afganistan’la ilgili yazılıp çizilenler arasında en ilginç örneklerden biridir. Afganistan’da sayıları az da olsa mücadele etmekte olan Maocu gruplar bu yazılardan haberdar olsalar ne düşünürler acaba?

 

Diyelim ki yazar 1980’de bu durumu fark edemedi. Ancak kendisi de adını andığı Faiz Ahmed[8] ve yoldaşlarının Hikmetyar tarafından Pakistan’da katledilmesinden seneler sonra bu kitap yeniden yayınlanırken de bu konu hakkında bir özeleştiri yapılması gerekmez miydi? Bu kitapta halen Hizbi İslami anti-komünist değil[9] saptaması altına bir yanılgı açıklaması konulması yanlış mı olurdu? Gerçi yazar dün Hizb-i İslami’ye yaptığı övgünün benzerini bugün Taliban için tekrarladığından bu durum kendi içinde tutarsızlık yaratmış olurdu o da ayrı mesele.

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam’inin Amerikalılardan ve emperyalistlerden yardım almadığını silahlarını Sovyet-Afgan ordusundan ganimet yoluyla elde ettiğini ileri sürmekteydi. Gerçekte ise Hikmetyar grubu CIA’den en çok destek alan hareketti. Afgan cihadı sırasında silahların dağıtım üssü Peşaver’di ve burası Hizb-i İslami’nin en güçlü olduğu bölgeydi. Bu sebeple Amerika’nın sağladığı silahlar öncelikle bu gruba dağıtılmaktaydı ve bu durum diğer mücahit grupların şikâyetlerine neden oluyordu. 1990’ların ortasında Rus gazetecilere röportaj veren Cemiyet-i İslami liderlerinden Ahmed Şah Mesud, yardımların eşit dağıtılmadığını, kendilerine çok az yardım ulaştığını, 900 kadar stinger füzesinden kendilerine 8 tane ulaştığını belirtiyordu. [10] Mücahitlerin elindeki Sovyet silahlarının Mısır ve İsrail kanalı üzerinden CIA tarafından mücahitlere dağıtılma hikayesi Charlie Wilson’ın Savaşı gibi filmlere de konu olacaktı. Gerçi bu yardımlar o yıllarda da bilinmekteydi[11] ama bu gerçekler her nedense göz ardı edilmekteydi. Oruçoğlu kitabında, kitle desteği %5’i bile bulmadığı halde dış yardımların %90’ınını kendinde toplayan[12] Hikmetyar’ın Hizb-i İslamî’sini Afganistan halkının temsilcisi olarak göstermeye gayret etmekteydi. Aynı hatalı çıkarımı şimdi de Taliban için yapmaktadır o da başka bir konu…

 

Oruçoğlu: “Uzayan savaş, (Sovyetlerde) ekonomiyi sarstı, tarımı atıl hale getirdi, ihtiyaç maddelerini daralttı, bürokratlar ile teknotratlar arasındaki çelişkiyi kızıştırarak, sistemdeki çürümeyi derinleştirdi; Doğu Avrupa, Kafkas ve Orta Asya uluslarının bağımsızlık arzularını güçlendirdi ve giderek, Sovyetlerin çöküşü ve parçalanmasında rol oynayan temel etkenlerden biri haline geldi”[13]  demekte.

 

Anadolu Ajansı’ndan alınmış gibi[14] duran bu cümlelerin her birini düzeltmek yazının sınırlarını aşar. Yukarıdaki paragraf hiçbir bilimsel veriye dayanmayan sübjektif değerlendirmeler toplamıdır. Afgan savaşının Orta Asya’da ayrılıkçı eğilimleri tetiklediği bir Soğuk Savaş propagandasıydı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin devam edip etmemesi üzerine halk referandumu yapıldığında da birliğin devamı yönündeki en kararlı oylar Orta Asya’dan çıkmıştı. [15] Savaşın uzamasının Sovyet ekonomisine zarar verdiği de gerçekçi bir iddia değildir. Afgan savaşına Sovyet savunma bütçesinin %2 si ayrılmıştı. Bu da bu savaşa, tüm Sovyet bütçesinden %0,5-%1 arası bir pay ayrıldığı anlamına gelmektedir. Diğer yandan Sovyetlerin Afgan savaşından zarar değil kâr elde ettiği, buradaki maddi kayıplarını Afganistan doğalgazını dünya piyasa fiyatlarının çok altında fiyatlara satın alarak örttüğü; hatta kâra geçtiği de iddia edilmiştir.[16] Nitekim M. Oruçoğlu da Sovyet sosyal emperyalizminin Afganistan’ın kaynaklarını acımasızca sömürdüğünü belirterek bu çelişkili yaklaşımı desteklemiş olmaktaydı. Yani yazar hem Afganistan’ın Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından acımasızca sömürüldüğünü hem de Afgan savaşının Sovyetlere büyük zarar verdiğini aynı anda savunmaktaydı.

 

Sovyetlerde yaşanan bürokratikleşmenin, tarımsal verimsizliğin Afganistan’daki savaşla ne ilgisi olduğu konusunda da M. Oruçoğlu hiçbir açıklamada bulunmamaktaydı. Sovyetler Birliği, Afganistan’a müdahale etmeden önce de zaten tarım sektörü krize girmiş, kendi kendini besleyemeyen, Amerika’dan buğday ithal etmek zorunda kalan bir ülkeydi. O vakitler Sovyetlerin Afganistan’ı büyük iştah ve şevkle yutmaya çalıştığı propagandası hayli güçlüydü. Oysa, Afganistan meselesi ile ilgili açılan arşivler Sovyetler Birliği’nin bu ülkeye müdahale konusunda ne kadar isteksiz olduğunu açık biçimde göstermektedir. [17] Sovyetler Herat ayaklanması sırasında aileleriyle birlikte yüz kadar Sovyet vatandaşının öldürüldüğü provokasyon sonucunda bile Afganistan’a müdahale kararı alamamıştı. Müdahale kararı alındığında ise Genel Kurmay Başkanı olan Mareşal Nikolay Orgakov (1917-1994) bu kararı kızgınlık ve şaşkınlıkla karşılamış ve bu operasyona karşı olduğunu belirtmişti. Günümüzde Amerikalı uzmanlar Sovyetleri adeta kendilerinin başarılı operasyonları sonucunda Afganistan bataklığına çekmeyi başarmakla övünmektedirler.[18]

 

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz. Örneğin; Angola ve Afganistan meselesinde Sovyetler askeri yardım yaptıkları için, İspanya ve Yunanistan iç savaşlarında da yeterince yardım yapmadıkları için eleştirilmişlerdir. Nitekim Oruçoğlu, Lenin döneminde Afganistan’a yapılan askeri yardımları dostluk nişanesi olarak görürken; Kruşçev dönemindekileri sosyal emperyalist yayılımın araçları olarak kabul etmektedir.[19] Kanıt olarak da Kruşçev döneminde altı iki kez çizilmek üzere Afganistan’a “faizli kredi verildiğini” söylemekte[20]ve bu şekilde Afganistan’ın kapitalist sömürü altına alındığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Halbuki bu %2’lik göstermelik bir faizdi.

 

Yazar ayrıca Afganistan’da Sovyetlerin tüm projelerinde kendi mühendislerini teknisyenlerini kullandığını iddia etmekteydi.[21] Bu tamamıyla yanlış bir bilgidir. Afganistan’da yerel teknisyen ve mühendisler yetişmesi için Politeknik Üniversitesi’ni kuran Sovyetler Birliği’ydi (Körfez ülkeleri sadece İlahiyat Fakülteleri açılmasına destek olmuş Amerikalılar da etnoloji, filoloji bölümlerini desteklemişlerdi). Bu üniversiteden yetişen minerolog, jeolog ve mühendisler günümüzde bile bu ülkede bu alanda eğitim vermekteler. Sovyetler Birliği ayrıca 20.000 Afgan gencine Sovyetlerde teknik eğitim verdi ki mücahitler bu olayı çocuk kaçırma ve beyin yıkama faaliyetleri olarak görüyorlardı. Ancak mücahitler iktidara geldikten sonra ülkenin elektrik hatlarını, barajlarını ve inşaat sektörünü ayakta tutmak için Sovyetlerde eğitim alan bu sınıftan yararlanmak zorunda kaldılar. Sovyetlerin gizli niyetleri hakkında burada kehanetler sunacak değilim ancak Afganistan’da madencilik, jeoloji, arkeoloji, baraj inşaatları gibi alanlarda yerli mühendislerin çalışıyor oluşu nesnel bir gerçektir.

 

Öte yandan Afganistan üzerine yazdığı son yazı olan “İt Dalaşı”nda M. Oruçoğlu’nun dün olduğu gibi bugünde Afganistan tarihi ve kültürü hakkındaki yüzeysel bilgilerle keskin çıkarımlarda bulunduğunu ve okuyucuyu yanılttığını görmekteyiz. M. Oruçoğlu şunları söylemektedir: “(Taliban) siyaseti, temsil ettiği sınıfın gerçekliğinden, hâkim Afgan tarihinden, kültüründen ve yaşam tarzından kopuk değildir. Bu, bölgede yükselen ve emperyalistler tarafından da pompalanan siyasal İslam’ın etkisi ile şeriat olarak biçimlendi. Şeriat zaten orta çağ kalıntılarından henüz kurtulamamış bu ülkenin 1400 yıllık inancına özgü bir yönetim biçimiydi. Bu bakımdan ona pek yabancı da değildi.”[22]

 

Bu paragrafa da itiraz edebilirim. Afganistan tarihini hiçbir döneminde (Gazneliler, Selçuklular, Timuriler veya Babürler devrinde) şeriata dayalı katı bir İslami geleneğin hüküm sürdüğü bir ülke olmamıştı; tam aksine Afganistan’da şeriat veya şeriata dayalı kültürün egemenliği veya etkisi diye bir şey varsa bu ancak son iki asırda oluşmuş bir eğilimdir ve bu oluşumda Britanya’nın ve Afgan şeriatçılarına 60 yıldır milyarlarca dolarlık yardımlar yapan Körfez Arap krallıklarının, Pakistan rejiminin özel bir rolü vardır. Bu müdahalelerin olmadığı zamanlarda Afganistan “şeriatçı” bir ülke değildi; geleneksel aşiret kültürü ile tasavvuf kültürünün hâkim olduğu; modern yaşama da açık bir ülkeydi. 1960’ların Afganistan’ı, Suudi/Pakistan destekli Vahhabilerin sızmasından önce gençlerin Ahmad Zahir, Sarban ve Hangama gibi müzik ikonlarına hayranlık duydukları, hippielerin Katmandu’ya giderken hiçbir korku duymadan gezdikleri bir ülkeydi. Zaten Afganistan gibi büyük bir müzik kültürü olan, düğünlerinde günler boyunca kesintisiz müzik çalınıp dans edilen bir ülkenin kültürünü, müziği günah sayan, müzik aletlerini kıran Taliban’a uygun görmek büyük bir haksızlıktır.

 

Afganistan, klasik kültürü Taliban gibi bir hareketin pratiğiyle taban tabana zıttır. Farsçanın ilk kadın şairi Rabia-ı Belhi (10. Yüzyıl) ve Gülbeden (16. yüzyıl) gibi büyük kadın yazarların yetiştiği bir ülkenin kültürel mirasıyla, kadınların eğitim almalarına izin vermeyen Taliban’ı uzlaştırmamız zor. Taliban’ın yüzlerce türbeyi yok ettiğinde halk kültüründen büyük bir parça da koparmış oldu. Tıpkı bütün Orta çağlar boyunca korunan ve şairlerce güzellik simgesi olarak görülen Buddha heykellerinin (divan şiirindeki ‘put gibi güzel’ tanımı Buddha heykellerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır) dinamitlenmesi sırasında halkın yaşadığı üzüntü de olduğu (ki Hazara halkı Buddha heykellerinin yıkıldığı günü ulusal matem günü olarak anmaktadır) gibi. Ya da Afganistan halkının binlerce yıldır kutladığı Nevruz Bayramının, Şiîlerin bin yılık Aşura törenlerinin Taliban tarafından yasaklanmasında yaşanan şaşkınlık da olduğu gibi.

 

Taliban’ın 1400 yıllık yerel kültürle uyumlu olduğunu iddia etmek “Herat Rönesansı” olarak bilinen akımın temsilcisi olan ressam Behzad’ın (15. yüzyıl) yetiştiği bir ülkede Taliban’ın resmi ve fotoğrafı yasaklamasının tuhaflığını reddetmek anlamına gelir. Tanınmış ve sevilen bir edebiyat ustası olarak M. Oruçoğlu’nun, Babür’ün, Ali Şir Nevai’nin ve Hüseyin Baykaraların şarap meclislerinden, sazlı sözlü eğlencelerinden haberdar olmadığını sanmıyorum. Oruçoğlu ayrıca Afganistan’ın bir zamanlar bütün güzel sanatların, şiirin, felsefenin en önemli merkezlerinden biri olduğunu, Taliban’ın hiç hoşlanmadığı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin Afganistan’da doğduğunu biliyor olamaz. Afganistan tarihini şeriatla özdeşleştirmeden önce Ekber Şah devrinde (1556-1605) Afganistan’da kadınların da devlet memuru olarak çalışıp maaş alabildiklerini, küçük yaşta evliliğin yasaklandığını, isteyen Müslümanlara, tarihte ilk kez başka bir dine geçme hakkı tanındığını, yine İslam tarihinde ilk olarak köleliğin lafı-ı güzah olarak değil gerçekten yasaklandığını, meyhanelere vergilerini ödemek şartıyla serbestlik tanındığını hatırlamak gereklidir. Son dört yüzyıldır bu ülkedeki yüksek kültürün nasıl yok edildiğini, Britanya’nın bu amaçla nasıl uğraştığını bilmeden “Afganlar zaten 1400 yıldır böyleydiler demek” doğru bir analiz değildir.

 

M. Oruçoğlu bana göre oryantalist bir bakış açısıyla bağlamından koparılmış tarihsel örneklerle, mesela bundan 100 sene önce İtalyanlara karşı savaşmış Ömer Muhtar’dan veya 200 yıl önceki Şeyh Şamil isyanlarına gönderme yaparak Taliban’ı meşru ve haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu hareketlerin dinsel niteliklerini hatırlatarak Taliban’ı meşrulaştırmak istemektedir. Yani doğuda zamanın donduğuna inanan oryantalist bir bakış açısını tekrar etmektedir. Bundan 400 sene önce Pir Sultan Abdal, İran Şahına olan övgüleriyle devrimci/isyancı bir tutum takınmış olabilir, aynı Pir Sultan 1970’lerde Şah’ı övseydi her halde devrimci bir tutum takınmış olmayacaktı. Kendi zamanlarında Kuzey Afrika’da Sünnisilikten, Sudan’da Mehdicilikten, Dağıstan’da Müridlikten veya kabile dayanışmasından başka bir ideolojik donanıma sahip olmayan hareketlerin otantik ve bağımsız yapılarıyla her türlü istihbarat örgütü ve sermaye grubu tarafından kontrol edilmeye alışmış günümüz dünyasındaki İslamcıların hibrit ideolojilerini, yaşam tarzlarını ve politik hedeflerini/ilişkilerini yan yana getirmek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Ki aslında 19. yüzyıldaki bu türden dini hareketlerin hiçbiri de aslında sömürgecilikten bağımsız değillerdi.  Her biri ‘sömürgeciler arasındaki rekabetten yararlanırlardı’. Fransızlara isyan eden Britanya yardımı alırdı ya da tersi…

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam ve Taliban gibi örgütleri desteklemesini Lenin’in Emanullah Han’a destek vermesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştı. Emanullah Han modernist bir hükümdardı ve bugünde Afganistan’da İslami hareketin herhalde en çok nefret ettiği figürlerden biridir. O nedenle Oruçoğlu’nun bu örneğinin tezini kanıtlamak için hedefini bulduğunu sanmıyorum.

 

Oruçoğlu’nun Hizb-İslam ve Taliban savunusunu temellendirirken baş vurduğu bir ilginç nokta da her türlü işgale karşı vatan savunusu olarak yorumladığı savaşlara verdiği destektir. Halbuki Marx’ın Osmanlıya karşı Yunan ve Sırp bağımsızlık savaşlarını desteklemediğini biliyoruz. Zira Sırp ve Yunan bağımsızlık savaşları o günlerin koşullarında Marx’ın en büyük gerici ideoloji olarak gördüğü Panslavistlerce organize edilmekteydi. Nitekim Oruçoğlu, ‘devrimci’ Napolyon orduları karşısında Kutuzov’a sahip çıkan bakış açısının[23] “Marksist” bir çözümleme olduğunu söyleyemeyiz. Marx yaşamı boyunca proleter devrimlerin ve gerçek ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı olarak gördüğü Çarlık Rusya’yı gerileten her adımı desteklemişti. Bolşevikler de Çarlık Rusya’nın girdiği her savaşta yenilmesini arzu ederken benzer bir bakış açısına sahiptiler. Bolşevikleri Çarlık rejimi tarafından yönetilse de işçileri anavatanı savunmaya çağıran Menşeviklerden ayıran da buydu zaten. Bu sebeple M. Oruçoğlu’nun işgale karşı Kutuzov’u sahiplenmesi bu türden bir anavatancılık olarak görülebilir ve Aydınlık’ın bu yazıya genel olarak sahip çıkışı da[24] oldukça anlamlıdır. [25]

 

Napolyon ve I. Aleksander arasındaki savaş neticede emperyal paylaşım savaşıydı. Bu Marksistlerin bir taraf tutmasını gerektirecek bir çarpışma değildi. Öyle olsaydı 1. Dünya Savaşı’nda da Marksistler Almanya’nın saldırısı karşısında İtilaf devletlerinin yanında yer alırlardı. Hatta Bolşeviklerin de Alman saldırısı karşısında Çar’ın yanında yer almaları gerekirdi. Amerikan İç Savaşı’nda Konfederasyon desteklenirdi, Pasifik Savaşı’nda Amerika haklı ve desteklenen taraf olurdu vb. o halde ‘kim sınırı ilk kez geçip karşı tarafın ülkesine girerse o haksızdır’ gibi tuhaf bir mantık bulup huzura erebilirdik. Afganistan gibi zayıf bir ülkeyi Sovyetlere ve Amerika’ya karşı desteklemenin kendince bir mantığı olabilir. Ama Kutuzov Rusya’sını dahi haklı bulmak büyük güçler arasındaki mücadelede gereksiz bir tarafgirlik anlamına gelir. Ki aslında Devrimci Fransa’ya savaş ilan eden de Rusya’ydı. Napolyon’la savaşı başlatan Rus tarafıydı. Napolyon’unki aslında bir karşı saldırıydı. Bu durumda Oruçoğlu mantığına göre Kızıl Ordu, 1944’te artık Alman topraklarına girdiğinde haklı olanlar Berlin’i ve anavatanlarını savunan Nasyonal-Sosyalistler olurdu. Tarihte böylesi illiyetler kurulduğunda tuhaf sonuçlar karşımıza çıkabilir.

 

Çok çetrefilli bir konu olduğu için bu eleştiri yazısını bu konu başlıklarıyla sınırlı tutuyorum. Netice olarak Afganistan Sovyet İşgali adlı kitabın, çok farklı açılardan ‘güncellenmesi’ daha faydalı olurdu. Eldeki ikinci baskı bana göre birinci baskıdaki temel bazı soru işaretlerine cevap vermemektedir.

 

[1] Muzaffer Oruçoğlu,“Rus Sosyal Emperyalistlerin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi”, Partizan Sayı 11,1980.

 

[2] Muzaffer Oruçoğlu, Afganistan Sovyet İşgali, Sancı Yayınları, 2012, İstanbul, s.5. Oruçoğlu Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi kitabını 51 yıl önce yazdığını söylüyor. Bu bir dizgi hatası olmalıdır. Doğrusu 41 yıl önce olacaktır.

 

[3] Oruçoğlu, age.s.21,53.

 

[4]M.Barry için bkz: https://www.buzzfeednews.com/article/aramroston/new-nsc-intel-chief-once-worked-on-a-cia-assassination; https://en.wikipedia.org/wiki/Michael_Barry_(U.S._official).

 

[5] Oruçoğlu, 2021 s.53-64.

 

[6] Oruçoğlu, 2021, s.53-64.

 

[7]Oruçoğlu,1980 s.87.

 

[8] Oruçoğlu 2021, s.68.

 

[9] Oruçoğlu 2021, s.65.

 

[10]ИнтервьюАхмадШахаМасудакорреспонденту «Совершенносекретно» М. Маркелову в 1997 году, https://www.youtube.com/watch?v=f44Hl4dJAIY&t=738s

 

[11] Oruçoğlu 2021, s.75.

 

[12] Raşid, a.g.e.126. Hikmetyar katıldığı son seçimde (2019) %1 oy almıştır.

 

[13]http://www.muzafferorucoglu.net/makale.asp?id=285

 

[14]https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/sovyetlerin-afganistan-hezimeti-ve-odenen-agir-bedel/1065078; https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/-afganistan-isgali-olumcul-hatanin-38-yil-donumu/1016149

 

[15]1991’deki referandumda halkın %77’si birliğin devamından yana oy kullanmıştı. Birlikten yana olan en düşük oy Ukrayna’da (%71) çıkmıştı. Rusya’da %73 oranında birlikten yana oy kullanılmıştı. Birlik yanlısı en yüksek oylar ise Orta Asya’dan gelmekteydi. Bu oran Özbekistan’da %94,Kırgızistan ve Kazakistan’da %95, Tacikistan’da %96, Türkmenistan’da ise %98’di.

 

[16] M. Siddieq Noorzoy“Soviet Economic Interest in Afghanistan” Problems of Communism May-June 1987 s.45-54.

 

[17] Sovyet Politbürosunda Afganistan meselesine karışma konusundaki isteksizlik ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Nikolay Orgakov’un (1917-1994)  muhalefeti için bkz: A.A. Lyhakovski, Inside the Soviet Invansion of Afghanistan and the Seizure of Kabul, Cold War International History Project, Washington, 2007.

 

[18] Ayrıntılar için bkz: Bruce Riedell, Ne Kazandık? Amerika’nın Afganistan’daki Gizli Savaşı, Oxford University Press Oxford/New York  2011.

 

[19] Oruçoğlu, 2021, s.24-29.

 

[20] Oruçoğlu, 2021, s.27,31.

 

[21] Oruçoğlu, 2021, s.27,32.

 

[22]https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2021/08/19/it-dalasi/

 

[23]http://muzafferorucoglu.org/articles-detail.php?lng=tr&cid=809

 

[24]https://aydinlik.com.tr/orucoglu-nun-taliban-analizi-abd-emperyalizmine-karsi-hakli-savas-yuruttuler-258075

 

[25]Bolşevikler Kutuzov gibi karakterlere II. Dünya Savaşında halkı işgale karşı morallendirmek için sahip çıktıkları doğru. Ancak bu sahiplenme, artık Çarlık Rusya’nın  varolmadığı, Kutuzovların da tarihsel  karakterlere dönüştüğü farklı bir zaman diliminde yaşanmaktaydı. Kutuzovlar iktidarken Bolşevikler asla onlara sahip çıkmamışlardı. Bu basite alınamayacak bir nüanstır.

 

Yazan / U. Töre Sivrioğlu

 

SENTEZ | Lenin’in Parti Anlayışı

"Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir"

16 Ocak 2024

Uluslararası emperyalist sistemin girdiği girdap derinleşmiş, bunun sonucu halklara karşı yönelik saldırıları tırmanmış durumdadır. Baskı ve sömürü daha agresif bir hal almıştır. Buna karşın ezilen ve sömürülen halkların tepkileri de artmış, bu durum kimi zamanlarda parçalı ve kendiliğinden hareketlerin yükselişine yol açmıştır.

 

Yani işçi sınıfı ve tüm ezilen halkların mücadelesinin objektif koşulları daha olgunlaşmıştır. Bu ve daha fazla olguyu yan yana getirdiğimizde mevcut konjonktür -öznel gücü oluşturan- proletarya partisinin önderliğinde (tüm dünyada) mücadeleyi daha zorunlu kılmaktadır.

 

Parti inşasında Lenin ve ideolojik-politik-teorik mücadele

 

Ölümünün yüzüncü yılında andığımız Lenin ve yoldaşları, yaşadığı dönemde devrimi zorunlu gördü. Ancak devrimin proletarya partisinin önderliğiyle mümkün olacağını şart koştu. Çünkü ona göre proletaryanın öncü müfrezesi olan partiden yoksun bir şekilde devrimin gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bunun sonucu Rusya’da partinin inşasında ve devrime önderliğinde baş rolü oynamıştır. Devrime önderlik eden parti, -o zamanki adıyla RSDİP- Lenin’in önderliğinde ideolojik, politik, pratik ve de teorik yanlışlara karşı mücadele ederek gelişmiş ve giderek işçi sınıfı, köylülük ve diğer halk kesimleri içerisinde etkin olmuştur.

 

Lenin daha parti kurulmadan evvel ideolojik mücadelesini köylü devrimini savunan Narodniklere karşı verdi. Ve Narodnizme karşı ideolojik ve siyasi üstünlük sağladı. Ardından 1898 tarihinde 1. Kongre ile RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) kuruldu. Ancak RSDİP 1. Kongre sonrası pratikte henüz devrime önderlik edecek vasıflara sahip değildi.

 

Partinin henüz programı, tüzüğü yoktu. Marksizm’in Narodizm üzerinde ideolojik zafer sağlaması ve işçi sınıfının -kendiliğinden de olsa- eylemlerinin giderek artması, özellikle gençlik içinde Marksizm’e sempatiyi artırmıştı. Ancak RSDİP ilk başlarda, Marksizm’e sağa-sola çeken çizgilerle hesaplaşmamış, yukarıdan aşağıya tutarlı örgütlenmeyi oluşturamamış, programdan ve tüzükten de yoksun olduğu için oynaması gereken önderlik görevini yerine getirememiştir. Dolayısıyla bu durum parti içinde ideolojik ve örgütsel birliğin oluşturulmasına ve kitlelere önderlik edilmesine engel teşkil ediyordu.

 

Bunun sonucu politik arenada anti-Marksist görüşler öne çıkmıştı. Legal “Marksist” eğilim, ekonomizm, trade-unionizm (salt-sendikacılık), reformizm gibi anti-Marksist akımların etkinliği vardı. Ve bu anti-Marksist hareketler işçi sınıfı, gençlik, köylülük gibi kitleler içine yayıldı. Ayrıca bu akımlar, RSDİP içine de yansımıştı. Partinin bazı organlarına, yerel parti örgütlerine, tabana kadar sirayet etmiş ve belli bir etkinlik oluşturmuşlardı. Bu hareketler partinin oluşturulmasını ve parti önderliğinde mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Sorunların “çözümünü” hakim sistem içinde mümkün olacağını savunuyorlardı.

 

Bu duruma karşı Lenin, başını ekonomistlerin çektiği bu reformist hareketlere karşı ideolojik ve politik mücadeleyi zorunlu görüyordu. Öncü partinin önderliğinde, öncü teorinin yol gösterdiği devrim perspektifiyle mücadeleyi, devrime önderlik edecek Marksist ideolojiyle donanmış ve örgütlenmiş bir parti olmadan devrimin mümkün olmadığını savunuyordu. Partinin öncü müfreze rolünü oynayabilmesi için kendi içine kadar sızan anti-Marksist akımlara karşı mücadele edilmesi ve parti içindeki etkinlikleri aşılmak zorundaydı.

 

Bunun üzerine Lenin başta hem ekonomizme karşı hem de parti önderliğini yadsıyan ve kendiliğinden işçi hareketini savunan trade-unionizm ve reformizme karşı ideolojik mücadele verdi. Bu akımlara karşı Marksizm’e tekabül eden teorik görüşlerini “Ne Yapmalı?” eserinde ortaya koydu. Böylece Marksizm’in önünü açarak gelişimini sağladı ve parti örgütlenmesinin temelini attı.

 

Daha sonra 1903’ün Temmuz ayında RSDİP’in 2. Parti Kongresi gerçekleştirildi. Kongre gündemi parti programı, tüzüğü ve sağlam parti oluşturulması üzerine idi. Parti programında Lenin’in getirdiği azami programı kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğünün uygulanması konusu oluşturdu. Asgari programda ise ele alınan konu daha sosyalizmin inşasına geçmeden önce Çarlık rejiminin yıkılması, demokratik cumhuriyetin kurulması, işçilerin sekiz saatlik çalışması, kırda serfliğin kalıntılarının tümden tasfiye edilmesi, toprak ağalarının el koyduğu toprakların köylülere devredilmesi üzerine olmuştur. Lenin’in getirdiği bu konular üzerine en çok tartışılan mevzu, proletarya diktatörlüğü tezi olmuştur. Ancak bu gündem, Kongre çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Böylece partinin azami-asgari resmi programı belirlenmiş oldu.

 

Kongrede esas tartışma parti tüzüğünde yer alan önemli gündem maddelerini oluşturan partinin niteliği, işlerliği, oynayacağı rol, partinin bileşimi, partiye üye olan kişinin taşıması gereken nitelik vb. konuları içeren formülasyonlar üzerine olmuştur.

 

Lenin Yyoldaşın formülasyonu, parti üyesi olacaklar için şu şartlara sahip olmalarını gerektiriyordu: Partiye üye olacak yoldaşların devrime önderlik edecek partinin programını kabul etmesi, partiyi maddi olarak desteklemesi, parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer alması, parti faaliyetlerinde yer alması. Buna karşın Martov’un formülasyonu, parti üyeliği için parti programının kabul edilmesini ve maddi desteği kabul ederken; Parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer almasını, örgütsel faaliyetlerde örgüt mensubu olarak pratikte yer almasını şart koşmuyordu.

 

Lenin partiyi, üye olacak parti üyelerinin parti disiplinini tanıyan ve parti faaliyetlerine katılan kişilerden oluşan örgütlü müfreze olarak görürken, Martov ise partiye üye olanların parti faaliyetlerine katılmalarını ve parti disiplinine uymalarını şart koşmuyordu.

 

 

 

Lenin’in tezini destekleyenlerin yanında, Martov’un tezini destekleyenler de vardı. Hararetli tartışmalar sonucunda Martov’a destek veren Bundcu ve ekonomist çizgide ısrar eden ekonomist delegeler, sınıf örgütlenmesini ve siyasi iktidar mücadelesini reddederek 2. Kongre’den ayrıldılar. Böylece hararetli tartışmalar sonucu tamamlanan 2. Kongre, Lenin yoldaşın ve onun tezlerini savunanların zaferiyle sonuçlandı. Bunun sonucu Lenin ve yoldaşlarına parti içinde çoğunluğu oluşturduklarından Bolşevik, azınlığı oluşturan Martov ve yandaşlarına da Menşevik denildi.

 

Böylece RSDİP 2. Kongresi ile -ileride SBKP adını alacak olan- parti tarihinde önemli bir adım atılmış oldu. Parti programa, tüzüğe ve parti işlerliğine sahip oldu. Ayrıca parti kongresi en üst organ olarak belirlendi. Kongrede alınan kararların, bir sonraki kongreye kadar partinin resmi ve bağlayıcı kararları olduğu kabul edildi. Bu işleyişe bağlı olarak birey partiye, azınlık çoğunluğa, alt kademeler üst kademelere, tüm parti Merkez Komitesine, o da parti kongresine tabi kılındı.

 

Lenin yoldaş 2. Kongre’de alınan kararları “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı çalışmasında kaleme dökmüş, Menşeviklerin görüşlerini mahkum etmiştir.

 

Lenin partiyi işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak gördü. Ancak partinin öncü rolünü oynayabilmesi için devrimci teoriye, nesnel durumu tahlil eden ve yol gösteren siyasete, izlenecek devrim hattının belirlenmesine, partiye kumanda edecek doktrine ihtiyacı vardır. Ancak diyalektik materyalizmi özümsemiş, ideolojik olarak sağlam, siyasetle donanmış bir öncü müfreze işçi sınıfına ve emekçi halka öncü rolünü oynayabilir. Bu, kapitalizme ve burjuvaziye alternatif tek sınıf olan proletaryanın sınıf karakterini yansıtan teoridir.

 

Lenin yoldaş partiyi işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olarak gördü. Sınıf mücadelesine ideolojik-politik hatta önderlik eden komünist partisi aynı zamanda örgütsel hatta da önderlik etmelidir. Belirlenmiş siyaset ve teori örgütlü müfreze ile pratiğe geçirilir.

 

Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir. Parti tarafından teori ve pratikte önderlik ancak o zaman yerine getirilebilir. Lenin’in deyimiyle “öncü savaşçı rolünü ancak bir öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Seçme Eserler, c. 2)

 

Lenin, partiyi sınıf örgütünün en yüksek biçimi olarak görmüştür. Parti hem siyasi, hem örgütsel, hem pratikte egemen sistemi bir bütün olarak hedef alan en ileri müfrezedir. Ama parti işçi sınıfının tek örgütü değildir. Parti dışında başka örgütsel yapılar da vardır. Parti dışında, bir ihtiyacın ürünü olarak oluşturulan sendikalar, kooperatifler, meslek örgütlenmeleri ve başka kitle örgütlenmeleri vardır.

 

Sınıf çelişkileri ve siyasi baskılar örgütlerin maddi koşullarıdır. Ve bu kitle örgütleri düzen sınırları içinde yer alan örgütlenmelerdir. Öncü müfreze olarak en ileri örgüt olan parti ile, bu kitle örgütlenmelerinin çoğu arasında örgütsel ve siyasi bağ yoktur. Bu kitle örgütleri, partiyle kitleler arasındaki volan kayışlarıdır. Bu örgütlenmeler içinde çalışma yapılmalı ve onlarla bağ kurulmalıdır. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflarla bu örgütler üzerinden bağ kurulmalıdır.

 

Parti ayrıca devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün aracı rolü oynar. Bugüne kadar devrimin yapıldığı ülkelerde demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü uygulanmıştır. Devrim öncesi, devrime önderlik eden proletaryanın öncü müfrezesi, yani parti, devrim sonrasında da varlığını devam ettirmiştir. Ancak buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğünü parti ile eş tutmak doğru değildir. Çünkü parti devrime önderlik ettiği gibi, devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün yürütülmesinde araç rolü oynar. Diğer bir deyişle parti, proletarya diktatörlüğünün aracıdır.

 

Lenin oportünizme, revizyonizme ve tüm anti-Marksist akımlara tavır almıştır. Burjuvaziye karşı tutarlı ve kararlı mücadele yürüten Lenin, kendilerini “Marksizm”, “devrim”, “sol” vb. kisvelerle kamufle eden anti-Marksist yapılara ve görüşlere karşı da kararlı ve tutarlı ideolojik mücadele yürütmüştür. Yukarıda değindiğimiz 2. Kongre’de Menşeviklere karşı verdiği mücadeleyi, daha sonra ortaya çıkan yanlışlara karşı da yürüttü. RSDİP’in ilk dönemlerinde ekonomistlere, reformistlere, Menşeviklere karşı verdiği mücadele ile parti perspektifini geliştiren Lenin, daha sonra da ortaya çıkan oportünistlere, tasfiyecilere, hiziplere karşı da mücadeleyi devam ettirmiştir.

https://ozgurgelecek51.net/sentez-leninin-parti-anlayisi/

    

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Eleştirisi

yusufkose@hotmail.com

Ulusal Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı

 Oruçoğlu, devrimci saflara katılmasından bu yana MLM olamadı ve böyle bir derdi ve kaygısı da hiç olmadı. 

Kaypakkaya ile birlikte PDA'dan ayrıldığında da gönlü orada kaldı dense yeridir. Zaten bir çok konuşma ve anılarında, Kaypakkaya'nın „ısrarı“ sonucu ve onu „kıramayışı“ nedeniyle TKP-ML saflarında yer aldığını da belirtir, kendisi.

 Bunun konumuzla ilgisi, Marksizmi-Leninizmi içten benimsememiş, onu burjuvazinin dünya görüşüne karşı işçi sınıfının dünya görüşü olarak ele almamasıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle, Oruçoğlu'nun bugünkü görüşleri, salt bugüne ait değil, PDA saflarından kalma düşünce yapısını, kendi içinde tutarlı ve de kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Çelişki gibi gözüken şey, kendini, ideolojik içeriğine temelden karşı çıktığı saflarda göstermeye gayret ediyor olmasıdır. Bu, onun çelişkisi değil, onu böyle görmek ve de göstermek isteyenlerin ideolojik tutarsızlıklarıyla doğrudan ilgilidir.

 

 

Oruçoğlu'nda işçi sınıfına bakış açısı, reformist sol liberal ve sınıf uzlaşmacıdır. Ancak, sınıf uzlaşmacılığında, Oruçoğlu'nun terazisinin kefesinde proletaryanın sınıf çıkarları yer almaz, esas olarak gerici ulusal burjuvazinin çıkarları yer alır. Onun “haklı”, “haksız” kavramları içinde, sınıf bakış açısı ve devrimci sınıfın genel çıkarları, dünya sosyalist devrimin genel çıkarları yoktur.

 

 Böyle olunca da, onun “komünistliği”, ayakları yere basmayan, toplumsal sınıf çatışmalarından soyutlanmış bir küçük burjuva hayalci -bu, Avrupa'nın bazı şehirlerine serpiştirilmiş ve burjuvaziye hiç bir zarar vermeyen, tersine, burjuvazinin hoşgörüsünü kazanan- anarşist komünalciliği olarak kendini göstermektedir. Mülkiyete karşı gibi yapar, ama mülk sahibi, ya da bütün ülkenin mülküne el koymak amacıyla hareket eden ezilen ulus burjuvazisinin bu amaçlı mücadelesini, sınıfsız toplum mücadelesi veren sınıftan daha üstün tutuğu için, kutsar. Bu bağlamda da Oruçoğlu, proletaryanın devrimci istemlerine karşı, adeta, arkaik dönemlerin kararlı savunucusu durumuna düşmüştür.

 

 

Önce, Oruçoğlu'nun adı geçen makalesindeki bazı iddialarını alıp işçi sınıfının dünya görüşü olan MLM penceresinden değerlendirelim. Komünistler açısından orta bir yol yoktur. Orta gibi gözüken yollar da genelde burjuva sınıfı tarafına meyil eden düşünce ve buna bağlı olan tavırlardır. Bu nedenle ML nettir. Ve sorunlara tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm temelinde yaklaşırlar.

 

 

Oruçoğlu şöyle diyor:

 

“Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır. Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.”2

 

 

Oruçoğlu için, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenleri olan Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao bir referans kaynağı olmadığından, onların düşünceleri ve onlardan aldığımız alıntılarla onun görüşlerini eleştirmek, onun kale alacağı düşünce sistematiği olmayacaktır. Buna rağmen, elbette onların düşünceleri ışığında soruna yaklaşacağız. Bizim referans kaynağımız, ne emperyalist burjuvazinin “yeşil kuşak projesi”yle besleyip büyüttüğü gerici, dinci, faşist örgütlerin ideolojik izleri olabilir ne de ezilen ulus burjuvazisinin burjuva ideolojisi olabilir.

https://yusuf-kose.blogspot.com/2024/01/bir-sol-liberal-aydnn-ezilen-ulus.html


 

17 Ocak 2024 Çarşamba

OCAK AYI | SÖYLEŞİ_1_2_3_4_5


 

 “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 14 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**--Merhaba.

 

Geçmişte Partizan saflarında birlikte mücadele ettiğiniz ve bu sırada ölümsüzleşenlere ilişkin bize tanıklığınızı, deneyimlerini paylaşır mısınız?

Tabii ki şöyle başlamak istiyorum. Türkiye devrimci hareketinin ilk evrelerinden yüzeysel olarak başlamak istiyorum. Çünkü genelde anlatılmıştır, ifade edilmiştir. Birçok insan tarafından, Türkiye devrimci hareketi içerisinde bulunan insanlar tarafından bilinmektedir. Genel bir değerlendirmedir ancak değinilmekte de fayda var diye düşünüyorum.

1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin değerli kadroları için Ocak ayı çok değerlidir ondan değinmek istedim. 1920’de 29 Ocak’ta Sovyetlerden gelen önderlerimiz başta Mustafa Suphi ve 14 yoldaş olmak üzere ta Kars’tan itibaren Erzurum üzerinden yolu kesilerek, çeşitli entrikalar kurularak Kemalist diktatörlük tarafından Trabzon’da sonlandırılmış kırık bir vapura bindirilerek işkence edilerek denizde boğdurulmuşlardır maalesef. Böyle bir komploya kurban gitmişlerdir.

 

Ne yazık ki Türkiye devrimci hareketinin sınıfsal mücadeledeki ivmesi ve yeri zaman zaman sınıfsal çelişkilere önderlik etmesi, damgasını vurması, TC devleti tarafından özellikle kıskaca alınmıştır. İçine ajan ve provokatörler de katarak ya da yetiştirerek kendi mecralarına, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet ettirebilmek için dönem dönem bu mücadeleyi baltalamak için uğraşmışlardır. Birçok yerde, birçok konuda da başarılı olmuşlardır.

 

Ancak TKP’nin Mustafa Suphi’den sonraki yönetimin revizyonist ve oportünist olması, daha sonra da katmerli revizyonist yapıya dönüşmesinden sonra Türkiye’de komünist bir hareket ve devrimci bir çıkış yeniden ihtiyaç haline gelmiştir.

 

Bunu da 1972’de önder İbrahim Kaypakkaya başlatmıştır. 24 Nisan’da kurduğu proletarya partisiyle Mustafa Suphi’nin mirasını tekrar şahlandırmıştır. Bu da yine Ocak ayında Ali Haydar Yıldız’ın bir kömde basılarak şehit edilmesi, kendisinin de yaralı olarak günlerce işkencehanelerde sorgulanarak işkence uygulanması ve daha sonra savunma aşamasında yani Türkiye Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist yapısını tekrardan çeşitli milliyetlerden Türkiye halkına tanıtması, bu noktadaki savunması esas alınarak faşist TC devleti tarafından toplumla buluşmasını istemeyen güçler tarafından katledilmiştir. Böyle bir savunmanın Türkiye toplumuyla buluşmasını engellemişlerdir.

 

Şimdi bu uğurda, mücadelede düşenlerimiz çoktur.

 

Ocak ayında özellikle Mustafa Suphilerden sonra yine 1972 Nisan’ında kurulan Proletarya Partisi’nin önemli kadroları da yine Ocak ayında düşmüştür. Atilla Özkan, Meral Yakar gibi önder kadrolarımız yine Ocak ayında düşmüşlerdir. Tabii bu mücadele seyri içerisinde düşen yoldaşlarımız, önemli kadrolarımız var.

“Tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi”

Zeki Uygun…

Bunlardan mesela Kasım ayında düşen Zeki Uygun’dan bahsetmek isterim. Zeki Uygun ki kendisi öğretmendir, Sivaslıdır. Ardahan o zamanlar Kars’a bağlıydı. Kars’ın Posof ilçesinde öğretmendi. 1974’le 1975 arasında kendisiyle bizzat tanıştım.

 

Kendisi ile 1974’te TÖBDER Hanak Şubesinde tanıştık. O zaman Kaypakkaya’nın düşüncelerini savunan kimse yoktu bölgemizde. İbrahim Kaypakkaya’yı tanıyorduk ama hakkında çok bilgiye sahip değildik. Bizi buluşturan, Kaypakkaya’yla tanıştıran, onun fikirlerini bize ulaştıran Zeki Uygun’du.

 

Zeki Uygun görev yaptığı sürece TÖBDER’de görüşürdük, tartışmalara girerdi. Muazzam bir hitap etme şekli vardı. TÖBDER’deki bütün insanlar dinlerdi, diğer siyasi yapılar da vardı ancak onlarla olan tartışmalarında çok üsluplu, çok kapsayıcı, kimseyle çok fazla didişmeyen, takışmayan, tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi mesela. Gelen eleştirilere çok açıktı. Karşıt düşüncelere saygısı büyüktü. Onları dinlerdi, ondan sonra cevap verirdi. Zaten çekim merkezi buydu.

 

Zaten orada İbrahim Kaypakkaya’nın düşüncelerinin kök salmasının esas sebebi Zeki Uygun’dur.

 

– Kendisi oralı değil dediniz…

 

– Kendisi oralı değil, Sivaslı. Ama görev yaptığı yerdi. Mesela bizim yörenin insanı olmasına rağmen Muzaffer Oruçoğlu’nu tanımazdık biz. Daha sonradan öğrendik onun Karslı olduğunu. Oruçoğlu’nun o bölgede örgütlenmede çok fazla etkisi yoktu çünkü onun örgütlenme alanı başka yerlerdi. Onun çalışmaları daha çok Urfa, Siverek, Dersim, Erzincan, Malatya gibi yerlerdi.

 

Biz kendisine daha sonradan öğrendik tanıdık.

– Zeki Uygun için o bölgede Kaypakkaya’nın düşüncelerinin tohumları ilk atanlardan biri öyleyse…

– Biz mesela 1974’ün sonlarında tanıştık. 1975’te ilk defa Hanak ilçesinde İbrahim Kaypakkaya’nın katledildiği 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece bildiri dağıttık. İlk bildirimizi dağıtmış olduk böylece.

 

Mao Zedong pullanmalarını çarşıda bütün yollara, camlara pullama yaptık. Küçük bir ilçe olmasından dolayı mücadeleye ilk girenlerden biri olmamızdan dolayı takiplere uğradık, gözaltılara alındık. Oradaki örgütlenmenin ilk nüvelerini geliştiren bir önderdir bana göre Zeki Uygun. Çok alçakgönüllü, çok mütevazi, çok kapsayıcı bir yapısı vardı.

 

Daha sonra altı kişi geldik biz batıya, onun inisiyatifiyle. 1976 ayrılığında Zeki Uygun’la birlikte hareket ettik. Proletarya partisinin çizgisini savunduk.

 

– Bu ayrılıkta Zeki Uygun nasıl bir rol aldı?

 

– Bölgesel olarak, Kars bölgesinde dili yettiği oranda partiyi savundu. Ama o zamanlar zaten parti merkezi yapıya sahip değildi. Bölgesel çalışmalar vardı. O da o bölgede gücünün yettiği oranda Kaypakkaya’nın görüşlerini savundu. Onu bizlerle buluşturdu, halkla buluşturdu.

 

Örgütsüz insanları örgütledi. Öyle bir meziyeti vardır. Bunu çok başarılı bir şekilde yaptı. Biz altı kişiyi batıya gönderdi. Burada profesyonel çalışmaya katıldık arkadaşlarla. Kendisini de iki sene sonra tekrar gördüm.

 

Biz o zamanlar Alibeyköy, Kağıthane, Nurtepe’de gecekondu mücadelesine başlatmıştık Proletarya Partisi’nin önderliğinde. Oradaki çalışmaya katıldı o da. Yaz dönemiydi. Öğretmenliğe devam etmiyordu, yani yaz tatilindeydi. Bizimle birlikte briket taşıdı, çamur yaptık, harç yaptık, beraber gecekondu yaptık. Örnektepe’de, Okmeydanı’nda, Güzeltepe’de, Kağıthane Nurtepe de birlikte çalıştık. Çok da zevk aldım. Onu görünce ufkum açılıyordu işin gerçeği. Böyle bir diyaloğumuz vardı, kendisine çok severdim ben.

 

22 Kasım 1986’da şehit düştü. Ben de o zaman memleketteydim. Haberleri dinliyordum kahvede. Zeki Uygun, Ünal Küçükbayrak adı geçince birden pürdikkat kesildim. Kahveci de tanıdığımız biriydi. “Biraz sesini açın” dedim. Spiker böyle çok içten gelerek, sanki büyük bir zafer kazanılmış edasıyla anons ediyordu ki katledilen arkadaşlarımızın çoğu kimyasal maddelerle yakıldı. Hepsi aslında, sadece orada 10 kişiden biri firar etmiş, bilmiyoruz neden. O kadar bilgimiz yok.

 

Diğerleri artık, ellerinden geldiği kadar, çok da fazla malzemeleri olmamasına rağmen çatışmanın da yaşandığını duyduk. Ama ne kadar doğru bilmiyoruz.

 

Ama esas mesele, bir ihbar sonucu çevrildikleri ve kaçan şahsın da büyük ihtimal ihbarda payı olduğu söylendi daha sonra.

 

Bunlar doğru mudur, nedir bilemiyoruz tabii. Biz elimizdeki kanıtlarla konuşuruz, öyle bir kanıtımız olmadığı için de böyle bir yorum yapmak da çok iyi olmaz diye düşünüyorum. Bunun için öyle bir araştırmayı daha sonra işin içinde olan insanlarımız bir düşünceye, araştırmaya dayalı bir fikre sahiptirler mutlaka.

Zeki Uygun’la olan ilişkim böyleydi. Bu haberleri dinleyince kendimi tutamadım.

 

(Devam edecek)

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi” (2)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

 

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 21 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

 

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

 

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

 

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**

 

 

 

“Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi.”

Ünal Küçükbayrak…

 

Ünal Küçükbayrak’la da 1980 Mart ayında birlikte gözaltına alınmıştım. Ünal da Zeki gibi tartışmaları çok iyi götüren, sabırlı, inançlı bir arkadaşımızdı. Ben onu tanıdığımla gurur duyuyorum, onunla beraber mücadele alanında olduğumdan dolayı.

 

Çağlayan’da bir randevumuz vardı, erken saatteydi, 6.00’da. Randevu yerine yaklaştığımda, gülerek bana baktığını gördüm. Küçük bir kahve vardı açık olan, sabahın o saatinde. Alibeyköy’de bir toplantımız vardı, ben oradan geliyordum. Ne yaptığını, ne tarafa gittiğini sordum, Sanayi Mahallesine gideceğini söyledi. “Hayırdır” dedim, bir işin mi var? “Hayır” dedi, orada bir grev var, oraya uğrayacağım.

 

Dedim “ben de oraya gideceğim. Saat daha erken, gel şurada bir çay içelim”.

 

Oturduk beraber çay içtik. Sanayi Mahallesine gitmek için yola çıktık. O esnada aşağıya doğru yürüdük, Çağlayan’ı Yahya Kemal’e bağlayan bir dere var. Derenin üzerinde küçük bir köprü. Tam köprüye gelmiştik ki, işporta arabası, perdeli bir minibüs geldi. Yanımızda durur durmaz, “kıpırdamayın” diyerek bize tomsonları çevirdiler.

 

Biz o zaman anladık, işporta arabasındakilerin polis olduğunu. Aradılar bizi, benim üzerimden çeşitli materyaller çıktı. Onun üzerinde ise silah çıktı. Hatta önce bulamadılar, üst cebinde şarjöre elleri değince “sıkı arayın” bunları dediler, üzerimizi soydular, ters kelepçe takıp, gözlerimizi bağladılar.

 

Bizi alıp Çeliktepe Jandarma Karakoluna götürdüler. O zamanlar bu bölge jandarmaya bağlıydı, bizi jandarmaya teslim etti polis. Jandarma karakolunda kaba dayak falan attılar önce. Birbirimizden ayırdılar tabii. O arada siyasi şubeden telsizle birbirleriyle konuşuyorlardı.

 

Bizi önce ikinci şubeye götürdüler. İkinci şubede epey ezdiler, sonra birinci şubeye götürdüler. Burada sistemli işkence yaptılar, on beş gün boyunca. Bizden bu işkenceler boyunca, bir ev adresi istiyorlardı, birbirimizi tanıdığımızı itiraf etmemizi istiyorlardı.

 

Bizi karşı karşıya getirdiler Ünal’la. Önce ona benim için “bunu tanıyor musun ?” diye sordular. “Hayır ben ilk defa görüyorum, tanımam ben bunu” dedi.

 

Halbuki hem beraber yakalanmışız hem de aynı evde kalıyoruz. “Üzerinden silah çıkmış, bu silah nedir peki” diye sordular. “Benim ailemde kan davası var, kan davası olduğu için Topkapı’da aldım ben bu silahı. Satıyorlardı, kendimi korumak zorunda olduğum için aldım” dedi. Nerede kaldığı sorulunca da, “inşaatta kalıyorum” dedi.

 

Peki bununla nasıl buluştunuz diye sordu. “Ne buluşması, ben onu tanımıyorum” dedi. Ben de hakeza tanımadığımı söyledim, ne bileyim silah kaçakçısı mıdır, kan davalı mıdır, ben nereden tanıyayım dedim.

 

– Ünal Küçükbayrak nereliydi?

 

– Urfa Siverekliydi. Oradan tutturdu zaten, hazırlıklıydı. Bizi tekrar Selimiye’ye getirdiler, “ayaküstü mahkemesi” oluyordu o zamanlar. Savcının karşısına çıkardılar. O zaman savcı da, Yaşar Değerli.

 

Ünal uzun boyluydu, ben kısa. Yaşar Değerli Ünal’a “O arkandaki fino -benim için söylüyor- ev adresi ni vermiyormuş” deyip elindeki kalemi fırlattı. Kalem gözümün altına girdi.

 

Tampon falan yapıp zor çıkarttılar. Tekrar Ünal’a “Sen nasıl ev vermiyorsun, üzerinde çıkan silah balistik incelemeden geldi. 20 tane eylem yapılmış, ikisin de fiili olarak öldürme var. O tetiği çeken sensin. Diğerlerini bilmiyoruz. Sen bu olaylarda teşhis edildin zaten” dedi.

 

Kasımpaşa ülkü ocakları başkanı Doğan Şer diye birisini vurulmuş, ağır yaralanmış. Geldi teşhis etti Ünal’ı. Beni de gösterdiler, ama “o değil, uzun boylu sıktı bana” dedi.

 

Ünal’la pratik eylemlere çıktığımızda, güle oynaya halay çekiyormuş gibi gelirdi bana. O kadar insana güven veren biriydi. Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi. Kendi alanında ya da sorumlu olduğu insanları gözü gibi korurdu. Onlara bir tane rüzgar estirmezdi. Çok değerli bir insandı. Siyasi olarak da askeri olarak da çok iyiydi. İki yönü de gelişkindi.

 

Katledilmeselerdi, hem Zeki hem Ünal, proletarya partisinin çok önemli yerlerinde inisiyatif alırlardı ve hakim sınıflar bu arkadaşları bilerek yok ettiler. Çünkü o koşullarda 1986-87 gibi dönemler Türkiye devrimci hareketinin dibe vurduğu dönemler ve sen bir konferans yapıyorsun bu koşullardı.

 

Hakim sınıflar yıllardır, asırlardır deney ve tecrübe sahibidirler. Kimlerin ne tehlike arz ettiğini bilirler, biliyorlar da. Onun için yok ediyorlar önderleri.

 

İkisinin de lider kişilikleri vardı.

“Efendi’nin de lider özellikleri vardı.”

Efendi Diril…

Efendi Diril yoldaşımı da 1975’te tanıdım. Ancak çok yakın birlikte faaliyet yürütmedik. Çok yakından tanımazdım. Daha sonra bizim bölgeye geldi. Eskiden Sefaköy tarafına gittiğimde kendisini görürdüm. O da bilirdi benim Partizancı olduğumu, selamlaşırdık. Onun o alanlardan sorumlu olduğunu da tahmin ediyordum.

 

Ama kendisiyle birebir diyaloğum yoktu. Diyaloğumuz 1979’da oldu, 1980’in Mart’ında da biz yakalandık zaten. 6-7 aylık bir süreçte birlikteliğimiz var. Bizim sorumlumuzdu o dönemde. Yakalanmadan önce katıldığım son toplantı da onunla oldu. O toplantıdan ayrıldıktan sonra ertesi sabah Ünal’la birlikte yakalandık zaten. Efendi’nin de lider özellikleri vardı.

 

1979’ların sonlarına doğru bizim bölgemizde eleştiriler çoğalmıştı, eleştirenler içerisinde ben de vardım. Ama ben kendi yapım içerisinde eleştirirdim, dışarıda kuruma laf getirecek, onu karalayacak şekilde konuşmazdık, kurumumuzu gözümüz gibi korurduk.

 

Biz kendimiz eleştiririz, hatalarımız varsa da özeleştiri veririz ama düzeltmek için. Biz birbirimizi hedef alıcı şekilde davranamayız ki. Biz kendimizi düzeltmek için, bu hareket sınıf mücadelesinde daha ileri hamle yapabilsin diye bütün çabamız. Biz canımızı koymuşuz bu yola.

 

Bilirsiniz 1979’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim devrimci mücadeleyi durdurmak için ara bir formüldü. Sınıf mücadelesi öyle çığ gibi gelişiyordu ki fabrika örgütlenmeleri, fabrika grevleri, işçi direnişleri, gecekondu mücadeleleri, köylülerin toprak işgalleri, başkaldırılar yani sınıf mücadelesi çok üst evreye ulaşmıştı o dönemde; 1978-79’da.

 

Tabii deney ve tecrübe sahibi olan hakim sınıflar bunu sıkıyönetimlerle durduramayacağını biliyordu. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğüne gitmenin yolunu açmak için ilan ettiler. Biz bunu biliyorduk. Ama bizim eksiğimiz, yanlışımız onu görmemize rağmen konumlanamadık.

 

Çok önemli bir şeye parmak basıyorum. Gücümüzü abarttık, düşmanın gücünü küçümsedik. Bu anlayış kurumun anlayışıydı aynı zamanda. Hepimizde vardı bu. Onu görüp de ona göre konumlanmamak, geri çekilme demiyorum, sıkıyönetim koşullarında geri çekilmeye gerek yoktu zaten biz geri çekilsek bile sınıf mücadelesi öyle bir ivme kazanmıştı ki sen onun gerisinde kalamıyorsun. Onun içinde olacaksın ya da önderlik edeceksin bir şekilde.

 

Adın belli, ne diyorsun, ben bu sınıfı örgütlerim, öncülük ederim iddiasıyla davranıyorsun. Bizim üzerimize düşen görev hem kurumumuzu eleştirmek hem de kurumumuzun dışarıya karşı korunmasını sağlamaktı. Onun için Efendi yoldaş da bize bizim o konudaki düşüncelerimizi saygı gösterirdi ve kurumun dışına çıkmamızı söylüyordu. Meğer bizim bölgemizde hizip çalışması başlamış Koordinasyon Komitesi adı altında.

 

İşin gerçeği bizim hiç haberimiz olmamıştı. Kendi adıma konuşuyorum. Birebir üst komiteye bilgileri veren bendim. Ona rağmen bunu göremedik, sezemedik. Çünkü gizli gizli çalışmışlar alttan. Hatta bir ara benim de onlardan olduğumu sanmışlar. Bu eleştirilerimden dolayı.

 

Sonuçta Efendi, değerli bir yoldaşımızdı. O da Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’nde faşistlerin öldürüldü. Çünkü o bölgede tanınan bir arkadaşımızdı. Ben ne zaman oraya gitsem onu orada görürdüm. Onun da lider vasfı vardı.

 

Bunları anlatırken hep içim sızlıyor inanın.

 

Onlar hakkında belki daha güzel şeyler konuşabilirim, onlarla birebir temasım olduğu için güçlük da çekiyorum anlatırken.

 

– Ortak deneyimleriniz oldu mu bu yoldaşlarla ?

 

– Olmaz mı? Ünal Küçükbayrak’la ilgili bir anekdotum var, onu anlatayım. Bir gün bana Okmeydanı tarafında bir randevu verdi. Ben de oraya gittim, baktım yanında bir kadın arkadaşla geldi. Hesapta kadın arkadaş yoktu. Kadın arkadaşı benimle tanıştırdı, bundan sonra ilişkileri sen yürüteceksin dedi bana. Kadın arkadaşa da dedi ki bundan sonra bu arkadaş gelecek.

 

O da tamam dedi. Yalnız benim dikkatimi çeken bir şey oldu, ayrılırken benimle değil de Ünal’la gitmek istedi sanki.

 

Öyle olunca ben de “niye öyle yapıyor acaba ?” dedim kendime. Bizi tanıştırdı birlikte gideceğiz bir yere, oturup konuşacağız nasıl görüşeceğimizi, nasıl iletişim sağlayacağımızı. Neyse Ünal ayrıldı gitti, biz oturduk konuştuk. Bu arkadaş sürekli Ünal’ı sordu bana. O arkadaş gelecek mi, o arkadaş nerede vs. Ben hala işi çözemedim. Meğerse bu arkadaş Emeğin Birliği’nden geçmiş bize. Onu da Ünal kazanmış.

 

Bir tartışmada denk gelmiş, Ünal’ın hitap yeteneği çok güçlüydü, insanları ikna etme kabiliyeti çok yüksekti.

 

Siyasi birikimi de çok iyiydi. Öyle kimse onun karşısında tartışamazdı. Bundan dolayı kadın arkadaşın ilgisini çekmiş. Emeğin Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol, MLSPB’yle Okmeydanı’nda bir yerde tartışma olmuş. Tartışmadan sonra bu kadın arkadaş Ünal’ın yanına gitmiş, “ben sizin düşüncelerinize sempati duyuyorum”, demiş. Bir iki kez görüşmüşler. Ünal arkadaşla ilgilenebilecek konumda değil, başka işleri olduğu için bana devretti.

 

O görüşmemizde birkaç kez sorunca, ben de dedim önemli bir şey varsa ileteyim ben ona. Ama ilişkin benimle sürecek. Onunla özel görüşmesi gerektiğini söyledi.

 

O zaman anladım ki kadın arkadaş Ünal’a aşık. Ünal’ı gördüğümde ona, bu kadın arkadaşın kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. O da benimle ne yapacak, seninle ilişkisini sürdürsün dedi. Benimle ilişkisini sürdürsün de, seninle özel görüşmek istiyor dedim. Ya sen ona git de ki, “benim onunla oturup konuşacak belki zamanım olabilir ama benim ona verebileceğim, vaat edebileceğim bir şey olamaz” dedi.

 

Ben de “sen zalimlik yapıyorsun, bir iki otur konuş. Bu kadın arkadaşın sana eğilimi var. Bir şekilde kendini anlat dedim. O da bana “benim kelle koltukta, sen daha iyi anlatırsın” dedi. Bunları tabi gülerek espriyle söyledi. Ben kadın arkadaşa bunları izah ettim.

 

Daha sonra bir daha yine görüştük. Kadın arkadaşın evine gitmiştik. Annesi de çok değerli bir kadındı. Devrimcilere kurban oluyordu. Ben kadın arkadaşa durumu anlattığım için bana hırçın davranıyordu biraz. Annesi bunu fark etti. “Hanik noluyor, Hanik? Öldürürüm seni, devrimcilere böyle davranmayacaksın” dedi.

Bir sonraki görüşmemizde de kadın arkadaş, sizinle artık görüşmek istemiyorum dedi.

Sebebini sorunca, eski yuvama dönüyorum dedi.

 

(Devam edecek)

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi2/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi3/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi4/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi5/

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; 

“Nice kadın yoldaşımızı kaybettik bu mücadelede ama her şeye rağmen bu kavga devam ediyor.”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 80’lerin ortası 90’ların başına kadar ki dönemde ölümsüzleşen kadın devrimcilerden, Partizanlardan birkaçına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

21 Ocak 2024



https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-arkadasimizi-cok-degerli-yoldaslarimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-1/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-yoldasimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-2/




 

15 Ocak 2024 Pazartesi

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN_Mehmet Akkaya

 

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Mehmet Akkaya

Pek çok sanat dergisi, yeni sayılarını  Filistin sorununa ayırdı. Sanat ve Hayat da Kış Sayısı'nda konuyu gündeme taşırken "Filistin: Silah Şiir Karikatür" dosyasıyla çıktı!

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Türkiye toplumunun, özellikle devrimci kesimlerin Filistin sorunu ile karşılaşması 1970'li yıllara dayanır. İlişki kurma biçimi ise başlıbaşına bir sorunsaldır. Bir ucunda ulusların kendi kaderini tayın hakkı, diğer yanda enternasyonal dayanışma yer almıştır. Emekçi sınıflar ile onların çıkarını savunmaktan başka bir amaçları olmayan komünistler, bu iki eğilimi sınıfsız toplum yaratma mücadelesinin bir gereği olarak temel şiar edinmişlerdir. 

Bunun teorik temelleri Komünist Manifesto adlı metinde ziyadesiyle yer almaktadır. Sınıf mücadelesi ve ezilen halklar ve uluslar mevzusu, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci hareketlerini eskiden olduğu gibi günümüzde de birleşik bir tavır almaya götürmektedir. 


Dolayısıyla bölge halklarının birleşik devrimci mücadelesinin kökleri yalnızca bugüne özgü değildir. Sorun yereli aşan bölgesel bir özellik kazanmış durumdadır. Konunun bölgesel ve bütünsel oluşu 1980 öncesi söylenen halk türkülerine de yansımıştır.

Emperyalist güçler Ortadoğu'da

Filistin, Türkiye ve Kürdistan'da

Kovulacak mutlak güneş doğmadan

Dünya halklarına bin selam olsun

(Halk Ozanı Ali Asker)

Ortadoğu Devrimi, Filistin ve Rojava

Filistin meselesi, görünüş olarak, ortaya çıkış biçimi ve mücadele hattı gereği ulusal bir mesele olarak okunsa da her mesele gibi sınıf mücadelesine tekabül eden boyutları da vardır. Sınıf olgusunun bir bileşeni olarak mevcuttur da diyebiliriz. Ulusal karakterinden dolayı da dinsel - gericilik, yerel burjuva ilişkileri ve emperyalist sistemin çeşitli dinamikleri ile bağlantılarını saptamak zor değildir. Bu boyut, 7 Ekim 2023'te "tufan" adı verilen saldırı itibariyle bir kez daha kendini belli etmiştir. Günümüzdeki haliyle Filistin ulusal mücadelesinin bir parçası olarak bilinen ve yine dinci-gerici karakteriyle var olan HAMAS, İsrail devletine karşı bir saldırı başlatmış oldu.

Filistin tufanı, sınıf teorisi açısından bakıldığında yeni ve sürpriz bir tufan değildir. Olup bitenler, dünya komünistleri açısından sınıf teorisinin geçerliliğini, bir kez daha doğrulamaktan başka bir anlama gelmiyor. Gerici bir organizmanın, Filistin ulusal mücadelesine bugünkü koşullarda eşlik ve önderlik etmesi, tamamen konjonktüreldir ve dolayısıyla sorunun tali yönünü temsil etmektedir.

Filistin sorunu, Filistin halkının ulusal mücadelesinin ortaya çıktığı coğrafya, bazı açılardan dünyanın herhangi bir parçası olarak görülse de kendine özgü özelikleri de bulunan bir coğrafyadır. Türkiye, Kürdistan ve bir bütün olarak Ortadoğu devrimci güçleri açısından Filistin'in özgül olması esas yöndür. Birleşik devrim güçleri açısından bakıldığında, yeni Rojavaların farklı bir versiyonunu yaratmanın mekanı olarak da düşünülebilir.

Savaş, Siyaset ve Sanat

Toplumsal varlığımız, toplumsal bilinç biçimlerimizi, felsefeyi, sanatı, etiği estetiği etkiliyor. Hatta belirliyor. Savaş, sömürü ve kıyımlar ise bilinci harekete geçiren en etkili pratikler oluyor. Böylesi ortamlar tezlerin, teorilerin sınanması, gözden geçirilmesi için de imkanlar sunuyor. Savaş, politikanın yanısıra sanatın ve şiirin de önemli motivasyonlarından birisi oluyor. Filistin - İsrail Savaşı olarak sunulan ve kayıtlara geçen savaş da böylesi olanaklar yaratması açısından üzerinde durmayı fazlasıyla gerektirmektedir. Filistin ulusal mücadelesi ve bu bağlamda halkın İsrail devleti ile savaşı ve insan kayıpları birçok önemli Filistinli şairi de eskiden beri ortaya çıkarmış, harekete geçirmiştir. Bunlardan birisi olan Tevfik El Zeyyat şu dizeleri yazmış vakti zamanında:

Dişlerimle savunacağım yurdumun

Her karış toprağını,

dişlerimle

Başka yurt istemem onun yerine,

assalar damarlarımdan beni

istemem gene.

Buradayım hâlâ

Aşkımın tutsağı,

evimin çevresinde

Yurdumun peşinde.

Buradayım hâlâ.

Yıkamazlar beni

ne kadar çarmıh yükleseler

omuzlarıma.

Buradayım hâlâ.

Tutarak sizi, tutarak, tutarak

avuçlarımda.

Dişlerimle savunacağım yurdumun

her karış toprağını,

dişlerimle.

(Çeviri: A. Kadir, A. Timuçin)

Komünistler ve Ulusal Hareketler

Kürt ulusal hareketindeki sınıf taleplerinin öne çıkmasına benzer bir eğilim Filistin mücadelesi için de söz konusu olabilir. Komünistlerin, ulusların self determinasyonunu kayıtsız şartsız destekledikleri ne denli doğru ve haklı ise günümüzde ulusal hareketlerin sınıf taleplerini içerdiği de bir başka doğru ve gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu hareketli pozisyonlar karşımızda dururken, ulusal hareketleri görünüşteki önderliklerine bakarak mahkum etmek sorunlu bir yaklaşımdır.

Haddizatında ulusal hareketler doğaları gereği, doğrudan proletarya enternasyonalizminin bir parçası değildir. İkinci sorun ise yaklaşık yüz yıldır dinci-gerici olarak nitelenen büyük hareketler, esas itibariyle emperyalizm tarafından var edilmiştir. Dolayısıyla dinci-gericilik olgusu, günümüzde halkların değil emperyalizm ve yereldeki sermaye güçlerinin bir icadı olarak vardır. Çoğu zaman silahlı halk hareketleri, emperyalizmin çizdiği sınırlar, ürettiği silahlar arasına sıkışır. Hatta emperyalizmin ürettiği teorilerle bağ kurmak zorunda olur. Filistin örneğinde de göründüğü gibi böylesi hareketler, talepler yönünden meşru olduğu ve mücadele biçimi itibariyle de devrimci olduğu halde taşıdığı bayrak bakımından gerici olabiliyor. 7 Ekim hamlesiyle birlikte Filistin ulusal mücadelesinde yaşanan da budur: Devrimci bir hareket başlatılırken bu mücadele, dinci-gerici bir bayrak eşliğinde yapılmıştır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, enternasyonal proletarya ve dünya halkları gibi Filistin halkı da kendi kurtuluşunun İslam veya Hıristiyanlık gibi teolojik bayraklarda değil kendi kollarında ve kendi mücadelesinde olduğunu bilmelidir/bilmektedir.

Filistin-İsrail savaşı bağlamında kitleleri, Müslümanlar ile Yahudilerin savaşı olduğuna inandırmak, emperyalizmin ve bölgedeki uzantısı güçlerin özel bir çabasıdır. Bunlar, toplumun dikkatini sermaye ve pazar savaşlarına değil din ve medeniyet meselesine çekmek içindir. Türkiye ve Kürdistan sol hareketinde bile sorunu din üzerinden okumaya çalışma gibi bir sakıncalı eğilim kendini belli etmektedir. Oysa Lenin'in de üzerinde durduğu gibi politika, sermayenin yoğunlaşmış olan değişik bir versiyonu iken savaş da, işte bu politikanın silahlara irca edilmesi olarak var olmaktadır. Bu yüzden, iktisadi ilişkiler, sömürge politikaları ve pazar paylaşımlarını paranteze alarak yapılacak olan her savaş analizi, asla gerçekleri yansıtmayacaktır. Egemen sınıfların, Ortadoğu'yu, eskiden beri din savaşlarının olduğu bir coğrafyaymış gibi betimlemesi de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır ve savaşın doğasına ilişkin bilinç bulanıklığı yaratmaktadır. Yukarıda iki örneğini vermiştim; şimdi yine Filistin ulusal mücadelesine şiirle devam etmek, sanırım bizi olayın içine daha da çekecektir.

Şiirlerde Filistin Mücadelesi

Filistinli şair Mahmut Derviş’in dizelerine, Filistin ulusal mücadelesi şöyle yansımıştır:

Filistinli Sevgili

Seni yalçın dağlarda gördüm,

kuzularınla, kovalanan çoban kızı.

Sen benim bahçemdin, yıkıntılar ortasında.

Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.

Ey gönül! Ey gönül!

Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,

pencere, taşlar ve çimento

Kalbimin üzerinde.

Seni su testilerinde gördüm,

buğday başaklarında,

yıkık dökük, parça parça, unufak.

Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,

sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.

Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.

Dudaklarıma ses olacak yel sen.

Ateş ve akarsu sensin.

Gördüm seni bir mağaranın ağzında

yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,

kaynayan kanında güneşin.

Ve ahırlarda...

Ve bütün tuzlarında denizin.

Ve kumlarda...

Toprak gibi güzel,

yasemin gibi,

ve çocuklar gibi.

Ve ant içerim ki,

bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:

'Bir Filistin vardı,

bir Filistin gene var! '

Gözleriyle Filistin,

kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,

adıyla sanıyla Filistin.

Düşlerin Filistin'i ve acıların,

ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin'i,

sözcüklerin ve sessizliğin Filistin'i

ve çığlıkların.

Ölümün ve doğumun Filistin'i,

taşıdım seni eski defterlerimde

şiirlerimin ateşi gibi.

Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.

Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,

inlettim senin adına koyakları

(Çeviri: A. Kadir, Süleyman Salom).

Ortadoğu ve Filistin'in Özgünlüğü

Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun bütün insanlık tarihinde, savaş bakımından özel bir yeri olduğu doğrudur. İlk ikisi bir yana konumuz olan Ortadoğu ise Sümer, Akad, Asur, Babil gibi kadim Mezopotamya uygarlıklarına mekan olmuş, zengin bir coğrafyadır. İlk uygarlıkların, üretimin, artı değerin, bilimin, teknolojinin, devletin ve demokrasinin ortaya çıktığı bir bölgedir burası. Aynı zamanda mülkiyetin, sömürünün, savaşın, katliamların, halk düşmanı kralların da ortaya çıktığı bir bölgedir. Halen savaşlarla tanışmasının dinsel, teolojik olgularla bir ilişkisi yoktur. Bunlar dolaylı unsurlar olabilir. Esasen ekonomik ve politik olgularla ilgilidir savaş. İmparatorluk döneminde de bu coğrafya yine tarımsal üretim yanında, yarattığı ticari faaliyetlerden dolayı dinlerin ve modern devletlerin yakından ilgilendiği bir mekan olmuştur.

Sermaye çağıyla birlikte ekonomik önemi yanında kazandığı jeopolitik önem nedeniyle de emperyalizmin yörüngesinden çıkmamak üzere bir özellik kazanmıştır. Tüm bu gerçekler ve süreçler, bizim Filistin sorunu bağlamında bir kez daha güncellenen savaş olgusuna neden dinci-gericilik konusunu öne çıkararak meseleye bakmamızın yanlış olduğunu göstermektedir. Kaldı ki çağımızda bilhassa klasik dinleri var eden, muhafaza eden de temelde emperyalizmden başkası değildir. Bu yüzden bile olsa savaşların sorumluluğunu birtakım din odaklarına yüklemek, Taliban, El Kaide veya Filistin bağlamında HAMAS'la ilişkilendirmek safiyane bir değerlendirme olur. Çünkü eski çağlarda olduğu gibi günümüzde de dinselliğin kendi başına bir gücü bulunmuyor, olmamıştır da.

Konuya Marx da vurgu yapar: Din kendi başına bir tarihi, gücü, özerkliği olan yapı değildir, altyapının bir yansıması olarak vardır. Marksist teori bakımından savaşlara kimin önderlik ettiği ikinci planda geldiği gibi savaşların sonuçları da büyük önem taşımaz. Marksizm açısından savaşın bir süreç meselesi olması, emek-sermaye çatışmasına dayanması ve evrensel bir nitelikte olması birincil meseledir. Dolayısıyla yengi ve zafer de sürece değil sonuca ilişkindir ve talidir. Bugünkü Filistin tufanı, yenilecek ve önderliği devre dışı kalacak olsa bile Filistin halkının ulusal mücadelesi, kendi mecrasında devam edecektir. Süreç ve süreklilik dediğim budur.

Savaşların ve dinlerin kaynaklandığı altyapı, günümüzde feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Dolayısıyla her halükarda soruna din, dinciler, dini-gericilik penceresinden değil üretim ilişkilerinin biçimini, sermayenin hareket tarzını dikkate alan bakışlarla yönelmek en doğrusudur. Böyle bir bakışla yöneldiğimizde bölgede Urgakina ve Hammurabi'den beri nice kralların, krallıkların, paşaların, padişahlıkların da patır patır yıkıldığını, tarih sahnesinden silinip gittiğini biliyoruz. Bugünkü feodal/kapitalist zulüm uygarlıkları da halkların, emekçi sınıfların, ezilenlerin mücadelesiyle benzer şekilde yok olup gideceklerdir.

Filistin'e Lenin ve Mao ile Bakmak

Filistin halk mücadelesi, Marksist teorinin temel argümanlarını doğrulayan bir örnek olduğu gibi Lenin'in "İleri Asya Geri Avrupa" tezini ve Mao Zedung'un “halk savaşı” teorisini de doğrulayan bir hareket olmuştur. Abartmadan söylenebilir ki Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci sınıf hareketleri, halk hareketleri ve ulusal hareketler bakımından emperyalizmin en zayıf halkalarını temsil etmektedir. Bu nedenle de Filistin meselesine dünya halklarının sempati duyması, duygudaşlık içinde olması ve dayanışma/diyalog içinde bulunması anlamlıdır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere dünya gericiliğinin de Filistin hadisesiyle yakından ilgilenmesi manidardır. Üstelik bunu açık bir şekilde, kendi kurdurdukları İsrail devletini (İsrail halkı demiyorum) desteklemesinden anlamak mümkündür.

Emperyalizmin Filistin karşıtı olarak savaşa dahil olması düşündürücüdür. Filistin merkezli 7 Ekim hamlesi, adeta 1984'teki Kürt hareketinin Eruh ve Şemdinli'ye yaptıkları eylemi hatırlatıyor. Benzetmeye izin varsa şu sonuç ortaya çıkıyor ki, emperyalizmin 1920'lerde ülkemizde kurduğu devletin karşısına nasıl ki, Kürt devrimci hareketi çıkıp emperyalizmin oyunlarına son vermişse, 1948'de yine emperyalizm tarafından Ortadoğu halklarına karşı kurulan İsrail devletinin, İsrail egemen sınıflarının karşısına da devrimci Filistin halkı çıkmış oluyor.

Ulusal hareketlerin devrimci özellikler göstermesinin yeri elbette ki Marksist teoride içkindir. Zira emekçi sınıflar esas itibariyle emek sömürüsüne maruz kalan toplumsal tabakaları teşkil ediyor. Uluslar ise, ezen değil ezilen ulusları anlayalım, emek sömürüsüne maruz kaldıkları gibi ayrıca bir de milli baskıya maruz kalmaktadır. Ulusal hareketin devrimci karakterine demek ki, sosyal gerçeklik imkan veriyor. Bu özellik, emperyalizm koşullarında sömürü arttıkça daha da belirgin hale geliyor ve ulusal hareketler eskiye oranla daha fazla sol'a kaymaktadır. Emperyalizmi rahatsız eden de bu gelişmelerdir.

Savaş Felsefesi, Barış ve Filistin

Emperyalizm ve dünya gericiliği bir yandan "barış" söylemlerini diline pelesenk ediyor, bir yandan savaşlara başvurmaktan asla çekinmiyor, bir yandan da savaşları gizleyip küçük göstermeye çalışıyor. Sanki içinde yaşadığımız emperyalizm çağında savaşsız yaşam, var olma ve sömürge süreçlerine son vermek mümkünmüş gibi bir söylemi de dilinden düşürmüyor. Oysa Efesli filozof Herakleitos, bin yıllar önce savaş her sürece kumanda eden bir tanrıdır demişti. Hegel ve Marx gibi diyalektikçiler de bunu kabul eder. Herakleitos için sonuçları savaş belirliyor. Hegel için savaş, Geist'ın görünüşe çıkmasıdır. Schopenhauer'a göre savaş, kör bir iradenin (istemin) kendini ortaya koymasıdır. Marx daha somut bir belirlemeyle savaşın, sınıflar arasındaki çatışma olduğunu düşünür.

Marx'a göre savaşlar sınıflı, modern toplumlarla ortaya çıkmış, sınıfların yok olmasıyla da ortadan kalkacaktır. Doğaldır ki, savaşın tarihselliğini ve doğasını açıklayan en gerçekçi teori Marksizmdir. Marksizm, proletaryanın bilimi olurken sınıf ve savaş süreçlerine son verecek yegane devrimci güçtür. Marksizmin sosyal ve sınıfsal tahliline göre yeryüzünde bir tek kişi bile baskı altında olduğu sürece herkesin özgürlüğü risk altında demektir. 7 Ekim tufanında çok sayıda sivilin yaşamını yitirmiş olmasını da buradan bakarak okumak lazım gelir. Elbette ki başta siviller olmak üzere hiçbir ölüm, öldürme meşru değildir! Ne var ki, savaşın (haklı savaş) zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan bu acı ve üzücü sonuçlar yerel burjuvazi ve emperyalist burjuvazinin sarıldığı bir gerekçe olmuştur/olmaktadır.

Ölümler ve insan kaybı kabul edilemez bir durumdur. Barış temel şiar olmalıdır. Savaş, yalnızca sürekli bir barışı sağlamak için yapılabilir. Alman filozofu Kant'ın dediği gibi düzenli, profesyonel orduların ortadan kaldırılması gerekir. Savaşlarda yaşamını yitirenler ve yaralılar büyük oranda, savaştan habersiz olan masum çocuklardır. Bu durum, Filistin-İsrail savaşında bir kez daha görülmüştür. Ne var ki kendisi asıl fail ve suçlu olmasına rağmen emperyalizm sanki insan yaşamını, can ve mal güvenliğini savunuyormuş gibi halkların mücadelesine gölge düşürecek şeklinde bu insan kayıplarını suistimal etmektedir.

Biliyoruz ki hem emperyalistler hem de sermaye devletleri, çıkardıkları pazar çatışmalarında, paylaşım savaşlarında, başvurdukları faşizm ve Nazizmlerle, çocuk ihtiyar demeden insanı ve doğayı yok etmeyi de göze alarak milyonları kıyımdan, kırımdan ve katliamlardan geçirmektedirler. Şimdilerde ise emperyalizmin sözcüleri, dünya halklarının gözlerine bakarak "barış" yalanı uydurmakta, haktan, hukuktan, uluslararası kurallardan söz etmektedir. Halbuki hukukun işlevi bin yıllar öncesinden doğru olarak tespit edilmiştir. Platon'un Devlet adlı eserinde Trasimachos der ki, adalet ve hukuk, güçlü olan kesimlerin işine gelen, yararına olandır.

Marksist Teori ve Ulusal Hareketler

7 Ekim hamlesi, tüm bu tarihsel tecrübe ve felsefeleri de doğrulayan bir pratik olmuştur. Oysa hareket, yine Marksist teorinin temel bir alt tezi olan "haklı savaş" argümanına karşılık gelmesi bakımından da didaktiktir. Emperyalizmi ve onların bölgesel payandası olan feodal ve kapitalist güçleri rahatsız eden, halkların bu devrimci, halkçı ve haklı savaş silahına başvurmasıdır. 7 Ekim hareketinin, halk savaşının bir biçimi olan gerilla savaşı olarak ortaya çıkması da düşman cephesinde şaşkınlık yaratmıştır.

İnsansız savaş araçlarının yürürlüğe konulduğu, dijital savaş teknolojisinin, gerilla mücadelesini bitirdiği iddiasına karşı çok güçlü, şoke edici bir tokat etkisi yapmıştır. Bakmayın Türk egemen sınıflarının, Filistin halkına yakın durmasına. 7 Ekim hareketi, İsrail devletinin prestijini yerle bir ettiği gibi Türk egemen sınıflarının yüreğine de benzer bir korku salmış, emperyalizmin desteği ve yönlendirmesiyle son on yıldır yürürlüğe koyduğu yeni teknolojik-psikolojik savaş konseptinin de inandırıcılığına gölge düşürmüş, kuşkulu hale getirmiştir.

Marksist teori açısından aktüel yaşam ve modern tarih, sınıf mücadelesi tarihine indirgenebilir. İndirgenebilir diyoruz, çünkü emek-sermaye çatışması dışında görünen, örneğin sermayenin sermaye ile çatışması olsun, emeğin emekle çatışması olsun, halkların emperyalizm ile olan çatışması olsun, ezen dinler ve milliyetlerle ezilen din ve ezilen milliyetler arasındaki çatışmalar olsun, bütün bunlar özünde sınıf çatışmasından, artı değer birikiminden kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin en önemli ilkesi ise yukarıda değinildiği gibi evrensellik ilkesidir. Bu yüzden, sorun, yalnızca Filistin ve İsrail halkının sorunu olarak görülemez.

Daha şimdiden çok sayıda sermaye odağının bölgeye üşüşmesi, akıl hocalığına soyunması, arka planda çıkar hesapları yaptıkları anlamına gelmektedir. Dünyanın pek çok merkezinde barış yanlısı gösterilerin olması, Filistin ulusal mücadelesine destek verilmesi, anlamlıdır. Yalnızca Londra'daki gösteriye beş yüz bin insanın katılmış olması, sınıf mücadelesinin evrensel bir ilkeye dayandığının bir kez daha göstergesi olmuştur. Dolayısıyla Filistin sorunu ve özel olarak 7 Ekim tufanını sorunsallaştırırken niceliklere, sonuçlara, sayılara yönelmek, detaylar içinde tartışmak, dinci-gerici önderliği bahane ederek, çağın devrimci dinamizmini göz ardı etmek, ayrıntılar içinde boğulmak anlamına gelir. Yani ağacı görüp ormanı görmemek, andaki duruma yoğunlaşıp geleceği ihmal etmek olur.


TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)